BANA TROL SAYINI SÖYLE
SANA NE OLACAĞINI SÖYLEYEYİM!
Ezgi’nin annesi belediye başkanlığı seçimi için aday olur. Onu bu yola iten ise reklamcı Ethem amcadır. Seçim kampanyasını o üstlenir. Ezgi ve arkadaşları da internette, sosyal medyada trollük yaparak karşı tarafı zayıf düşürmeye çalışacaktır. Tabii seçim kampanyasına dâhil olan çocukların karşısında elleri armut toplamayan rakipleri vardır. Böylece trollük iki tarafın da silahı hâline gelir. Bu mücadele, okuru bir yandan güldürürken bir yandan da reklamların hayatın her alanında algıyı nasıl değiştirebileceğini gözler önüne sermektedir.
1.Bölüm
ÜNSÜZ YOUTUBER,
ÜNLÜ BİR YAZAR MI OLUYOR?
Merhaba arkadaşlar, özlediniz mi beni? Ben de özledim kendimi, işte bu yüzden ikinci ajanda önümde şimdi. Aradan aylar geçtiği için ajanda olayını unuttunuz tabii. Ben de sizden farklı değilim, bırakın aylar öncesini dün okuduğum kitabın adını bile hatırlayamam şimdi. Yani toplumca alzheimer hastalığına yakalanmış gibiyiz. Bu hastalık hakkında daha fazlasını öğrenmek isterseniz bana değil, Doktor Google’a sormalısınız. Tabii “alzheimer”ı doğru yazabilirseniz. Ben buraya yazarken beş kere kontrol ettim, yine de doğru yazdığımdan emin değilim. Böyle iki ünlü harf yan yana geldi mi zaten sinir olurum, aslında bütün ünlülere gıcığım, harfler dâhil. Kendim “ünsüz” olduğumdan herhalde. “Yaşasın ünsüz kardeşliği!” diye çığlık atasım var ama duymazsınız diye susmayı tercih ediyorum. Ayrıca annem yan odada, siz duymasanız da o duyar. Yaz tatilini psikolojik danışma merkezinde geçirmeyi kim ister?
Ne diyordum? Daldan dala atlayınca konuyu unuttum, ergenlikten herhalde. Bu ergenlik lafı çok işe yarar, siz de kullanın. Örneğin odanıza kapanın, saatlerce çıkmayın; neyin var, ergenlikten… Son sınav berbat mı geçti, ergenlikten… İki büyük pizza mı yediniz, ergenlikten… Annenlerle misafirliğe gitmeyi kabul mü etmediniz, ergenlikten. Aklınıza esen ne varsa buna bağlayabilir, her türlü zorluğu aşabilirsiniz.
İkinci ajanda, evet, size bunu hatırlatacaktım. Hani annem benim youtuber olmama karşıydı ve önüme üç ajanda koyup, “Kanalında ne söyleyeceksen burada söyle.” demişti ya, işte o defterlerin ikincisini yazıyorum şimdi. Biliyorsunuz birinciyi bitirdim, annem de söz verdiği gibi onu kitaplaştırdı. Bu kitaplaştırma işi öyle hemen kolayca olmadı. Annem beş büyük yayınevi belirledi, beşine de gönderdi. Üçünden hiç cevap gelmedi, dördüncüsü, “Yayın programımız dolu.” dedi, beşincisi, “On sekiz yaşından küçüklerin yazdıklarıyla ilgilenmiyoruz.” dive mail gönderdi. Annemin boyun damarları her olumsuz yanıtta kabardıkça kabardı. Yayınevlerinin kabul etmeyişine kendince bir gerekçe bulmaya çalıştı ve sonunda buldu da.
“Bunlar ya dosyayı okumuyor ya da edebiyattan hiç anlamıyorlar kızım.”
Görüyor musunuz nasıl güveniyor yazdıklarıma. İşte yine kirpiklerim nemlendi, galiba ağlayacağım… Şaka şaka, kesinlikle sulu gözlü biri değilim.
“Sen de altıncı yayınevine gönder anne.”
Gözleri ışıldadı. “Haklısın, pes etmek yok, bu işler böyle, yılmadan kapı çalmaya devam etmeliyiz.”
Annem böyle dese de fazla kapı çalmadı. Çünkü ertesi gün bizim kapı çalındı, gelen Ethem amcaydı. Hani şu reklam şirketi olan Ethem amca. Muhasebe için bazı kâğıtları imzalatması gerekiyormuş, hiç anlamıyorum bu işlerden. Neyse ki bu işin sorumlusu annem.
O günü hiç unutmuyorum. Çünkü mutfakta tavana yükselen yalnızca kahve kokusu değildi, annemin cümleleri de bu kokuya eşlik etti.
“Tanıdığın bir yayınevi var mı?”
“Hepsi.” dedi Ethem amca, sonra alaycı bir kahkaha savurdu. “Hayırdır, roman falan mı yazdın?”
Kahkahası cümleden sonra da devam etti. Göbeği, omuzları, dizleri, hepsi birden gülüyordu. Masadaki tepsiyi kaldırıp kafasına vurabilirdim ama az önce dediğim gibi, ben duygusal biri değilim, öfkemi kontrol edebilirim.
“Ben değil Ezgi yazdı.”
Ethem amca umursamazca bir el işareti yaptı.
“Çoluk çocukla ilgilenmez onlar, sen yazdıysan belki bir şansı olurdu. Hele de şöyle güzel bir aşk hikâyesi varsa içinde…”
“Ama çok akıcı yazmış, öyle çoluk çocuk işine benzemiyor, istersen oku, sonra yine konuşuruz.”
Sıkıntıyla pofladı Ethem amca. “Aman Latife, sen de kızını, oğlunu yere göğe sığdıramayan ebeveynler gibi mi oldun? Çocuğunun yazdığı her yazıyı şahane zannederler; çocuk yamuk bir kafa resmi çizse, geleceğin Picasso’su diye övünürler… Belki de, Ezgi’yi Nobel’e aday gösterelim diyeceksin ha!” dedi ve Çıngıraklı bir kahkaha daha patlattı.
Bunları duydu bu kulaklar işte! İnsan bari ben mutfaktayken böyle konuşmaz, değil mi? Ama yok, güya reklamcı olacak, reklamcı dediğin halkı, insanları avlama ustası değil midir, oysa bu adam durmadan çam deviriyor. Sonunda isyan ettim.
“Bari yanımda böyle konuşma Ethem amca!”
Bile isteye “amca” dedim ki yaşını başını bilsin. Hani hatırlarsanız kendisine amca değil abi dememi isterdi. Yaşlı hissetmek istemiyormuş. Genç gibi konuş ki ben de abi diyeyim, değil mi? Ama o yaşlı bir amca gibi konuşmaya devam etti.
“Hayatın gerçekleri bunlar Ezgi, yazmak için önce biraz yaşamış olmak gerek; sen daha on dört yaşındasın, nerede hayat tecrübesi, nerede dil zenginliği, bla bla bla…”
İşte böyle sıralamaya devam ediyordu ki sözünü kestim, bu laflara karnım toktu, okulumuza davet edilen yazarlardan da böyle şeyler duymuştum zaten.
“Ya tamam, bir Dostoyevski olmadığımı biliyorum ama okuduğum pek çok kitaptan daha iyisini yazdım ben.” dedim ve mutfaktan çıkıp gittim. Çünkü bir dakika daha orada kalsam masadaki tepsiyi kendi işlevi dışında kullanabilirdim, evet, sanırım o saniyede epeyce duygusaldım.
Odama çekildim ve Arel’in tüylerini okşayıp yazar olma hayallerimin nasıl da toz duman olduğunu anlattım. Arel beni ciddi bir yüz ifadesiyle dinledi. Yaşasın kediler, kahrolsun gençlerin yazdığını ciddiye almayan Ethem amcalar!
Bir süre sonra koridordan gelen uğurlama cümlelerinden ukala misafirimizin gittiğini anlayıp odamdan çıktım. Yaşadığım stres yüzünden karnım da acıkmıştı. Ben buzdolabının kapağını açıp ne yesem diye rafları süzerken annem sevinçle mutfağa daldı.
“Dosyayı verdim, okuyacak!”
Bu beni hiç heyecanlandırmadı. “Arabasına binmeden çöpe atar.” dedim ve öyle yapıp yapmayacağını görebilmek için buzdolabının kapısını kapatıp pencereye koştum.
Binadan yeni çıkmıştı, arabasına doğru yürüdü, anahtarını çıkarıp bip bip kapı kilidini açtı ve bindi gitti. Çöpe atmamıştı tamam ama zaten bizim kapının önündeki çöpe niye atsın ki? Görebileceğimizi düşünecek kadar kafası çalışıyordu herhalde. Belki de yolda camı açıp fırlatacak. Sonra o dosyayı biri bulacak, kendi kitabı diye bastıracak! Benim kafaya bakın, böyle pis işlerde çok fena çalışıyor. Senaryo yazarı mı olsam acaba?
Ertesi gün anneme baskı yapmaya başladım. “Sorsana, okumuş mu?”
“Kızım dün bir bugün iki, ayıp, sorulur mu hemen? Zaten uygun bir yayınevi bulur bulmaz bize haber verecek.” Baktım annem aramıyor, üçüncü gün ben aradım Ethem amcayi.
“Dosyam ne oldu?”
“Ne dosyası?” dedi ve benim kafamda bir volkan patlaması!
“Yazdığım roman!” dedim. “Hani bize geldiğinde almıştın ya.”
Gülmeye başladı; yine kesin omuzlarıyla, göbeğiyle, dizleriyle gülüyor olmalıydı.
“Bu ne sabırsızlık yahu! Ama bak, sana iyi bir haberim var. Senin dosyan arabada arka koltukta kalmış. Benim oğlan arabaya binince merak edip okumaya başlamış, şimdi elinden bırakmıyor. Almak istedim, yayınevine vereceğim, dedim. Çok güzelmiş, bitirmeden vermem, diyor kerata.”
…