İstanbul bütün devrinde büyük gizemlerle, tarikatlarla ve ölümlerle anılmıştır. Çoğu zaman hayatın başşehri diye anılan şehirde vampirler kol atmaktadır. Bu vampirler, bedeninin soğukluğuyla yoğrulmuş, ruhunun ölü bir beden hapsolmasıyla cezalandırılmıştır. Kimileri bunu hak etmiş, kimileri ise hak etmeden bu lanete sahip olmuşlardır. Hani derler ya; aşk bir deryadır, elbet sen de içersin bende… Bu deryaya akan nice ırmaklar vardır. Bu ırmakları karşılıklı cinsle yaratılmış olarak görüyorum. Dişi bir at ile erkek bir atın ırmakları daima karşılaşır. Fakat dişi bir insan ile erkek bir vampirin ırmakları Osmanlı gibi bir devlette karşılaşırsa ne olur.
***
“Yaşamakla, ölüm arasında gidip-gelmek, dinle dinsizlik arasında yolculuk gibidir. Ya dininizle devam edersiniz, ya da dinsiz bir şekilde yaşarsınız!”
1620
Nevada / Las Vegas
Ölüm mü? Yaşam mı? Yoksa bu ikisi arasında sıkışmış bir hayat mı? Bu iki karar arasında içsel ve görünüşsel bir mücadele içinde olan Lestat: eşini geçen yıl kız çocuğunu dünyaya getirirken kaybetmişti. Tanrı bununla kalmayıp, minik kızını da annesiyle beraber almıştı.
Maddi yönden şans ona gülmüş olmasına rağmen, manevi yönden birçok sorunlarla başa çıkmaya çalışıyordu. Her ne kadar çalışsa da, ölümü yaşamaktan çok arzuluyor ve yalnızlık sıkıntısı içerisinde boğulup gidiyordu.
Her gece ölümü çağırırcasına yasal olmayan işler yapıyor, ölümüne uyuşturucu alıyor, insanlara sataşıyordu. Yine o saçma gecelerden birindeydi. Barmenden şişeyle şarap istemişti. Şarabı bitirene kadar içti. Yan masada insanlara korku salmış: Tom oturmaktaydı. Yanındaki kızlarla oynaşmakta iken Lestat bitirdiği şişeyi aniden Tom’un kafasında kırdı. Sebep basitti: ölmek.
“Hey aşağılık herif, sen ne yapmak istiyorsun? Benim kafamda şişe kırmak ha!”
“…”
Aniden belinden on iki kalibrelik silahını çıkardı, Tom. Bu harekete karşı Lestat ise göğsünü açmakla yetindi. Bu karar karşısında şaşkın kalan Tom ise silah göğsüne dayalı bir şekilde bekledi.
“Verdiğiniz kararı uygulamakta çekinmeyin, bayım.”
“…”
Tom verdiği kararı uygulamamakla bardakilere karşı şöhretini iki paralık etti. Fakat Lestat’ın cesurluğuna ve korkusuzluğuna hayran olamadan da edemedi. Evet, Lestat ölüm istiyordu. Belki karısı, çocuğu ile bulundukları yerde büyük bir mutluluk yaşayacaklarına inanıyordu. Belki de bu sıkıcı yalnızlık duygusundan da kurtulmuş olacaktı.
Ölümü kendi eliyle çağırmıştı. Ya da ölümsüzlüğü… Tek istediği ölmekti, ölümsüz olmak değil. Bardan ölmeden çıkmıştı. Yanında bir fahişe ile…
Evin yolunu tutmuşlardı. Belki karısına ihanet etmek için belki de ölümü daha yakınına çağırmak için…
Şehirdeki büyük zenginler arasındaydı. Kazandığı daha doğrusu çaldığı paraların hepsi ölmek için yapılsa da onu zenginlerin arasına yerleştirmeyi başarmıştı. Hayatı çocuğu ve karısı ölmeden önce gayet güzeldi. Zengin değillerdi ama mutlu, huzur ve yaşam dolulardı.
Çaresizlik ve yalnızlık içerisinde yaşamayı öğrenememişti. Devamlı yalnızlıktan şikâyet ediyordu. Yalnızlık ve hayatın acımasızlığı… Sevgi kavramını unutmuştu. Kullanmadığı bir kelime ve israf edilen hayatta nedir ki, sevmek? Önceleri yaşamış olmasına rağmen şimdilerde hatırlanamayan bir kelime sözcüğü olmuştu.
Sevgi ne ki;
Hangi temele dayanıyor?
Sevgi de ne aradığımı,
Bende bilmiyorum…
Öyle bir boşluktayım ki…
Sevmek nedir?
Gülmesi, gülerek sana bakması mı?
Çok yakın bir dost olarak görmesi mi?
Sevgi ne?
Lestat’a açıklayacak olan var mı?
Sevgi onun için sözcük dağarcığından çıkmış bir duyguydu, tâ ki ölümsüzlüğünü görene kadar.
Matt, Lestat’ı ansızın yakalamıştı. Habersiz ve sinsice basmıştı. Fahişe ile evine giderken köşede sıkıştırdı, Matt. Mr.
Lestat yine korkusuzca duruyordu, yeni vampir arkadaşının karşısında. Fahişe yüksek sesiyle etraftakileri başlarına topluyordu. Matt ani bir hareketle gürültü yapan fahişenin boynunu kırldı. Bu hareket silsilesini Lestat takip etmekte zorlanıyordu.
Matt cana yakın tavırları, pişkin ses tonuyla konuşmaya başladı. Her kelimesi zehir gibiydi fakat Lestat’ı etkiliyordu.
“Sana ölümü vereyim mi? Lestat.”
“Ölüm benim en çok istediğim bir armağandır.”
“İstediğin o olsun! Sevgili dostum. Yarın eşinin ve çocuğunun mezarlığında ol. Şafağı doya doya izle. Bir daha o zevki tadamazsın.”
“…”
Sabah şafağı doyasıya izledi. Eşi ve çocuğunun mezarlarının yanında büyük bir üzüntüyle seyretti. Güneşin görmeye değer ışık gösterisinden sonra tepeye yükselişini ardından yere doğru batışının her noktasını inceledi.
Ardından yeni dostu Matt, ortaya çıktı. Hafif yaşlı yüzü, uzun boyu vardı. Güzel piyano çalabiliyordu. Bu özelliğini, parmak uçlarındaki hafif çöküntülerden ve uzun parmaklarından tahmin etmişti.
“Merhaba, dostum. Hazır mısın ölümü tatmaya?”
Lestat’ın sabırsız ve bir o kadarda heyecanlı bir ses tonu vardı. Bu ton yeni dostu Matt’ı daha da heyecanlandırıyor ve heveslendiriyordu.
“Bitir artık şu işi…”
“Peki, Mösyö…”
Matt takibi zor ve ani bir hareket silsilesinden sonra büyük ön dişlerini çıkarttı. Lestat hiçbir şeyin farkına varamadan, kanının ölüm noktası tükenmek üzereydi.
…
Kansızlık onun bedenini yavaş yavaş öldürüyordu. Ruhu canlıydı fakat ölü bir bedenin içerisinde sonsuza kadar kalmak zorundaydı. Sıradaki ritüelin ardından adeta hapsolacaktı. Matt, kolundan geçen bir damarı ısırdı. Akan kanı, Lestat’ın ağzına tuttu ve içmesini sağladı. Lestat ilk başta içmekte dirense de sonraları direnmeyi refleks olarak reddetmişti.
…
Kısa süre sonra Lestat etrafında uçuşan birkaç ruh gördü. Kızının, karısının ruhları adeta ona yapma dercesine bakıyordu. O masum ve acınası bakışları gördüğünde Matt’ın kolunu bıraktı. Artık vampir olma yolundaki asıl adımı atmıştı!
“Benim ismim Matt. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye hoş geldin, sevgili dostum Lestat.”
Zorlukla ve iniltili bir halde konuşuyordu. Sesi tabiri caizse karnından çıkıyordu; fakat bu sese rağmen bir şeylerin cevabını aramaktan kendini alamadı.
“Hani bana ölümü verecektin?”
“İşte bedenini öldürerek sana ölümü verdim. Ruhunun yaşamasına izin vererek hayatı verdim. İkisinin bir vücutta birleşmesiyle sana en büyük armağanı: ölümsüzlüğü bahşettim. Şimdi ise sana ayırdığım lahitte yüz yıl uyuyarak susuzluğunu ve hayatı unutmalısın.”
Lestat cevap vermeye bile fırsat bulamamıştı. Matt’ın güçlü ve hızlı hareketleri Lestat’ın kendisini lahitte bulmasına neden olmuştu.
“…”
Matt, Lestat’ı lahdine bıraktıktan sonra kendi yaşamına devam etti. Lestat’ın lahdine giderken sayıkladığı sözler şunlardı:
“Bana ölümü verecektin, ölümsüzlüğü değil! Yüz yıl sonra karşıma çıkma sakın!”
***
“Hayat gökten bize her zaman üç elma gönderir. Birincisi: Acı, İkincisi: Aşk, Üçüncüsü: Feryat tatlarını içerir. Her insanın başına bu üç elmadan hepsi birçok kez düşmüştür.”
1720
İstanbul / Çemberlitaş
Yalnızlık denilen illet her gencin yakasına yapışır. Büyüme döneminde ve evlenme arifesinde artık yalnızlık illeti bütün vücudunu sarmıştı. İşte Zahide de bu yalnızlık illetiyle kaplanmış vücuduyla mücadele etmeye çalışıyordu; fakat hiçbir zaman başarılı olamıyordu. Sebebi ise yalnızlığın safından savaşa katılması ve baştan yenilgiyi kabullenmesiydi.
Zahide isminin anlamı gibi manevi yönünden tutumlu biriydi. Eli yüzü düzgün tabirine uygun, güzelliğiyle herkesin diline destan olmuş birisiydi. Tam bir Osmanlı kızı, harem dairesi terbiyesinde bir bayandı.
Herkesin bir derdi olduğu gibi Zahide’nin de bir derdi vardı. Hayatın sunduğu üç elmadan ilkini almıştı. Aldığı ilk meyvede gördüğü yoksunluk ve acı onu hayattan soğutmuş, yaşamdaki hevesinden etmişti. Çektiği acı kimilerine göre çok basit; fakat Zahide için ölümden daha zordu. Bazı zamanlar ölümü bile arzuladığı olmuştu; fakat ölümü arzulamakla isyan etmek istemiyor, ölümün acı pençesiyle yalnızlık denilen illetten kurtulmak istiyordu. Bu istekle birçok kez babasının karşısına çıkmıştı. Bu kez yardımcı olur diye bu konuyu tekrar açtı. Açsa ne olacak devamlı bu husus konusunda babası Sermet Bey’i rahatsız ediyor O’nun cevabı ise kısa, öz ve ana hususlar üzerinde duran bir hikâye oluyordu.
“Bir adam, yıkılan evinin karşısına geçmiş; bir yandan ağlıyor, bir yandan, ‘Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım’ diye sızlanıp duruyordu.
Birden harabeden bir ses yükseldi:
‘Be adam!.. Ben sana, çatlayan duvarlarım, dökülen sıvalarımla çöküyorum diye kaç senedir haber yolluyorum; fakat sen her defasında bir avuç toprakla çıkıp geliyor, verdiğim haberi ağzıma tıkıyordun. Sen ikazlarımı duymak istemedikten sonra, ben ne yapayım?’
Anlayacağın ben bu konuda sana düzinelerce kıssalar anlattım fakat sen anlamadıkça ben ne yapayım, sevgili kızım?” Babasının kendinden sıkıldığını düşünerek daha çok yalnızlığın içerisine sürüklendi. Her ne zaman yalnızlık fikrinde sıkıntılar çektiyse devamlı babasına koşmuştu. Artık bu konudan yorulmuş olan Sermet Bey çareyi kahvesine kaçmakla bulmuştu.
Kahvesi akşam namazından çıkışta; kadınlı erkekli yeğenlerinin toplantı yeri gibiydi. Toplantıda Osmanlı Devletinin gidişatı, Sahabe zamanından kıssalar, anlamlı hikâyeler anlatılır ve tartışılmaya başlanırdı. Her zaman aynı kişiler saatini aksatmadan toplantı yerlerine koştururlardı. Bazen kadınlar kendileri için yaptığı pasta, börek ve bazlamalarıyla oraya gelirler, orada ki kardeşlerine dağıtılması için çaba gösterirlerdi.
Kaçış yolu güzeldi fakat yemek yemeden de evden ayrılamazdı. Hanımı Hava’ya seslendi ki biran evvel yemeği yiyip kaçabilsin. Zahide ve Havva mutfakta yemeği hazırlamaya koyulmuşlardı.
…
Kısa süre içerisinde yere serilmiş sofra bezinin üstüne tepsi yerleştirildi. En başta evin beyi, yanına evin hanımı ve onun yanına da evin kızı oturdular. Yemekte Osmanlı hanımlarının vazgeçemediği tandırda kuru fasulye, cacık ve bulgur pilavı vardı. Çorba bulunmuyordu. Hava hanımın ya işi vardı, ya da yapmaya fırsat bulamamıştı. Hiç kimse çorbanın yokluğunu hissetmeden testide bulunan kuru fasulye tepsinin ortasına yerleştirildi. Sermet beyin “Bismillah…” sesiyle birlikte özenle işlenmiş testinin kırılması, onun maddi ve manevi değerlerinden sıyrılmasına neden oldu. Artık pilavında eşliğiyle, kuru fasulye tabaklardaki yerini aldı.
***
“ilahi aşk: olgunluktur, beceridir, rıza işidir. Beşeri aşk ise kaostur, yaşamsızlıktır. Kargaşanın içinde yaşam savaşı vermektir. En güzel ve kolayı ilahi aşktır. İnsanı kurtarır. Beşeri Aşkın ise yapma ve çok çabuk bozulabilen bir yapısı vardır. Zevk vermek dışında hiçbir işe yaramaz.”
1720
İstanbul / Çemberlitaş
Sermet Bey yalnızlıklar içerisinde savaş veren ev ahalisinden kendini kurtarmıştı. Akşam namazını evde kıldıktan sonra “ben kahveye gidiyorum, yeğenlerimi fazla bekletmeyeyim!” diye seslendi. Ardından Fatih’in o güzel sokaklarını kahveye gidene kadar tek tek adımladı. Lale devrinin arifesindeki İstanbul’da derin derin nefes aldı. Nitekim bir daha bu atmosferi bulamayacağını kendisi de biliyordu.
Kahvenin önünde büyük bir kalabalık vardı. Herkes dayının gelmesini beklese de Sermet Bey yürüyüşünü ağırdan alıyor, yeğenlerinin biraz daha sabırsızlanmasını bekliyordu. Kapıya vardığında onca kadınlı erkekli kalabalık bir anda ortadan ikiye ayrıldı ve en önde boş olan masaya oturmadan önce şöyle dedi.
“Selamın Aleyküm.”
Birden ani bir ses kalabalığı selama şöyle cevap verdi.
“Aleyküm Selam…”
Bu olay bir ritüeldi adeta. Müslüman’ın Müslüman’a ve diğer insanlara, dayının yeğenle olan manevi bir alışverişiydi.
Sandalyenin ahşapla ilişkisinin çıkartığı sesler içerisinde kadınlar ayrı erkekler ayrı yerlerini aldılar. Hepsinin kulakları Sermet Bey’deydi. Bu gün konu neydi? Ne anlatılacak? Ne konuda bilgilendirileceklerdi? Ani bir sessizlik içerisinde şöyle bir iç geçirdi.
“Son zamanlarda bir kardeş bir kardeşin kuyusunu kazar olmuş, memleketimizde. Herkes birbirlerinin kötülüğünü düşünür olmuş. Derler ki Osmanlı altın çağına girdi. Her tarafta lale bahçeleri doldu. Peki, ne işe yarayacak bu lale bahçeleri? İnsanları mı ehilleştirecek?
Bu bahsi geçen konuya şöyle bir örnek vermek isterim.
Şehr-i diyarın birinde iki esnaf varmış. Yalnız esnaf dediğim de öyle dost, samimi bir esnafın aksine birbirlerine zıt olan, hırs ve kin besleyenlerdenmiş.
Gel zaman, git zaman bu esnaflardan en hırslısı, kinlisi evinin bodrum katında bir lamba bulur. Lambada şu efsanevi lambalardan birisi işte… Her neyse onu temizlemek için ovalarken içinden bir cin çıkmış:
‘Dile benden ne dilersen! Yalnız bir kural var. Kendine ne dilersen iki mislini karşı komşuna vereceğim. Çok zengin, sağlıklı ve mutlu olmayı dilersen, iki katını karşı komşuna vereceğim. Şimdi karar ver ve isteğini söyle.’
Adamın cevabı çok hasetçe ve kibirli olmuş:
‘İşimin yarısını kaybetmek istiyorum.’
Bunun muhasebesini evde siz yapın. Yarın da bu konu üzerine güzel bir tartışma yapalım. Sohbetimiz bu kadar.”
Böyle bitirmişti Sermet Dayı sohbetini. Masada duran çayından bir yudum aldıktan sonra, yeğenlerinin gitmesini bekledi.
Herkes dağılmıştı; fakat bayanlar kısmında, gonca güle benzeyen; elif elif kokan birisi duruyordu. Gözleri açık kahveydi.
Adeta bakanı yakan cinstendi. Siyah bir çarşafın içerisinde sadece gözleri açık bir şekilde Sermet Dayıya bakıyordu. Kahvehanede kendine ayrılan küçük bölüme geçtiğinde, açık kahve gözlü kadın da yanına doğru geliyordu.
Sermet Dayıya ayrılan küçük oda loş bir ışığa sahipti. Eski dervişlerin, erenlerin çilehanesine benzer bir yapısı vardı.
Loş bir ışığa sahipti, demiştik. Evet, açık kahve gözlü bayan içeriye adım attığında kafasındaki siyah çarşafı aniden attı.
Simsiyah saçlarına müteakiben açık kahve gözleri ve her tarafını belli eden dar bir pantolon ve gömlek… Osmanlı hanımlarıyla arasında dağlar kadar fark vardı.
İçeri girdiğinde dayının takip edemediği ani hareketlerle karşısındaki boş sandalyelerin birisine kuruldu.
“Selamün aleyküm, dayı.”
“Ve aleyküm selam, yeğen.”
Gelen cevaba olan şaşkınlığı gizleyemedi, diğerlerinden farklı olan kadın. Kullandığı kelimeler zorlukla çıkıyordu ağzından… Bozuk Türkçesiyle konuşuyordu, “Sen tanımadığın kişilere de mi yeğen dersin? Senin herkese yeğen demediğini düşünüyordum.”
“Bana dayı diyen herkese yeğenim derim. Benim yerim herkese açıktır. Benim kahvehanede bir bardak çay içen de, içmek isteyen de yeğenimdir.”
“Peki, dayı sevdim seni ve muhabbetini. Senin asıl ismin nedir?”
“Sermet, evladım. Sen ismini bağışlar mısın?”
“Elif. Biz İngiliz göçmeniyiz. Zamanında babamgil gelmişler işte buralara.”
“Bir Elif tanıdığım için çok mesudum, kızım. Elif Hak Teâlâ’nın Arapçada yazılırken kullanılan harfidir. Elif inceliktir.
Elif, sadeliktir. Olaylar karşısında boyun bükmemektir. Elif kokudur. Bir o kadar da korkudur. Seni tanıdığım için mutlu oldum.”
“Ben de seni tanıdığıma sevindim, dayı. Sana bir şey sormak istiyorum.”
“Tabi buyur.”
Konuşmadan önce çok düşünmüştü. Söyleyeceği kelimeleri binlerce yıllık sözcük dağarcığından cımbızla çekiyor gibi bir hal vardı.
“Yaşamak için öldürmesi gerekli bir insan Müslüman olabilir mi?”
***
“Uyan. Uyan… Dünya değişiyor. Değişmekle kalmayıp, yenileniyor. Uyan ki ayak uydurasın. Fazla uyku beynini durdurmakla
kalmayıp, ölümsüz hayatında yaşamını da söndürüyor.”
1720
Nevada / Las Vegas
Lestat… İçindeki amansız çığlıklara ve yalnızlıklara dayanamayıp, lahdin kapağını kırarak dışarı çıktı. Yüz yılı aşkın süredir uyuyan ve beyni böceklerin yemesine mani olmayan bir bedene sahipti, artık.
Yaşamış mıydı? Yoksa ölmüş müydü? Ya da Matt’ın dediği gibi ölümle yaşam arasında kalmış bir ölümsüz müydü? Tanrım bu ne acı bir duygu; kendine bir gün gibi gelen uyku nasıl olurda yüzyıl sürer? Bu bir saçmalıktan ibaretti. Nasıl olurda bir yüzyıl insan uyuyabilir? O sırada rüzgârın dallara ve yapraklara sürtmesiyle çıkan ses cümbüşünün içinde Matt’a benzeyen bir ses şöyle diyordu.
“Merhaba, mösyö.”
Evet, doğru hatırlamıştı. Bu ses Matt’ın tâ kendisiydi.
“Çık ortaya lanet olası. Beni getirdiğin hale bak.”
Bunları söylerken susuzluk onu kavuruyordu. Havadaki insan kokusu ise bir başka büyülüyordu onu. Ön dişlerindeki büyüklükten kaynaklı bir sorun olduğunu düşündü önceleri fakat dişlerindeki uzunluk Matt’ınkine çok benzemekteydi. Kokuyla verdiği mücadele yetmezmiş gibi, bir de Matt’a cevap vermek zorunda kalıyordu.
“Çıktım işte mösyö. Daha neden sızlanıyorsun anlamıyorum. Yüz yıl geçti üzerinden daha neyin muhasebesini yapıyorsun. Bırak artık bunları. Şimdi sana senin sırrın olan bir kâğıt vereceğim. Bu kâğıdı sevdiğine saklaması için vereceksin. Sevgilin olana kadar sakın yanından ayırma bunu.”
“Matt, bunun içinde ne yazıyor?”
“Seni öldürmenin yolları… Fakat bunu sen veya bir başkası uygulayamaz. Uygulasa bile bir işe yaramaz, dostum. Bunu seni gerçekten sevip, sonra senden nefret eden birisi uygulayabilir fakat sen onu hala severken.”
Artık ölmenin çaresini bulmuştu, Lestat. Birine âşık olacak ve onun da aşık olmasını sağlayacaktı. Sonra ise ona ihanet edecek. Sevdiği kız ise verdiği sırla onu öldürecekti.
Matt, aklından geçirdiği bu fikirlerin hepsini okuyordu. Lestat’ın aklından geçirdiği fikirlere dayanamayan Matt sonunda şöyle dedi.
“Saçmalama, dostum. Gerçek aşkı sadece tanrı bilir. Senin kandırmak için yaptığın aşk ise sadece bir safsatadan ibaret olur.”
“Tanrı mı? Kendinin inanmadığı şeylerde bana akıl verme, lütfen Matt.”
“Hadi, be oradan… Kendine boş yere eziyet etme, Lestat! Artık sen bir katilsin. Bunu engellemeye ne gücün yeter ne de gönlün. Ölümsüzsün. Sonsuz hayatını yaşamaya bak!”
Son sözünü söylemişti, Matt. Lestat’ı şu koca dünyada tek başına bırakacaktı. Acı ve özlem dolu sona bir kez daha baktı, Lestat…
Yalnızlığın pençesinde, susuzluğun içerisinde kalmıştı, şair Lestat. Bu olanlar şair ve ince ruhlu birisi için katlanması çok zor bir duyguydu. Zira şairdi o. Şair yapılı, şiir duygulu birisiydi. Nasıl olurda şiir gibi yaratılan insanları kendi gaddarlığına yenik düşerek öldürebilirdi? Bu duyguyla kendini yiyip bitirirken uyandığı gece bir kafeteryaya gidip, bir şeyler yemek istedi. Yoksa kan için birkaç insanın canına kıyacaktı; bu da şair için sonsuz hayatta ölüm gibi bir şeydi.
GoldApple kafesine vardığında, patatesli tavuk ve bir bardak dolusu buzlu su istedi. Yaratıcı düşünecekti. İlk lokmayı boğazından indirir indirmez. Kalp atışları arttı. Vücudunun rengi biraz daha soluklaştı. Yemek borusunun alevler içerisinde yandığının farkına vardı. Bu acıya daha fazla dayanamayıp, bir bardak suyu boğazından aşağısına geçirmeye çalıştı; fakat hiçbir faydası olmamıştı. Alevler içerisindeki yemek borusu daha da şiddetli bir şekilde yanmaya başlamıştı.
Damarlarından geçen kan daha bir hızla geçmeye başladı. Ölümsüz olduğunu bilmese ölüyor zannedecekti. Oturduğu masadan kalktı. Tam gitmek için hevesleniyordu ki yan masadaki müşterinin kafasına kustu. Eski günlerdeki gibi kargaşa ortamı oluşuvermişti; fakat bu sefer insanların karşısında daha farklı bir cesaretle duruyordu. Yine geçmişin tekerrürü; kafeden bir şey olmadan çıkmıştı. Yoldan geçerken susuzluğunu durdurması için şehrin en deli, işe yaramaz olan bir adamı kaçırdı.
Lahdinin yakınlarına gelince onun kanını içti.
Lahdinde susuzluğu dinmiş bir şekilde güneş ışığının kaybolmasını bekledi.