Upirlerin Fısıltısı | Çağan Dikenelli


Öylesine bir parlaklık beklemeyen gözleri kamaşmış, çevresinde ışıktan yıldızlar dans etmeye başlamıştı… ve evet, imkânsız gibi görünse de, bir su evreninin tam altından bakıyordu Boğaz’a. Yekpare camla kaplı tavandan koskoca bir kadırganın suları yararak Sarayburnu’na doğru ilerlediği görülüyordu.

Tekneden düştüğü o gün yaratıkların kendisini görebildiği düşüncesiyle tüyleri diken diken oldu. Hızla bir dolabın altına koşturdu ve küçük tombul bedenini gizlemek üzere o dar yere sıkıştıktan sonra çevreyi bir daha kolaçan etti. … “Bu gece!” diye bağırmıştı yaratık Saaf ûl Sahr dilinde. “Sultan bu gece ölecek, o kadar! Beklemeye tahammülümüz yok!” Çağan Dikenelli bu kez yepyeni bir fantastik polisiyeyle okurlarının karşısına çıkıyor…

Karga Selim’in Selamı 

Sıradan sabahlardan biriydi. Şeker Efendi ve Sahab her daim olduğu gibi, babadan kalma on beş odalı, her yeri çıkmalı tahta konağın, çevreden büyük duvarlarla gizlenmiş avlusunda talime duruyorlardı. Her yan ağırlıklar, yaylar, engeller, tırmanış platformu, hedef tahtası gibi aletlerle kaplanmış, çeşitli tüfenkler ve kurmalı yaylar etrafa saçılmıştı. Sahab, koca göbeğini küçültmek için Şeker Efendi’nin zorla yaptırdığı egzersizleri oflaya puflaya bitirmiş, bir an evvel içeriye kaçıp nargile tüttürmek için yanıp tutuşurken, bu arzusunu bol bol söylenerek kabul ettirmeyi amaçlıyor, odalık giysileri ve sivri külahlarıyla kendisini seyrederek alkış tutan ikiz kâhyalar Cezir ile Nezir’i kıkır kıkır güldürmeyi başarıyordu.

Şeker Efendi ise Teşkilatı Hafiye’nin ilimâdemi Hüdaî Aziz tarafından kendilerine takdim edilen yeni bir icadı tecrübe etmek için kolları sıvamıştı bile. Tahtezzemin’in her hafiyesi gibi camadanlarının iki yanındaki özel yuvalarda taşıdığı otomatik piştovlardan birini eline aldı ve teneke kaplamalı yeşil başlı, topu topu iki parmak kalınlığında bir tüpü içine yerleştirirken kaşlarını çatarak konuştu. “Söylenmeyi kesmezsen, korkarım bunu senin üstünde deneyeceğim Sahab.” “Aman efendim” derken abartılı biçimde yerinde sıçrayıp ikizlere kısacık, her yanından kurnazlık akan bir bakış gönderdi Sahab. “Ben etine buduna, yavaş mı yavaş bir biçareyim. Dikkat buyurursanız, bu iş için Nezir ile Cezir’den daha uygunu olmadığını göreceksiniz. Rica da edeyim, tavuklar gibi kaçışsınlar, daha zevkli olur sizin için.”

Bunu der demez arkasını dönerek baktı. Kâhyaların yerinde yeller estiğini görüp koca dudaklarını büzüştürürken şöyle büyükçe yutkunarak Şeker Efendi’nin buz gibi bir gülüş oturttuğu inatçı yüzüne çevirdi gözlerini. “Ehem…” İşler sarpa sarıyor gibi gözüküyordu. “Korkma yahu” dedi Şeker Efendi, birden ciddileşerek. “Emektar Yababa Hüseyin varken sende deneyecek değilim icadı. Git, düzelt bakayım şu köftehoru da görelim Hüdaî Usta neler becermiş.” İkiletmeden, “Aman efendim, ne demek, hemen” diye koşturarak, kendilerinin bir numaralı düşmanı, bu hainler haini eski yeniçerinin bir sırığa geçirilmiş kuklasını alıp ayağa kaldırarak toprağa sabitledi Sahab. Kim bilir hangi karışımla, gerçeğine pek yakın dökülmüş ve o güne dek nice zorba denemeyi azıcık sıyrıkla atlatmayı başarabilmiş talim korkuluğu, tepeden kötülük dolu bir bakışla çevreye bakındı. Sanki o an bir küfür savuracakmış gibi duruyordu.

Sahab, biraz geri çekilerek eli çenesinde, “Yanılıyor muyum yoksa Yababa, bir tek bana mı bu pozunda kuburda ıkınıyormuş gibi geliyor?” dedi. Hemen ardından da sırıtarak başını çevirdi ve Şeker Efendi’nin üstüne doğrulttuğu çok düğmeli kalın piştovu görünce sorusuna cevap beklemeyi bırakıp hafif yana çekildi. Ancak silah da onunla birlikte dönünce kara suratı hemen buruşuverip patlak gözleri dışarı uğradı. “Aman efendim, naçizane gözlerinizde şaşılık mı başladı yoksa? Piştov bana bakıyor.” “Öyle” dedi Şeker Efendi gevrek bir gülüşle, patatese benzeyen koca burnunun üstünden gez göz arpacık kertiğine doğru gözlerini iyice kısmış olarak. “Bugün çok kaytardın egzersizde, seni biraz daha çalıştırmak hiç de fena olmayacak.” “Eyvah ki ne eyvah!” diye durduğu yerde gözlerini kapatarak mırıldandı Sahab. “Sevgili Cadıninem, sen beni ne yaptığını bilmez insanların gazabından koru.”

Bunu söyler söylemez de pişman oldu. Hakikaten de gelir miydi acaba? Korku tüylerini diken diken etti. Bahsettiği Cadıninesi Habeşistan’da küçük bir çocukken, çırak olarak yanına verildiği büyücü kadındı. Hakikaten Ninesi olduğu söylense de Sahab, ondan buna dair hiçbir emare görememiş, büyücülük yolunda çektiği acılardan sonra Osmanlı donanması tarafından yakalanıp forsalığa atıldığındaysa hayatının en büyük mutluluğunu yaşamıştı. Ansızın piştovun ucundan sanki bir örümcek fırlayıp ağını kusuverdi. Son anda Şeker Efendi’nin eli bir milim sağa çekmiş, kapkara ağ büyük bir hızla gidip Yababa Hüseyin’in kuklasını topraktan sökerek almış ve duvara mıhlamıştı. İşittiği sesin heyecanından mabadının üstüne oturmuş, yeşil börkü uçup gitmiş Sahab, kel kafasını okşayarak ayağa kalktı.

Söylenirken şişko kara bir tavuk gibi görünüyordu. “Ne diyorsun?” diye sordu Şeker Efendi, neredeyse yüz yirmi santim gelen göğüs çevresini biraz daha şişirerek. “Pek muteber bir icad, değil mi?” “Hımm, ne desem bilmem ki efendim, avrat yakalamak için pek âlâ bir aparat gibi geldi bana.” “Kadın kısmısını yakalamak için keşfolunmuş bir şey yoktur, olamaz” dedi Şeker Efendi göbeğini hoplatarak bir gülüş patlattıktan sonra. “Onlar, canları arzu etti miydi bizi yakalar. Tek yapacağın, beklemek.” “O da doğru da benim ne beklemeye, ne bulmaya niyetim var efendim” dedi Sahab hemen ellerini kaldırarak. “Allah korusun!” “Şu Cadınineni hakikaten görmek isterdim” dedi Şeker Efendi, Sahab’a imalı bir bakış fırlatarak. “Eh, bundan pek de memnun kalacağınızı sanmıyorum efendim.”

Şeker Efendi gözlerini kısıp gevrek bir gülüşle yardımcısına baktı. “Ne nankör, ciğeri bozuk herifçioğlusun be yahu! Sana neler neler öğretmiş kadıncağız, bir de arkasından laf ediyosun…” “Haşa” derken ayası ak ellerini telaşla yukarı kaldırdı Sahab. “Sevgili Cadıninem hakkında tek bir kötü lakırtı alamaz kimse ağzımdan.” Birden bahçenin kapısı gıcırtılarla açılınca ikisinin de kafası o tarafa döndü. “Heeeeyt ulen!” diye bağırarak içeri girip onlara baktı Kadırgalı Bekir. Meşhur Otuz Birinci Orta’dan yetişmiş, usta bir arkebüzcü olarak ünlenmiş ve savaşlarda en zor görevlere atılıp sayısız badire atlatmış bu bıçkın adam, elli yaşını çoktan devirmiş olsa da hâlâ çelik gibi bir görünüşe sahipti.

Seneler evvel Abdülrezzak Paşa tarafından himaye edilip kollanmış, askerlik sonrası meyhanelerde, hamamlarda, liman zorbalığında geçen derbeder hayatın getireceği, kazığa oturtulmak ve daha nice işkenceyle dolu nahoş bir sondan kurtulmuştu. O günden bu yana hayatını Şekercizade ailesine vakfetmiş, Paşa Baba vefat ettikten sonra da oğlu Şeker Efendi’yi bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Cezayir işi kırmızı baratasını geriye atıp pala bıyıklarını sallayarak, “Vay efendim vay, talim terbiye vakti ha! Bize de…” derken yüzü birden buruşuverdi. Üstüne uçup gelen şeyin ne olduğunu anlayamamıştı ve gözleri sadece bir saliseliğine Sahab’ın elinde tuttuğu piştova kayınca bu işte bir çapanoğlu olduğunu hemen çakozladı. Fakat ne kaçacak ne de küfredecek vakit bulabildi. Ağ ona büyük bir güçle çarpıp güçlü bacaklarını yerden kesmiş, bir anda vücudunu ters çevirerek toprağa mıhlayıvermişti. Şeker Efendi şaşkınlıkla evvela Sahab’ın elindeki piştova, sonra koca bir orfoz gibi ağa takılmış Kadırgalı’ya baktı ve hemen oraya seğirtti.

Sahab, “Hay Allah. Elim yanlışlıkla tetiğe değdi be Kadırgalı” diye yapmacık bir biçimde bağırırken, temkinli adımlarla ilerledi yıldızlarının pek barışmadığı yaşlı arkebüzcüye doğru. “Destur demeden girdin, herhal ondan.” Kadırgalı hem suratını kare kare bölmüş ağdan kurtarmaya çalışıyor hem de, “Ulen, ben de seni hacamat etmez miyim!” diye yaygarayı basıyordu. Garip bir biçimde, neredeyse insanüstü bir güçle, yere geçmiş kancaları söküp doğrulmayı da başardı o an. “Etini lime lime doğrayıp köpeklere yedirmez miyim!” Esasında Sahab’ı pek sever, her türlü şakasını sineye çekerdi fakat heyheyleri geldi mi de ne yapacağı pek belli olmazdı. “Yahu ben ne ettim, yanlışlıkla oldu diyorum” derken elindeki piştov bir kez daha patladı Sahab’ın. “Ay!” Kadırgalı bir anda ağlarla toprağa çivilenip kendinden geçiverdi. “Ne ettin ulen, cibilliyetsiz hergele” diyerek yardımcısının elinden piştovu söküp aldı Şeker Efendi.

“Ne vakit buldun da tüpleri…” Ayağıyla Kadırgalı’nın ağır iskeletini dürtüp bayıldığından emin olur olmaz, “Efendim, bu icadı canlı kanlı bir âdemoğlunda denemenin daha hayırlı olacağını düşündüm. Hata mı eyledim?” dedi Sahab. “Ya yarın öbür gün, gaflet içindeki bir düşman Kadırgalı gibi doğrulup kalksaydı yerden…” “Bence de iyi halt eyledin deli herif!” dedi Şeker Efendi. “Şimdi ben mi yatıştıracağım bu divaneyi, dayağı ye de gör gününü.” Bir an düşünüp pişkince, “Efendim çok yerinde buyurdunuz, teşkilatla görüşsek de, bugün izin kullanmam mümkün mü bir sorsak” derken birden kafasında kocaman bir taş patladı Sahab’ın ve yüzü gözü acıdan birbirine girip kalın boynu omuzlarının arasına kaçıverdi. “Şişko Sahab’a mesaj vaaaraak!” şeklinde çatallı, rahatsız edici bir ses kulaklara ulaştı o sırada.

Şeker Efendi, sevgili yardımcısına kimin seslendiğini çoktan anlamış ve kafasını yukarıya kaldırarak Kara Selim ismindeki, tek lüksü kırmızı hafiye boyunluğu olan o yoluk kargayı görmüştü. Tahtezzemin Hafiye Teşkilatı’nda çember dimağ makinesinin kuluçkasında büyütülen akıllı hayvanlardan biriydi Kara Selim. Görevi, hizmetine verildiği hafiyeye haberleşme ve izleme hususunda yardımcı olmaktı. Her fırsatta Sahab’la uğraşmayı da kendisi uydurmuş olmalıydı… Şeker Efendi ellerini birbirine şaklatarak kahkahayı patlattı.

“Ne gün be yahu!”
“Graaaak!”
Sahab yeşil serpuşunu kafasından alıp yere çarparken bağırdı.
“Allah Teâlâ seni keçi bokuna çevirir inşallah, ciğersiz kuş!”
Sonunda üstündeki ağla kıçının üstünde doğrulmayı
başarmış Kadırgalı’nın kalın sesi de işte bu anda böldü havayı.
“Ha ha ha, Allah’ın sopası Kara Selim’miş meğersem.
Hay çok yaşayasın ulen, kargaların şahbazı, civanı, bir
tanesi…”
Kara Selim bu arada Şeker Efendi’nin omzuna konmuş,
maruzatını dile getirmekteydi.
“Acem Bin Mehmed’den sana mesaj vaaark Şeker Efendi, gaaaa!”
“De öyleyse bakalım” dedi Şeker Efendi göbeğini içeri çekip göğsünü iyice şişirerek.

Demem, gaak!” diye cevapladı onu Kara Selim. Dolu dolu, düşmanlarına korku, dostlarına sevinç veren o içten kahkahasını savurarak, “Al ulen avantacı” diye bağırıp cebinden çıkardığı koca bir ceviz parçasını karganın ağzına tutuşturdu Şeker Efendi.

Benzer İçerikler

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ-VICTOR HUGO

yakutlu

Ya Hep Ya Hiç – Elizabeht Elliott Online Kitap Oku

yakutlu

Şeytan Geçti | Aslı Tohumcu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy