Bir ülkeden cüzamı kovdu. Türk, Kürt, Süryani demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına kapıları araladı, ışık tuttu yollarına.
Hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğu kaldı ne Kürtçülüğü, ne komünistliği. Ömrünün son döneminde de darbeci yerine kondu. Umurunda bile olmadı.
Çünkü o sadece yüreği insan sevgisiyle dolu bir hekimdi. Hayatı boyunca tek isteği, iyi ve dürüst bir insan olmaktı.
“Bütün işlerimi tamamladım. Konser gecesini de atlattıktan sonra, kemoterapiyi kestireceğim. Yolcu yolunda gerek!”
Prof. Dr. Türkan Saylan’ın2003 yılında. Onun hayata geçirdiği ve sonradan benim adını KARDELENLER olarak değiştirdiğim, ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’NİN ÇAĞDAŞ KIZLARI adlı projenin kitabını yazmak için doğu illerine doğru yolculuğa çıkmadan önce tanıştım. Dostluğumun ilerleyince, biyografisini yazmamı arzu etti.
Hakkında yazılmış pek çok kitap vardı. At Kız,’ kendi kaleminden hayatının belli bir bölümüne dair otobiyografiydi. Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun kaleme aldığı Güneş Umuttan Şimdi Doğar” ise, hayatının tüm evrelerini göz den geçiren, kapsamlı, özenli bir nehir söyleşiydi. Ayrıca tıp ve eğirim alanlarındaki çalışmaları da çeşitli kitaplarda toplanmış, bana yazacak pek bir şey kalmamıştı. Bunu ona söylemiştim ama isteğini yerine getirememiş olmak bir türlü içime sinmiyordu. 2008 yılının sonlarında, bir araya geldiğimiz bir gün, eğer kabul ederse, lepra dünyasına dair bir kitabı, onun üzerinden kaleme almayı önerdim.
Türkan Hoca bana hastalarıyla ilgili öyküler anlattı. Ne yazık ki o günlerde omuzumda oluşan bir sorundan ötürü üç ay boyunca sağ elimi kullanamadım. Mart sonuna doğru iyileştiğimde, bu kez onun hastalığı çok ilerlemiş, iyice güçsüzleşmişti. Buluşmalarımızda onu yormaktan korkuyor, konuşturmaya çekiniyordu m.
2009 yılının Nisan ayında Türkan Hoca’nın evi basıldı, kitaplarına, yazılarına, mektuplarına el kondu. Sonrası zaten bir rüzgâr hızıyla gelişti. Türkan Hoca kaybettiği bedensel gücünü, baskından sonra, kısa bir süre için adeta geri kazandı, canını dişine takıp bitirmesi gereken tüm işlerini hızla tamamladı, beni son kez görüşmeye çağırarak kitapla ilgili bazı özel isteklerini aktardı, başkanı olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yirminci yıl töreninde konuşmasını yaptı ve sonra tedavisini durdurarak, aramızdan ayrıldı. Cenazesine İstanbul’da yaşayan tüm iyi ve dürüst insanlarla, yurdun dört bir tarafından gelen lepralılar, burs verdiği çocuklar ve öğrenciler katıldı. Türkiye, bu muhteşem insana şükranlarını, 19 Mayıs 2009 tarihindeki cenaze töreninde, içtenlikle sundu.
ŞAFAK SAYARKEN
12 Nisan 2009, Arnavutköy.
Birkaç günden beri boğazımdan hiçbir şey geçmiyor. Son kemoterapi seansı mide bulantılarımı artırdı. Beni serumla beslemeye çalışıyorlar ama ellerimde kollarımda serumu saplayacak damar da kalmadı artık. Her tarafım delik deşik. Hızla yaklaşmaktayım kaçınılmaz sona. Birkaç işim kaldı yapılacak. O işleri tamamlamanın telaşındayım. Sonra tüm tedaviyi kestireceğim. Bu nefes nefese koşu bitecek. Dinlenmek benim de hakkım. Uyumak huzur içinde! Uzun zamandır uykularım da yok çünkü. Yatağın içinde sabahı bekliyor, eğer halim varsa, kalkıp şafağın söküşünü seyrediyorum günlerdir. Şafakta gökyüzü önce kıpkırmızı oluyor sonra turuncuya çalıyor, sararıyor, pembeleşiyor, mavileşiyor dakikalar geçtikçe, sanki renkler birbirinin içine akıyor, birbirinin içinde eriyor, tarifi mümkün olmayan, inanılmaz bir güzellik kaplıyor göğü.
Bunca yıl hep mehtap delisi oldum ben. En ince hilalden başlayarak, takip ederdim ayın gelişip dolunaya erişmesini. Dolunayı gördüğüm an, nerede olursam olayım, odaklanırdım bu muhteşem güzelliğe. Evdeysem, iskemleyi pencerenin önüne çeker, mehtabın tam karsısına oturur, uzun süre seyrederdim çocukluğumun aydedesini. Yuvarlağın üzerine çizilmiş surete bakar, bana göz kırpmasını, bir şeyler söylemesini bekler, daha da ileri gider, gerçekten bir şeyler söylediğini farz ederdim. Ay, gökyüzünden fısıldardı kulağınla duymak islediğim şeyleri. Mesela Bursa’ya tayinim çıktığında, “Çocuklarımı nasıl bırakır da giderim?” diye sürmüştüm, sağ köşesinden azıcık ısıtılmış bir somuna benzeyen aya. “Çocuklarını da yanında götürürsün, Bursa’da okul mu yok!” demişti. Günler sonra rahat bir uyku çekmiştim o gece. Niye hiç düşünememişim o gün gökyüzüne bakana kadar, çocuklarımı da yanıma almayı. Ben ki onları ihtisas için Londra’ya giderken dahi geride bırakmamış, yanıma almışım, yıllar sonra! Bana, “Deli misin, Londra’da çocuklar ne yapar?” diyenlere, “Londra’da okul mu yok?” diye yanıt vermiştim. İşte böyle bir iletişimdi, ayla aramızda olan. Hatta bir zamanlar, Fulya’da dimdik bir yokuşun üzerindeki evi, sırf penceresinden mehtap gözüküyor diye kiralamıştım da deli demiş lerdi bana arkadaşlarım. Oysa şafak da aydede kadar güzelmiş meğer! Muhteşemmiş! Kalan zamanımın hiçbir şafağını kaçırmak istemiyorum. Şafak sayıyorum kısacası, terhise az kaldı.
Dün yine şafağa yakın, yattığım yerden perdeyi aralayıp gökyüzünü incelemeye başlamıştım ki bir ara içim geçmiş. Merdivendeki ayak sesleriyle uyandım. Gökşin gelmiş erkenden. Şaşırdım. Geceleri yatmak bilmediği için erken kalkamaz çünkü o Bazı günler on bire kadar yatakta kaldığı olur. Odamın kapısında elinde bir torba, bir de mis gibi kokan, fırından yeni çıkmış bir ekmekle dikiliyordu.
“Hayrola,” dedim, “sen de mi beni rüyanda gördün
“Biri seni rüyasında mı görmüş!” diye sordu.
“Halime görmüş, kalkmış Tunceli’den buralara kadar gelmiş.”
“Halime hangisiydi, üvey oğullarından sürekli dayak yiyen kadın mı?”
“O Yeter’di. Hani bacağını donmuş diye keseceklerdi de, ben muayene sırasında ellerken bir sıcaklık hissetmiştim, kurtarmıştık bacağı. Ne bakıyorsun öyle, hatırlamadın
“Ay Türkan, o kadar çok hastan var ki senin, hangi birini hatırlayayım, Allah aşkına! Rüyasında seni nasıl görmüş, sen bana onu söyle.”
“Vallahi, merak edip sormadım. Ama pek hoşuma gitti doğrusu, helalleşmek için ta buraya kadar gelmesi. Sen niye bu kadar erkencisin? Erken uyanmazdın sen.”
“Dün gece uyumadım ki uyanayım. Şu ne zamandır isteyip durduğun gençlik mektuplarımız var ya, dün, akşam yemeğinden sonra gardırobun üstünden mektup kutularını indirdim, sabaha kadar mektup ayıkladım. Türkan, inanılır gibi değil, mektuplaşmaya 1949 yılında başlamışız. Haftada üç, dört kez yazıştığımız olmuş. Her biri en az on dört on altı defter sayfası olmak üzere, kutular dolusu mektup vardı. Hepsini tek tek döktüm önüme, kimini baştan sona okudum, kimini ağlaya ağlaya. Kâh ağladım, kâh güldüm. Arada bir mutfağa gidip çay kovuyordum uvkumu açsın diye. Gün ışıdı, sabah oldu. Saate son baktığımda yedi buçuğa geliyordu. O saatte yatağa girmedim artık, zaten henüz soyunmamıştım bile. Mektupları bir poşete attım, yüzümü yıkadım, çıktım evden, köşedeki fırından bir ekmek kaptım, taksiye atladım geldim. Kahvaltını ettin mi sen?
“Zeynep hazırlıyordu tepsimi. Seslen de sana da bir tabakla bir bardak çay kovsun tepsiye,” dedim.
“Ekmeği de vereyim dilimlesin,” dedi Gökşin ve kucağıma bir tomar mektup bırakıp dışarı çıktı, o yaşlarımızın elyazısıyla yazılmış ortaokul mektuplarını mavi, lise yıllarını kırmızı kurdeleyle, üniversite yazışmalarını da bir sicimle bağlayarak ayrıştırmış.
1990’lara kadar, önceleri haftada birkaç kez, sonra da giderek seyrekleşen bir tempoyla yazışmıştık Gökşin’le. Kandilli Kız Lisesi’nde okurken, yazları ayrılırdık. Her geçen günümüzün nerdeyse her saatini mektuplarda anlatırdık birbirimize. Liseyi bitirince ben İstanbul’da Tıp Fakültesi’ne gittim, Gökşin Ankara’da Dil Tarih’e yazıldı. Mektuplarımız hızlandı. Onun yeniden İstanbul’a dönüşüne kadar, tüm yaşadıklarımızı mektuplarda paylaştık. Bana hiç yayınlamadığı ama hayatı boyunca yazdığı şiirlerini de yollardı. Sadece gündelik hayatımızın ayrıntılarını değil, okuduğumuz tüm romanları, öyküleri, şiirleri de mektuplarda tartışır, karakter tanımlamaları yapardık. Yıllar içinde hayal yükümüz çoğaldık ta mektuplarımız azaldı ama hiç kesilmedi. Son yıllarda, aynı şehirde yaşadığımız halde, sadece doğum günlerimizde kart atmakla kalmamış ara sıra yine mektuplaşmıştık…