Yalancı Portakal | Miyase Sertbarut


Miyase Sertbarut’un, hayal kurmanın zevkli, yalan kurgulamanın ise tehlikeli olabileceğini gözler önüne serdiği duygusal romanı Yalancı Portakal, Berk Öztürk tarafından yenilenen resimleri ve gözden geçirilmiş baskısıyla tekrar raflara giriyor.

Evinden kilometrelerce uzakta, yeni bir yaşama uyum sağlamaya çalışan küçük Elif’in gözünden ve gönlünden geçenleri yazıya döken yazar, hayalle gerçeğin iç içe geçtiği “masumane” bir dünya resmediyor.

Yalanın bir kaçış mı yoksa bir kurtuluş mu olduğu üzerine düşündüren bu içtenlikli kitap, okurları acıyla tatlının bir arada sunulduğu doyumsuz bir hayal sofrasına buyur ediyor.

Mücbir sebeplerle halasının Sevdilli Köyü’ndeki evine gönderilen Elif’e hayat pek de adil davranmıyor gibi. Daha annesinin sevgisine doyamamışken, yaşadığı kenti, kardeşlerini, çok sevdiği dut ağacını geride bırakıp hiç bilmediği bir yere alışması bekleniyor. İhtiyacı olan anne şefkatini halasının kollarında ve yatalak babaannesinin gözlerinde arayan Elif, çok geçmeden teselliyi yalancı bir portakal ağacında buluyor. Şimdiye dek görüp yaşadığı yerlere hiç benzemeyen bu köye uyum sağlayabilmek için çocuk işi bir oyuna başvuran küçük kız, yalan söylemeye kendini fazlaca kaptırınca ister istemez yalancı bir cennetin kucağına düşüyor. Oysa nice tozpembe vaatle gözünü boyayan düş dünyası gerçekte onu tehlikeli sularda yüzdürmeye hazırlanıyor…

Çocukların dünyasında hayal ile yalanın kimi zaman birbirine karışabileceğine dikkat çeken Yalancı Portakal, yalan kapısının nelere yol açacağını sezdirmeyi de ihmal etmiyor.

Miyase Sertbarut bu kitabıyla bizleri, ruhumuzun derinliklerinde yeşeren yalancı portakalla yüzleşmeye çağırıyor.

Evden Ayrılışım 

Ailemden ayrı yaşamak zorunda kaldığımda yedi yaşındaydım. O zamanlar bu ayrılığın nedenini tam anlayamamıştım. “Halan iyi kadın.” diyorlardı. “Orada kazlar var.” diyorlardı. “Çayır çimen…” diyorlardı. Bunların hiçbiri beni rahatlatmıyordu. Yani oraya kazlar yüzünden mi gidecektim? Her şeyin nedeni bence Şükran’dı. Şükran?.. Yeni doğan kardeşim. Annem evin önüne bir örtü serip oturuyor, dizlerinde sallıyordu Şükran’ı. Uyumuyor ki bebek, annem de uykusuz kalıyor onun yüzünden. Bebeğe ters ters baktım. Annem yakaladı bu bakışı, onun gözünden bir şey kaçmaz. Uykusuz kalsa bile kaçmaz. Eliyle yanına çağırdı. Koştum, yanına oturttu, başımı göğsüne dayadım. Bebek de hık mık ederek bana bakıyor. “Sen de böyleydin.” dedi annem. “Böyle uyumaz mıydım?”

“Evet.” “Sesim böyle çirkin mi çıkardı?” Annem güldü. “Kıskanıyor musun yoksa? O daha bebek, evimizin en küçüğü. Büyüdüğünde seninle oynayacak, senin dertlerini paylaşacak. Kimseye açamadığın sırları ona açacaksın belki.” “Kıskanmıyorum ki.” Böyle söylesem de annem içimden geçenleri nasıl oluyorsa anlıyordu. Gözlerimden mi, tırnaklarımı yiyişimden mi, omuz silkmemden mi bilmiyorum. Anlıyordu işte. Belki de annelik böyle bir şeydi, sen hiçbir şey söylemezsin, ama o senin suskunluğunu bile anlar. Annem bir yandan ayaklarına yatırdığı bebeği sallıyor, bir yandan saçımı okşuyordu. Ben de kendi oyuncak bebeğimi böyle sallardım. Ama plastik bebekler hafif. Bu ağır, belki de annemin ayakları bu yüzden çok ağrıyor. “Baban da, ben de hepinizi çok seviyoruz.” Hepimiz! Evet biraz kalabalığız. Şükran’la birlikte altı çocuk var evde. Annem ve babamla birlikte sekiz. Keşke bu bebek doğmasaydı, annemin işi bu kadar çoğalmazdı. İşte o gün açtı bu konuyu annem. “Halanı hatırlıyor musun Elif?” Onlar nasıl hatırlıyor bilmiyorum; oraya gitmişiz iki yıl önce, yani o köye. Amcam da gelmiş. Çünkü orada babaannem varmış. Yok, ne halam ne babaannem geliyor gözümün gönüne. Annem gözlerini kapayıp derin bir soluk aldı.

“Yemyeşildi… Burası gibi evler iç içe değildi. Burnumda tütüyor.” Annem sanki o kokuyu içine çekiyormuş gibi havayı kokladı. Ben de onun gibi yaptım, ama değişik bir şey gelmedi bana. Komşuda yine mercimek çorbası pişiyor, bir tek onun kokusunu fark ettim.. “Halan diyor ki Elif’i yanıma gönderin, bana yoldaş olsun, arkadaş olsun. Ne dersin?” “İstemem! Ben sizden ayrılmam.” “Tamamen ayrılmayacağız ki…

Halan seni oradaki okula da yazdırır. Her yaz geliriz oraya.” Omuz silktim; çenemin güceniklikle titremeye başladığını, alt dudağımın hafifçe sarktığını ben bile fark etmiştim. Annem ağlamak üzere olduğumu görmüyor mu? Hani benim ağlamama dayanamazdı? Bana hiç bakmıyordu ki görsün. Dut ağacına bakıyor, küçük Şükran’a bakıyor, yere düşmüş dutlara bakıyor, dutlara üşüşen sineklere bakıyor… ama bana bakmıyor. Sanırım ağladığımı görmemek için böyle yapıyor. “İstemem, ben buradaki okula gitmek istiyorum, ablalarımın gittiği okula…” “Elif, güzel kızım, her şey seni daha rahat okutmak için. Ablalarının okul masrafları o kadar çok ki. Köydeki okullar bu kadar masraflı değil. İnan orada ortaokul, lise olsa ablalarını yollardık. Ama yokmuş. Halan senin masraflarını da karşılayacak.” Gözlerimi Şükran’a diktim. Onun yüzündendi işte, o geldi ve birinin gitmesi gerek.

Bizimkiler beni seçmiş demek ki. “Bir tek ben mi fazlayım bu evde?” Annem sonunda yüzüme baktı da gördü yanağımdaki gözyaşlarını. O yüzüme bakıyor diye daha çok ağlamak geldi içimden, ama tuttum kendimi. “Yavrum, ben seni okutmak istiyorum, sen neler düşünüyorsun! Halanın yanında defterin, kitabın eksik olmaz. Burada okursan birini alsak öbürünü alamayız.” Alınmasın, ne olacak sanki. Ablalarımın da her istediği alınmıyor, ben de öyle eksik giderim okula. Ya da gitmem. Okula gidince ne oluyor? Ben evde kendi kendime de okuma yazma öğrenirim. Belki ablam öğretir, belki annem öğretir. Ama annemin hayalleri başka. Beni göğsüne çekti, sesi dokunaklıydı. Bir anda filmlerdeki üzgün kadınlardan birine dönüştü. “Okumalısın… Bir mesleğin olmalı yavrum. Daha düzgün yaşamak için, bizim gibi sıkıntılar çekmemen için. Yoksa kolay mı senden ayrılmak?” Annemin gövdesine yaslandığımda yine sevdiğim o koku doldu burnuma. Annem çok sevdiğim mavi boncuklu eşarbını bağlamıştı başına. Gür saçları, bu mavi boncuklu örtünün sağından solundan çıkmış, omuzlarına bukle bukle düşmüştü. Koku işte bu başörtüsünden yayılıyordu; çünkü annem diğer çamaşırlarla değil, güzel kokulu bir sabunla yıkardı onu. “Saçlarım da güzel kokuyor o zaman.” demişti sorduğumda. Şimdi ben o köye gidersem bu kokuyu bir daha içime çekemeyecektim.

Annemin beni kavrayan kolunu ittirip kalktım. “Beni sevmiyorsunuz! Kurtulmak istiyorsunuz.” diyerek yanından uzaklaştım. Söylediklerime ben de inanmıyordum ama içimden bunları söylemek, annemi üzmek geliyordu. Aslında annemin beni çok sevdiğini biliyordum. Daha küçükken ona sorular sorardım. “Anne ben nereden geldim? Ablam beni dereden tuttuğunuzu söyledi.” “Şaka yapmış ablan sana.” “O zaman sen söyle, beni nerede buldun?” İşte o zaman annem kimsenin böylesine tatlı anlatamayacağı bir masala başlardı. Sanki altı çocuklu bir ev kadını değil de içinde şiirler saklayan ve sakladığı şiirleri yalnızca sevdiği insanlara fısıldayan biri gibi kahramanlaşırdı. “Sen benim içimde saklıydın yavrum. Çocukluk oyunlarımın, bez bebeklerimin içindeydin. Küçük bir kızken çamurla oynadığımda her gün seni yapardım, bozardım, yeniden yapardım. Sen benim bütün umutlarımda, sevgilerimde gizliydin. Zamanı geldi ve benim kalbimde gerçek bir çocuk olarak ortaya çıktın.” Kim dünyaya böyle gelmek istemez ki. Bunları dinlerken mutluluktan gevşer, göğsüne yaslanır, o özel sabunla yıkanmış başörtüsünün boncuklarıyla oynardım.

Onun bu tatlı anlatımı masallardan öğrendiğini düşünürdüm. Öyle çok masal bilirdi ki… Ben de çamurla oynarken yaptığım bebeklere, annem bana nasıl tatlı diller döküyorsa, aynısını yapardım. Bu çamurdan ve biçimsiz bebeklerin ileride güzel çocuklara dönüşeceği hayalini aklımdan hiç çıkarmazdım. Annemin sevgisinden kuşkum yoktu ama yine de anlayamadığım bir şeyler yüzünden beni yollayacakları için herkese kızgındım. Bu kızgınlıkla evimizin önündeki dut ağacına çıktım. Ağlamak ve yalnız kalmak istediğimde hep böyle yapardım. Yapraklar beni herkesten gizlerdi. O benim ağacımdı, arkadaşımdı. Hem bütün sırlarımı da bilirdi, küçük Şükran’ı kıskandığımı bile… Bazen onunla konuşurdum, bazen konuşmadan anlaşırdık. Birkaç tane güzel, olgun dut yedikten sonra da bütün üzüntüm geçerdi. Sanki ağaç bu meyvelerin içine bana iyi gelecek bir ilaç eklerdi. Bu yüzden tadı her seferinde değişirdi.

Üzgünsem mutluluk ilacı, korkuyorsam cesaret ilacı, öfkeliysem sakinleştirecek ilaç… Doktor muydu, eczacı mıydı bilmiyorum ama o ne yaptığını iyi bilirdi. Bu kez öyle olmadı, ballı dutlar beni kandıramadı. Hem yedim hem ağladım. Hava kararana dek orada kaldım. Taa ki annem ve ablalarım beni aramaya başlayana kadar tünediğim yerden hiç kıpırdamadım. Kolum bacağım uyuşmaya başlamıştı, aşağıdakiler de komşu evlere beni sormaya başladıklarında indim avluya. Birkaç gün sonra amcam geldi. Amcam sık sık bize geldiği için aramızda sıcak bir bağ vardı. Aynı sıcaklığı yüzlerini bile hatırlamadığım halama ve babaanneme karşı duyamıyordum. Eğer amcam da onlarla birlikte yaşıyor olsaydı köyde kalmak için sorun çıkarmazdım. Ama amcam bir çiftlikte çalışıyor ve orada yaşıyor. Yirmi beş yaşında olsa da benimle oynamayı seviyor. El kızartmaca oyununda bile bile ellerine vurmama razı oluyor. Bana çiftlikten su kabağı getirmiş.

“Kuruyunca bunu boyar, bebek yaparsın.” dedi. Çok hoşuma gitmişti, amcam beğendiğimi fark etti. “Sevdilli’de bu kabaklardan çok var.” Yine o köy! Varsa var. İnsan kabak yüzünden annesinden ayrılır mı? Fırlatıp attım kabağı, neyse ki kırılmadı. Amcam beni ikna etmeye uğraştı. “Elifçiğim orada daha rahat edersin. Düşünsene evin tek kızı sen olacaksın. Burada Şükran’ın beşiğini sallamaktan, mamasını yedirmekten bıkarsın. Şuna bak, ağlamaya bir başladı mı televizyonu bile duymuyor insan.” Omuz silktim, bunlar benim dert edeceğim şeyler değildi.

Ama amcam anlattı da anlattı. Sanki Sevdilli diye bir cennet vardı, kapılarını benim için sonuna kadar açmış, ona doğru yürümemi bekliyordu. “Halan sana istediğin yemekleri pişirir. İş yaptırır diye de korkma sakın. O her işini kendi yapmak ister, kimseye güvenmez. Prensesler gibi olacaksın vallahi!” Prensesler nasıl olur fazla bilmiyorum. Bildiğim yalnızca halamı ve babaannemi tanımıyorum. “Madem öyle güzel, neden sen de orada kalmıyorsun?” “Çiftlikte sürekli iş var Elif, ama sık sık gelirim ben senin yanına. Şimdi bile ayda bir gidiyorum annemi görmeye.

Sen gelirsen işimi ayarlar, her hafta sonu köyde olurum, tamam mı?” Benim “Tamam!” dememin bir önemi yoktu aslında. Onlar çoktan verilmiş bir kararı bana benimsetmeye çalışıyordu. Ama mademki amcam her hafta sonu yanıma gelecekti, madem prensesler gibi olacaktım, madem orası yemyeşil bir cennet… “Tamam!” dedim.

* * *

Annem yolculuk için çantamı hazırlamıştı. Yeni bir yer, başka insanlar, evden uzak… Heyecanlanıyor ve korkuyordum. Annem, ablalarım beni çok özleyeceklerini söylüyor, sarılıp sarılıp öpüyorlar. Bu sevgi gösterisi kendimi önemli biri gibi duyumsamama neden oldu. Babam bile çocuklaşmış, şakalar yapıp duruyor. “O avluya bir hazine saklamıştım, gidince her yerini kaz, tamam mı?” diyor. Benim için hazırlanan çantanın içine annemle babamın evlendikleri gün çekilen bir fotoğrafını gizlice ekledim. Ablalarımdan bana kalan çok sevdiğim düğme gözlü bebeği de çamaşırlarımın arasına koydum. Bir de annemin başörtüsünü… Kenarlarında boncuktan üzüm salkımları. Çok eskiydi, ama annem bu üzüm salkımlarını çok sevdiğinden sık sık onunla bağlardı başını. Annem mi onun gibi kokardı, o mu annem gibi kokardı, yoksa sabunun marifeti miydi anlayamazdım. Ama bu koku ile aramda bir bağ vardı.

Benzer İçerikler

Çapkın Düşler – Christine Bell – Online Kitap Oku

yakutlu

İKİ YIL OKUL TATİLİ-Jules Verne

yakutlu

Darmadağın – Karin Slaughter – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy