Tan Yeri II – Fecir | Merve Özcan


“Haramdan Sakın” serisiyle yüz binlerce okurun dünyasına giren Merve Özcan, Tan Yeri serisinin ikinci kitabı Fecir ile tekrar okurlarıyla! Merve Özcan’ın çizdiği poster ise hediyesi… Ateşoyuk halkı alevlerin gölgesinde, artık savaşın çığlıklarını dinliyor. Kızıl gök ve kara kışın ortasında kalan tüm sırlar, çorap söküğü gibi birer birer çözülmeye başlıyor.

Sınanan bir aşk, kaybedilen güven ve kapıda bekleyen kayıpların hikâyesi bir kez daha yazılıyor… Bir orman yandı. Adamla haykırdı, kadınla sustu, dalları arasında şafağın doğumunu sancıladı. Kadın adamı vurmuş ama kendi kanını akıtmıştı. Adam kadının zihnindeki çatlaklara sızmak için her anı kolladı. Bastığı toprak alevlerle yarılırken ikisi de iki uçtan birbirine baktı, çünkü başlayan savaşın ilk narası ikisi arasında atışmıştı.

Ne adam kadını bıraktı ne de alevler bir an olsun durup soluklandı. “Buradayım Arsıl Alaz ya da… Ya da değilim, çünkü artık kendime bile güvenim yok. Zihnimin bana ihaneti öyle sıradanlaştı ki, hatıralarımı sıkı sıkı tuttuğum anlarda bile avuçlarımın bomboş kaldığını görebiliyorum.”

FECİR

Gördü adamın saklı suretini
Akrep ve yelkovan birbiri ardınca dönerken aynı yeri
Ne vakit aynı yerde durdu ne bir dakika döndü geri
Önce bir düşmana baktı gözleri
Sonra uçuşturdu anılarını etekleri
Ve kaldı sisli gözlerinde, yabancı bir adamın sureti

Kadını izliyorum, ormanın serinliğinde
Kayan tüm yıldızların cesetleri birikmiş çehresine
Ölümün güzelliği yansıyor saklı saçlarının gölgesine
Fakat yaşam, kahve cesetlerin ilişmiş üzerine
Kızıl sancı elmacık kemiklerinde doğum halinde
Kadın gözlerini kapatıyor ve kopuyor fırtına kirpiklerinde

Bir damla mürekkebe gizlenmiş sükûn
Susmuş yakarışları duy, kopmadan önce tayfun.
Yönün olan adam bu sözlerin ardında mahzun ve yorgun
Saht’ın kanı da gücü de kahrolsun,
Çünkü bu zehir ancak serveti olur Karun’un
Zifir sardı geceyi, fecir yakın

Tan yeri ağaracaksa adımlarında kadının
Sürüklerdi adam cesedini, karanlığında ormanın
Yeter ki geçmişin topraklarından çıktığında elleri,
Gözlerindeki denizlerin derinliğinde adamı boğmasın
Saht’ın zindanını efsunlu çehresi süslerken
Çığlığı boyadı gökyüzünü, aldı ışığı güneşin elinden.

Kehribar bir gül açtı dudaklarında, manen
Sonra gülümsedi kalben
Yıkıldı duvarlar, ruhen ellerimi tutarken
Tutuşmuş ellerimizin arasında devran dönerken.

Sisli ve karanlıktı orman, dün
Kadının zihni hâlâ hatıralarına küskün
Fakat… Fakat artık günü görmek, hatırlamak mümkün
Artık bu diyara uğrayacak olsa bile hüzün

Ne dokunacak göğsündeki kadına ne adam onun ruhundan olacak
sürgün

Ayak bastığımız topraklar dökülen kanla yeşerecek günbegün
Nihayet gökyüzü tan yeriyle boyandı bugün.

Arsıl ALAZ

0.0 TAN YERİ

Gökyüzü tan yeriyle boyandı ve doğurduğu günü, ormanın kollarına bıraktı. Yağmura direnmiş karların üzerinden yansıyan kızıl gök, gecenin nasıl bir sancıyla güne ulaştığının şahitliğini üstlenmiş, letafetle parıldıyordu. Gece kırılmıştı, bu perişanlık karşısında hakimiyetini muhafaza edemeden düştü. Ağaçlar ortaklık ettiği bu yıkım ve kayba karşı duyduğu utancı, erimiş kar sularını dallarından bir gözyaşı gibi toprağa akıtarak gösteriyordu. Çam iğneleri, adımların altında gürültüyle ezilmeyi bırakmış, sessiz sedasız yumuşak toprağa gömülüyordu. Ve üzerini örttüğü ölü bedenleri bile bu ana şahit tutan toprak, bu mahrem yıkım karşısında içinde barındırdığı her canlıyı gün doğumuna kadar saklıyordu. Bu, ormanın özrüydü. Kadının yabancı kaldığı orman şimdi onu bir anne gibi sarıyordu dallarıyla, yangınından kalan küllerini topluyordu. Ağaçlar, gövdeleri arasından geçecek hiçbir karanlık siluete geçit vermeden tan yerinin renklerini ormana ilmek ilmek işliyordu.

Havanın soğuğuna yaltaklanan rüzgârın muzip oyunlarına müsaade edilmiyor; soğuk, buzdan iğnelerini onlardan uzak tutarak sükûnet içinde havada asılı duruyordu. Genç kadının düştüğü hiçlik, tüm ormanı ihanetle suçladığı sırada kadının boğazından kopan çığlıklara gizlenmiş canavarlar büyük bir açlıkla yağmaladıkları anılarla kaybolup gitmişti ve adam, toprağa düşen boş bedeni kadının kirpiklerinde kalan son gözyaşında boğularak izledi.

Kadının zihni alev aldı, adam o alevin dumanında zehirlendi; kadın gözlerini kapadı, adam ikisi için de her yanını kolladı. Kadın, acının pençesine takılıp ruhu kanlar içinde kalmış ve bir kenara savrulup atılmıştı. Adam hâlâ boğazında bir pençeyle nefes almaya çalışıyordu. Kadının hafızasındaki anılar bir kez daha saçılıp savrulmuştu, adam bir kez daha her bir anıyı onun yerine koruyup kollamış, onları geri alacağı ana kadar zihninde saklamıştı. Genç adam tam da o saniyelerde zamansal bir kıskaca hapisti artık, o tırnaklarını şimdiki ana geçirmişti ama geçmişinin tırnakları hâlâ adamın ensesindeydi. Geçmişteki adamın, güçlü omuzlarının altında yatan ruhu cerahatli yara berelerle çevriliydi. Bedeni sağlamdı fakat ruhu ayakları altında acılar içinde kıvranıyordu. Şimdiki adamınsa, geçmiş yaralarından kalan izlerin utancı ve kadınının gözlerinden okuduğu hayal kırıklığı dehşet bir karın ağrısı gibi ruhunu yeniden kıvrandırmaya başlamıştı.

Ufak bir vakitte geçmişi anımsamak dahi adamın kapanmış yaralarını kederle sızlatırken adam şimdi yalnızca anımsamak değil geriye dönüp onu kurcalamak zorunda olmanın verdiği afallamış halle müthiş bir hezeyanın ortasına düşmüştü. Hâlbuki bu öngöremediği, bir anda var olan bir ihtimal değildi. Geçmişini karşısına alacağı zamanın artık bir adım gerisine ulaştığından haberdardı. Bugünün eninde sonunda geleceğini, kollarında taşıdığı kadını ilk gördüğü gün biliyordu zaten. Ama hesaplayamadığı bir şey vardı; kendisi her türlü acıya direnç gösterebilir, onunla savaşabilir ve aldığı yaralar için bir an bile sızlanmazdı ama şimdi geçmişin kötücül elleri karşısında yalnız başına değildi. O bunu istemese bile kadını yanı başında olacaktı ve bu kez tüm yükü sırtlanma fedakârlığını gösteremeden bu ıstırap ikisinin arasında pay edilecekti. Önce ormana iki adım sesi girmişti. Biri bilinmezliğe koşan kadına, diğeri her şeyin bilinciyle yürüyen adama aitti ve iki kişinin ayakları altında ezilen o topraklar yalnızca adamın adımlarıyla terk edildi.

Düştüğü zeminin çamuru kadının bedenine bulaşmışken adam onu yeni doğmuş bir bebek gibi ormanın rahminden alıp evine götürdü, onların evlerine. Önce çamurun bulaştığı tüm kumaşı kadının teninden sıyırdı, buz kesmiş ellerini ılık bir suyla ısıttı ve ikisine ait odaya götürüp yataklarına yatırdı. Kadın yumuşak yatağın üzerinde gözleri kapalıyken tıpkı birkaç gün öncesinde daldığı huzurlu uykulardan birindeymiş gibi tasasız ve çocuksu görünüyordu, adam onu günlerce izleyebilirdi. Ve izledi de. Genç adam kadınının yanında olabildiği zamanları sonuna kadar korumaya çalıştı fakat nihayet kadının altında kaldığı o güçlü zihin yıkımından sonra bedeni yavaş yavaş toparlamış ve adamın özenle hazırladığı her bir ilaçla yeniden sağlığına kavuşmanın kıyısına gelmişti. Bu sebeple adam onu güzelce giydirdi, tıpkı yıllar önce felaketlerin başladığı o günün sabahına uyandığında olduğu gibi ve geçen yıllardan bihaber gözlerini açacağı o eve, o odaya, o yatağa götürdü kucağındaki bedeni. Kadını yatağa bırakırken dudaklarında eskitilmiş bir duanın mırıltısı tekrarlanıyordu: Evi kadın için ısıtırken zihninin içinde ona bir yabancı gibi bakacak gözler beliriyordu. Kadının başındaki şalı çıkarıp siyah saçlarını yastığa sererken vakarlı duruşunun altında bir çocuğun en saf korkularla yatağının altından çıkacak canavarı gözlediği gibi, geçmişinin canavarlarının genç kadının gözlerine yansıyacağı anı gözlüyordu, derin bir heyecan ve korkuyla.

Evin ahşap, tozlu odaları yavaş yavaş ısınmaya başladığında ve kadından bilinçsizliğin yerini alan uykulu birkaç mırıltı duyduğunda bu evi terk etme vaktinin gelip çattığını güçlükle de olsa kabullendi. Etraftaki her şeyi hiçbir şey değişmemiş gibi düzenledi. Kadın uyandığında tuhaf olan hiçbir şey görmeyecek ve o geçmiş günün huzurunu ufak bir zaman bile olsa yeniden yaşayabilecekti. Eğildi ve gözleri yaşadığı her felakete karşı umarsız bir dinginlikle kapalı olan kadından yaşayacaklarına karşı hakkı olan son öpücüğünü aldı ve kendisi için sancılı, kadın için huzurlu bu sabahı derhal terk etti. Evden çıkıp ardından kapıyı kapatırken göğsünü kadının okları için açmıştı, akıbetini bilmiyordu ama hazırdı, hem de bir bilinmezliğe göğüs gerecek kadar hazırdı. Verandadan indi ve çamurlaşmış karların üzerine örtülmüş taze, beyaz karları ezdi ayakları. Zamanı gelecek, belki de bu dünyada onu tanıyıp bir kere bile ona düşmanlıkla bakmayacak tek bir insan dahi kalmayacaktı ama o yalnızca bir kişinin nefretiyle savaşacak, Kaplan pençesi Pars soluğuna dokunacaktı.

Adımları ormanı doldururken kadının okuduğunu bildiği satırları eski, tatsız bir şarkı gibi sessizce mırıldandı, gölgelerden sıyrılışını acılar içinde kutladı. Bu bir itiraftı; çığlık çığlığa yapılmış, fısıltılara sığdırılmış bir itiraf. “Birikecek cesetler, gördüğünde suretimin ardını. Geldiğinde o zaman, göğsümü delerdi göğsünde sakladığı okları. Yine de gösterirdim ona aynadaki yansımamı, ‘Buyum,’ derdim, “Ne gölgem kaldı artık ne buğum…’”

01.01 KEHRİBAR

Orada birileri var. Gözlerimi kapatıyorum ve yaşanmışlıkları anımsıyorum. Yabancı olduğu kadar aşina bir dürtüyle, hiç görmediğim bir zaman ve hiç bulunmadığım bir anda parmaklarımın arasındaki bu tarihî taşın oluşumuna, içine kazınan her bir anıya ve geçirdiği zamanlara tanıklık ediyorum. İçindeki irili ufaklı toprak kalıntılarının üzerinde gezinen insanların adım seslerini duyuyorum. Dikkatli bakıldığında fark edilmeyen minik yaprak parçalarını dalından koparıp önce savuran sonra da parçalanmasına sebep olan rüzgârın cereyanında kalıyorum. Ne olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemediğim ama tüm inancımla onun bir karıncadan kalan uzuv olduğuna ikna olduğum şu küçük kılcal siyah parçanın canlı bir karıncaya ait olduğunu ve o karıncanın yuvasındaki diğer birçok karıncanın arasında kaybolmasını izliyorum.

Orada birileri var, o ince kızıl harelerin arasında yaşanan şeylerin izleri var. Parmaklarımın arasında döndürdüğüm kehribar kolyemi kaldırıp pencereye doğru tuttuğumda içinden yansıyan sönük gün ışığı kasvetli bir parıltıyla, çok da güçlü olmayan yansımasına rağmen gözümü aldı fakat hemen sonra azıcık ışık da çabucak kayboldu perdelerin arasından. Güneş bugün oldukça güçsüzdü, birkaç haftadır yatağımın ucuna düşen alacalı ışığı şimdi epey halsiz duruyor ve demek ki güneş bile olsa tüm o şatafatlı güce rağmen bulutların arkasında sönük kalabiliyordu. İlk kez ismimi kendime bu kadar yakın bulmuştum, tuhaf. İsmimin anlamı buydu; babama göre geceyi dahi yansımasıyla aydınlatacak  kudrete sahip güneş, bana göre büyüklüğüne bakılmaksızın bir bulutla gücü kırılabilen güneş.

Gerçi çocukluğumda geceleri odamın ışığını açıp geceyi aydınlatabildiğimi göstererek geceye de güneşe de verdiğim mesajlar düşünüldüğünde pek de umutsuzluğun gölgesinde değildim. Yalnızca, bulutları daima hesaba katmak gerek… Tuhaf bir rüya görmüştüm, net olarak hatırladığım söylenemezdi. Her şey alabildiğine bulanıktı, bunlara anlam kazandırmak için oldukça takatsizdim bu sabah. O buğulu koşuşturmaca ve gölgeler beni epey yormuş olmalıydı ki birkaç gündür olmadığım kadar bitkindim. Zihnimin perdesine yansıyan tüm o koşuşturmaca, buğulu bir camdan dışarı bakmak gibiydi. Uzanıp buğuyu silmek istiyordum ama elimdeki imkânlar beni yalnızca o camın bir adım ötesinde tutmuştu ve camın ardındaki tüm macerayı yalnızca gölge ve renklerin oyununda izlemiştim. Dejavu… Bu benzetmeyi nedense daha önceden yaptığımı hatırlıyordum ama ne için ve ne zaman yaptığımı hatırlamaya çalışmak beni yeniden o camın ardına sürüklüyordu, her neyse. Rüyam için kötü ya da iyi diyemezdim, sanırım birkaç şey söyleyebilecek olsam bile bunlar; gölgeler, karanlık, daha çok gölge, buğu ve… Ve kehribar olurdu. Nedendir bilmem ama gözlerimi açtığımda yaptığım ilk şey elimi kolyeme götürüp onun orada olduğunu hissetmek ve uykumdaki bu kaotik bulmacanın anahtarıymış gibi anlamsız bir cevap beklentisine girmekti. Ne kadar anlamsız olursa olsun bir an bile olsa kolyemin içinde sakladığı küçük geçmişinde bana dair birkaç cevabın olabileceğine inanmıştım. Sonraki birkaç dakika içindeyse yeniden büyüyüp uyku mahmurluğumdaki bu çocukluktan sıyrıldım. Tüm bu rüyalı arbedeye rağmen yorganın altına kıvrılmış bedenimi huzurlu bir kış sıcağı sarmalamıştı.

Garipti çünkü bu mevsimde bir yorgana bu kadar sarınmışken bunalımın eşiğine gelmiş olmam gerekti fakat aksine, bir yerde var olan sert soğuğa karşı sahiplendiğim bu sıcaklık, üşümüş ellerime aldığım sıcak bir fincan çay gibi rahatlatıcıydı. Çelişkiler içinde başlayan bu sabahı daha fazla yatağımda harcamamak için üzerimdeki ağır yorganı itip yerimden kalktım. Bedenimin belli birkaç noktası bir yaranın iyileştiği evrede verdiği ufacık sızıyla gerildiğinde bir kez daha kendimi, kendime yabancı hissettim. Elimi kolumun üzerine götürüp oradaki ince sargıyı fark ettiğimde ne kolumu sıyırıp orada var olduğunu bildiğim yaraya baktım ne de bir kez daha yataktaki durgunluğa kapıldım. Kendimi bildim bileli babamın eğitimlerinde fark etmeden aldığım yaralarla doluydu bedenim fakat hiçbir zaman üzerini sardığım yaralarımı unutacak kadar kendimi kaybetmemiştim. Anneme ya da babama bugünün tuhaflığından bahsederken bu konuyu hakkıyla eşelerdim belki de, çünkü şu an…

Evet, tam olarak şu an tek sıkıntımın bu olmadığına dair tatsız ama güçlü bir hissiyata kapılıp gitmek üzereydim… Pencereye yaklaştım ve mevsime göre bir hayli ters düşen kasvetli beyaz yansımayı görebilmek için perdeyi kenara çektim. Hayretle irileşen gözlerim karşımdaki manzarayı bir anlama kavuşturmak için hızla etrafta dolaşırken beynim, bunun nasıl olabileceği hakkında teoriler üretmek için mantıklı sebepler arıyordu. Dışarısı bembeyazdı, tüm zemin ve ağaç dalları bembeyaz karla örtülüydü… Bu mevsimde, birkaç gün öncesine kadar havaların normalden daha sıcak olduğunu hissederken şimdi kara kışla yüz yüzeydim. Bugün normal değildi, kolumdaki şu sargı ve dışarıdaki karı fark etmeden önce hatta uyandığım andan itibaren bunun farkındaydım.

Saçlarımı toplarken odadan hızla çıktım, anneme ve babama seslenirken çoktan mutfağa ve diğer odalara girip çıkmıştım, evin içindeki uğursuz sessizlik sanki tuhaf başlayan günün henüz hızını alamadığını gösteriyordu. Yatak odalarının önünde durduğumda çoktan bir yanıt almış olmalıydım, bu cevapsızlık ellerimi üşüten bir ürpertiyle beni sarsıyordu. Kapıyı çalmaya cesaret edemiyordum çünkü bir şeyler yanlıştı. İkisine de yeniden seslendim, kapıyı gürültüyle çaldım. Sesin gelmediği birkaç saniyeyi yeterli görerek kapıyı açtım ve içerideki ıssızlık, tozlu ahşap kokusuyla yüzüme çarptı. Normal bir şeyler görmeye ihtiyacım vardı. Annem bir odadan çıkıp babamın dükkâna gitmek için beni erkenden uyandırmaya çalıştığını ama uyanmayınca erken çıktığını söyleyebilirdi. Kendime gelene kadar bu mevsimde neden kar yağdığına dair bir şey bile sormazdım.

Yatak odasına girip etrafı bir cevap arar gibi bakışlarımla didik didik ettim fakat öyle büyük bir cevapsızlık hakimdi ki odaya, ne yıllarca hiç kullanılmamış gibi düzenli duran yatak ne de tozlu yüzeyler bana istediğimi verdi. Alabildiğim tek şey biraz daha kafa karışıklığı ve yeni yeni damarlarıma sızmaya başlamış paniğin ısısıydı. Başım feci bir ağrıyla zonklamaya başladığında parmaklarımı şakaklarıma bastırarak odadan çıkmaya hazırlandım ama sonra durdum. Gözlerim, birkaç gün önce annemin dükkândan istediği ve benim de getirip komodinin üzerine bıraktığım kitaplara takılıp geçtiğinde bir fazlalık gözlerimi oyaladı. Kitapların üzerine düzgünce bırakılmış küçük bir kâğıt parçası ve üzerinde yazılı bir şeyler vardı. Bana bir kurtuluş dalı uzatılmış gibi çabucak komodine ulaşarak kâğıdı elime aldım; babamın aceleci ve karışık el yazısıyla yazılmış olan notu algılayabilmek ve bir mantığa oturtabilmek için defalarca okudum… Sonunda, hevesle elime aldığım bu kâğıdın bir cevabın değil bir kaosun başlangıcının anahtarı olduğunu anlayabilmiştim, geri kalan hiçbir şeyi anlayamasam da…

“Eğer geri dönmezsem, Arsıl Alaz’ı bul Helya… Ya da bekle, o seni bulacaktır.
-Baban.”

Sorular birbirini doğurdu, zihnimde yankılanan her soruyu yeni bir sorunun ağırlığı yıprattı ve tüm düğümler alacaklı gibi kapıma dayanıp cevap talep etti. Artık önünü almamın mümkün olmadığı bu karmaşanın ortasında, birkaç dakikanın ardında nihayet dudaklarımı aralayabildim ve ben de birkaç soru sordum. Arsıl Alaz kim, baba? Onu neden bulayım ya da bekleyeyim? Onu nerede bulacağım? O beni neden bulacak?

Benzer İçerikler

Bebek Oyunları | Jackie Silberg

yakutlu

Osmanlı Tarihi 7 – Osmanlı Devleti’nin Gerileme ve Dağılma Dönemi | Zehra Aydüz

yakutlu

Kayıp Medeniyet 1 – İlk Müslüman Türk Devletleri

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy