Taş ve Gölge | Burhan Sönmez


“Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun ötüşü. Gündüzün karmaşasında bunlar anlaşılmazdı. Acılar, özlemler de öyle. İnsan geceleyin kendisiyle yalnız kaldığında hissederdi saf sızıyı… Gündüz o yükleri taşımak kolay, insan gerçekten yalnız olduğuna geceleri inanabilirdi.”

Avdo, hünerli bir mezartaşı ustası. Çocukluğu mu onun, yoksa o mu çocukluğunun peşinden bir ömürdür gidiyor? Bilmiyor…

Belki de ölümden daha büyük bir hakikat olmadığı düşüncesiyle, ölümün bağrında konaklıyor. Günü geldiğinde, en uzun ve karanlık gecede, erguvan ağacının altındaki mezarda onu bekleyen kadının yanına uzanacak…

Burhan Sönmez, varoluşa ve hakikate dair bilinmezlere, asırlardır yanıt aranan sorulara, atmosferiyle büyüleyen, kurgusuyla merak uyandıran güçlü bir anlatı içinde yer veriyor.

Taş ve Gölge, evren ve insana, yaşam ve ölüme farklı bir gözle baktıran derin bir roman.

Merkez Efendi Mezarlığı
İstanbul
1984

Avdo bugün defnedilen ve yedi ad taşıyan ölüye nasıl bir mezartaşı yapacağını düşündü. Sigarasından bir nefes aldı, çayını yudumladı. Sigara tutan parmaklarını biriyle konuşur gibi öne uzatıp, bu adamın mezartaşı siyah olmalı, dedi kendi kendine, taşın ortasında da yuvarlak bir delik bulunmalı. Deliğin bir yanından bakanlar diğer yandaki boşluğu görmeli. Boşluk, baktıkça büyümeli, derinleşmeli. Ölü, eski bir askerdi.

Dersim Askerî Harekâtı sırasında, Fırat Nehri’nin kıyısında yaralı ve baygın bulunduğunda belleğini yitirmişti. Onu bulan askerler, adının Haydar olduğunu, Kürt Zaza çetelerin saldırısında yaralandığını ve yeniden birliğine katılması gerektiğini söylediler. Haydar zaman geçirmeden silah başına döndü ve köylerden toplanan Zazaların yalınayak sürüldüğü sıcak yolculuk boyunca kırbacını tutsakların üzerinde bolca kullandı. Bazen başı dönse, boşluğa düşmüş gibi hissetse de ne kendisinden ne de yaptıklarından kuşku duydu. Sürgünlerin yarısını cesetler halinde geride bırakarak Dersim’deki askerî karargâha vardıklarında tutsaklar arasındaki kör bir ihtiyar onu sesinden tanıdı. Sen nasıl böyle oldun, diye sordu ihtiyar ve Haydar’ın geçmişini anlattı. Aynı köydendiler. Asıl adı Haydar değil, Ali’ydi.

Sürgün sırasında askerlerden kaçarken vurulup nehir kıyısı na düşmüştü. Onu bulan askerler, belleğini yitirdiğini görünce ona yeni bir geçmiş ve yeni bir gelecek vermiş, bir asker olduğunu söylemişlerdi. Öteki kimliğini öğrenen asker, birliğinden firar etti, güneye, Mezopotamya Ovası’na kaçtı. Mezopotamya ona gerçek kimliğinin olmadığını söyledi. Sen ne Haydar’sın ne de Ali, ikisinin de çocukluğunu hatırlamıyorsun. Çocukluğunu hatırlamayan, kendisini bilemez. Kime inanacaksın, kör ihtiyara mı, askerlere mi? Yürümeye devam etti, ömrünün sonuna kadar da yürüdü. Yıldızları izledi, Tanrı’ya sığındı, bulduğu her kitabı çare ümidiyle okudu. Kırk yıl boyunca Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul’u dolanırken her yerde yeni bir din ve yeni bir ad edindi. Bugün mezarlığa getirdiklerinde tabutunun üstünde rengi sararmış bir tülbent ve yedi ad yazılı bir kâğıt vardı: Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem. Son bir haftayı yatakta geçirmişti. Kitap ve şarap dolu odasında onu ziyarete gelen komşusuna, öldüğünde mezartaşı ustası Avdo’ya iletilmek üzere bir mektup ve bir çanta bırakmıştı. Avdo gece ortalıktan el ayak çekilip mezarlık sessizleşince ve İstanbul’un bu yakasını sis sarınca zarfı açtı:

“Avdo. Mezartaşım sana emanet. Ben pek çok dine girdim, pek çok ada büründüm. Sonunda dinim kalmadı. Pek çok adım olunca adım da kalmadı. Ben seni çocukluğunda, güzel sesinle şarkı söylerken tanımıştım. Senin adın aklımda, Avdo, ama o zamanlar benim adım neydi, hatırlamıyorum. Belki sen hatırlarsın. Senin burada, bu mezarlıkta yaşadığını geçen yıl tesadüfen öğrendim. Başından geçenleri duydum. Yanına gelmedim, zaten etrafında yeterince ölü vardı. Herkesin ruhuna uygun mezartaşları yaptığını söylediler. Bana da yap bir tane. Benim mezartaşım şunu söylesin kainata: Tanrı’nın tek kötülüğü, var olmamasıdır. Buna göre bir mezartaşı yap. Zarfa, masrafların ve küçükken söylediğin şarkıların için para koyuyorum. Çantamda birkaç eşyam var, belki işine yarar.”

Avdo iç çekti, ikinci kez okuduğu mektubu, zarfın üzerine bıraktı. Mezarları kaplayan sise baktı, bu akşam oradan hangi seslerin geleceğini merak etti. Sisli gecelerde bazen çocukluğunun seslerini, bazen ölülerin iniltilerini duyardı. Mektubu okurken, çıplak ayaklı çocukluğunun sisin ardında onu izlediğini düşündü. Birkaç adım ötede, sabırlı servi ağaçları gibi duruyordu çocukluğu. Hafifçe kıpırdıyor, adım atıyor, bastığı yerlerde kuru dallar çatırdıyordu. Her çatırtıda çocukluk sesleri canlanıyordu. Gülen, şarkı söyleyen, bağrışan sesler tel tel uçuşuyor, ölülerin iniltisine aldırmadan neşeyle mezarlığa yayılıyordu. Avdo yine o seslerin yaklaştığını hissetti, mutlandı. Geriye yaslanıp geceye kulak verdi. Çocukluğunu hatırladığına göre kim olduğunu, en azından adını biliyordu. Yedi adlı adam gibi değildi. Yıllar boyunca yaşadıkları, zihninin korunaklı sandıklarındaydı. En eski ezgileri bile hatırlıyor, bütün şarkı sözlerini aklında tutuyordu. Meydanlarda ve çarşılarda söylediği, bu sayede karnını doyurabildiği o şarkılardan birini düşündü, mırıldandı.

Ayağının dibine yatmış köpeğini uyandırmayacak usullukta söylemeye başladı. Heba etme bir günümü ey canan / Bir gün bir ömürlük uzundur / Dara atma fer ömrümü ey canan / Bir ömür bir günlük uzundur. Soğuk duvar diplerinde şarkı söylerken kadınlar evlerinden çıkıp gelir, yanık sesli bu çocuğun başını okşardı. Ekmek, sıcak süt, bazen evlerinde yatak verirlerdi. Sevinirdi, öksüz her çocuk gibi kadınların şefkatli eline, güvenli soluğuna sığınırdı. Onların evinde en güzel uykusuna dalardı. Oradaki kadının annesi olduğunu düşler, gözlerini yumarken ertesi sabah bu düşün gerçek haliyle uyanmayı umardı. O geceler bir ömürlük uzundu. Sabahleyin gözlerini açıp evin annesini karşısında görünce sevgiyle bakar ve ona gece gördüğü rüyayı anlatırdı. Rüyada yaşlı bir adamın mezarlıkta taş yonttuğunu, onu soğuktan koruduğunu, köpeğiyle oynamasına izin verdiğini, yaşlı adamın da hiç görmediği annesini özlediğini söylerdi. Kim kimin rüyasıydı, yaşlı Avdo mu çocukluğunun, çocukluğu mu yaşlı Avdo’nun rüyası? Yedi ad taşıyan ölünün kafasının karışmasına, kendini bilmez halde ömür sürmesine benziyordu bu. Hayat işte, dedi Avdo, ne kadar tuhaf.

Çayını yudumladı. Sigarasından bir nefes daha çekti. Dumanı havaya savururken, sigaranın külü masaya döküldü. Kül ona güzel göründü. Puslu ışıkta, gri, hafif. Eğilip üfledi, külün havalanmasını, mezarlara doğru dağılmasını izledi. Çocuk seslerinin kaybolduğunu, ortalığın sessizleştiğini o zaman fark etti. Mezarlığın yanındaki asfalttan yayılan, geceyi zırh gibi kaplayan araba sesleri de kesilmişti. Yoğunlaşan sisle ya arabalar iyice yavaşlamış ya da bütün şehir eve kapanmıştı. Zemheri başlıyordu. Bugün yılın en uzun gecesi olacak demişti radyo. Gece yarısı sis dağılacak, sabaha doğru kar başlayacaktı. Beyazda uyuyan şehir, yarın beyazda uyanacaktı.

Kar tipiye sarıp yollar kapanırsa okullar birkaç gün tatil edilecek, çocuklar buna sevinecekti. Çocukların sevinmesi güzeldi de evsizlerle sokak köpekleri ne yapacaktı? Onlar duvar diplerine, sur yıkıntılarına sığınır, kaderin kendilerine bahşedeceği son soluğu beklerdi. Evsizlerin şansı varsa donmuş cesetleri bulunup kimsesizler mezarlığına gömülür, biraz daha şanslılarsa radyo ve gazetelerde bir sayı olarak anılırlardı. İstanbul’daki tipide donarak ölenlerin sayısı haberlerde geçerken, köpekler sayıyla bile anılmaz, leşleri çöplükte çürümeye bırakılırdı. İstanbul’un soğuğuyla, denizden gelen ve insanın içine işleyen nemli ayazıyla baş etmek zordu. Avdo’nun çatısı ve duvarları sağlam evi vardı, ateşi yanıyordu. Böyle gecelerde evin dış lambasını açık bırakır, deniz feneri gibi evsizlere işaret verir, bu yana yol gösterirdi. Köpeğinin de bir işaret vermesini, ulumasını, sokak köpeklerini davet etmesini diliyordu. Oysa köpeği masanın altına uzanmış, güvenli dünyasında karnı tok uyuyordu. Bir saattir tüyleri kımıldamıyordu. Yaşlanıyordu. Son zamanlarda her fırsatta yatıyor, gündüzleri evin arka tarafında oyduğu deliğe giriyor, küçük ininde saatlerce sızıyordu. İştahsız yemek yiyor, çok sevdiği yalı bazen yarım bırakıyordu.

Avdo da yaşlanıyordu, sakalının aklaşması veya dişlerinin azalmasından değil, sırtının kolay üşümesinden anlıyordu bunu. Bileği her zamanki gücündeydi, bütün gün ayakta çalışıp taşları, mermerleri taşıyordu. İri gövdesinden şikâyeti yoktu, ama bir süredir sırtının ortasındaki bir nokta buz değmişçesine üşüyordu. Bunu güz mevsiminin rüzgârında fark etmiş, aralık ayıyla birlikte soğuktan sakınır olmuştu. Masanın yanındaki mangalın ateşi çayı ısıtmaya yeterken artık onun içini ısıtmaya yetmiyordu, otururken sırtına battaniye alıyordu. Günün ilk ışığıyla uyanır, gün boyu evin arkasındaki işlikte taş yontar, güneş batarken işi bırakırdı. Üstünü başını silkeleyip, elini yüzünü kaplayan tozları yıkadıktan sonra sundurmada masasına oturur, yemeğini yer, çayını içer, radyosunu dinlerdi. Mezarlara bakarak yeni ölülerin ruhlarını görmeye, onları anlamaya, onların kederindeki biçimi bulmaya çalışır, onlar için ertesi sabah yontacağı taşları geceden zihninde şekillendirmeye başlardı. Dalgınca gözlerini kısar, düşler kurardı ki gecenin uzunluğu yetmezdi.

Zamanın durduğunu sanır, mezarları anaçça kaplayan servilere bakarken, uyku perisinin mahallenin çocuklarını yatırıp ona doğru geldiğini hissederdi. Mezarlığın batı tarafındaki türbeden yayılan baykuş sesiyle başını kaldırır, boşluğa bakar, kaç yaşında, nerede olduğunu anlamaya çalışırdı. Mezarlığa adını veren Merkez Efendi’nin türbesindeki gizli bir oyukta yaşayan baykuşun sesi öylesine ulu ve kudretliydi ki duyanlar onun bu türbe yapıldığından beri mezarlıkta yaşadığına inanırdı. Sıcakta, soğukta, her mevsimde öterdi.

Ne uyur ne ölürdü, sonsuzluğa mahkûm ruhlar gibi kanatlarından göğe asılı yaşardı. Sis şehri sessizlikle kaplamış ve otoyoldaki araçların uğultusu da kesilmişken Avdo baykuşun sesini işitebileceğini düşündü. Mangaldan çaydanlığı aldı, bardağını doldurdu. Sırtındaki battaniyeyi uçlarından çekip omuzlarını sardı. Sedirde kaykılarak yastığa yaslandı. Üç kaşık şeker attığı çayını karıştırdıktan sonra kulağını beyaz karanlığa verdi. Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun ötüşü. Gündüzün karmaşasında bunlar anlaşılmazdı. Acılar, özlemler de öyle. İnsan geceleyin kendisiyle yalnız kaldığında hissederdi saf sızıyı. Erguvan ağacının yanındaki pınarın sesi karanlıkta eski ağıtları çağrıştırabilir, yıllar önce yiten sevgilinin hüznü kalbi sarabilirdi. Gündüz o yükleri taşımak kolay, insan gerçekten yalnız olduğuna geceleri inanabilirdi.

Şimdi iniltileri sisin içinde ağır ağır yayılmaya başlayan ruhlar da gece inanırlardı bu dünyada yalnız kaldıklarına. Her sabah bir umutla kalkan ruhlar, güneşin onlar için doğduğunu sanır, başka mezarlara doğru yanlarından geçip giden ziyaretçilerin ayak seslerinde binbir hayalle avunurlardı. Dünyanın gürültüsünde oyalanır, zamanı ve kaderi unuturlardı. Ta ki akşam olana dek. Akşam alacasında ışık huzmelerine karanlığın tozlarının karışmasıyla birlikte ürperir, hayretle nerede olduklarını anlarlardı. Hem üzüntü hem korku duyarlardı. Kimden yardım isteyebilirlerdi ki?

Arada bir öten baykuştan, yaşlı köpekten ve Avdo’dan başkası yoktu burada. Şimdi göğe doğru yakarırken de seslerini yalnız onlara duyurabiliyorlardı. Avdo karşıya, mezarlarda inleyen ruhlar sürüsüne baktı. Tanrımız, diye inliyordu ruhlar, sen yoksan bize bu umut nereden geldi! Tanrımız! Bizi bu bilinmez dünyada bir parça heves ve çaresizlikle baş başa bıraktın. Avdo güldü. Zavallı ölüler, dedi. İnsan doğduğu yeri seçemez, öleceği yeri seçebilirdi. Mezardakiler bunu öldükten sonra anlayabiliyordu. Arzularının peşinde ömür boyu koştururken hiçbirinin nerede öleceğini düşünmeye zamanı olmuyordu. Ansızın kendilerini bir çukura kapatılmış bulunca da canhıraş feryat ediyorlardı. Ama Avdo nerede öleceğini düşünmüştü. Bir gece süren, uzun, karanlık boşlukta. Yıllar önce. Buraya yerleşti, burada ölmeyi seçti. Erguvan ağacının altındaki mezarın yanına kendisi için de bir mezar yaptı, üstüne isimsiz bir taş koydu. Avdo’nun yalız, sabırlı taşı. Günü geldiğinde oraya girecek, bitişikteki mezarda onu bekleyen kadının yanına uzanacaktı. Dingin gecede, göğün bir ucundan diğer ucuna gümüş renkli yıldız kaydığında. Uzun, karanlık gecede. Tanrımız!

Benzer İçerikler

6.KOGUŞ-ANTON ÇEHOV

yakutlu

Üç Hikaye – Gustave Flaubert

yakutlu

Badem Ağacı – Michelle Cohen Corasanti Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy