“Ne anlatıyor Suyun Öte Yanı’nda Feride Çiçekoğlu? Özgürlüğü için Cunda’ya kaçan bir Yunan avukatı, özgürlüğü için ‘suyun öte yanı’na kaçmak isteyen bir Türk devrimciyi… Mutsuz ama iyi yürekli Sıdıka Hanım’ı, mutsuz ama iyi yürekli Arap Mustafa’yı… Nihal’i… Cunda’yı: taş sokaklarıyla, kilisesiyle, insanlarıyla… Adının ‘Alibey’ yapılmasına kızarak. (…) Ve en önemlisi, çok az romanda rastladığımız bir ‘mutlu evlilik’ (…) Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı’ndaki günlüklerinden birinde şöyle diyor: ‘Pek az mutlu evlilik varmış gibi görünmesi, romancıların mutlu evlilikler üstüne söyleyecek bir şey bulamamalarından ileri gelir.’ Belki de bundan. Kadınla erkek evlenince roman biter genellikle. Feride Çiçekoğlu, güçlükler içinde sürüp giden bir mutlu birlikteliği anlatıyor. Hem de nasıl! O güzelim telefonla konuşma sayfalarının bir yerinde Ertan’ın karısına telefonla ulaşma savaşımı sırasında, ‘… içinden, “Bismillah…” diye başlayan hiç tanımadığı bir sesi’ duymasının verdiği bir şaşkınlık vardır ki, unutulmaz.”
1
Deniz kokuyor, deniz kokuyor, deniz kokuyor… Avluya biriken suyun demir kapıda güneşle oynaşan yansıması değil, denizin ta kendisi. Denizin ta kendisi. İçime sindirmeliyim. Neden olacağımı sandığım kadar keyifli değilim? Servis açıyor bir garson, akşam yemeği hazırlığı. Akşam yemeği, ahtapot salatası, adabeyi buğulama ve mutlaka rakıdır buralarda. Günbatımından hayli sonra. Güneş batmadan nohut ve bulgur karavanası değil! Tahta kaşıkları diziyorlardır koğuşta şimdi. Düşünmemeliyim. Karpuz yiyor motorcu, önce göbeğini kemirip çekirdeklerini avurduna istif ederek. Bakalım yere mi tükürecek? Evet, hem de hepsini birden. Hiç söylenmeden süpürüp gitti bir temizlik işçisi. Çekirdekler çalı süpürgesinin önünde bir sağa bir sola savrularak, bir sigara jelatini, ikiüç yaldızlı çiklet kâğıdıyla sarılıp sarmaşarak, sandaletli narin bir ayağı ıskalayıp geçtiler. Sandalet ayağını vurmuş kızın, topuğundaki atkı etine gömülmüş, çevresi kıpkırmızı ve sulanmış. Nasıl canı yanıyordur, yazık. Yürümüştür bütün gün, çarşı pazar değil, ama müze filan… Nereli acaba? Alman, Hollandalı; yok Fransız’a benziyor daha çok, sıcakkanlı. Kâğıt mendil sıkıştıracak bantın altına, yürür şimdi bir o kadar daha. Onlara ne garip gelir,aylardır ilk kez dün uzunca yürüyebildiğimi, daha doğrusu yürüyemeyip yorulduğumu duymak. Sebep? Yüksek sesle düşünmek. “Non, impossible! Tu t’en fou de moi?” 1 Doktoradan sonra Fransa’da kalmış olsam, ben bile şaşabilirdim. Onları niye ayıplamalı? Yardım etse ya yanındaki, çantasının içindekiler yere dökülecek şimdi. Güzel de bacakları var haspanın, Anne-Marie’yi mi hatırlattı ne? Bizim kadınlar gibi popoları yere yakın değil bunların. Tüylerini de almazlar çoğunluk, güneş bacaklarında sapsarı şeftaliler.
Şu yeni hormonlulardan değil, eski Bursa şeftalisi. Büyük, yarma, tatlı. Hâlâ güzel bacağa bakabiliyorum, sağlıklıyım, ne güzel. Elimi açıp kapamalıyım, açıp kapamalıyım… Bir adam, kırklarına başlamış, biraz dalgın, saçları asker tıraşı, güneşsiz kalmış yüzü. Sakal kökleri siyah noktacıklar halinde renksiz yanaklarında. Yanında bir kadın, otuzlarının sonuna varmış, güzel gülüşlü. Biraz anaç, biraz aceleci. Elleri büyücek ve üretken. Çenesi küçümen. Rumeli göçmeni. Kadın uzanıp adamın elini tutuyor. Durmadan açıp kapadığı, açıp kapadığı sağ elini. Şefkatle sıkıyor.
Şimdi adamın açılan eli kadınınkini sarıyor, yumuşacık. Bakışlarının izlendiğini anlıyor adam. Gülüveriyor, suçüstü yakalanmış gibi. Kadın da gülüyor, içten. “Sen nasıl bakarsın,” değil, “İyi ki bakabiliyorsun, sağlıklısın, ne güzel.” Motor kuyruğunda bekliyorlar. Ayvalık’tan Cunda’ya. Karadan da yol var, ama belediye otobüsü. Üstelik “Alibey” yazıyor üzerinde. Ne Alibey adı yerini tutar Cunda’nın ne de otobüs motorun. İstanbul’da da özleyebilir denizi insan. Kadın için deniz altı şeritli bir bulvardan farksız hale geldi ne zamandır. Adam için ise deniz,çöplere üşüşen martıların uzaktan uzağa duyulan çığlıklarıydı son bir buçuk yıldır. 82 yılının Temmuzu şimdi ve Ertan tutuklandığı o soğuk aralık gününden önce bile denizi bu kadar yakından hiç görmemiş gibi. Sıra geldi nihayet. Biniyorlar motora. Önce kadın atlıyor, her işe koşmaya alışkın. Kıyıda kalan valizi istiyor adamdan. Dalıp önce sağ eliyle davranacak mı adam?
Hayır, alışmış artık, zoraki solaklığı sürüyor on sekiz aydır. Sol eliyle uzatıyor valizi, kadın valizden sonra adamı da alıyor motora ve o zaman fark ediyor ki son binen onlar, tüm motordakilerin bakışları onların üzerinde. Tam karşılarında otuz yaşlarında bir anne. Topluca, göğüsleri fırlayıp çıkmaya hazır “V” yakalı penyeden. Eteği tiril tiril bej keten. Ara sıra görünmeyen tozları silkeliyor elinin sinirli bir hareketiyle. Yanı başında narin bir kız çocuğu, dört-beş yaşlarında. Fazlaca özenli giydirilmiş, tedirgin giysilerinden. Beyaz, fistolu, kabarık etekli giysi. Beyaz çorap, pabuç. Lekesizliği sinir bozucu. Kadın, anne ile göz göze geliyor. Annenin gözü, adamın açılıp kapanan sağ elinden, kadının elini kavramış sol eline giderken yol üstü çarpışıyor bakışları. Anne onların motora biniş tarzını, dökülen, bol spor giysilerini onaylamadı, anlaşılıyor.
Valiz de otobüste kirlenmiş üstelik, kadının eteğine sürünüyor. Kadın, annenin ayıpladı ayıplayacak mimiklerini, onun eteğinden valizin tozunu süpürürcesine kendi eteğini silkeleyişini izleyip eğleniyor. Hayatı zehir ediyordur bu kadın, kızına. Tatil yerinde çocuğa beyaz giydirilir mi? Bu çocuk mutlaka biraz pasaklı olur, annesine tepki. Bizim evde nasıldı, yastık kıpırdamazdı yerinden. Annem o yüzden hâlâ alabildiğine mutsuz bize geldikçe. “Kötü bir çatı katı, niye tırmanırsınız bu tepelere bilmem. Manzaraymış, hadi rahat olsa neyse, akıyor sağı solu. Başında kocan da yok ki uğraşsın, hoş, olsa da ne fark eder, dışarıdayken de varsa yoksa kitapları. O kadar özendik seni rahat şartlarla yetiştirelim diye. Boşuna dememişler, ana baba taht yapar baht yapamaz.” Akan çatı katını bu yüzden mi seviyorum her şeye rağmen, çocukluğuma bir başkaldırı? Kadın bu kez kızla göz göze geliyor. Kız, incecik işaretparmağını motorun mavi boyalı küpeştesinde gezdirip annesine çaktırmadan giysisine sürüyor. Hınzırca bir bakış gözlerinde. Kadınla bir gülüşü paylaşıyorlar, göz kırpıyor kadın. Örgütlü bir suç oldu şimdi üstelik, anne fark ediyor birden ve çocuğun elini hoyratça çekiştiriyor. Çantasından bir kolonyalı mendil çıkarıp kızın parmağını kızartana kadar siliyor. Bu sırada motor Cunda’ya yanaşmakta.
Motorcunun denizci elleri, parmakları küt, başparmak tırnağı yarım, halat atıyor kıyıya. Kıyıda bir çocuğun elinde dondurma. Çekirdek çıtlatıyor göbekli bir adam, ayçiçeği kabukları etli parmaklarına gömülü. Kahvede tek ayağını altına alıp oturmuş bir çember sakallının, damarları fırlamış kemikli elinde durmadan evirip çevirdiği otuz üçlük tespihi. Kadının gözü bu ellerde gezinip yine adamın açılıp kapanan sağ elinde. Hadi, ver elini. Dalıvermişim, yine biz kalmışız en sona. Ne zaman çıkıp gidiverdi o narin kız, annesiyle uzaklaşmış bile. İskelenin başından dönüyor küçük kız, gözleri kadını arayarak. Kadın sevinçle el sallıyor, her şey olabildiğince güzel görünüyor birden. Evet, güzel bir tatil geçirecekler, bütün yorgunluklardan arınıp. İyimserce motorcuya dönüyor kadın, kalacak bir yer, bir pansiyon? Motorcu büfeyi işaret ediyor. Büfeci ağır ağır gazoz kasaları taşıyor içeriye. Aceleye ne gerek, tatile geldiler, ne görüş kuyruğu bu ne de kirli çamaşır sırası. Beklenebilir iç ferahıyla. Şimdi de gürbüz bir delikanlı büfenin önünde, walkman’den taşan disko müziğinin ritminde. Çiklet ve magazin gazetesi aldı. Hayır dokunmadı sinirine. Büfeciye yineliyor kadın sorusunu. Bir pansiyon?
Büfecinin gösterdiği yöne bakıp tarifi dinliyor dikkatle. Yola düşebilirler artık, valizi almaya davranıyor kadın. Adam kavrıyor valizi, sol eliyle. Daracık sokaklar parke taş kaplı. Biraz yokuş yukarı, sağa sola kıvrılıverdikçe ilerlerde bir yerde koca bir kilise. Bir görünüp bir yitiyor. Taş bir duvarın yanından geçiyorlar şimdi. Ne güzel dokusu, nasıl uyumlu renkleri. Gülkurusunun açıklı koyulu tonları, aralarda tortulanmış kırmızı şarap ve şampanya rengi lekeler. İçki çağrıştırıyor evet, o kadar güzel. Evler de görkemli, ama sanki terk edilmiş gibi. Çoğunun kepenkleri kapalı ve en azından köşeleri; pencere, kapı çerçeveleri hep o güzel gülkurusu gözenekli taşlarla çevrili. Kadın henüz bu taşa sarımsak taşı dendiğini ve Ayvalık’ın ünlü Sarımsaklı Plajı’nın adının bu taştan geldiğini, çoğu 1800’lü yılların tarihini taşıyan bu evlerin Rumlar zamanında o taşla inşa edildiğini bilmiyor. Yine de, gazetecilik eğitiminin, radyo programcılığının verdiği gözlem alışkanlığıyla, sıradışı bir yere geldiklerini seziyor. Tarihini ilk anda ele vermeyen bir yer burası, belli. Çok şeyler görmüş geçirmiş, biraz küskün.
Bu küskünlük yabancı değil bana. Evlerinden koparılan insanlar kadar, insanları koparılan evler de biraz küserler yaşama. Nenemlerin Selanik’teki evi de böyle kalmış olmalı, yeni iskân edilenlere karşın içine dönük, suskun. Bastonuna dayanarak gelen yaşlı bir adam; mintanının son düğmesi bile ilikli bu sıcakta. Çerçeveleri mavi boyalı şu dükkân fırın olsa gerek, ekmek kokuyor mis gibi. Sarı saçlarını savurtarak bir kız çıktı, koluna beş ekmeği birden sığdırmış, kaç kardeştirler kim bilir. Terliklerini sürüyerek koşuyor, belki kolunu yaktı ekmekler.
Kahvaltı için buradan ekmek almalı. Çok özlediğini yazardı, fırından yeni çıkmış ekmek yemeyi. Şaplı diye ekmeklerin içini yiyemediklerini… yazamazdı elbet. Mektubu geçmezdi… Sokağa dökülen bir kova su, yolunu kesiyor kadınla adamın. Taşların arasından kıvrıla büküle akan suyu hamarat bir süpürge kovalıyor. Süpürenin başı bağlı, ama saçları tutsak edilmemiş, bağnazlıktan değil, toz olmasın, diye yemeni. Süpürgeyi duvara yaslayıp güler yüzle kadının sorusunu yanıtlıyor, fırının hemen ilerisindeki iki katlı, balkonlu bir evi gösteriyor. Birkaç basamakla çıkılan çift kanatlı kapı aralık. Kapının üst yarısı baklava demirli. Demirlerin altındaki buzlu camlardan biri açılmış, içerideki ceviz çerçeveli aynada, derinliklerde bir mutfağın ve ötesinde belli belirsiz bir avlunun yer yer nemlenmiş, zamanla gölgeli yansıması. Kadınla adamın gözleri kapının el biçimi tokmağında buluşuyor, kapıyı çalan kadın oluyor.
Metalin metalle öpüşmesi aynaya çarpıp geri dönüyor, içeriden ses gelmiyor. Biraz bekleyip kapının aralık kanadını itiyor kadın. Çekinerek usulca giriyor mermer kaplı loş sofaya, çocukluğunun Yeşilköy öğle sonlarına adım atarcasına. Sanki yukarıda uyuyor hâlâ nenesi, yanı başında karanfil kutusu ve iğne oyası. Uyanıp yine sürüverse mangala kahve cezvesini, maltızı yakıp patlıcan közlese akşam için ve Lamis komşu bahçeden bağırınca, “Nihal gelsin oynayalım!” diye keşke salmasa onu, yanı başında tutsa geç oldu deyip. Büyük dayısı gelse Kalitarya’dan tabii ki henüz Şenlikköy değil adı ve betonlaşmamış kırları– omzunda tüfeği, çantasında bıldırcınlar, dese ki, çoktu bıldırcın, trenden inince Pavli’ye bıraktım birazını. Pavli’nin manavı istasyondan inince hemen solda. Hani faytonlar bekler ya, tam orası.
Zaten Haçik’in faytonuna binip gelmiştir büyük dayısı. Ertesi gün bıldırcın böreği yapılacak diye sevinse ve gece oturmasına Yuannalara gittiklerinde, tepsi içindeki çeşit çeşit reçellerden en çok inciri beğenip kaşığını su dolu bardağa daldırmadan önce yine incire yaptığı ikinci kaçamak hamleyi yakalayan annesinin tehditkâr bakışını nenesi yumuşatıverse. Nihal uzunca sofayı geçip mutfağa geldiğinde, ağzında incir tadı. Birden fırına gidiyor gözü, sanki içinde bütün konan bıldırcınların yerleri kabarıp çatlamış, yeni kızaran bıldırcın pidesi. Ama fırın boş ve hâlâ kimse yok görünürlerde. İnsan bu evi terk edilmiş sanabilir, öylesine sessiz, kendi halinde akıp giden zamana sofadan eşlik eden saat de olmasa. Mutfağın avluya açılan kapısında duraklıyor Nihal. Sanki gerçekten çocukluğu. Kulağına çalınan sözcüklerde iki dil sarmaş dolaş.
“Arapçiim, ela, ela, Arapopulo, Arapopulo…”Saçları biraz dağınık, sırtı hafifçe kambur, ama çok değil. Siyah çorapları, topukları aşınmış siyah kadife terliği, füme eteği ve bordo yeleği görünüyor. Bir de önlüğü… “Futası” diyesi geliyor Nihal’in. Bakkal Despina’nın önlüğünü anımsıyor birden. Despina bile olabilir, yüzü henüz yok. Pekâlâ komşuları Evgeniya Teyze olabilir ya da Madam Zina. Onlar biraz gençtiler galiba, ama yaşlanmışlardır ne de olsa. Nihal yaklaşıyor biraz daha. Yaşlı hanımın elini görüyor şimdi, elinde bir çinko tas. İçi renkli desenli emaye kaplı, yer yer sırı dökülmüş tasta yemek artıkları ve ufalanmış ekmekle hazırlanmış papara. Arap kedinin yemeği. Kapkara tüyleri ve yanıp sönen gözleriyle yan bahçeden duvarın tepesine sıçrıyor kedi. Orada bir an kararsız kalıyor:
Duvara yaslanan çardağın asmasından mı insin, yoksa tel dolabın üzerine oradan da mutfak taşına mı atlasın? Bahçenin derinliğindeki önü sundurmalı müştemilatın, gerideki boyası solmuş ahşap avlu kapısının, duvar dibindeki ortancaların ve tenekelerden taşmış renk renk sardunyaların, verandanın bir köşesindeki masaya rastgele sıralanmış eski model siyah beyaz bir televizyon, bir balkabağı, kap kacak ve Atatürk büstünün ayırdına kedinin bu kısacık kararsızlık ânında varıyor Nihal. “Ela do, Arapopulo, ela do!” 1 İki yoldan da cayıp badem ağacına sıçrayıveriyor ve ağacın gövdesinden dosdoğru Sıdıka Hanım’ın ayakları dibine iniveriyor kedi. Siyah süet terliklerle haşır neşir şimdi. Yemek öncesi sarmaş dolaş hasret gideriyorlar, ayrı kalmış iki sevgili gibi. “Arapopulo, pedakimu…” 2 Kedi nihayet yemeğine dalınca ağır ağır dönüyor Sıdıka Hanım. Yetmişini geçkin. Açık renk gözlü, narin, ince hatlı. Yeni farkına varıyor kadınla adamın. Arap’la paylaştığı o çok kendine ait âna birilerinin ortak oluşunu fark etmenin çekingenliği. Gereksizce bir saçının düzeltme, önlüğünü şöyle bir çekiştiriverme, ellerini ne yapacağını bilememenin sonucu. Kadının “Merhaba”sını ancak ondan sonra yanıtlıyor:
“Buyurun…”
“Yeriniz var mı?”
“Kaç kişi? İki mi?”
…