Vejetaryenliğin Yararları-SÂDIK HİDÂYET

BİRİNCİ BÖLÜM

Mide Fedaileri

Konuya girmeden önce otoburluk alışkanlığından kaynaklanan zulüm ve yırtıcılığı göz önüne getirelim. Et yeme gereksinimi ya da lezzetinin her gün binlerce evcil hayvanın öldürülmesine neden olduğunu biliyor musunuz acaba? Avlaklarda, balıkçılarda, tavukçularda vs yerlerde her gün kurban edilmeye mahkûm biçare ve sayısız hayvan ordusunu sayacak olursak, bu hassas varlıkların sayısı dört yüz milyonu aşar. Bunlar her yıl insanoğlunun fasitleşmiş tat alma duygusu ve mide düşkünlüğü uğruna öldürülmektedirler. Yapılan hesaba göre, bu uğursuz katliamdan oluşan kan selinde rahatça gemi yüzdürülebilir. Ama bunların kurban edilişleri o kadar da kolay gerçekleşmiyor. Öldürmeden önce hayvana vahşice davranıyorlar. Hayvan sürüleri uzak şehirlerden on beş veya otuz gün boyunca sopa veya kamçı darbeleri altında naklediliyor. Hayvanlar yorgunluktan yığılacak olsalar, üvendirelerle kaldırılıyorlar. Kimi zaman birkaç gün yemeden içmeden yakıcı güneş altında ya da pis ve kokmuş ağıllarda bırakılıyorlar. Bunlardan bazıları ölüyor. Ya da biri doğuracak olsa, sürüden geri kalmasın diye yavrusunu annesinin gözü önünde kesiyorlar. Hayvancıklar daha yol yorgunluğunu atmadan kamçıyla mezbahaya gönderiliyorlar. Bu pis ve hüzün verici binaya girer girmez yürek sıkıştıran kan kokusu, nemli zemin, her yandan akan taze kan, hayvanların canhıraş feryatları, kendi kanma bulanmış ve seğiren cesetler, iki tarafına leş asılmış yarı canlı cılız atlar, leşleri satın almak için koşuşturan kasaplar, öte yandan koyunların iniltisi, uğultular, insanların küfürleri, bağırıp çağırmaları. Zavallı hayvanlar bu çirkin manzaradan, kokuşmuş et kokusundan ve kardeşlerinin kanından kendi başlarına gelecek korkunç macerayı tahmin ediyorlar.

Onları ağırlayanlar, yırtıcı ve tamahkâr çehreleriyle yaklaşıyorlar. Her birinin elinde kanlı bir bıçak ve satır. Önlükleri kararmaya yüz tutmuş ve pıhtılaşmış kanla parlıyor.

Sonra hayvanları zorla birbirinden ayırarak, sürükleye sürükleye bir köşeye götürüyorlar; ayaklarını bağlayıp büküyorlar. Hayvan ayağa kalkmaya yeltense tekmeyle, zorla yere yıkıyorlar. Bu canavarların elinden canını kurtarmak için delicesine çırpınıyor hayvan. Ama kasap onun başını büktüğü gibi parçalıyor boğazını bıçakla. İşte o zaman kan fışkırmaya başlıyor. Ciğerlerinden her hava çıkışında boğuk bir ses geliyor ve etrafa kan saçılıyor. Daha sonra bir süre çırpınarak kan revan içinde kalıyor. Henüz canı çıkmamışken başını vücudundan ayırıyorlar. Hayvanın birkaç dakika önce hayat dolu o parlak ve siyah gözlerine ölümün perdesi iniyor. Dili kanlı köpüklerle ağzından sarkıyor. Sonra karnını yarıp mide ve bağırsaklarını çıkarıyorlar. Dışkı kokusu, havaya yükselen buhar ve üstünde sinek ve sivrisineklerin uçuştuğu kokuşmuş galiz kan çirkin ve korkunç bir görünüm alıyor.

Kasaplar hayvanın bağırsak ve kanına ellerini daldırdıktan sonra derisini ayırıyorlar. Sonra hayvanların titrek cesetlerini, kesik başları, morarmış şakakları, parçalanmış karınları, öldürülmeden önce vurulan sopa ve kamçı izlerinin belli olduğu kırmızı ciğerleriyle arabada bir kancaya asarak ya da at sırtında kasap dükkânlarına gönderiyorlar. Onlar da bu leşleri paramparça ediyorlar. Elleri, önlükleri yeniden kan içinde kalıyor. Öldürülen hayvanın bu parçaları da satışa çıkıyor.

İnsanlar midelerini bu murdar etle dolduruyor. Her evden yemek sırasında, bin bir şekilde süslenen, kızartılıp pişirilmiş adalenin mide bulandıran kokusu yükseliyor. Çocuğu, kadını, erkeği bu parçaları yiyor. Bunlar terbiye, ahlak zarafeti, namus, iffet ve şefkatten dem vuran insanlar! Yargıç, imam, öğretmen, şair, edip, ressam, yazar ve hayatta para ve boğaz düşkünlüğünden daha yüce emellerin olduğunu sanan herkesin midesi, düşünmek istedikleri vakit, bu canlıların leş ve pıhtılaşmış kanlarıyla dolu!

Bu hal, hayvanlara işkence etmek bir yana, hiç gerek yokken insanın acıma duygularını ve doğadaki varlıklarla birleşmesini kendi içinde zorla bastırması nedeniyle çok korkunçtur.

Bunlar, insanların sütünü sağdığı, yünlerini giydiği, çocukların oyun arkadaşı olan zararsız ve evcil hayvanlardır. Bu da yetmiyormuş gibi kanlarını içmek isterler. Şefkat! Ne saçma ve boş bir kelime! Birazcık hassas kalpleri olsa, kamu ve özel sektördeki mezbahalarda kesilen tüm hayvanların acizlik ve yakarış dolu bakışlarını, acılı inleyişlerini ve uğradıkları işkenceyi düşünseler, canlıların etini yemekten nefret edeceklerdir.

Piyer Lörmit[*] (La Croix, 1926) bir makalesinde şöyle yazar: “Bir tren katarının mezbaha önünde durduğunu gördüm. Zavallı hayvanlar korku içinde dışarı çıkıp taş döşemelerin üstünde yürümeye başladılar. Bellerine bir deste bıçak bağlanmış kanlı önlükleriyle adamlar gelip gidiyordu. Her yerden kan akıyordu. Korkudan çılgına dönmüş koyun ve kuzuları kesiyorlardı orada… Bir inek ve buzağısı katillere teslim olmuş ve bedbaht başlarını birbirlerine dayamışlardı. Öfkeli sahibin değnek darbeleri onları sersemleştirse de…

“Bu binanın her tarafından merhamet görmeye mahrum, toplu kıyım yapılma amacı dışında yaşama hakkı verilmeyen hayvanların canhıraş iniltileri duyulmaktaydı.”

Yüreğimizden gelen doğal, yapmacıksız duyguları zorla bastırmadığımız sürece insanın içinde diğer canlıları öldürme ve canını yakmaktan nefret etme duygusunun var olacağı açıktır. Ve yine hiç kuşku yok ki, insanlar yedikleri hayvanları bizzat kesmek zorunda kalsalardı, çoğu et yemekten vazgeçerdi. Bu doğal başkaldırı, kanlı yiyeceklerden nefret vejetaryenlerde birkaç ay sonra daha da artar. Doğal duygularımızı küçümseyip bunu yufka yürekli olduğumuz şeklinde yorumlamamalıyız. İnsanın öldürmekten nefret etme duygusu kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü öldürmek için yaratılmış değildir. Hayvanlar bunu algılayamazlar. Yaşamaya saygıyı ve insanın yaratılışında mevcut olan işkence ve mücadele özelliğini göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü bunlardan daha şerefli bir şeyimiz yok.

Hayvanları üzmek ve öldürmek, insanlık şeref ve makamına edilmiş küfürdür. Hayvanların varoluşları, dünyaya gelişleri, oyun ve sevinçleri, acı çekmeleri, ana şefkatleri, ölüm korkulan, vücutlarında uyanan istekler, ölüm ve yazgıları, tümü insanınkine benzer. Onların ruhlarının daha

aşağıda olduğu söylenir. Olsun; ama yine bizim gibi acıyı ve mutluluğu hissederler. Onların aşağıda olması bize ağabey sorumluluğunu getirir; onlara zulüm ve gardiyanlık etme hakkını vermez. İnsanların yediği et, kendilerini savunamayan günahsız ve zararsız varlıkların çektiği acı ve işkencedir. Dökülmüş kanları intikam çığlığı atar; insana ve üstünde yaşadığımız gezegene lanet okur.

Öyle kimseler vardır ki bir hayvanı incitemezler, ama dolaylı olarak başkalarını bu zarif işe zorlarlar. Et yiyen herkes hayvanı bizzat öldürsün ya da bu kişiler gidip ömürlerinin bir saatini o güzel manzarayla geçirsin bakalım. O leziz yiyeceklerin kendileri için nasıl hazırlandığını görsünler! Allahtan, işledikleri toplu kıyım cinayetleri gözden uzak olsun diye mezbahaları şehir dışına kuruyorlar. Mezbaha iki ayaklı hayvanın icadıdır. Hiçbir yırtıcı ve kan dökücü canlı, yemini bu denli rezilce yemez! İnsan, kurtların ve yeryüzündeki kan dökücü canlıların yüzünü ağartmıştır!

Mezbahalarda çalışan insanların karanlık beyinlerinde tek bir düşünce yerleşip kalmıştır: Para ve çıkar. Onlar için öldürmek, kâğıt yırtmak gibi bir şeydir ve ahlaksal duygudan tümüyle yoksundurlar. Dahası var: Amerika’da bir kasabın bir cinayet hakkındaki tanıklığı asla kabul edilmez; onun mesleği hakir görülür. Ama onun hakirliği, et yiyen herkesin taksiridir. Mesela deri satmak için hamile koyunun başını kesip yavrusunu canlı canlı karnından çıkarırlar ya da hamile hayvanın karnına tekme atarlar. Böylece hayvan yavrusunu düşürür. O zaman yavrunun başını anasının gözleri önünde keserler. Hayvanın derisini yüzdükten sonra, bedeni et yerine köpük ile kaplı ve kaygan maddeden oluşan cenini satmak için şehirde dolaştırırlar. Hayvanın morarmış cesedinden durmadan kan damlar. Bu da İran’a özgü ne güzel bir gösteri ama!

İnsanoğlunun zalimce yaşamı neden başkalarının o kadar acı çekmesine neden olsun? Başka canlıların mutluluk ve sevincini yok etmekten ne çıkarı olabilir? Acaba onun uygarlığı günahsızların kanıyla bulanmaya mı bağlı? Ne ekerlerse onu biçecekler. İnsan kan döküyor, zulüm tohumu ekiyor. O halde sonuçta savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak; mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece.

Bu yanılgı tek bir şeyden kaynaklanıyor: İnsan yaşamak için öldürmek zorunda olduğunu, etin kuvvet verici bir besin olduğunu ve yemezse öleceğini sanmış bir kere. Gerçekten de insan yaşamı için et yemek kaçınılmaz bir gereksinim mi? İnsanoğlu her gün işlediği birkaç milyon cinayeti bu gerekçeyle affettirecek aklı sıra!

İnsanın yaşamı et tüketimine mi bağlı? Gerekli ve yararlı olmadığı halde hayvansal besinler insanın kuvvetini mi arttırıyor? Ya da zararlı mı? Sağlık ve yaşamın karşısında mı? Değerlendirmek gerek.

Bu, dermansız bir dert, tarif edilmez bir cinayet ve en utanç verici rezalet olacaktır. Biz burada, biyoloji, anatomi, fizyoloji ve kimya ile doktorların düşüncelerine ve deneyimlerine dayanarak, etin insan bedeni için gerekli olmadığı gibi, her bakımdan insan toplumuna ağır zararlar verdiğini ve beden için ancak öldürücü bir şey olduğunu kanıtlamaya çalışacağız.

Brüksel, 18 Eylül 1926

İKİNCİ BÖLÜM

İnsanın Doğal Besini

İnsanın vejetaryen olmasını güçlendiren kanıtlar sanıldığından daha açık ve hissedilir şekildedir. Her şeyden önce doğaya bir göz atacak olursak, bu mahir kimyagerin yeryüzündeki her varlığın yiyeceğini kılı kırk yaran bir bilimsellik içinde onun bünyesine uygun olarak hazırlayıp sunduğunu görürüz. Öyle ki bunlar, onun sırları karşısında saygı ve temkinle başımızı eğmek zorunda bırakır bizi. Mesela bir bitki bataklık için, diğeri çöl için yaratılırken, bir hayvanın ağzı otlamak, diğerinin dişleri parçalamak için yaratılmıştır. Yani her biri bünyesine ve bedensel gereksinimlerine yaraşır şekilde ve binlerce yüzyıl sürecinde bir yiyeceği kabul etmiştir. Bir kamış bataklıktan alınıp çöle dikilirse derhal kurur; meyve yiyen bir maymuna et yedirilirse çok geçmeden hayvanın kılları dökülür ve hastalanır. Aynı şekilde her yiyecek değişikliği daima düzen bozukluğu, rahatsızlık ve ölüm getirir. Çünkü doğanın değişmez yasalarına aykırıdır.

İnsan, yapısı itibarıyla yasalar dışında kalan ve diğer canlıların yaşamlarını düzenleyen bir varlık değildir. O da tabiattan doğmuş ve hayvanların evrimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yakından bağlıdır onlara. Her bakımdan diğer canlılarla karşılaştırılacak olursa, insanın ne yırtıcı, ne de otlayıcı hayvanlara benzediğini görürüz. İnsanın bedeni et yiyecek şekilde yaratılmış olsaydı, yırtıcı hayvanlar gibi vahşi hayvanların peşinden koşup, canlı avı pençe ve dişleriyle parçalayarak ham eti, damarı, siniri, derisi ve kemiği ile birlikte yiyebilmesi gerekirdi. Oysa o kendini, yetiştirilip öldürülen, hazırlanıp pişirilen hayvan kaslarını yemeye ikna etmiştir. Bunların tümü doğaya aykırıdır.

İnsan, yapay yiyeceğin bedeninin bir parçası olması amacıyla bir hazım cihazı geliştirmeyi de unutmuştur. Çünkü insanın bünyesi tümüyle meyve yiyen maymunların bünyesine benzer. Sindirim sistemi, dişler, mide, bağırsak ve tüm iç yapısı tıpkı büyük maymunlarınki gibidir. Hatta maymunun köpekdişleri insanınkinden daha uzundur. Bununla birlikte onların yiyecekleri sadece meyve ve bitkilerle sınırlanmıştır. Şu halde insanın kendi yiyeceğini doğrudan doğruya doğanın elinden alması gerek. Gerçekten doğa, yaşam kaynağı güneşin ışınları altında olgunlaşan lezzetli meyve şeklinde sunmaktadır besini. İnsanın öldürülmüş hayvan leşlerini allayıp pullayarak ve doğal yiyecekleri hazırlayarak tat almaya çalışmasına gerek yoktur (Bu bölüm, bu satırların yazarının La Bete Humaine adlı eserinden bir parçadır ve Mayıs 1926’da Protection dergisinde basılmıştır).

İnsan bünyesinin etobur olduğu ve her şeyi yiyebilecek şekilde yaratıldığı sanılmış ve durmadan tekrarlanmış, bütün insanlar da bu konuda biraz olsun düşünmeden, inanmışlardır. Oysa bu, gerçekle ilgisi olmayan saçma bir masaldır. İnsan yirmi yüzyıl boyunca yapay ve bozuk besin kullanılmasına, yanılgı ve hata dolu geleneklerine bakıp besinlere canının istediği gibi güvenemez. Tabii bilimler, fizyoloji vs bilim dallarında yapılan araştırmalar, sağlıklı ve doğal yiyeceğimizi saptamakta bize yol göstermektedir. Antropoloji bugünkü doğal olmayan alışkanlıklarımızın tersine, bu konuda bize açık ve dakik bilgiler vermektedir. Bu da umutlanmamız için bir nedendir. Çünkü veriler eski geleneksel besinlerimizi onaylasaydı, şimdiki durumumuz asla iyiye gitmez, rahatsızlıklar ve ahlaki çöküntü yerli yerinde kalırdı.

Ünlü anatomi bilgini Kuviye, Le Cours d’Anatomie Camparee adlı eserinde şöyle der: “İnsanın doğal besini onun bünyesine uygun olup, genellikle meyveler, kökler ve bitkilerin sulu kısımlarıdır. Eller bunları rahatça toplamaya yarar. Bir yandan çeneler kısa ve güçsüzken, öte yandan köpekdişleri diğer dişlerden uzun değildir. Bu dişler insanın et yemesine ya da hayvan etini parçalamasına izin vermez.” Bir başka yerde de şöyle yazmıştır: “Bir hayvanın bağırsakları taze eti hazmedecek şekilde yaratılmışsa, çene yapısının da yemi yutacak şekilde olması gerekir. Yani pençeleri yakalayıp parçalamak, dişleri kesmek ve parçalara ayırmak, bütün hareket organları kovalayıp yakalamak ve duyuları da avı uzaktan görmek için. Yine gizlenmek ve kurbanını hile ile yakalamak için doğanın onun beynine gereken istekleri yerleştirmiş olması gerekir. İlk insan büyük maymunlara benziyor, bitki taneleri ve meyvelerle yaşıyordu. Nitekim tırnakları, dişleri, kasları ve anatomik yapısı bize bunu ispat eder.”

Darvin, Hekel, Huksley, Florens gibi büyük tabiat tarihi bilginleri bu konuda görüş birliği içindedirler ve her biri insanın meyve yiyen bir canlı olduğunu kanıtlamışlardır (Bu satırların yazarının İnsan u Heyvan [İnsan ile Hayvan], Tahran, birinci baskı, s.47-66 adlı eserine bakınız).

Şimdi insanın sindirim sistemini etobur, otobur ve her şeyi yiyen hayvanlarla karşılaştırarak bunlardan hangisine benzediğini görelim: Her şeyden önce insanın dişleri meyve yiyen iri maymunların dişlerine benzer. Çünkü yırtıcı hayvanlarda kesicidişler çok küçüktür. Köpekdişleri ise bunun aksine kalın ve uzundur. Öğütücüdişler sivri ve keskindir. Böylece avladıkları hayvanları parçalayıp etlerini parça parça ederek yutarlar. Otoburların uzun kesicidişleri vardır ve köpekdişleri diğer dişlerden uzun değildir. Öğütücüdişler geniş ve düzdür. Kısaca, meyve yiyenler, maymunlarla aynı seviyede dişe sahiptir ve sadece köpekdişleri belli belirsiz yükselir, ancak parçalama işlemini gerçekleştiremez. Öğütücüdişler ne keskindir, ne de yaygın. Yani ne eti parçalamaya ne otu çiğnemeye yarar. Sadece tane ve meyveleri yemek için kullanılır.

Köpek gibi etobur bir hayvanın dişleri, atın çenesi ve her şeyi yiyebilen domuzun ağzı asla insanınkine benzemez.

İnsan midesi etobur hayvanların midesinden çok daha ince ve güçsüzdür. Oysa etobur hayvan, çiğnenmemiş et parçasını derhal yutar ve ezerek hazmeder. Etoburların dişleri yaygın ve bir sırada olmadığı için çiğ eti çiğnemeden yutarlar ve bunun hazmını mide kaslarına bırakırlar. İnsan midesindeki salgı bezi, ette bulunan fazla azotu otoburlarda olduğu gibi amonyağa dönüştüremez. Mide salgıları ve pankreas bezi eti çözündüremez. İnsan karaciğerinin etteki azotu uzaklaştıramaması gut, romatizma ve sinir hastalıklarına yol açar.

Öte yandan etoburların bağırsakları kısadır ve bozuşmuş et orada durmaz. İnsan bağırsaklarının uzunluğu onun etobur olmadığının bir başka delilidir. Çünkü insan bağırsaklarında kalan et kokuşur ve öldürücü mikroplar üretir. Aynı şekilde bağırsaklarda bozulmaya yol açar. Nitekim

bağırsak rahatsızlıkları ve apandisit bu bozulmanın sonucunda ortaya çıkar.

Tırnaklarımızı aslan pençesiyle karıştırmamalıdır. İnsanın eti kemiksiz olarak yemesi, kemiği ayırdıktan sonra yediği kasların doğal bir yiyecek olmadığını gösterir. Çünkü beden için madensel tuz çok önemlidir ve etoburlar bu gereksinimi kemikten karşılar. Tam olarak besinimizi etten almak istersek, yırtıcı hayvanlar gibi kemikleri de yemeliyiz ki vücudumuz fosfat alsın.

Her şey insanın etobur olmadığını göstermektedir. Yalnız iç yapısı meyve yiyici olarak yaratılmakla kalmadığı gibi, dış yapısı, yaşama tarzı, gelenekleri, davranış ve aklı da etobur olmadığını kanıtlamaktadır. İnsanın ağzı, avını yutabilmek için etoburların ağzı gibi açılmaz. Dili yumuşaktır. Suyu yalayarak içmez. Elleri pençesizdir. Köpekdişleri diğer dişlerden yüksek değildir. Gözü, etoburlarda olduğu gibi karanlıkta görmez. Canlı hayvan kokusunu uzaktan almaz. Bırakılsa, uzayan tırnaklarıyla en küçük bir kuş ya da hayvanı bile parçalayamaz. Kolayca ağaca tırmanıp meyve toplayabilir. Ama sıçrayarak vahşi hayvanları koşarken yakalayamaz. Çiğ veya kokmuş eti yiyemez. Öldürmekten ve kan dökmekten doğal olarak kaçınır. Yırtıcı hayvanlar avladıkları hayvanı canlı olarak, derisi, damarı, yağı ve sakatatıyla birlikte yer, dişlerini avın bağırsaklarına geçirirler. Otlayan hayvanlar ona alışırlar. Oysa insan yırtıcı hayvanlardan kaçar.

İnsanın duyguları meyveden tat alır. Gözü görmekten, burnu kokusundan, tat alma duyusu tadından haz duyar. İnsan içgüdüsel olarak ölüm görmekten ve kanlı yiyeceklerden nefret eder. Tat alma duygusu henüz bozulmamış çocuk, eti nefretle uzaklaştırır kendinden. Fırsatını buldu mu, meyveyi aşırır. Yiyecekleri arasında meyve az olunca, bu tatlı ve sade yiyecek yerine ona benzeyen veya şekerleme, pasta gibi onun tadını andıran ne varsa hırsla ele geçirip tat alma duygularını aldatır. Bu istek köpek veya kedi yavrularının bir parça kemik için birbirlerine hırlayıp onu zevkle yutmaları kadar doğaldır. Ama insan yavrusuna et yedirilirse, o da etobur olur.

Moris Fozi, İnsanlığın Düşüşü adlı kitabında şöyle yazar: “Büyük bir maymunun anatomisi, diş yapısı, içgüdüleri tümüyle bize benzer. İnsan kanıyla sadece onun kanı akrabadır. Öte yandan bir etobur, otobur ve tane yiyen bir hayvanın anatomisi, dişleri, kanı ve içgüdüleri bizimkinden farklıdır. Acaba en basit mantık bile, bizim doğal yiyeceğimizin, büyük maymunların yediklerinden, yani çiğ meyvadan oluştuğunu yadsınamaz şekilde apaçık göstermiyor mu?”

Sadece insanın içgüdüsü onu olgun, çiğ, güzel kokulu, hoş ve leziz meyvelere doğru çeker. Bunlar onun bedenini daha güçlü ve sağlıklı kıldığı gibi, bedenindeki hücreleri onarıp kemikleri kuvvetlendirir. Doğa, içinde yaşayan hayvanlar ve insanlar için kurulmuş bir ziyafet sofrasıdır. İnsan dışında hiçbir varlık kendi besinini hazırlamaya gereksinim duymaz. Oysa insan doğal olmayan bu gereksinimi icat etmiştir, uydurma ve yapay yiyecekler yemektedir. İşte bu yüzden sürekli hasta ve zavallı hale gelmiş, yaşamı baştan başa dayanılmaz kâbus ve korkunç kaygılarla dolmuştur.

Bu gerçekler bu kadar açıkken neden buna göre davranmazlar? Çünkü bu mide meselesidir ve şimdiki insan tüm canlılardan çok ilgi duymaktadır bu konuya. İlk hayvan, doymak bilmeyen bir oburdu ve hayatını sindirim sistemi uğruna feda eder de sofrasından bir şey eksilsin istemezdi. Bugünün uygar insanı ve yine, derbeder vahşiler, mideleri ve şehvetten başka bir şey görmezler. Korku, ölüm korkusudur ve bünyesinden bir şey eksilip ölüme bir adım daha yaklaşmaktan korkar. Oysa, büyük bir zahmetle, vaktini hazırlamak için harcadığı yaşlandırmayan yiyeceklerin(!) onun bedbahtlığının nedeni olacağını bilmez. İnsan, bilgisizlik ve gevşeklik içinde kendisine hazırladığı yapay zevkten elini çekmek istemez. Sonunda bu, onun kendi uygarlığına ve üstünlüğüne indirdiği bir darbedir. Her şeyi yemek ister. Bindiği dalı kesse bile özgür olmak arzusundadır. Bu korkunç uygarlığı, bu zavallı yaşamı gönül kanıyla kendisi için icat etmiştir ve bu yüzden korkmaktadır. Aslında meyve ve bitki yiyen, ama hevesleri ve böbürlenmesi nedeniyle her şeyi yiyen bir varlık haline gelen insan ya doğal besinini yiyecek ya da yok olacaktır.

Cannes, 22 Aralık 1926

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Besinlerin Kimyasal Tahlili

Besin, organlar yardımıyla emilen ve bedenin tükettiği enerjiyi telafi etmek için kullandığı maddelerden ibarettir. Kimyacılar insan bedeni için gereken maddeleri dört ana grupta toplamışlardır:

1- Albüminoidler: Yumurta akında olduğu gibi azot içerirler ve kaslar bu maddeden oluşur. Daha fazla azot içeren maddeler et, yumurta, peynir, tahıl, fasulye, nohut, mercimek, yağlı meyveler vs.

2- Yağ: Bazı hayvansal ve bitkisel maddelerde bulunur. Örneğin tereyağı, bitkisel yağlar, zeytin, susam, peynir, badem, ceviz, fındık vs.

3- Nişastalı maddeler ya da karbonhidratlar Bunlardaki doğal şeker kasların beslenmesi için gereklidir. Tahıl, ekmek, patates, kestane, nohut, mercimek, fasulye, taze meyve, süt, bal vs.

4- Madensel tuzlar: Kemik dokularını ve bedensel salgıları üretir. Genelde tuz şeklinde görülür. Klorürler, karbonatlar, fosfatlar, hububat kabuğunda, taze meyve ve sebzelerde bolca bulunur.

Bir besinin her bakımdan mükemmel olması için bu maddelere sahip olması gerekir. Oysa mükemmel besinler nadirdir ve genel olarak mükemmel besin elde edilmesi için bazı gıda maddeleri bir araya getirilir. Bu işlem için maddelerin değerlerini bilmek gerekir. Aşağıdaki tabloda bazı besinlerin kilogram başına içerdikleri maddeleri gram olarak gösterelim. Bu tablo Avrupa’nın Vorter, Payen ve Kining gibi büyük kimyacılarının tecrübelerine dayanılarak hazırlanmış ve mükemmel besinlerin önüne bir yıldız konulmuştur. (Tecrübelerle sabit olduğu gibi, insan bedeni çalışma halindeyken azotlu maddeleri kullanmaz; şeker yani glikoz, bedende kullanılan tek yakıcı maddedir. Bu yüzden bir beden işçisi için karbonhidrat yani şeker, nişasta ve yağ içeren besinler tamamen yeterlidir.)

Kimyacılara göre insan bedeni bu dört maddeden meydana gelmiştir. Görüleceği gibi besinler arasında ette azot çok, diğer maddeler azdır ve mükemmel besin sayılamaz. Aksine, tahıl gibi besleyici maddeler etten daha fazla azot içerdiği gibi içlerinde bolca nişasta ve mineral de mevcuttur. Bazı tahıllarda azotlu maddeler beşte birden fazla değilse, örneğin pirinçte on beşte birden azsa, ne çıkar bundan? Yeryüzünde yaşayan insanların çoğu tahıl ile yaşıyor. Pirinçte az azot var diye Çinliler ve Japonların diğer insanlardan zayıf olduklarını söylemek mümkün müdür?

TABLO

Besinin adı /Dört ayaklı hayvanlar

Su

Azot

Yağ

Nişasta

Madensel tuzlar

(Sığır, koyun vs.)

780

170

50

4-5

9-51

Tavuketi

780

200

50

4-5

11

(*)Yumurta

756

122

107

5

10

(*) İnek sütü

865

36

40

55

4

Balık eti

740

135

45

55

15

(*)Buğday

140

146

12

679

16

(*)Arpa

130

134

28

636

45

(*)Mısır

177

128

70

599

11

Pirinç

144

64

4

781

6.8

(*) Mercimek

110

265

25

580

16

Patates

760

15

2

200

10

Üzüm

810

7

2

150

5

Kuru incir

290

40

13

634

27

(*)Badem

54

242

537

72

29

Ekmek

330

88

10

550

17

Peynir

346

335

250

550

33.5

Kalori itibarıyla 1 kg. besindeki enerji miktarı

Yağsız et

1150

Pirinç

3510

Yağlı et

2800

Mercimek

3600

Süt

730

Patates

902

Yumurta

1460

Badem

6000

Tereyağı

7580

Kuru incir

3764

Buğday

3500

Çikolata

4880

Ekmek

2718

Mısır

3610

Bu cetvelde de görüleceği gibi, yağlı meyvelerle bademin içerdiği besleyici maddeler ettekinden fazladır. Tahıl, bakliyat, kuru meyveler ve bazı tane sebzeler, etin iki katı fosforik asit ve on katı demir ihtiva eder. Fosforlar sinirlerin kuvvetlenmesi, demir de kan için insanın en önemli besinlerinden biri olarak kabul edilir. Bitkisel gıdaların üstünlüğü işte bu yüzden kesinlik kazanmıştır. Halk etin kuvvet verici bir besin olduğunu sanır, ancak kimyasal analiz bunun tersini göstermektedir.

Dr. Karton der ki: “Her zaman her yerde bütün insanlar için öncelik taşıyan maddeler nişastalı maddeler, tahıl ve yağlardır. Başlı başına kuvvet veren bu maddeler ette çok azdır. Örneğin nişastalı maddeler ette binde 4-5, tahılda binde 6-100, tatlı meyvelerde binde 150-200’dür. Madensel tuzlar bakımından da bir karşılaştırma yaparsak, ette bu oran binde 9-15, ceviz ve tahılda binde 30-50 oranında bulunur.”

Bu nedenle etoburlar aşırı ölçüde su içerler. Kemiksiz ette bulunan azot, insan bedeni için fazla ve tehlikeli bir şeydir. Fasulye ve mercimek gibi bakliyattaki azot etteki kadar zehirli olmasa da, bunun da aşırı tüketimi zararlı olacaktır. Ekmek, yağlı meyveler ve bazı sebzelerde bulunan azot ceviz, besin olma özelliği ile çok önemlidirler ve uzun bir süre insanı tok tutarlar. Kuru incir çok kuvvet vericidir ve tek başına insan bedenini besleyebilir miktarı insan bedeni için yeterlidir. Çünkü insan havadan da azot alır. Yağlı meyvelerdeki ısıtıcı maddeler ettekinden beş kat fazladır. Badem ve ceviz, besin olma özelliği ile çok önemlidirler ve uzun bir süre insanı tok tutarlar. Kuru incir çok kuvvet vericidir ve tek başına insan bedenini besleyebilir.

İnsanın et yerine tahıl, meyve vs kullanması çok kolaydır. Taze sebze ve meyveler, madensel tuzlar ve doğal şeker içerir; güneş ışınlarının gücü de bunlarda toplanmıştır ve tümü beden için gerekli maddelere sahiptir.

Hayvansal yağ midede hazmedilmediği gibi midenin çalışmasını da ağırlaştırır. O halde bedenin kendi yağını kendi yapması gerekir. Daster şöyle yazar: “Duma Businyol, Payen Liyebig, Pruz Maylen, Edvard Florens Şov ve daha sonra Bertelo ve Klod Bernar’ın katıldığı ünlü tartışmanın sonucunda hayvanın, kendisine verilen yağla semirmediğini, nebat için de aynı şeyin söz konusu olduğunu, ancak bir başka yolla onun kendi yağını kendisinin yaptığını ispatlamışlardır.”

Otobur hayvanlar yiyeceklerini kimyasal ayrıştırma yoluyla hazırlamazlar. Bununla bedenleri için gereken maddelerin tümünü sadece sebzelerden alırlar. Yağ, fasit bir madde olup tamamı ateş yakınında oluşmuştur. Aynı rengârenk çeşniler ve yapay ekşiler de beden için zararlıdır. İnsanın doğal besini olan meyve ne pişirilmek ister, ne de biber veya zerdeçal ister. Bunlardan başka, besinlerde çözünebilir kimyasal maddeler dışında “vitamin” gibi hayati önem taşıyan çok önemli başka unsurlar da vardır. Vitamin sadece bitkilerde bolca bulunur. Çünkü hayvan bedeni bunu terkip edemez. Etobur hayvanlar kurbanlarının kemik ve kanlarını otladıkları bitkilere borçludurlar. Fakat bu hayati önem taşıyan maddeler ilk kuvvet ve özelliklerine sahip değildir. Çünkü hayvanın bedeninde çözünüp kullanılmışlardır. Bu yüzden et, insan bedeni için uydurma ve doğaya aykırı bir besindir.

Ceviz, hindistancevizi, badem gibi kuru meyveler ile taze meyveler hayati önem taşıyan maddelere ve güneşin hayat veren gücüne sahiptir. Aynı şekilde, gerekli tuzları da içerirler ve kolayca midede hazmedilerek geride zehirli madde bırakmazlar. Elma, olgunlaşmış olması ve az yenilmesi şartıyla dokuları pek güzel onarır. Hintmuzu, badem, hurma gibi bazı nişastalı maddeler güç verici besinlerdir ve tropikal bölgelerde yaşayan insanlar sadece bunlarla beslenir.imyasal çözünmeye fazla güvenmemeliyiz. Acaba hayvanlar kendi yiyeceklerini çözündürüyorlar mı? Acaba ot ve meyve yiyen hayvanların dokuları yağ, azot, nişastalı maddeler ve madensel tuzlardan oluşmamış mıdır? Bu maddelerin tümünü beden yapmalıdır.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Etin Zararları

İnsan yiyeceği üzerine kapsamlı araştırmalar yapan birçok doktor etin insan bedeni için gerekli olmadığına, aksine öldürücü nice hastalığın müsebbibi olduğuna inanmaktadır. Bu hastalıkların tedavisi için etten uzak durulması yeterlidir. Gut, ishal, romatizma, kanser, verem, apandisit vs hastalıklar özellikle et tüketimiyle ortaya çıkar. İnsan için kaçınılmaz ve yararlı olduğu sanılan bu besinin yiyeceklerin en yararsızı olduğu ve bedendeki hücreleri öldürdüğü kanıtlanmıştır. Kasapların insanlık onurunu ayaklar altına alan kesim işine göz yumsak bile hayvanlar bu yolla intikam alırlar.

Özgürce yaşayan hayvanların hastalandıkları az görülmüştür. Onlarda çürük diş yoktur. Ama insanın evcilleştirdiği, yani kendisi gibi soyunu bozduğu hayvanlarda çürük diş vardır. İlk insanların çeneleri, dişlerinin çok işlemiş olduğunu ama çürük bulunmadığını göstermektedir. Bu da besinlerinin oldukça basit ama sert olduğuna, kuru meyve ve bitki tanesi gibi çok çiğnenmesi gerektiğine, ancak besinlerin sağlıklı ve doğal olduğuna delalet etmektedir.

Bodvan bu konuda şöyle der: “Mağara insanını etobur olarak gösterenlerin görüşlerini kabul etmemek gerekir. Onlar besinlerini özellikle bitkilerden sağlıyorlarmış.”

Et erken yaşlanmaya neden olur. Çünkü et insan bedeninden olağanüstü çalışma bekler. Üstelik içindeki zehirin bir kısmını bedende bırakır. Bu zehir zamanla vücutta her türlü hastalığı doğuracak ortamı hazırlar.

Dr. Oldfild şöyle yazar: “Bugün bilim, insanın etobur hayvanlardan olmadığını, aksine meyve yiyen canlı olduğunu kanıtlamıştır. Kimyasal işlemlerle ortaya çıkmıştır ki bitkilerin insan bedeni için gereken maddeleri bulundurduğunu kimse inkar edemez. Et doğal bir yiyecek değildir ve yeni uygarlıkta tüketildiği şekliyle bedensel işlevlerde kargaşaya yol açar. Et, insana kolayca geçebilen ve kanser, verem, ateş, bağırsak kurtlanması gibi korkunç hastalıklara neden olan çok fazla mikroskopik canlı ihtiva eder. Aynı şekilde et yeme alışkanlığının insanların yüzde doksan dokuzunda görülenhastalıklara yol açtığına şaşılmamalıdır.”

Dr. Bonjuy kendi üzerinde yaptığı deneylerden sonra görüşünü şöyle açıklar: “On beş yıl önce bende bir çıban çıkmıştı. Buna karşı eczacılıkta kullanılan zehirleri boşu boşuna kullanıyordum. İyot, cıva, brom, arsenik ve bunların bileşiklerini çok kullandımsa da hastalık kökünden kazınmadı. Mikrop sürekli çoğalıyor, hastalık, mikrop ve ilaçlardan dolayı hep kuvvetten düşüyordum. Umutsuzluk içinde değişik yiyecekleri denedim ve vejetaryenlik sayesinde çabucak iyileşmeme çok şaşırdım. Bu en etkili ilaçtı. Çünkü ilaçları kullanmadığım zaman etkisini gösteriyor ve et yer yemez hastalık nüksediyordu!’

Et kuvvet verici bir gıda değildir ve sanıldığı gibi kasları kuvvetlendirmez. Et yer yemez bir kuvvet hissedilse de bu yapay bir heyecanlanmadan ileri gelir. Sinirleri harekete geçiren alkol kadar tehlikelidir. Halk inancının aksine et, bedeni zehirleyen bir maddedir. Bağırsaklarda bozularak türlü mikroplar üretir. Hemen hemen sindirim sistemi ile ilgili tüm hastalıklar etin bozulması ile bağlantılıdır.

Dr. Gaston Dorvil der ki: “Tıbbi deneyler etin zararlarını tamamen kanıtlamıştır. Hemen hemen sindirim organlarındaki hastalıkların yegane müsebbibi ettir. Hazımsızlık, bağırsak iltihabı ve apandisite yol açtığı gibi tifüsün gelişmesine yardım eder. Verem ve kanser parazitlerihi güçlendirir. Karaciğer ve bağırsak hastalıkları ile veremde et perhizi yapmak hastalığın geçmesinin en önemli şartıdır.”

Alkol ve et tüketimi birbiriyle iç içedir. Dr. Huşyar, “Vejetaryenlik taraftarı olmak alkol alışkanlığı ile mücadele etmekle aynıdır. Bu, günümüz dünyası için bir afettir” demiştir.

Şimdi de bazı doktorların etoburluk hakkındaki düşüncelerini kısaca açıklayalım:

Dr. Ceyms, “İnsanın sinir sistemini et kadar anormal bir şekilde tahrik eden bir yiyecek bilmiyorum” der.

Dr. Paskul, “Aldanmayalım. Et daha çok uyarıcıdır. Besleyici olmadığı gibi zehirlidir de” der.

Dr. Lö Gran, “Şunu bilmeliyiz ki, ölü eti ancak bir murdardır ve etoburluk yoluyla ve isteyerek bir miktar toksini bedenimize sokuyoruz” der.

Dr. Viktor Puşe, “Vejetaryen birinin hiçbir zaman apandisit olmayacağından ve et yemenin buna yol açacağından emin olabiliriz” demiştir.

Dr. Papus, “Çiftçiler her gün et yemeye başladıklarından beri gut hastalıklarının sayısı arttı ve aynı şekilde şehirliler bir tabak mercimek yemeği ve güzel bir çorba yerine patatesli biftek yemeye başladıktan sonra mide rahatsızlıkları ve romatizma çoğaldı” der.

Dr. Dak, “Ne kadar sade yaşarsak hastalıklara ve mikroplara karşı direncimiz o kadar artacak, aynı şekilde organlarımız daha iyi çalışacaktır” der.

Profesör Buşar görüşlerini, “Et yiyenlerin dilleri kirlidir, nefesleri kokar, dışkıları pis ve düzensizdir. Aynı zamanda mide ve bağırsak rahatsızlıkları, cilt yaraları, baş ağrısı, romatizma, aşırı derecede şişmanlık ve zayıflık onlarda görülür” şeklinde açıklar.

Çoğu zaman, satışa çıkarılan hayvanlar canlı hastalar topluluğudur. Bunlar doğal olarak ölmedikleri sürece, kesim zamanına kadar da öyle kalırlar ve hastalıkları kolayca kaparlar.

İki soyun aynı iklimde farklı besinlerle yaşadığı yerlerde et yiyenlerin kansere yakalandığı, oysa vejetaryenlerin bu hastalıktan uzak kaldıkları görülür. Hindistan’da vejetaryen insanlar arasında

vejetaryenlerin bu hastalıktan uzak kaldıkları görülür. Hindistan’da vejetaryen insanlar arasında kanser nadir görülür, ama et yiyenler sürekli bu hastalığa yakalanırlar. Mısır’da şehirli Kıptiler et yer; fellahlar vejetaryendir. İrlanda’da güneydoğu halkı vejetaryenken, Ulster halkı İngilizlerin yiyeceğini yer ve kanser yaygındır onlarda. Yiyeceklerindeki bu kuraldışılık yüzünden ağır kayıplar verirler.

Çok et yiyen ülkelerle İngiltere’de kanser kurbanlarının sayısı milyonları aşmıştır ve doktorlara göre bu durum et ve bozuk yiyeceklerden kaynaklanmaktadır.

İngiliz doktor Robert Bel der ki: “Çiğ sebze ve meyvelerle buna eklenen cevizden oluşan bir besinin ne kadar önemli olduğuna öylesine inandım ki, yiyeceklerimiz arasında çiğ sebze ve meyve miktarının mümkün olduğu kadar arttırılması halinde çok kısa bir sürede kanserden geriye sadece tarihi bir anı kalacağını söylemekte kuşkuya düşmem.”

Dr. C. Blak da şöyle yazar: “Meyve, tahıl ve sebzelerle kanser hastalarının tümünü ya da önemli bir kısmını bu hastalığın acı ve ızdırabından kurtarmak mümkündür. Ben bu yiyecekleri birçok kez denedim. Bu tarz besini ortaya çıkardıktan sonra mutluluk verici bir tablo ile karşılaştım.”

Rahatsızlıkların önüne geçmek için en iyi yöntem az yemek ve özellikle bitkisel kökenli besinlerle perhiz yapmaktır. Açık hava, spor, banyo ve huzur insanı daima sağlıklı, zinde ve iyimser yapar.

İnsan yapay ve uydurma yiyeceklerle sağlığını yitirerek bedensel olarak çökmeye başlar. Kısa zamanda türlü hastalıkların tohumları gelişme gösterir, beden fizyolojik yönden uyumunu yitirir. Yaban hayvanının güzelliği ile evcil hayvanın çirkinliği ne ise, şehirli uygar insan ile doğanın kucağında yaşayan köylü insan arasındaki oran da o ölçüdedir. Bazı kişiler görürsünüz. Küp gibi şişmişlerdir. Yüzlerinden kan damlar. Gözlerinin çevresinde mor halkalar oluşmuştur. Başları kel, karınları sarkmıştır ve yürüyemezler. Terlerler ve nefes nefesedirler. Ya da kansızlıktan yüzlerinde renk yoktur ve mezar kaçkını gibidirler.

Eski zamanlarda insanlar gösterişsiz köy hayatı sürdürürlerdi. Uğraşır, didinirler, açık havada soluk alıp verirler, güneşin doğuşuyla kalkar, gurup vakti yatarlardı. Göğüs hastalıkları yoktu. Tuhaf tuhaf ilaçlar kullanmaz en iyi şekilde yaşarlardı. Kadın, erkek bir arada, çıplak ayakla çiftçilik yaparlardı. Onların çocukları da sağlıklı, zinde ve mutluydu. Yaban hayvanlarının nasıl mamaya ihtiyaçları yoksa onların da yoktu.

ALTINCI BÖLÜM

Yiyeceğin Pişirilmesi

İnsan hep karmaşıklık ve gösteriş düşkünü olmuştur. Kolay ve doğal olan her şey onun gözünde değersizdir. Bu yüzden yaşamını sürekli güçleştirerek mutluluğa ulaşacağını sanır. Oysa mutluluğa yüz çevirmektedir hep. Yiyecek son derece karmaşık bir şeydir ve doğa, insanın çiğ meyve ve bitkilerle yaşaması gerektiğini göstermektedir. Pişirmek, yiyecekleri harap etmek ve doğal halinden çıkarmak demektir. Ya da bizim bozulmuş damak zevkimize lezzet kazandırmak amacıyla, et gibi besinlerin tadını gizlemek için söz konusu olmaktadır. Bütün bunlar sağlığımız için kötü sonuçlar doğuracaktır.

Pişirmek, besini doğal halinden çıkararak içindeki hayati önem taşıyan vitamini öldürür. Ve öldürücü zehir üreten pişirilmiş yiyecek posasını bedende bırakır. İnsan bedeni yan yana dizilmiş ve sayısız minik canlı topluluklarından oluşmuştur. Bütün mevcudat canlı yiyecek yer. Tüm doğa canlıdır. Bedenin gelişmesi ve korunması için maddi unsurlar lazım olduğu gibi, yaşamsal ve ruhsal hayatın korunması için de insan canlı yani çiğ, pişmemiş olan diri yiyeceğe muhtaçtır. Bu hayati maddenin gelmemesi durumunda gıdasızlıktan bedenin zayıflaması gibi ruh da solmaya, yaşamsal güçler gevşemeye yüz tutar. Şu halde yeryüzünde yaşam, yaşamın kalıcılığını sağlar. Bu madde yerküremizdeki tüm varlıklarda mevcuttur ve insan bedenine giren maddeler arasında sadece bitkilerde ayrışma ve bir araya gelme gerçekleşebilir. Etobur hayvanlar bu maddeyi doğrudan doğruya bitkilerden alırlar. Yırtıcı hayvanlar ise diğer canlı hayvanların etinden elde ederler. Pişirmek hayatı yok eder ve tüm yaşamsal özelliğini yitirmiş bir posayı bedene verir. Beden sadece yarı canlı olanları kullanır ve gücünü bu yolla yeniler.

Hiçbir varlık besinini pişirmez ya da öldürmez. Ama insan bu işte çok dikkatlidir. Nitekim, İrlandalı fizyolojist Garyuz, insanı yemek pişiren bir hayvan olarak niteler. Ona göre bu özellik, insanın diğer canlılardan üstün oluşunun delilidir. Oysa bu davranış doğa kanunlarına aykırıdır. Bu yüzden insan bedeni hiçbir zaman gerekli kuvveti alamamıştır. Bir miktar zehir de yiyeceğine karışır. Sebze ve meyve sularından yaşamsal elemanlar vücuduna girmezse, mutlaka ölür.

İnsan, ateşin yardımıyla asla çiğken ağzına koyamayacağı tuhaf tuhaf yiyecekleri pişirip yer ve sözümona doğayı kandırır. Bordo, Besin Tarihi adlı yapıtında şöyle yazar: “Ateşin kullanılışı insanın etoburluğunun başlangıcına kadar uzanır. Çünkü hayvanların sert ve tadı kötü kasları ateşin verdiği değişiklik olmadan yenilecek gibi değildi.” Böylece ölmüş canlılardan oluşan besinlerin her gün tüketilmesiyle damak zevki rotasından çıkmış ve alkol, esrar gibi keyif verici ve uyarıcı maddelere yönelinmeye neden olmuştur. Yiyecek, her şeyden önce doğanın bize verdiği şekilde çiğ olmalıdır. Profesör Rişe der ki: “İnsanın bir hayvan olduğunu kabul etmek gerek. Kimi zaman akıllı, ama çok defa bilgisiz ve yırtıcıdır. Kendi yiyeceği için bir hayvan gibi davranması gerekiyor. Bizim doğal yiyeceklerimizin milyonlarca yıl önce yaşayan insanınkinden farklı olmaması gerek. Yani bizim sade atalarımız ateşi tanımıyorlar ve yiyeceklerini pişirmiyorlardı. Pişirilmiş yiyecek yemek demek, beden yapımıza aykırı bir yaşam demek. Acaba pişirmek doğal yiyecekleri bozmuyor mu?”

Öte yandan sebze ve meyvelerpişirilirken içerdikleri madensel tuzlar suda erir ve gerekli maddelerin çoğu kaybolur. Eczanelerdeki kimyasal ürünlerden fosfatlar doğal fosfatın yerini tutmadığı gibi, bedene de uyum sağlamaz.

Şimdiki insan, doğa ona hoş kokulu ve leziz meyvelerle beslenme meyli vermişken, hırsından dolayı hayvan ve kuş leşlerini kokmuş meyve suları, hayvanların kan, bağırsak ve diğer sakatatıyla süsleyip türlü baharatlarla karıştırmak suretiyle leziz meyveler yerine yemektedir. Sarmısak, soğan, kokuşmuş peynir ve tütünün boğucu dumanı onun parfümü olmuş. Bozuşmuş üzüm suyunu ve zehirli meyve sularını içiyor. Bütün vaktini zehirli ve kanlı yiyecekler hazırlamakla geçiriyor.

İnsan, devletten çok, her işe uzanan elleri ve ateş vasıtasıyla uygar olmuştur. Bu uygarlık milyonlarca yıllık deneyimler ve bunların yeni kuşaklara aktarılmasıyla gelişmiştir. Ateşi bulduktan sonra kendisi için yapay bir yaşam ortamı yaratabilmiş, açık hava, doğal spor ve doğal manzaranın güzelliği dururken kirli ve uydurma bir ortam seçmiş, dar ve karanlık odalara saklanıp, zehirli ve tozlu havayı soluyarak, temiz hava bulunmayan yerlerde çalışıp uyuyarak, ateş ve bin türlü ıvır zıvırla süslenmiş yapay besinler alarak bozulmanın şartlarını hazırlamıştır. Meyve yiyen sakin insan kana susamış bir canavara dönüşmüştür ve tüm yırtıcı hayvanlardan daha fazla leş yutmaktadır.

Doğadaki huzur ve mutluluk dururken, sürekli kavga ve çekişme halinde yaşamış, gece oturup gündüz yatmış, sevgi ve doğal aşkı trajik bir maskaralığa dönüştürmüştür. Hayatını daha da dayanılmaz ve üzücü hale sokan tuhaf, anlamsız ve güç işler yapmaktadır.

YEDİNCİ BÖLÜM

Ahlak ve Vejetaryenlik

Besin ihtiyacı doğal olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar önceleri ne buluyorlarsa onu yiyorlardı. Bu, bilinçsizce ve zoraki bir besindi ve çok defa hüdayeninabit ağaçların hoş meyvesi ve bazen bitkilerin tohum ve kökleri besinlerini oluştururdu. Bir zaman geldi, kendilerini savunmak için öldürdükleri hayvanların etlerini yediler. Çünkü hayvanlar da birbirini yiyordu.

Bilimin var olmadığı eski zamanlarda, gözlem hissi, Tanrı vergisi muhakeme ve ikna yeteneği olan bazı kimseler çeşitli yiyecekleri değerlendirdikten sonra yiyecekler hakkında birtakım usul ve yasalar oluşturdular. Bunlar bilgin değil, hayalperestlerdi. Toplumdan ayrı bir yaşantıya sahip olan bu insanlara akıllı şair ya da filozof adı verilir. Bu kişilerin ortaya çıkardıkları gerçeğe göre öldürmek gibi insanı küçültücü bir şey insan varlığı için yaşamsal önem taşıyamaz. Bazen kınayarak, bazen sert ifadelerle veya acıyarak, bazen de açık ve çarpıcı resimlerle veya sağlam bir mantıkla etoburluk hakkında hüküm verdiler. Onların yaşamları, inandıkları delilleri kuvvetlendirmektir. Bu insanların en güzel, cesur ve etkileyici olanları, yaşamlarının başkasının ölümünü hazırlamadığı kişilerdi.

Sonraları sufî alimler, filozoflar ve dindarlar bu inanca destek verdiler. Bugün de milyonlarca insan hayvanlara acıdığından ve kendine olan saygısından dolayı et tüketiminden sakınmaktadır.

Bilindiği gibi ahlak, ilim, davranış ve töreler demektir ve yiyecek, insanın ahlak ve davranışında yadsınamaz etkisi olan yaşamsal öneme haiz bir unsurdur. Muhtemelen Kant’tan alınmış Fransızca bir deyiş vardır: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Bu söz gerçeğin ta kendisidir. Çeşitli hayvanların yiyeceklerini onların tarz ve davranışlarıyla karşılaştırırsak, bunların yiyeceklerle yakından ilgili olduğunu görürüz. Birçok filozof ve ahlakçı insan soyunun yırtıcılığını onun yediği kanlı yiyeceklere bağlar.

Pisagor hayvanların öldürülmesinden nefret eder ve onları görmeye dayanamazmış. O, hayvanları öldürmenin doğal bir şey olduğunu düşünenin, insanları da kolayca öldürebileceği kanısında olacağını biliyormuş. Hiçbir bitkiyi yaralamaz, hiçbir canlıyı üzmezmiş. Kuşları satın alır ve kafeslerinden salıverirmiş.

Platon, Devlet adlı diyaloğunda, hayvansal besinin insanlar rasında savaş çıkmasına ve kan dökülmesine neden olduğunu, yırtıcı ve savaşçı olmaları için sadece askerlerin hayvansal besin almalarının uygun olduğunu belirtir. Senek, Plutark ve bütün filozoflar, etoburluğun insan beyninde kötü etki bıraktığı yolunda görüş birliğindedirler.

Ünlü İngiliz şairi Bayron da aynı görüştedir. Yani hayvansal besin insanı yırtıcılığa ve kavgaya sürükler. Kant ve Jan Jak Ruso da bu konuda görüş birliğindedirler. Ruso “çok et yiyenler diğer insanlardan daha sert mizaçlı ve vahşi olurlar. Bunun deneyi her yerde ve her zaman yapılmıştır” demiştir. Kendini beğenmişlik daha çok et ve kanla beslenen kişilerin ahlakıdır. Kan dökücü canlılar, parçalamak ve pençe atmak dışında uyanmazlar.

Moğol hücumlarının ve onların hunharlıklarının muteber şahidi, ünlü tarihçi İbnü’l-Esir, Moğollar hakkında şöyle der: “Onların azık taşımaya ihtiyacı yoktu. Çünkü sürülerini yanlarında bulundururlar ve onların etleriyle beslenirlerdi. Ayrıca köpek, domuz vs hayvanlar da yerlerdi…”

Halkının çoğu etobur olan ülkelerde insanlar kendinibeğenmiş ve soğukkanlıdırlar; sert, yırtıcı ve haşin bir ifadeleri vardır. Suratlar kırmızı, gözler çukura batmış, kaslar kuru ve çekiktir. Aksine, bitkilerle beslenenler güzel yüzlü, mütenasip, iyi ahlaklı, sakin, sevecen ve hoş kokulu olurlar. Sakin, iyi huylu ve cesur bir millet olan Japonlar tehlikeden ve ölümden korkmazlar ve vejetaryendirler.

Etoburluğun yırtıcılığa neden olduğuna kuşku yoktur. Toplumun üzücü durumunun iyileşmesi ve ahlaki yükseliş arzusunda olan kişiler bu inancı yaymaya çalışmışlardır. Eğer içki satış yerleri, kasap, balıkçı ve tavukçu dükkânları kapatılsaydı, bir dereceye kadar genel barış sağlanır ve insanlar arasındaki kardeşlik duygusu yaygınlaşmış olurdu. İnsanın ahlaksal yükselişi için kanlı yiyeceklerin revaçtan düşmesini ve vejetaryenliğin onun yerini almasını dileyelim. Gerçek üstünlük kalpten geliyorsa, herkesin et yemeyi terk etmesi gerekir. Çünkü ne güçtür, ne de olanaksız bir şeydir. Bahane bulanların çoğu bunu cahillik, hurafeler ve gülünç duruma düşme korkusundan yaparlar. Vejetaryenliğin, bunun aslını bilmeyen kişilerce alay konusu olduğunu söylemek gerek. Biz nasıl atalarımızın sade yaşantısına gülüyorsak, bir gün gelecek, yeni nesiller de bizim hurafelerimize gülecek.

Vejetaryenlik insana huzur, sabır ve yumuşaklık verir. Kıt görüşlüler bitkisel yiyeceklerin insanı gevşek ve laubali biri yapıp, onun ciddiyetini eksilttiğini sanır. Ciddi olmakla öfkeli ve yırtıcı olmayı amaçlıyorlarsa, bu ciddiyet olmasın, daha iyi. Nitekim vejetaryen budistler arasında cinayet, nadir görülen bir şeydir. Japonlar da bu bakımdan tenkid edilemezler. Çünkü bugün Japonlar dünyanın önemli milletlerinden biridir.

Otoburluk sonucunda insan soyu fasitleşmiş, ilk sadelik ve temizliğini yitirmiş, âdetleri ve ahlakı gösteriş ve kabalıkla dolmuştur. Hayvan kanıyla beslendiği içindir ki insan kendisinden aşağıda olanları inciten, yırtıcı ve hunhar bir varlık olmuştur.

Doğada bazı yırtıcı ve hunhar hayvanlar arasında kavga ve boğuşma olduğu için insan, savaş, kan dökme ve öldürmenin yaşamak için gerekli olduğu kanısına varmıştır. Ama bunun aslı yoktur. Çünkü dünyada maymun, at, güvercin gibi hayvanlar da vardır. Bunlar kavga etmedikleri gibi, doğal olarak zararsız ve sakindirler. Ne var ki, insan yırtıcı hayvanları kendine örnek almış ve onlar gibi vahşi ve hunhar olmuştur.

İnsanlar arasında nadir görülen merhamet ve şefkat duyguları doğanın bir bağışı olup, etobur hayvanlarda gözlenmektedir bu özellik. Avcı kuşlar genellikle avların bir gaga darbesiyle

öldürürler; haşereler zehirleriyle avlarını hissizleştirerek yerler. Aslan ve yılan gibi bazı etobur hayvanlar da avlarının sinir sistemini felç eden manyetik bir akışkan vardır. Bu manyetik güç insanda bulunduğu halde hayvanları öldürmekte kullanılmaz. İnsan bunun yerine mezbahayıicat etmiştir. Hiçbir canlı avını bu denli rezilce öldürmezken, uygar insanoğlu kendi çirkin cinayetlerini gizlemek için bu zarif icadını (!) hep uzakta ve uçurumluk yerde yapar.

Her yırtıcı hayvanın belirli sayıda düşmanı vardır ve diğerlerine zarar vermez. Mesela aslan, ceylan ve geyik gibi hayvanları avlar; kuşlar ve küçük hayvanlarla uğraşmaz. Timsah sadece balık yer. Kedi, fare ve küçük kuşları yakalar. Ama mide düşkünü insan hepsini yer, hapseder, kendi yükünü taşıttırır, işkence eder. Midesi tüm canlılar için geniş bir mezarlıktır. O, yaşayan her şeyi yer. Kuşlardan tutun da deniz salyongozlarına kadar her şeyi midesine gömer. Bu da onun üstünlüğünün bir delilidir. Sığır ot yer; kaplan canlı eti parçalar; insan da hayvan leşlerini yutar. Hayvanlar, doğanın kendilerine sunduğu yiyeceği elde eder ve başka bir şey yapmadan olduğu gibi yerler. Bu da onlara yeter. Onlar bizim yaşamamız için yerler. İnsanların çoğu ise her şeyden önce yemek için yaşar.

Burada yeri geldiği için çağdaş bilginlerden sayın Muhbiru’s-saltana (Mehdikulj. Han Hidayet)’nın birkaç beyitini nakledeceğiz.

İnsan Hırsı

Aslan, kaplan, ayı, sırtlan yakalarlarsa bir avı,

Açlıklarını gidermek içindir, boşuna biriktirmek için değil.

Yiyecek yaşama gücü içinse, tavuk, keklik, balık niçin behey müsrif?

Sofranı her şeyle donatır, mideni ağırlaştırırsın onunla bununla.

Kaplan, avından elini çekse, tarlada ziraat mi yapacak?

Sen bitkiyi hayvanla birlikte yer, şerefini beş paralık edersin.

Müslümanlıkta israf yoktu hani? Müslümansan eğer, bu israf niye?

Duygusal şairlerden biri olan Pejman Bey, vejetaryenlik ile insanın hayvanlara ettiği zulüm hakkında birkaç hikâye nazmetmiş ve bir de kaside yazmış, bunların bir nüshasını da bana vermişti. Burada o şiirden bir pasajı nakledeceğim.

Kurt’un İnsanoğluna Hitabı

İnsan cinsinin bin türlü yiyeceği var. Ama bundan başka yiyecek layık görülmemiş bana.

Dişlerin ve miden de tanıklık etmede. Kuyruksuz insan doğal olarak otobur.

Ben koyunu öldürür yerim, ama insanın yaptığı utanç verici!

Havada uçan kuş, denizde yüzen balık, ovadaki ceylan, dünyadaki hiçbir canlı

Kaçamaz senin zulmünden. Çünkü kurmuşsun hırs tuzağını denize ve karaya.

Kurdun adı kötüye çıkmış ama bak bir kez insana: Bin beter kurttan!

Elinizdeki kitap çok sınırlı olduğu ve bu konuda yazılmış şiirlerin tümünü burada nakletmemiz mümkün olmadığı için Sadi’nin insanın vahşiliğini kınayan ve onu kurtla bir tutan kıtasını aktarmakla yetineceğiz.

“Duydum ki ulu bir kişi kurtardı bir koyunu kurdun pençesinden.

Akşam olunca çaldı bıçağı koyunun boğazına

Koyunun ruhu dile geldi yakınarak:

Kurdun pençesinden kurtardın beni ama gördüm ki sonunda benim kurdum senmişsin!”

İnsanın hayvanlara yaptığı zulüm, hayvanlara karşı işlediği cinayetler, kendisinden güçsüz olanı incitmesi, duygularının bozulduğu ve ahlakının düştüğüne bir delildir. Onlara karşı yaptığı bunca sitem üzerine olanca soğukkanlılığımızla bu iki ayaklı varlığın karşısında deriz ki: Ey gaddar, ey hunhar insan! Yeryüzünde insan kadar akıllı, şerir ve ondan on misli güçlü bir yaratık olduğu takdirde, yazgını elinde tutan bu güçlü varlık karşısında boyun eğmek zorunda kalmayı; at, eşek, koyun vs gibi tutsak olmayı, ağır yükler çekmeyi, kabalık görmeyi, tavla ve mezbahaya düşmeyi göz önüne getirdin mi hiç?

Kendilerini savunamayan milyonlarca zararsız hayvanı öldürmekle insan, kendini alçaltınakla kalmadığı gibi, hiç gerek yokken vicdanındaki intikam çığlıklarını zorla bastırır. Bütün et yiyenler insan ahlakını alçaltmada elbirliği etmişlerdir ve hayvanlara işkence etmekle sorumludurlar.

Tanınmış İngiliz yazarı Konan Doyl der ki: “Etiyle beslenmesi için bir insanın ahlaksal açıdan bir sığırı kesme ya da bir balığı öldürme izni yoktur. İnsan onlara can vermemiştir. Artık hiçbir çaresinin kalmadığı zaman dışında onları hayattan mahrum bırakmak için Tanrı’dan izin almamıştır.”

Yezidilerin şimdiki lideri Bayan Ani Bazan kırk yıldan beri vejetaryendir ve bu konuda verdiği bir

konferansta şöyle demiştir: “Kuşkusuz ne ben, ne siz öldürmedikçe ya da bir başkasını bu işe teşvik etmedikçe et yiyemeyiz. Şu halde bu korkunç mesleği üzerlerine yıktığımız kişilerin ahlaksal ihanet ve alçalmalarından sorumluyuz.”

Tolstoy et yemekten kaçınmayı insanın gerçek ilerleyişi yönündeki ilk adım olarak değerlendirmiştir. Tanınmış Alman yazarı Niçe de vejetaryenliği şu şekilde över: “Sanırım vejetaryenlik, uzak durma ve kendini kısıtlama sayesinde, tüm ahlaksal öğelerden daha çok etkili olmuştur. Bu konuyu abartılı bulmayın. Kuşkusuz gelecekte öğretmenler daha katı kurallar konulmuş bir besin tarzını uygun göreceklerdir.”

Özellikle kadınlar herkesten çok bitkisel yiyeceğin üstünlüğünü fark etmeli, böylesi kanlı ve çirkin bir besini evden uzak tutmalıdırlar. Yaygınlaşmış saplantılardan biri de kadının tüm vaktini yemek yapmakla geçirmesi gereğidir. İşte bu yüzden kadın, hayvan leşlerini süsleyerek yemek yapmaktan vazgeçerse, vaktini daha yararlı işlere ayırabilecektir. Hayat doğuran kadının ölüme razı olmaması ve dudaklarını kana bulamaması gerekir.

Kıyaslayın bir kez. Bir tarafta gönül alıcı renklerle süslenmiş, hoş kokulu meyvelerle dolu bir manav dükkânı, elma, narenciye, kiraz, şeftali, üzüm, kavun ve türlü sebzelerin canlı renkleri. Öte yanda bir kasap dükkânı: Başları kesik cesetlerden sarkmış karın ve bağırsaklar, yarılmış karınlar, asılı, kırık ayaklar, kan damlamakta ve leş kokusu gelmekte.

Meyve yiyen sakin insan, hunhar bir canavar haline gelerek aşağılık bir yok edici oluyor. İşkence ve yok etme ihtiyacı en aşağı dereceye kadar iniyor. Aklını, öldürme aletleri yapmak için kullanıyor. Ölümsüzlük meselesi doğru ise, insan yok olma tartışmasını yapıyor. Öldürüyor, yemek için öldürüyor, şifa vermek için öldürüyor, affetmek için öldürüyor. Giyinmek için, süs için, para için, savaşmak için, bilim için, eğlenmek için, kısacası sadece öldürmek için öldürüyor. Zalim, gaddar, hırslı, hunhar bir padişah. Her şeyi istiyor, hiçbir şey bırakmıyor. Ve hâlâ kendisini öbür dünyada daha iyi bir yaşamla avutuyor!

Sadece para kazanmak amacıyla koyun besliyor, kendi çocuklarının oyun arkadaşı olan o zararsız ve sakin köleleri. Sonra çocuklarının gözü önünde koyunun başını kesiyor. Utanç verici cinayetler, ahlak ve insanlık yasalarına ihanet edilen ortamda büyüyen canavar çocukları vahşi babalarını taklit etmeye sevk ediyor. İnsan zaman zaman bazı hayvanları besliyor veya seviyorsa bu, yaşama saygısından ve ahlak duygusundan değil, sadece kendi bencilliğinden ya da onlardan çıkarı olduğundandır. Bu, onları yeme vaktine kadar devam eder. Gerçekte aldatıcılık, ikiyüzlülük ve alay insana özgüdür.

Ey münzevi ve gür ormanlardaki kurtlar! Ey ormanlardaki yırtıcı hayvanlar! Cılız, sırtınıza yapışık karnınız ve parlak gözleriniz, katı, baş döndürücü ama özgür bir yaşama tanıklık ediyor. Doğa yasalarına göre yaşıyorsunuz. Savunmak için diş ve pençeden başka bir şeyiniz yok. Kutluyorum sizi alçak, yapay ve yırtıcı bir uygarlığın kölesi olmadığınız için.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Vejetaryenliğin Üstünlüğü

Vejetaryenliğin üstünlüğü tartışma götürmez. Her yerde, her ülkede ve iklimde, meslek erbabı, işçi, bilim adamı gibi değişik grupların bulunduğu toplum tabakalarında denenmiş ve vejetaryenlik muzaffer olmuştur. Nitekim Asyalıların çoğu binlerce yıldır bitkilerle beslenirler.

Fransız Vejetaryenler Derneği (Societe Vegetarienne de France, 17 Rue Duguay, Trouin, Paris) meramını şöyle ifade etmektedir:

“Vejetaryenlik tüm hayvanların etini yasaklar. Ama hayvanlardan elde edilen yumurta, süt, yağ, bal gibi bütün maddelerin tüketilmesine izin verir. Şu var ki, tahılları, sebzeleri ve özellikle meyveleri insanın doğal yiyeceği olarak görür.

“Vejetaryenlik çalışma kapasitesini arttırır, düşünce özgürlüğüne yardım eder. İnsandaki yüce hasletlerin gelişmesine neden olur. Tüm varlıkları severek tam bir denge oluşmasını sağlar.

“Vejetaryenliğin amacı insanı doğa yasalarına uygun yiyecekle güçlendirmektir. Akıl yolu ile davranılacak olursa bu, tam bir uyum ve denge sağlanmasının en iyi yolu olacaktır.”

Vejetaryenlik sadece bitkisel yiyecekle kalmaz. Profesör Rao başka şeyler de ekler buna: Hava temizliği, cilt, sindirim sistemi, giysi ve evdeki temizliği de getirir. Aynı şekilde günlük sporlarla ve sağlık koruma kurallarına aykırı şeyleri terk etmekle bedensel, zinihsel ve ahlaksal güçler gelişir.

Süt ve yumurta yasaklanmamıştır. Çünkü onlarda hayati madde vardır. İnek sütle besler yavrusunu. Yumurtadan civciv oluşur. Şu halde bunlar ölü madde değildir. Oysa et gibi yiyecekler çözünür. Balık ani ölüm nedeniyle murdarlaşır. Hepimizin bildiği gibi çirkin bir şeydir. Fare, köpek veya kedi eti olsun, tabaktaki etin murdar olduğunu hissetmiyorsak, bu, eti pişirerek, baharat katarak ve süsleyerek kendimizi aldatmamızdan ileri gelir.

Profesör J. Lefevre, bilimsel kitabı Examen Scientifique du Vegetarisme’de, bitkisel yiyeceklerin bedensel ve zihinsel güçleri artıracak tek besin olduğunu parlak bir şekilde ispat ettikten sonra şu sonucu çıkarır: Vejetaryenlik, beden uzuvlarını yormadan, her türlü zehirden uzakta, bedensel uyarıcı güçlerin gelişmesine ve soğuğa karşı direncin artmasına izin veren tek beslenme tarzıdır.

İngiliz doktor Can Vud şöyle der: “Bir doktor olarak kişisel deneyimlerime ve gerek hastanelerde yıllarca süren gözlemlerime dayanarak belirtmek isterim ki, et ne gereklidir, ne doğaldır ne de sağlıklı. Beden ve ruhun gelişimi için de gerekli değildir. Çünkü vejetaryen olan olağanüstü pehlivanların ortaya çıkışı, vejetaryen oldukları bilinen eski veya yeni sayısız filozof, yazar ve bilim adamının varlığı bunun için yeterlidir.”

Et yemek doğal bir âdet değil, bizim varlık kanunlarından sapmamızdır. İnsan meyve yiyen biri olarak yaratılmıştır. Etobur hayvanlarla insan karşılaştırılacak olursa, bu gerçek ortaya çıkar. Gerek iç organları, gerek dış yapısı bakımından insanın hayvanlardan tamamen farklı olduğunu görürüz. Oysa insanın fizyolojik yapısı, besinleri meyve, tahıl ve ceviz olan büyük maymunlarla tam bir benzerlik gösterir. Öldürülmüş hayvanın cesedini yemek sağlıksızdır. Birçok hastalığın bundan kaynaklandığı da ispatlanmıştır.

Sadece taze sebzeler ve olgun meyveler madensel tuzları insan bedenine ulaştırabilenbesinjerdir. Etteki madensel tuz oranı çok düşüktür. Olan da kemiktedir ve insan kemik yiyemez.

Dr. J. Lö Grand besin felsefesi ile ilgili kitabında şöyle yazmıştır: “Bebeğin sinir sistemini güçlendirecek bir besini olmalıdır. Bunu da sadece bitkilerde, özellikle kemik, diş ve sinirlerinin gelişmesi için gerekli olan tahıllarda bulacaktır.”

Dr. Şovua bir konuşmasında şöyle demiştir: “Kişisel deneyimlerim ve hastalıklarım, bitkisel yiyeceklerin ideal besin olduğunu, sağlığımız ve insanlık onuru için ona yönelmemiz gerektiğini gösterdi bana. Et yemeye alışkın olan ve et yemeyi mevrusen öğrenmiş biri, istisnalar dışında, bu makama ulaşamaz.”

Dr. Gaston Dorvil de şöyle yazmıştır: “Sebze, tahıl ve meyve gibi sadece bitkilerden oluşan bir besin insan vücudunun kuvvetlenmesi ve korunması için yeterlidir. Oysa et yiyenlerin sağlıklı kalmaları imkânsızdır.”

Dr. Edvard Levi bir konferansında şöyle demiştir: “Sağlığı için vajetaryenliği seçip de bunun sonucunda zayıflayıp kuvvetten düştüğünü söyleyen birinin çıkmadığını belirtebilirim.”

Ünlü filozof Senek de şöyle yazmıştır: Bu kanıtlar beni çok etkiledi ve hayvan eti tüketmekten kaçındım. Bir yıl sonra işlerim kolaylaştığı gibi daha da zevkli hale geldi.”

Dr. Edvard Levi bir başka yerde şöyle yazar: “Vejetaryenlikten amaç doğanın sunduğu yiyecekleri kendi gereksinimlerimizle uyumlu hale getirmektir. Azota gereksinimimiz çok az olduğu için kuru tahıl, peynir, badem, ceviz ve fındığı ölçülü olarak kullanalım. Aynı şekilde çok yağlı yiyeceklerle çikolata ve reçel gibi yoğun kıvamdaki yiyeceklerden sakınmak gerek. İçinde madensel tuzlar bulunan taze sebzelerle pişirilmeye ihtiyaç duyulmayan meyveleri tüketmeliyiz.”

Deneyler, besili hayvan etlerinin hoş olmadığını ve bu etleri yiyenlerin hastalanmalarına yol açtığını göstermektedir. Üstelik bu hayvanlar sıraca ve verem hastalıklarına yakalanmışlardır. Çünkü açık havada değillerdir ve doğal sporlarını yapmazlar. Bir hayvanı adamakıllı semirttikleri zaman bu, eti çoğaldı diye kaslarının da sağlıklı olacağına delil teşkil etmez. Çünkü bedenin işine

yaramayan fazla maddeler yağ olarak deri altında toplanır. İnsanlar ve hayvanlar şişmanladıkları oranda çok hastalanırlar. Bunun yanı sıra evcil koyun etinde bezler ve türlü kurtlar vardır.

Hayvanlar için bitkisel yiyeceklerin üstünlüğü de denenmiştir. Aslen etobur hayvanlar olan köpek ve kedinin kimi zaman bitkisel gıdaları tercih ettikleri ve bu nedenle evcil, yumuşak başlı ve sevecen oldukları görülür. Hiçbir zarara uğramadan akılları da gelişme gösterir. Ama et verilen otobur hayvanlarda aksi sonuçlar doğurur.

Vejetaryenlik bazen bunalım yaratırsa bu, besinin iyi seçilmemesinden ileri gelir ve esrarkeş ya da alkoliğin, esrar veya alkolü bıraktığı andaki etkiyi yapar. Bu yüzden et bedeni zehirlediği için kişinin bir iki gün halsizlik hissetmesi mümkündür. Fazla alınmış olan et önce bedende erir, daha sonra sağlık dengesi kurulmuş olur. Öte yandan doktorlar et ve türlü ilaçlar tüketerek zehirlenmiş hastaya vejetaryenliği önerirler. Hastalar işte o zaman bu tür yiyeceklerden mucize beklerler. Hastalık atlatıldıktan sonra yine eski yiyeceklerini yemeye başlarlar ve vejetaryenliği bir tedavi şekli olarak görürler.

Benzer İçerikler

A’dan Z’ye Rüya Yorumları-Berrin Türkoğlu

yakutlu

YOĞUN TEMPOLU iNSANLAR iÇiN MEDiTASYON-OSHO

yakutlu

GENÇLERLE BAŞBAŞA Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy