Susulacak Çok Şey Var Aramızda
Ezgi Polat
Can YayınlarıHikaye-Öykü
Ona baktığım zaman kendi kurallarının dışına hiçbir zaman çıkmamış huysuz bir adam görüyorum. Hepimizde bulunan o geçirgen, biçim değiştiren şeffaf zar, onun çevresinde zamanla katılaşmış, koyulaşmış gibi. On yıldır ne tutkuyla birini sevdiğini gördüm ne de yeni bir arkadaşı olduğunu. Acaba bu da bir sevme biçimi mi? Bir tür yaşamak mı?
Genç öykücülerimizden Ezgi Polat, ilk kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda ile okurun karşısına çıkıyor. Polat’ın öyküleri, yaşadığımız günlerin içeriden bir dökümü. Duygu hallerimizin, itirazlarımızın ve sustukça büyüttüğümüz ortak sorunlarımızın öyküleri. Öykü kişilerinin bol bol konuştuğunu, ama her konuşmada asıl çabalarının aslında aktarmaya değil, üstünü kapatmaya yönelik olduğunu göreceksiniz. Tıpkı kitabın adı gibi; Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda…
***
Tolga için
“Büyük coşku anlarında, insan aşağılık hesapların tümünü küçümser. Ama bu coşku anları geçicidir.”
Herman Melville
İçindekiler
Encantado
15 Şekerkamışı
25 Geleceksen Gel Sen de
31 Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda
37 Sıkıntı
49 Martini Etkisi
55 Kumsalda Ayak İzlerin
63 Parisienne
71 Başka Yolu Yok,Anladım
81 Sen İyi Ol Diye
87 Lekeli Akıntılar
97 Oyuklar
103 Burada Tükeneceğim
107
ENCANTADO
Seda defteri kapattı. Pencere önünde, dışarıyı izliyor. Sokak, soğuğa aldırış etmeden kendini oradan oraya vu.ran insanlarla dolu. Kaç gündür dışarı çıkmadığını hesaplayamıyor. Esintisiz, kıpırtısız, sert bir soğuk. Dudaklarını pencerenin camına doğru uzatıp hoh yapıyor. Hoh, hoh. Camda oluşan buğunun üzerinde parmaklarını gez.diriyor. Özgür giriyor içeri, “Uyudu sonunda,” diyor, “bu.gün güzel bir lazanya yapacağım, hemen başlıyorum haberin olsun.” Seda öylece yüzüne bakıyor onun. Ada.mın sürdürdüğü muhteşem eş rolüne bir türlü adapte olamadı.Bu yapmacık tavırları itiyor onu.Yüzünü tekrar pencereye dönüp adamın mutfağa giden bedeninin cam.da hızla kayboluşuna bakıyor. Tülü çekip karanlıkta bir süre oturuyor. Bir bardak viski, bir sigara. Saçlarının dağılmış örgüsünü açıp tokayı karşı koltuğa atıyor. Ama yan daireden yükselen inleme sesleri onu delirtecek. Dirseklerini dizlerine koyup iki büklüm oluyor koltukta. İnlemeler durmuyor. Ne sinir. Tuğla değil kâğıt var sanki aralarında. Başını hafifçe kaldırdığında karşıda parlayan fosforlu lastik tokaya takılıyor gözü. Yanındaki kuman.dayı duvara fırlatıyor. Teybin düğmesine basıyor, hep aynı şarkı, “Mia pista apo fosforo”.
* * *
“Bana da versene bir tane,” diyor Seda gözlerini denizden ayırmadan, “ayılamadım hâlâ.” Ayakuçları hamağın gelgitlerinde çıplak zemini yalıyor. Deniz kıyıda cam.göbeği, kıpırtısız, lacivert uzaklarına karşılıklı iki küçük ada konmuş. Özgür terastaki minderlere yayılmış, bir si.gara yakıp uzatıyor. Küçük balıkçı tekneleri, guletler kıyı boyunca sıralı. Yamaçlarındaki kekik, adaçayı ve kızıl gövdeli sandal ağaçlarının kokuları kasabaya yayılıyor, et.rafı balık lokantaları ve palmiyelerle çevrili liman, koca.man bir havuzu andırıyor. Hava aydınlık, bulutlar beyaz, hareketsiz. Pansiyonla deniz arasında kalan asfalt yol kıyı boyunca uzanıyor. “Bu sıcakta da sigara hiç çekilmiyor yalnız,” diyor Seda. Özgür ayağa kalkıp korkuluklardan aşağı sarkıyor, “İçme o zaman. Zorunda mısın?” Kıyıya küçük bir balıkçı teknesi yanaşıyor. Mert tekneyi iskeleye bağlıyor. Elinde bir kova, kara, kıvırcık saçlarını ensesinde toplamış, tişörtü bedenine yapışmış, ıslak. Seda gözlerini iskeleye dikiyor, “Deniz çok mu soğuktur,” diye soruyor, “nasıl girmek istiyorum bilsen.” Kara terrier cinsi bir köpek Mert’e koşuyor. “Ne çirkin köpek şu da,” diyor Öz.gür. Seda’nın sigarasını alıp küllüğe bastırıyor.
Kızılçamların gölgesi serin. Yaprakların hışırtıları sessizliği dolduruyor. Cılız bir delikanlı, omzuna attığı mavi beyaz kareli örtüleri masalara seriyor. Özgür terlik.lerini çıkarıp ayaklarını parmaklığa uzatıyor. Seda’nın gözleri denizde.
“Ne istiyorum, biliyor musun? Böyle bir yerde yaşa.mak. Bütün o saçmalıklara ihtiyacımız olduğuna inandı.rıyoruz kendimizi.”
Özgür bir sigara yakıyor. “Burada da insan sıkılır bir süre sonra. Hiçbir şey yok. Hele kışını düşünsene. Haya.let kasaba. Kafayı yersin.”
“O keşmekeşten daha iyi değil mi?”
“Nasıl geçineceksin? Öyle kolay mı o işler?”
“Elbet yapacak bir şey bulunur.”
“Bence huzur insanın içinde. Sen huzursuzsan, bu.rada da canını sıkacak bir şeyler bulursun elbet.”
“Ben iç huzurdan söz etmiyorum. Başka bir yaşam-dan söz ediyorum. Daha özgür bir yaşamdan.” Birkaç fıstık atıyor ağzına. Birasından bir yudum alıyor, elinde kıvırıp durduğu peçete. “Geçen hafta istifa ettim, biliyor musun,” diyor.
“Ve benim şimdi haberim oluyor.”
“Meşgul olduğun şeyler farklı. Merak etseydin öğrenebilirdin.”
“Yine başlama lütfen.”
Mert mutfağa bir şeyler taşıyor. Bulutların çeperinde ince bir kızıllık, yeni sulanmış biberiye çalılarının büyü.leyici kokusu. Güneş ufukta kaybolmak üzere. İki köpek bir köşede minderlerle oynuyor. Kara terrier her fırsatta öbürünün üzerine çıkmaya çalışıyor. Pansiyonun girişin.de bir adam. “Ooo Serdar hoş geldin,” diyor Mert, kucaklaşıyorlar. Serdar elindeki poşeti Mert’e veriyor, bir şeyler fısıldıyor, bir masaya geçip oturuyor. Önce rakısından birkaç yudum alıyor, sonra eşyalarını bırakıp apar topar gidiyor pansiyondan. Mert, “Arkadaşım çipura getirdi,” diyor, “bugün tutmuş. Size de yaptırayım mı?” Özgür ke.yifleniyor hemen, “Olur olur. Yanına da bir küçük rakı açalım. İçeriz değil mi?” Seda iç çekiyor, “İçeriz,” diyor. Alacakaranlıkta sokak lambalarının belirsiz ışığı, Haris Alexiou’nun büyüleyici sesi. “Mia pista apo fosforo”. Börülce, beyazpeynir, kavun masada. Deniz, titiz bir kadının elinden serilmiş ütülü bir çarşaf, dümdüz, lekesiz.
Özgür telefonunu açıyor. Üst üste binen mesaj sesleri.
“Lütfen kapatır mısın şunu? Telefon sesi duymak is.temiyorum. Niçin açtın şimdi?”
Özgür’ün bir gözü masaya bıraktığı telefonda.“Belki önemli bir şey–”
“İsterse dünya yansın. Açmayacağız dedik.”
Özgür telefonu kapatıyor. Bacağına tırmanmaya ça.lışan kediye bir tekme savuruyor, “Git şuradan.” Seda si.nirle bakıyor ona. Başparmağıyla işaretparmağını şakak.larına koyup dirseğini masaya dayıyor.
Serdar yanında Rus bir kadınla geri geliyor. Seda bir anlığına her şeyi unutmuşçasına süzüyor onu. Uzun ba.caklarını, minicik eteğini, cılız saçlarını, topuklu sanda.letlerini. Elleri farkında olmadan belinde dolaşıyor. Si.mitler. Can simidi. Öyle dememiş miydi Özgür bir kere.sinde. Tam ona sokulduğu bir anda, tam da o zaman alay etmedi mi onunla, “Merak etme sen bu can simitleriyle boğulmazsın.” Espri miydi bu? Özgür’ün yanlardan açıl.maya başlamış cılız saçlarına baktı. Sinirlendi, gözlerinin ısındığını hissetti. Düşündükçe siliniyor, bir gölge, bir ruh sanki.
Özgür masaya eğiliyor. “Niçin surat yapıyorsun?”
“Yapmıyorum bir şey,” diyor Seda, bakışlarını ondan kaçırıyor.
“Ömür boyu bunu önüme mi sunacaksın?”
“Zeytinyağı gibisin gerçekten. Pişman olacağın yer.de daha çok pişkinlik yapıyorsun.”
“Şu yaşıma kadar yaptığım hiçbir şeyden pişman ol.madım Seda. Pişman olsam elime ne geçecek? Hiç.”
Seda başını denize çeviriyor. Gözleri dolu, çenesi titrek. Ay ışığı, karanlık suların derinliğinde ışık saçan planktonlar gibi denizin yüzeyinde parıldıyor. Gerisi zifirî karanlık. Çenesi avucuna yaslı. Yan masadakiler eğ.leniyor. Kahkahaları çınlıyor. İç çekiyor Seda. Nemlenen gözlerini hissettirmeden siliveriyor.
“Aynı şeyi ben yapsaydım ne olurdu?”
“O zaman biterdi.”
Yayım tarihi