Uçurtmayı Vurmasınlar | Feride Çiçekoğlu


Burnun büyüdü mü İnci? Hani Pinokyo’nunki gibi… Sen anlatmıştın, Pinokyo diye bir kukla varmış. Yalan söyleyince burnu uzuyormuş. Yalan söylersen senin de burnun büyür demiştin bana. Sen de yalan söyledin. “Seni bırakıp gitmem. Gidersem seni de götürmeye çalışırım.” Hatırlıyor musun, böyle söz vermiştin. Ama “Hoşça kal,” bile demeden gitmişsin. Ben uyurken.

İlk basımı 1986 yılında yapılan Uçurtmayı Vurmasınlar, çağdaş Türk edebiyatına damgasını vurmuş romanlardan biri. Yalnızca okurun sürekli ilgisi nedeniyle değil, yalınlığı, içtenliği ve evrenselliğiyle de… Feride Çiçekoğlu’nun, 12 Eylül karanlığını hapishanedeki bir çocuğun gözünden anlattığı romanı Uçurtmayı Vurmasınlar, beyazperdeye uyarlanmış ve yoğun bir ilgi görmüştü.

Önsöz

1984 yılının bir Haziran öğle sonrası, demir kapı beni dışarı kapayıp Barış’ın çığlıkları içeride kaldığında, gün olup onun sesinin bunca çok insana ulaşacağı hiç aklıma gelmemişti. Barış’la ilgili anıları kâğıda dökmeyi düşünmediğimden değil, kâğıda dökülü sözün okuma alışkanlığı olan sınırlı kişiye bile çoğu kez iletilmediğini sezmemden. Uçurtmayı Vurmasınlar’ın 1986 yılında yapılan ilk basımı bu sezgiyi doğruladı. Öykü, bir rastlantılar dizisi sonucu 1989’da film olmasaydı, Barış alçakgönüllü bir kitabın sayfaları arasından mırıl mırıl konuşmayı sürdürecekti; taa ki kitabın ilk ve tek basımı kimbilir kaç yıl içinde tükenene dek. Beyazperde Barış’ın mırıl mırıl sesini yükseltiverince Uçurtmayı Vurmasınlar için yeni bir basım şansı doğdu. Ak kâğıt üzerindeki kara yazılar herkese kendi düşlerini üretmenin ipucunu verdiklerinden midir nedir, resimlenmiş düşlerden daha renkli olabiliyorlar. Bir çocuğun gözlerinden, duvarları kendi düşlerinde sorgulama olanağını daha fazla okura sunabilmek, filmin armağanı. Kitabın bu nedenle beyazperdeye gönül borcu var. Şimdi Barış’ın düşsel mektuplarını yeniden okuduğumda, onları da yer yer yüksek sesli buluyorum. Barış kimi şeyleri daha yumuşak söylerdi gibi geliyor. Ama, çocuklaşabilme yönünde ne kadar yol aldığımızı görmek için geçmişteki sözleri tanık bırakmak daha doğru galiba. O yüzden, beş yıl önce nasıl aktarmışsam, Barış’ın düşlerini öylece bıraktım. Böylesi daha içten geldi. İçtenlik önemli, çünkü Barış da öyleydi.

FERİDE ÇİÇEKOĞLU
Ocak, 1990

Sunu

Barış’ı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, “ne de başı bulutlarda bir çınar.” O gevrek sesiyle simitçi bile giremezdi oraya. Taş avluya yalnızca kuşlar konardı bazen. Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi öğretti Barış bana. Düşle gerçek, onun o yarım sözcüklerinde öylesine iç içe geçerdi ki, dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıp giderdi yarım göğümüzden. Taş avluda düşsel uçurtmaları uçurmayı işte öylece öğrendim Barış’tan. Adını ne Barış yılını düşünerek koymuşlar, ne de savaşlar çıkmasın diye. Babasının sevdiği bir müzikçinin adıymış, yalnızca o yüzden. Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış. Ama bunu ne anası bilirdi, ne de anası gibiler. Bilseler, “çocuklar şeker de yiyebilsinler” diye gökyüzüne hasret çeken bizler, çayırlara yalnızca kuş kanadında uçmak zorunda kalmazdık belki. Neden orada olduklarını bilenler de, bilmeyenler de Barış’ı sevdiler. Birbirlerini sevdikleri gibi. Bambaşka nedenlerle çiçeklerden uzak kalsalar bile çiçekleri sevdikleri gibi. Barış da onları sevdi, hem de nasıl! Her birini ayrı ayrı sevdi. Oradan çıkıp da artık başının üzerinde yıldız görebilenleri bile unutmadı. Mektuplar yolladı onlara.

Hiçbir zaman yerine varmayan, bazen kâğıda dökülmeyen ve hep demir kapılara takılan mektuplar. Barış’ın kimi düş, kimi gerçek mektupları, gerçek adresine ulaşsın diye yazıldı bu kitapçık. Adını taşıyan yılda hâlâ taşta büyüyen Barış’a bir armağan, hep yanıtsız kalan mektuplarına bir yanıt olsun diye. Uçurtmayı vurmasınlar, çocuklar uçurtma da uçurabilsinler diye…

FERİDE ÇİÇEKOĞLU
Şubat, 1986

UÇURTMAYI
VURMASINLAR

26 Haziran 

Burnun büyüdü mü İnci? Hani Pinokyo’nunki gibi… Sen anlatmıştın, Pinokyo diye bir kukla varmış. Yalan söyleyince burnu uzuyormuş. Yalan söylersen senin de burnun büyür demiştin bana. Sen de yalan söyledin! “Seni bırakıp gitmem. Gidersem seni de götürmeye çalışırım.” Hatırlıyor musun, böyle söz vermiştin. Ama “Hoşça kal,” bile demeden gitmişsin. Ben uyurken. Demir kapının sesine uyandım. Alkışlar, “Güle güle!” sesleri, “Ayağını sürü, biz de tez çıkalım!” feryatları… Uyku sersemi kimin gittiğini anlayamadım. Koşa koşa çıktım avluya. Baktım, kadınların kimi gözyaşlarını siliyor. Seni aradım, kucağına çıkayım her zamanki gibi diye. Önce fark etmediler beni. “İnci, İnci!” diye bağırınca görüverdiler. Seni çağırdığımı duyunca annem ağlamaya başladı. Anladım o zaman, gitmişsin! Bilmem sesimi duydun mu? Kapı yeni kapanmıştı. Duyasın diye bağırdım. Duyduysan geri dönseydin keşke. Bavuluna sığardım. Kimse görmezdi beni. Minicik olurdum. Saklambaç oynarken saklanmıştım bavuluna bir kez. Yine saklanırdım. Demir kapıları geçince çıkardım bavuldan. Gittiğinden bu yana hep seni görüyorum düşümde.

Bak nasıl: Bir gün senle yine avluda geziyormuşuz. Yani volta atıyoruz. Sen hızlı hızlı yürüyorsun. Ben de sana yetişmek için koşuyorum. Ellerini arkanda kavuşturmuşsun. Ben de kavuşturmaya çalışıyorum, ellerim yetişmiyor. Duvara varınca sen birden geri dönüyorsun. Ben de dönmeye çalışıyorum, sana yetişemiyorum. Tam o sırada yağmur başlıyor. Sen bana, “Koş, yeni aldığımız şampuanı getir Barış,” diyorsun. Ben içeri gidip şampuanı alıyorum. Başımıza döküyoruz. Yağmurla şampuan iyice köpürüyor. Köpükler başımızdan her yanımıza akıyor. Köpürdükçe köpürüyoruz. Sana bakıyorum: Köpükten görünmez olmuşsun. Sesleniyorum:

“Seni göremiyorum İnci, neredesin?” Köpük yığını avlunun kenarındaki demir kapıya doğru yürüyor. Bana da sesleniyorsun: “Gel, kapıya vuralım!” Ama kapıya vurursak anahtarlı amca gelir! “Daha iyi, gelsin,” diyorsun. Kapıya vuruyoruz. Gelen giden yok. Yağmur artıyor. Eyvah! Köpüklerimiz yağmur suyuyla yıkanıp akacaklar. Hah! Bir ayak sesi duyuldu. Hem de çok anahtarlı amca bu gelen.

Anahtar şıkırtılarının çokluğundan anlıyoruz onun geldiğini. Öbür amcaların birer anahtarı olur. Hangi koğuşu bekliyorlarsa o koğuşun anahtarı. Bizim koğuşu bekleyen teyzenin de tek anahtarı var. Neden “gardiyan ana” diyorlar ona İnci? Annem bile öyle diyor. O herkesin anası mı? Ama o bizi içeri kilitliyor. Anneler çocuklarını kilitler mi? Ben anahtarlı teyze diyorum ona. Çok anahtarlı amcanın adı da başgardiyanmış. En çok şıngırtıyı başgardiyan çıkarır. Bütün koğuşların anahtarını taşır o. Başgardiyan, bağırıyor kapının öbür yanından:

“Ne istiyorsunuz kız?” Sen bana, “Kız deme, ayıptır,” demiştin. Madem öyle, başgardiyan neden “Kız,” diyor? Ben de onun kadar çok şangırtı çıkarırsam “Kız,” diyebilir miyim? Beni susturup amcaya sesleniyorsun: “Kapıyı açın, hasta var!” Hani yalan söylemek kötüydü, sen niye söylüyorsun İnci? “Yalanlar kendi arasında ikiye ayrılır,” diyorsun bana. “Gerekli ve gereksiz yalanlar. Bu gerekli bir yalan.” Ama ben de kendi söylediğim yalanları gerekli buluyorum. Kızıyorsun bana: “Çocuklar yalan söylememeli. Onlar gerekli ve gereksiz yalanları bilemezler henüz.” Eh ne yapalım… Ben de büyüyünce söylerim. Başgardiyan senin gerekli yalanına inandı. Hasta var sanıyor sahiden.

Açıyor kapıyı. Birden bizi görüyor karşısında. İki tane köpük yumağı. Şaşırıyor fena halde. Biz ikimiz bir ağızdan “Böh!” diye bağırıyoruz. O korkudan düşüp bayılıyor. Elimden tutuyorsun. Koşuyoruz. İki yanımızda koğuşlar sıralı. Yağmurda ıslanıyoruz. Islandıkça köpüklerimiz akıyor. Önce senin burnun çıkıyor ortaya. Burnun uzamış olmalı İnci. Anlaşılan gerekli yalanlar da uzatıyor insanın burnunu. Gardiyanlar önce anlayamıyor bizim ne olduğumuzu. Yuvarlanarak gelen iki köpük yumağını görünce telaşla kenarlara kaçışıyorlar. Sonra senin burnunu görüyorlar köpüklerin arasından. “Yakalayın!” diye bağrışıyorlar. “Yakalayın, mahkûm kaçıyor!..” Ama ben mahkûm değilim ki. Ben yalnızca çocuğum. Annem burada iken bana dışarıda kimse bakamazmış. O yüzden cezası bitene kadar annemle birlikte kalmalıymışım. Ben artık kendi çoraplarımı giyebiliyorum.

Kendi kendime bakarım. Beni dışarı bıraksınlar İnci! Senin yanına geleyim. Sen benden önce varıyorsun dış kapıya. Volta atarken olduğu gibi. Benim bacaklarım küçük. Yetişemiyorum sana. Yağmur, köpüklerin bir kısmını götürmüş, ama hâlâ garip görünüyoruz. Dış kapıda bekleyen gardiyan şaşırıyor. Sen ona da, “Böh!” diyorsun. Düşüp bayılıyor. Kapıyı açıyorsun sen. Çıkıyorsun. Var gücümle koşuyorum sana yetişmek için. Bağırıyorum bir yandan da: “İnci! Beni bekle. Gitme… İnci, bekle, geliyorum!”

Benzer İçerikler

Bir Cihan Kafes – İclal Aydın Online Kitap Oku

yakutlu

Bavul

yakutlu

Yaban Diyarlardaki Yabancı – Robert A. Heinlein – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy