Umut – Hayat Akan Bir Sudur | Ayşe Kulin


Osmanlı’nın gözdesi Bosna bir imza ile elden çıkarken, Kulin ailesi Bosna’dan İstanbul’a göç ediyor, çöken imparatorluğun son maliye nazırı Ahmet Reşat sürgüne gidiyordu.
Sabahat ile Aram’ın aşkı ise tehcir olaylarının acısına yenik düşmeyecekti.

Yeni bir cumhuriyet, yeni bir şehir ve yeni bir yuva kurulurken hayat hep akan bir suydu Sitare, Muhittin ve herkes için…

Savaşlar, yıkımlar, sürgünlerin ardından Umut geliyor. Umut “Hayat Akan Bir Sudur”‘da Kulin, Veda ile başladığı Osmanlı ailelerinin yaşamına, bu kez de Cumhuriyetin yeni kurulmakta olduğu sancılı yıllarda tanıklık ediyor. Akıp gitmekte olan günlük hayat derinden değişmekte, bu değişim aşklara, dostluklara, aile ilişkilerine, her şeye yansımaktadır.

Ayşe Kulin, bir kez daha okurlarına ellerinden bırakamayacakları, okuyup bitirdikten sonra anılarına katacakları bir armağan sunuyor.

*

UMUT

İstanbul, 5 Ekim 1908

Birkaç günden beri beklenen yağmur, öğlene doğru koyu gri bulutlarla ufku karartarak gelişinin haberini vermiş, öğleden sonra da indirmişti. Muho, pencereye burnunu dayamış, yağmurun rüzgårda savruluşunu seyrediyordu ki, sokağın ucunda babasının ince uzun siluetini gördü. Zeki Salih, sonbahar yapraklarını önü ne katmış rüzgânn yelinde, adeta yapraklarla birlikte sürüklenerek, uçuşarak evinin önüne geldiğinde, çocuk babasına kapıyı açmak için koştu. Zeki Salih içeri girdi, kendini karşılayan oğlunun yüzüne bakmadan, sırılsıklam olduğu halde üzerindeki ceketi çıkarmaya da gerek görmeden ayakkabılarını fırlatarak doğru üst kattaki odasına çıktı, yatağın başucundaki konsolun çekmecesinden tabancasını çıkardı, giyotin pencereyi yukarı sürdü ve tabancasının bütün kurşunlarını yolun karşısında sıralanan kavaklara art arda boşalttı.

Merdivenlerin dibinde kalan Muho, kurşun seslerini duyunca korku ve telaşla mutfakta hamur açan annesinin yanına koştu.

Annesi, “Muho, mutfakta kal, kapıyı içerden sürgüle, ben sana söyleyene kadar sakın açma,” dedi, eteklerini toparlayıp merdivenleri üçer beşer atlayarak yukarı kata koştu, yatak odalarının kapısını açtı. Kocası, yüzü pencereye dönük ayakta duruyor ve omuzları sarsılarak ağlıyordu. Açık camdan içeri savrulan yağmurun üstünü başını iyiden iyiye islattığının farkında bile değildi.

Gül Hanım’ın ilk işi, kocasının sağ elinden sarkan tabancayı usulca alıp yatağın üzerine firlatmak oldu. Sonra pencereyi indirdi ve sordu:

“Salih Bey! Salih Bey! Ne oldu kuzum?”

Zeki Salih yavaşça döndü, mavi gözleri kan çanağı gibiydi. “Gitti memleketim! Bosnamız gitti Gülüm! Artık geri döne bileceğimiz bir vatanımız yok,” dedi. “Sultan imzalamış muahe- deyi. Bosnamız, Avusturya-Macaristan’ın oldu. Resmen!”

Gül Hanım, düşmemek için yatağın ucuna ilişti. O da kocası gibi gözyaşlarımı salıvermek, avaz avaz ağlamak istiyordu ama tuttu kendini.

“Bizim vatanımız burası artık Salih Bey,” dedi. “Bosna zati çıkmıştı elden. İşgal altında değil miydi ne zamandır?”

Zeki Salih, “Bir kurşun atamadan verdik toprağımızı, bir ta bur askerle olsun karşı koymadan, masa üzerinde gitti vatanım,” dedi yine. Gözyaşları yanaklarından süzülüp mintanina damlıyordu.

Zeki Salih karısının yanına yatağa oturdu, once omzuna yaslandı, sonra kucağına başını koyarak yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gül, kocasının kumral saçlarını okşadı usul usul. Neden sonra, yavaşça sordu:

“Salih Bey, İstanbul’da mesut değilsindir, bilirim. Bursa’da, İnegöl’de akrabalarımız var. Buradan taşınmak ister misin? Derler ki Bosna’ya pek benzermiş oraları. Travnik’teki gibi çağıl çağıl dereler akarmış, yemyeşil, bereketli ovaları varmış. Camileri, hamamları, çarşıları dahi pek benzermiş bizim oralara. Satalım buradaki mülkü, varalım gidelim İnegöl’e. Bir çiftlik alırsın, hayvanların olur, ata binersin yine. Ha, ne dersin Salih Bey?”

Zeki Salih yavaşça doğruldu karısının kucağından, “Burada kalacağız, Gülüm,” dedi. “Bu çocuklarım var ya benim, onlara kendi çektiğim acıları yaşatmayacağım. Ben nasıl adı bilinir biri idiysem memleketimde, onların da adı burada bilinsin. Oğullarımı da kızımı da Dersaadet’in en muteber mekteplerinde okutacağım itibarlı adamlar olsunlar diye, benim yürütemediğim şanımı yürütsünler diye, ben… ben…”

Gül ince parmaklarıyla kocasının ağzını kapattı susturmak için. “Kim demiştir sana itibarlı adam değilsin, Salih Bey, sen ki Kulin soyundan gelirsin. Senden sonra da oğulların yürütürler soyunun şanını, hiç merak etme.”

“Gül Hanım, soyu layıkıyla yürütmek kolay değildir. Bak, ne senin servetin, ne de benim sekiz asırlık ismim bir işe yaradı şu Şehr-i İstanbul’da. Bahçe kapımızın dışında adımızı, akrabaların dışında sanımızı bilen yok. Yine de hiçbir yere gitmem ben. Burada kalacağım. Osmanlı’nın en mutena şehrinde yetiştireceğim evlatlarımı. Kendime göçmen dedirttim, onlara taşralı dedirtmeyeceğim. Kimse hürmetini esirgemesin onlardan. Büyük adam olsunlar.”

“Onlan kul hakkı bilen, vicdanlı insanlar olarak yetiştir ki, büyük adam olacaklarsa, büyüklükleri bir işe yarasın,” dedi Gül. Yatağın üzerine rasgele fırlatılmış tabancayı aldı, bir örtüye sarıp gardırobun üst rafına yerleştirdi.

“Kavaklardan ne istedin, ilahi Salih Bey?” dedi. “Bosna’yı verenlere ateş edeceğine, kavakları kurşunladın.”

“Kavaklar neden öyle yaptığımı bilir Gül Hanım! İçim yanıyor içim! Yüreğim yanıyor cayır cayır! Şimdi kızacaksın bana ama bu yangını söndürmeye canım buz gibi bir…”

“Bu akşam içmek için sebebin vardır Salih Bey. Evde olmaz, içeceksen meyhaneye git, demeyeceğim bu akşam. Üzerini değiş de in aşağı, sedire yerleş, akşamı beklemeden, ben elcağızımla hazırlayıp getireceğim rakını da mezeni de. Haydi, sil gözlerini de çocuklar anlamasın ağladığını,” dedi Gül, yatağın üzerin de, ana karnındaki bebek gibi dizlerini göğsüne çekip buzulup kalmış kocasına üzüntüyle bakarak. Sonra odadan çıktı, mutfağa indi, “Aç kapıyı Muho,” diye seslendi oğluna.

Çocuk korkudan büyümüş gözleriyle kapıyı açtı, “Şakiler mi gelmiş, mayka?” diye sordu.

“Şakiler gelmiş ama buraya değil, korkma Muho,” dedi oğluna. “Baban taa Bosna’daki şakileri korkutmak için tabanca sıkmış yukarda. Kimbilir belki de duyulmuştur Bosna’da, bir kişi nin olsun itiraz ettiği.”

Oğlunu oturma odasına yolladı, mutfağın kapısını kapatarak mandalını sürdü ve az önce tezgâha bıraktığı mutfak önlüğüne yüzünü gömüp hıçkırarak, doya doya ağladı Gül Hanım.

Muho’nun ağabeyi Nusret ve ablası Sado, o gün okuldan döndüklerinde, küçük kardeşleri telaş ve heyecan içinde onları bekliyordu. Hemen yanlarına koşup, “Babam bugün çok kızgın, sakın yanına gitmeye kalkmayın, yoksa size kurşun sıkar,” diye tembihte bulundu.

Nusret şaşkın şaşkın kız kardeşine baku. “Ne diyor bu?” “Çocuk işte, saçmalıyor,” dedi Sado.

“Vallahi,” diye ısrar etti Muho, “bir şey kaybetmiş. Çok kızgın.”

“Muho saçma sapan konuşuyor anne. Babam güya bir şey kaybetmiş. Bastonunu mu unutmuş yine kahvede? Abim gidip getirsin mi?” diye sordu Saadet.

“Babanız bugün vatanını kaybetti Sado. Biz bugün Bosnamızı ebediyen kaybettik kızım!” Gül Hanım’ın dedikleri faz la bir iz bırakmadı küçük kızda ama annesi o kadar perişan görünüyordu ki, koşup sımsıkı sarıldı annesine.

Nusret ve Saadet için o günün herhangi bir günden farkı, sadece okuldan eve geldiklerinde annelerinin önlerine birer bardak süt koymamış, derslerini bitirene kadar başlarında beklememiş olması değildi. Babaları da evdeydi. Oysa her gün çocuklar derslerini bitirene kadar anneleri karşılarında oturur, sonra defterlerini eline alıp teker teker kontrol ederdi. Bu yüzden çocuklar annelerinin okuma yazma bildiğini zannederlerdi. Babaları ise çoğu kez, akşam ezanından epey sonra, onlar yataktayken gelirdi eve. Merdivenleri sallanarak çıkarken, hep aynı soruları sorardı. “Çocuklar derslerini yaptılar mı?” Anneleri yanıtlardı: “Yaptılar Salih Bey.” “Akşam namazını kıldılar mı?” “Kıldılar Salih Bey.” Kapılar açılır, kapılar kapanır, annelerinin babalarına pişirdiği kahveyi getirdiğini, bir süre aralarında mırıl mırıl konuştuklarını duyarlar, sonra dalar giderlerdi. Oysa o gün, Nusret’le Saadet, babalarını pencerenin önündeki sedirde bağdaş kurmuş, demlenirken buldular. Eliyle işaret ederek çocuklarını yanına çağırdı. Üçü birlikte koştular. “Oturun,” dedi. Nusret’le Saadet, sedirin yanına diz çöktüler, Muho’yu kucağına oturttu Zeki Salih, gözlerini teker teker çocuklarının gözlerine dikerek, “Şimdi size söyleyeceklerimi can kulağı ile dinleyin çocuklarım,” dedi. “Annenizle benim iki vatanımız oldu. Birinde doğduk, diğerinde öleceğiz. Sizin tek bir vatanınız var. Bu vatanı çok sevin, dağını taşını her şeyden, hatta kendinizden de çok şeyin ki kimse gelip elinizden almasın. İlerde, ihtiyar olduğunuzda inşallah, emrihak doğduğunuz toprakta nasip olsun sizlere.” Babalarının sesi titriyordu.

Nusret, Saadet ve henüz beş yaşında olmasına rağmen Muhittin o gün, vatanın asla kaybedilmemesi gereken çok değerli bir şey olduğunu, yüreklerinin bir köşesine kazıdılar.

ZEKİ SALİH’İN YENİ HAYATI

Zeki Salih, Rami’deki evinin eşyalarım Sultanahmet’te yeni aldığı konağa taşımak üzere arka arkaya yola çıkan yük arabala- nının arkasından hayır duası okudu ve gidişlerini görmemek için arkasını döndü. Hiç sevmezdi yük taşıyan arabaları yolcu etme. yi. Her taşınmanın hayatında yeni bir travma yarattığım bildiğinden, taşınma fikri ürpertirdi onu. Ne zaman eşya taşıyan ara. balar görse, burnuna tam tarif edemediği nahoş, ekşi bir koku gelirdi. Bu koku, korkunun kokusuydu. Bildik hayatlardan, alışılmış mekânlardan ayrılıp bilinmeze yolculukların, insanın içini sinsice kemiren korkunun kokusu!

Tıpkı bir gül veya bir karanfil kokusu gibi, burun kemiğini sızlatan o tuhaf, keskin ve kekremsi koku!

Zeki Salih, topraklarından sökülürken duyduğu acıyı sindirmişti ama korkusunu asla itiraf etmemişti. Kendine bile. Oysa şimdi, aşina olduğu semtten yeni bir ortama taşınırken yine korkuyordu ve bu sefer bal gibi biliyordu korktuğunu.

Yeni odalara, yeni sokaklara, yeni komşulara, yeni kahvelere gidiyordu.

Kendini yeniden ispat edecek, yeniden alışacaktı.

Yeni komşuları, Zeki Salih’in topraklarından sökülmüş herhangi bir muhacir değil, bir soylu olduğunu hiç bilmeyecekler, bir türlü düzeltemediği şivesine gülecekler, bir yerde çalışmıyor olmasını kınayacaklar, Osmanlıca yazıyı bilmemesini cahilliğine yoracaklar ve onu boş gezenin boş kalfası zannedeceklerdi. Onun bir Boşnak beyi olduğunu, beylerin iş tutmayıp arazilerinden gelen iratla geçindiklerini ve tarlalarını süren yüzlerce köylüyü de ayrıca geçindirdiklerini, Boşnak beylerinin sadece aralarında kullandıkları alfabeyle okuyup yazdıklarını, bu yazıyla Balkanların en güzel şiirlerini ve en mükemmel tarihini okuduklarını, cahil olmadıklarını hiç bilemeyeceklerdi. Zaman için- de en azından iyi bir insan olduğunu öğreneceklerdi belki, ama bu yeterli miydi? Saraybosna’daki evini boşaltırken, memleketinde gördüğü saygıyı, yeni vatanında göremeyeceğini tahmin ediyor ama önemsemiyordu. Çünkü o ailesiyle İstanbul’a doğru yola çıkarken, hala Balkanların efendisiydi Osmanlılar.

Benzer İçerikler

Piç – Hakan Günday Online Kitap Oku

yakutlu

Yusuf’un Limanları | Can Orhun

yakutlu

https://www.birazoku.com/son-masal

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy