Topun İki Rengi | Güldem Şahan


Yaşamak istiyoruz kardeşçe
Lanet olsun bombalarınıza, füzelerinize
Sesleniyoruz biz geleceğe
Hadi susma, sen de söyle
Barışa çağrıdır bu şarkı
Sen de söyle
Sen de söyle…

Top ister Akdeniz kıyılarında olsun, ister Pasifik kıyılarında; dünyanın her yerinde o, bütün çocuklar için aynı şeyi ifade eder: özgürce oynamayı.

Dünya bir futbol topuna benzer. Bir yanı siyah, ötekisi beyazdır; bir yüzü altın rengidir, diğeri yoksulluk grisi.

Bir futbol topu, onlarca çocuğu yaşama bağlayan bir oyuncağa dönüşür bazen; umarsızca, özgürce, neşeyle, alabildiğine peşinde koştururlar. Kimi zamansa hayatın güzelliklerini gölgelemeye yüz tutan bir hırs aracına ya da bir tehdide dönüşür; çocuklar çaresizce mücadele etmeye çalışırlar…

Ortadoğu’nun Akdeniz’e kıyısı olan bir kentinde, savaşın kalbinde çocukluklarını yaşamaya çalışan Muhammed, İsmail, Ahad, Zekeriya ve diğerlerinin tek oyuncağı futbol topudur. Dört bir yanı yasaklarla ve sınırlarla çevrili küçücük hayatlarından bir nebze olsun uzaklaşmalarını sağlayan tek şey futboldur. Bu durum, Kuzey Amerika’nın Pasifik kıyılarındaki varlıklı evlerinde yaşayan Brian, David, Robert gibi çocuklar için de aynıdır. Top dünyanın her yerinde yuvarlaktır ve her döndüğünde çocuklarda aynı heyecanı yaşatır.

2016 Yaşar Kemal Öykü Ödülleri’nde mansiyon ödülüne değer görülen Güldem Şahan’ın “Çocuk ve Savaş” başlıklı üçlemesinin Martı ve Savaş’tan sonraki ikinci halkası Topun İki Rengi, savaş mağduru çocuklara ve Aylan Bebeğin anısına ithaf edilmiş bir barış türküsü.

İçten kalemiyle okurun kalbine seslenmeyi bilen Güldem Şahan, Ortadoğu’nun zorlu topraklarıyla Kuzey Amerika’nın ışıltılı kentleri arasındaki uçurumu gözler önüne serdiği bu romanında topun birleştirici gücüne dikkat çekiyor. Topun, birisi siyah-beyaz ve eski, diğeri rengârenk iki ayrı yüzüne vurgu yapan yazar, bir yanda refah, huzur ve mutluluğu; diğer yanda yoksulluğu, acıyı ve savaşı resmediyor.

Kardeşçe, dostça ve barış içerisinde bir yaşamın hayaliyle yaşayan çocukların sesi, nefesi olmayı hedefleyen Topun İki Rengi, sağırlaşan, körleşen, duyarsızlaşan bir dünyanın isyan haykırışına dönüşüyor.

“Gözleri kocaman çocuklar için değer!
Mücadeleye değer…
Bir hayat pahasına olsa da değer!”
Yaşar Kemal 

Akdeniz Kıyılarında Bir Sabah 

Ufukta güneşin ilk ışıkları belirmeye başlamıştı. Denizden karaya hafif, sıcak bir rüzgâr esiyor; şehir yavaş yavaş uyanıyordu. “Allahü ekber, Allahü ekber!” Ezan sesi lodosa karışıp caddeleri, sokakları dolandı; binaların solgun yüzlerine dokunup kulaklara fısıldadı: “Allahü ekber, Allahü ekber!” Ramiz Baba seccadesi üzerinde selama durdu. Son selamda başı sağa dönük, bir süre durakladı. Yer yataklarında sıralanmış, uyumakta olan çocuklarına bakıyordu. Dudaklarındaki fısıltılı duaları başını evire çevire üzerlerine üfleyerek namazı bitirdi ve doğruldu. Seccadeyi katlayıp divanın üstüne bıraktı. Selva yatakta döndü, uyanmıştı. Göz göze geldiler. Ramiz Baba gülümseyerek el salladı, kapıyı işaret etti. Gidiyorum, demek istiyordu. Selva başını salladı gülerek. “Rastgele…” diye fısıldadı.

Ramiz Baba karısının dualarını üstünde hissederek evden çıktı. Limana doğru yürürken havayı kokluyor, gökyüzündeki bulut kümelerinin seyrini takip etmeye çalışıyordu. Çıkardığı sonuç, bulutların henüz yağmur habercisi olmadığı, lodosun akşama doğru şiddetleneceği, bulutların o zaman kararacağı, gün batımının ardından fırtınanın patlayacağıydı. Yaz fırtınaları aniden bastırır, kumları savurur, gökyüzünü yırtar ve geldiği hızla çeker giderdi. Ramiz Baba limana uzanan toprak yolun sonuna gelmişti. Deniz görünmüştü. Süt beyaza kesmiş, kıpırtısız beklemedeydi. Sabahları böyle olurdu suyun rengi. Güneş yükseldikçe mavileşirdi deniz. Martılar alçaktan uçuyordu. Sık sık suya kanat çalmalarına, neşeli çığlıklar atmalarına bakılırsa bugün balık bol olacaktı. Uçsuz bucaksız görünen sulara bakarak iç geçirdi Ramiz Baba. “Balık bol olsa ne olacak ki, üç milden ötesine geçemedikten sonra. Üç mil suyun her damlası balık olsa ne olur…” diye mırıldandı. Ülkelerinin tek şansı kıyısında yer aldığı Akdeniz’di. Ülkenin diğer üç yanı ise tehlikeli sınır hatları, mayın tarlası, bir tür hapishane duvarı…

Bu yüzden mi o kadar çok severdi denizi, geçimini balıktan sağladığı için mi, bilmezdi ama severdi. Teknenin başını ufka çevirip uzaklara yelken açmak isterdi hep, alıp başını gitmek… Ama yapamazdı. Çünkü denize de yasak koymuşlardı. Üç mili geçen olursa sınırı aştığı gerekçesiyle tutuklanıyor, kayığına ya da motoruna el konuluyordu. Suçlu yakalanamazsa ceza tüm ülkeye kesiliyor; füzeler, bombalar yağıyordu başlarına.

Ramiz Baba barınağa doğru yöneldi. Balıkçı arkadaşları, içinde çalı çırpı yaktıkları bir yağ tenekesinin çevresinde oturmuş, çay içiyorlardı. Kardeşi Bekir de aralarındaydı. İki kardeş birbirlerine çok benzerdi. Aslında adamların hepsi birbirine benziyordu. Akdeniz güneşinin kararttığı yüzleri derin kırışıklıklarla doluydu. Kaşları çatık, gözleri kısık, sesleri çatlaktı. Ellerinde plastik bardaklar, hepsi aynı yöne çevirmişti başlarını: ufka. Hüzünlü bakışları yasak sınırlarını fersah fersah aşmıştı. Birazdan denize açılıp, üç mil içinde kısmetlerine düşeni teknelere atacaklar ve hava patlamadan, akşam ezanı okunmadan şükür dualarıyla döneceklerdi karaya. Martılar kanat çalarak denize tiz çığlıklar atıyordu. Kısmetlerine ortak olacaklar, balıktan paylarını alacaklardı. O sırada Ramiz Baba’nın evindeki uyku sessizliği telaşlı bir gürültüye dönüşmüştü. Çocuklar uyanmış, evin her köşesini kaplayıvermişlerdi.

Yer döşekleri kıvrılıp duvar kenarlarına dayanmıştı. Onların üstüne yorganlar, en üste yastıklar istiflenmiş, böylece ev toplanmıştı bu kargaşa içinde. Anne Selva hangisine yetişeceğini bilemediğinden, en büyük iki kız kardeş kolları sıvamış; çocukları giydirmeye, doyurmaya çalışıyorlardı. Muhammed kendi işini görecek, gerekirse kardeşlerine yardım edecek kadar büyümüştü. On yaşındaydı. Giyindi, annesinin çuval bezinden diktiği okul çantasını omuzuna astı. Ablasının uzattığı ekmek parçasını aldı. İçine baktı hemen. Peynirliydi. Zaten iki seçenek vardı; peynir ya da zeytin. Tam kapıdan çıkarken geri döndü. En önemli şeyi unutmuştu. Divanın altına sakladığı futbol topunu… Yan gözle annesini kollayarak divanın altına eğildi, topu aldı. Kolunun altına soktu. Hırkasını çekiştirerek topu saklamaya çalıştı. Yerden kalkmadan önce sağa sola bakındı. Evdeki koşturmaca devam ediyordu.

Kimse onun farkında değildi, en azından öyle görünüyordu. Yavaşça yerden kalktı, oyalanmadan evden çıktı. Sokağa çıkınca derin bir soluk aldı, topu hırkasının altından çıkardı. Yere attı, sektire sektire yürümeye başladı. Annesi bu topu aldığı için o kadar çok kızmıştı ki… “Bir topa bu kadar para verilir mi?” diye günlerce söylenmişti. Oysa çok para vermemişti; on ekmek parası kadar bir şeydi. “Ziyan,” demişti annesi, “topa verilen para ziyandır ve senin bunu yapmaya hakkın yok. Biz yoksul bir aileyiz, bunu aklına iyice sok!” Muhammed’i ağlatana kadar susmamıştı kadın. Sonunda, “Çabuk kaldır onu, gözüm görmesin!” diye bağırmıştı. O günden beri topun yeri divanın altıydı. Gizlice girer, gizlice çıkardı oradan. Yerini herkes bilirdi ama Muhammed’den başkası dokunmazdı. Bazen sokakta kardeşlerinin oynamasına izin verirdi ama evde asla… Zamanla yatışmıştı annesinin siniri. Topun Muhammed’in kolunun altında okula gidip geldiğini, eve geldiğinde divanın altına gizlendiğini bilse de ortalıkta görmeyince sözünü etmiyordu.

Benzer İçerikler

Sinekli Bakkal – Halide Edib Adıvar – PDF – Online Kitap Oku

yakutlu

Necronomicon – Kara Dünyanın Kitabı – H.G. Ginger – Online Kitap Oku

yakutlu

Kanlı Taht (Kösem Sultan’la Turhan Valide Sultan’ın İktidar Savaşı)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy