Yaban | Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup KAdri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeler, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri`nin 1910`dan 1974`e dek verdiği eserler Türkçe`nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri`nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920`lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasş ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati`den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu`nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panorama”dır.

***

Yabanın İkinci Basılışı Vesilesiyle

Mevcudu çoktan tükenmiş olan Yaban’ı. bu sefer, yeniden bastırmağa karar verişimin başlıca sebebi, günden güne artan umumi bir isteği yerine getirmek zorunda kalışımdır.

Böyle bir istekle karşılaşmamış olsaydı Yaban, halkın huzuruna tekrar çıkmak lüzumunu duymayacaktı. Zira, bu eser, yayım meydanına ilk adımlarını attığı günlerde ne kadar çok şımartıldı ise. son yıllarda, o kadar İnsafsızca hücumlara uğramış, o kadar çok hırpalanmıştır. Eski Babıâli mahallesinin köşe başlarını tutan bazı sokak demagoglan onun aleyhine birtakım suikastlar tertip etmiştir ve onu. her gün üstünde dolaştıkları kaldırımların çamuruna bulamak istemişlerdir.

Bu çirkin ve iğrenç macera, yegâne kuvveti, yegâne meziyeti samimiyetten ibaret olan bir eserde kafi bir tiksinti ve çekingenlik uyandırabilirdi. Fakat. Yaban, en geniş, en büyük rağbete, asıl, bu tecavüzlerden sonra erdiği için hâkimlerin en adaletlisi halkın, kimden yana olduğunu derin bir minnettarlıkla hissetti ve İşte bu minnet borcunu ödemek niyetiyledir ki, bugün tekrar, onun karşısına çıkıyor.

Eski Latin şairi Horatlus. kendi eserlerinden birine şöyle hitap eder: “Haydi, git; halkın İçine karış; artık, sen. benim malım değilsin!..” Her yazar, her sanatçı, kendi eserine aynı şeyi söyleyebilir Fakat. En ziyade, bir milli heyecanın mahsulü olan eserlerdir ki, meydana geldikleri andan İtibaren, artık, üstlerinde taşıdıkları İsimle bütün manevi ilişkilerini keserler ve kendi talihlerini kendileri tayin ederler.

Buna karşılık, bir yazarın. kendi eserinden ayrılıp ona yabancı kaldığı da çok vaktidir. Ben Yaban’da neler yazmış olduğumu o kadar unutmuşumdur ki. ona edilen hücumlar esnasında, ben de bazı kimseler gibi onun masumluğundan şüpheye düşer gibi olmuş ve ancak, onu, yeni baştan, tekrar okuyunca kendi savunmamı en açık satırlar halinde. bizzat kendinde bulmuştum.

Meselâ. Yaban’a yöneltilen başlıca suç. kitabın köylü aleyhtan bir karakter taşıması; köylünün maddî ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkma olmasıdır. Yaban’ı ikinci defa gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki,bu, bütün mânasiyle bir iftiradır. Zira, romanın kahramanı olan entelektüele, elinizde tuttuğunuz şu çirkin bu baskıda hangi sayfaya rastlayacağını bilmediğim bir yerinde, bundan yirmi beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki:

“Bunun sebebi. Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun “Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu. hayvani duyguların. cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki. ne biçeceksin?..”

Gene Yaban’ın birinci sayfasında köylülerin cahilliğinden bahsederken Türk enteltektüeli birdenbire kendini toplar ve der ki:

“Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat. ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, şenindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir.Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.”

Bir objektif roman tekniğine göre, yapılmaması gereken bu çeşit tirad’laria Yaban ın hemen her tarafı tıklım tıklım doludur. O kadar ki. sanat bakımından, bir tenkitçinin, asıl hikâyeyi bölük pörçük eden bu feryadımsı hutbelere itiraz etmesi gerekirdi. Fakat. Yaban bir objektif roman değildir.

Yaban, bir ruh sıtmasının, birdenbire acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun, bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır. Ve ben. Orta Anadolu viraneleri İçinde dolaşırken yüreğime düşen odun yanığını, bundan yirmi yıl evvel yazıp neşrettiğim bir nesirde ilk defa o viraneler halkına şu hitabeyle ifadeye çalıştım:

BARBARLARIN YAKTIĞI KÖYLER AHALİSİNE

“Bilmem beni hatırlıyor musunuz? Ben sizi asla unutmadım. Zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman hayatımın en derin. en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum. Utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur; geçtiği yerde ateşten izler bırakır.

Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum. Hanginiz daha az sefil İdi? Hanginiz daha merhamete lâyıktı? Bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır.

Bunun için değil midir ki. size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum. Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum. Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür’et ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor.

Hatırlıyor musunuz, bilmem! Sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi; hava kâh kapanıyor, kâh açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu.

Arabamızın içine no kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplanmıza, örtülerimize ne kadar bürünsek. zannediyorduk kİ, yolumuzun sonunda bizi bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. İşte tam bu sırada siz o viraneler içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordunuz? Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?

Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi var mıydı? Siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehaseler (fosiller) ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahlûklar değil miydik? Sizin, altında barınacak bir tek damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde idik.

Biraz sonra siz. yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe giderken, biz. yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler. soğuk börekler ve taze meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği (daha mükemmel bolluğu) hatırlayacaktık.

Bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik…
Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler kurmuş sanılır. Bastığınız yere sanki kadifeler döşenmiş gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir kevserdir; kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes, her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır.

Geceleri, sizi bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür: İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz.

Lâkin, o sıralarda kİ, arabamızın etrafını sarıyordunuz Her biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı anlatıyordunuz.

Örtündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı uzatıyordunuz. Biriniz: ‘İşte gâvurun el uzattığı kız budur; ateşe kaktılardı. ayakları kötürümdür.” diye ah ediyordu. Bir diğeriniz de:

“Eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal. davar, tohum, oğul. koca… hepsini…” diye hıçkırıyordu ve bir kadın: ‘Dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım; ne yapacağım, ne diyeceğim? Aman Allahım, aman Allahım!’ diye döğunüyordu.

O vakit yemin ederim kİ, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe paçavralar içinde, yalınayak gelmedıgime nedamet ediyordum. Gözyaşlarınız arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil. fakat felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar kaba, ne kadar adı olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak, sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum; o dakika zannediyorum ki. hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır.

O dakikada. Nasıralı Nebi’nin ruhundaki bütün esrar bana perde perde belirtiyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. O demişti ki: “Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. Asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar.”

Evet, buna inanınız! Biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet dağıtanlar arasındayız. ruhumuz bin türlü gamla doludur! Hiç bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, Eyyûb’un etini kemiren kurtlar gibi kemiriyor. Bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında şüphe, gurur, nahvet kibir ve ihtiras denilen türlü türlü illetlerle şerha şerha kanıyan bir derimiz var. Düşmanın hıncı, vahşeti sizin üstünüzden bir kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o düşmanı daima içimizde taşıyoruz. Durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz; durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete maruzuz; her dakika doğrulup hor dakika yıkılıyoruz.

Ey. yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey. evlâdının mezar taşından başına yastık yapan ana; ey geceleri Köpeklerle beraber uluyan aç çocuk; ey, bekâreti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız. Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masûn eylesin!”

İşte. Yaban, bu yazının yayımlanmasından on. on bir yıl sonra, aynı yürek acısını daha geniş bir ölçüde ifade etmek İçin meydana geldi.

Porsuk Çayı kıyılarında geçirdiğim üç dört aylık kâbusu, şuurum altı, on yıl durmaksızın yaşamakta devam etmişti.

Anlıyorsunuz ki. bu eser, benliğimin çok derinliklerinden, adeta kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir, diyorum. Zira. bu. ne bütün mânasiyle bir roman, ne bütün mânasiyle bir sanat ve edebiyat işidir. Hele, politika denilen gündelik davalarla hiçbir ilgisi yoktur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Nasıl olur! dedi, nasıl olur insan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?

Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:

“Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.”

Dünyadan elini eleğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi bulunabilir? Ben, burada diri diri, bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.

Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkûm olmak. Böyle mi olacaktı? Böyle mı sanmıştım? Lâkin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.

Mehmet Ali. bana: “Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, buralarda, yalnız başına sersebil olursun” dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.

Mehmet Ali: “Gel beyim, seni bizim köye götüreyim,” dediği vakit, bu köyü, kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm. Hattâ Mehmet Ali’nin evini, hattâ bu odayı, hattâ, bu…

Benzer İçerikler

Pollyanna (Ünlü Çocuk Romanları – 5) | Eleanor Hodgman Porter

yakutlu

Ormandaki Kulübe | İsmet Aci

yakutlu

Hikayelerle Mizaç ve Karakter Eğitimi | A. Rahşan Gürel, Perihan Gürel

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy