Yargıç-Steve Martını

GİRİŞ
LENORE GÜLE BENZERDİ:
Koyu renk tenli, uzun ve ince. Pırıl pırıl gözlerle dişler ve zaman zaman kendine özgü tavırları ile batırdığı dikenleri.
Davenport bölgesinde üç yıl önceki kısa süreli özel savcılık görevimden beri, Lenore Goya ile arkadaştık. Mahkemede karşı karşıya geldiğimiz bir iki küçük dava hariç, Nikki’nin cenazesinden beri onu görmemiştim. Birçok kere çeşitli nedenlerle aramayı düşünmüş ama her defasında bu isteğimi bastırmıştım. Karısını yeni kaybetmiş ve yalnızlık çeken adam görüntüsü vermek istemediğim için bütün arzularımı sessizce kontrol altına almıştım.
Buna rağmen, beni aradığında sesimdeki heyecanı algıladığından emindim.
O akşam, nehir kıyısındaki Angelo’nun Yeri’nde buluşacaktık. Angelo’nun Yeri, hafif esintilerin başınızın üstündeki Japon fenerlerini titreştirdiği, masaların suyun kenarındaki iskelenin üstüne kurulduğu canlı, neşeli bir yerdi ve yanındaki marinada kayıklar gider gelirdi. Her zamanki gibi şık giyinmiştim. Hazırlanması en az iki saatini almış biri gibi görünüyordum. Aslında bu buluşmanın eğlenceden çok iş için olduğunu hissediyordum ama yine de umutluydum.
Onu gördüğümde içeri giriyordu. Bir kat üstümde, terastaydı. Lenore, pilili, çiçekli eteği ve yuvarlak yakalı, parlak pastel hırkası ile ortama uygun giyinmişti. Lenore, bahar esintisi gibiydi.
Beni gördü ve el salladı. Ben de aynı doğal, canlı ifadeyle karşılık verdim. Kendi kendime sadece yemek için buluşan iki iyi arkadaş olduğumuzu söylüyordum ama yine de kalbim çarpıyordu.
Bu akşam, hem vücut hem de ruh olarak çok narin ve kıvrak görünüyordu. Lenore’ın heykeltıraş elinden çıkmış gibi düzgün olan elmacık kemikleri ve burnu, kendisi ile ilgili her konuda son derece keskin ve doğrudan konuştuğu izlenimini verirdi.
Çoğu boş olan masalara doğru ilerledi. İnsanlar akşam soğuğunda üşüdükleri için içeride oturuyorlardı. Başkente doğru dürüst yaz gelmezdi hiç.
Yaklaşırken birkaç baş ondan yana çevrildi. Lenore bulunduğu her mekânda odak noktası olabilen o çarpıcı kadınlardan biriydi. Akdeniz kökenli görünüşüyle, egzotik havasıyla sanki cennet bahçesindeki Havva’nın günah işlemeden önceki haliydi.
“Ne kadar harika bir yer,” dedi. Yanağıma dokunurken kolumu hafifçe sıktı.
“Çok uzun zaman oldu.”
“Biraz,” dedim. Sakin davranmaya çalışıyordum. Ona harika göründüğünü söyledim ve oturması için sandalyesini çektim. Sonra çantasının kenarından kıvrılarak zar zor kendi yerime geçtim.
Bir eliyle ağzını kapatarak güldü. Gözlerimiz karşılaştı ve onun gözlerindeki kıvılcımı gördüm. Benimle alay edişinde bile büyüleyici bir şeyler vardı.
Onu sık sık düşlerimde görürüm, ama pek alışılmış biçimde değil. Düşlerim yaşadığım o andan esinlenir: Adrian Chambers kocaman gövdesiyle üzerime çökmüş, metal bir kazığı göğsüme doğru savururken, Lenore havada şimşek gibi çakar. Eski zamanlardaki savaş tanrıçalarından biri gibi ateş ve rüzgârla birlikte gözleri kamaştırarak ortaya çıkar.
Bundan söz etmedik, ama ne konuşursak konuşalım o korkunç olayı düşünmeden edemiyorduk. Lenore benim hayatımı kurtarmak için adamı öldürmüştü.
Şakalar yaptık, eski ortak dostlarımızdan, hemen hemen aynı yaşta olan çocuklarımızdan konuştuk. Lenore’ın Sarah’dan biraz büyük iki kızı vardı.
“Kızının boyu çok uzamış olmalı,” dedi.
“Her geçen gün daha çok Nikki’ye benziyor,” dedim. Hüzünlendi. Gözleri uzaklara daldı. Annesiz bir çocuğu düşünmek onun için çok üzücü olmuştu. Annelik duyguları güçlüydü.filenin ötesine, sendikanın sahasına göndermişti, hem de kıç üstü.
Şehir yönetimi, polise yasadışı olarak aktarılan bir miktar parayı ortaya çıkarmıştı. Şüphe yok ki, sendika bu mavihastalığa hızlı bir tedavi bulmuş ve hastaları bir bir toplamış olsaydı, işin peşini hemen bırakacaklardı. Acosta, doğru olanı yaptığı takdirde kendisine seçimde destek verebilecek politikacılara yağ çekmekle meşguldü.
Beceremezse ona çok çalışması gerekmeyen basit bir iş vereceklerdi.
Cevizkafa, polis sendikasını yıkmak istiyordu. Çünkü onlar gelecek seçimlerdeki rakibini destekliyorlardı ve kendi seçtikleri adaylarına büyük miktarlarda para akıtıyorlardı.
Birçok yargıç için söylenenler doğrudur. Başlıca meziyetleri, valiyi tanıyan kanun adamları olmalarıdır. Nefret ettiğim bu yargıç, müvekkilimin yakasına fena yapışmıştı.
Maalesef başlarda küçük, önemsiz miktarlarla işe başlayan Tony Arguillo işleri birdenbire büyütmüştü. Ortada bazı sendika aidatlarının ve emeklilik fonlarındaki paraların üst düzey sendika yöneticilerinin ceplerine gittiğine dair belirgin kanıtlar vardı. Olaylar, savcıların görmezden gelemeyeceği bir şekilde kamuoyunun gündemine gelmeye başlamıştı.
Bu paraların esas miktarı hakkında konuştuk. Ben bunların dedikodu, varsayım, ya da asılsız iddialar olduğunu söyledim. Savcının kesin hesabı çıkarmamış olması için dua ediyordum. Acosta ahlaki çöküşe isyan eder gözükmeye çalışıyordu. Bu kendi sınırlı erdemleri ile hasır sapları kullanarak altından bir ağ örmeye çalışmak gibiydi.
“İnanabiliyor musun?” dedi. “Polis memurları havaalanında bu şehrin güvenli olmadığını yazan el ilanları dağıtıyorlar. Bu küstahlığa inanabiliyor musun?” Bunu fısıldayarak ve sımsıkı kapalı dişlerinin arasından tıslayarak söylemişti. Kapının dışında ayçiçeği çekirdeği çiğneyen ve kabuklarını halı kaplı zemine tüküren muhafızının söylediklerini duymasını istemiyordu.
“Sanki ikisi doğrudan birbiri ile alakalıymış gibi,” dedi. “Yani eğer polisler cuma günü, içinde yüzde sekizlik haraçlarının bulunduğu zarflarını almış olsalar, geçen hafta seni soyan adam bunu yapmamış olacak. Koruma hizmeti satıyormuş gibi gösteriyorlar olayı.” Ona göre bu hiç de profesyonelce bir davranış değildi. “Kahrolası zorbalar,” dedi. Müvekkilimin bir yargı memuru tarafından hakarete uğraması ve fiziksel saldırı ile tehdit edilmesi, normal ahlaki uygulamaların bir parçasıymış gibi davranıyordu.
Bunu ona söyledim.
“Ben kimseyi tehdit etmedim. Ve bu söylediğine de gücendim doğrusu… ”
“Bunu, müvekkilime, onu o haydutlarla ile beraber hücreye tıktığında söylerim.”
“O kendi kendini o hücreye zorla tıktırıyor.”
İşler kötüye gidiyordu. Biraz makul olmasını istiyordum. “Adamım sadece fasulyeleri sayıyordu,” dedim. “Sendikanın kayıt defterlerini tutuyordu.”
Acosta, “Fasulyeleri pişiriyordu demek daha doğru olur,” dedi. “Benim duyduğuma göre, sendika fonu yarım milyon papel civarında.”
Bunu yeni duymuş gibi şaşkın şaşkın baktım. “Belki de sendikadaki memurlara sormalısınız. Tony veznedar bile değildi. Sadece defterlere bakıyordu, arkadaşlarına yardım ediyordu.”
“Şüphesiz,” dedi. “Büyük bir ihtimalle, o güruhun içinde ayakkabılarını çıkarmadan yirmiye kadar sayabilen tek kişi odur.” Acosta’nın polisler hakkında pek yüksek düşünceleri yoktu. Ona göre, gerçek polisler tehlike anında kurşunlara hedef olan kişilerdi. Öteki beceriksizler siyah ve benekli kovboy çizmelerini parlatmaya yararlardı sadece.
Gerçekten de, kapısında duran koruma memurunu bu işi yaparken görmüştüm.
Müvekkilim, çeşitli vesilelerle bana hiç para almadığına dair birkaç kere yemin etmişti. Ama hâlâ paranın önemli bir miktarının, tıpkı köpeklerin kemiklerini gömdüğü gibi, nereye gömüldüğünü ve o entrikacı köpeklerden hangisinin çukuru kazdığını bildiğinden kuşkulanıyordum. İşte Acosta’nın sendikadaki yolsuzluğu ortaya çıkarmak için istediği kanıt buydu. Böylece eline patronlarla alışverişte kullanabileceği siyasi malzeme geçmiş olacaktı. Bu şekilde sendikanın gücünü kıracak, çocukları üzgün bir biçimde, kuyrukları bacaklarının arasında işlerinin başına geri gönderecekti. Kısacası, hazırlayacağı iddianame ile direnişi kıracaktı.
“Siz bir gözaltı emri çıkarın,” dedim. “Biz de temyiz mahkemesine gidelim.”
“İki ya da üç gün içinde belki.” Acosta’nın yüzü her şeyi açıkça söylüyordu: Tutuklu bulunduğu süre zarfında müvekkilin, insanların seks dürtüsü hakkında bütünüyle yeni fikirler edinecek.
Bunun zulüm olduğunu ve bu işin gerçek suçlusu olmayıp, sadece yüzeydeki kişi olan bir memur için bir çeşit ölüm cezası anlamına geleceğini ona söyledim.
Üzeri kâğıt parçaları ve kültürden yoksun insanların sanat olarak nitelendirebileceği çeşitli nesnelerle dolu olan masasının arkasından bana bakan Acosta’nın gülümseyişinde karanlık, mafyaya özgü bir şeyler sezdim. Masasının üstünde metal bir heykel vardı. Yargıcın politik hırsının yüce amaçlara yönelik olduğuna kanmış saf yurttaşların hediyesi, metalden değirmene saldıran teneke Don Kişot heykeli. Bu tenekeden Don Kişot ile aralarındaki tek ortak nokta, sert bir kıçtı.
“Anlayabildik mi acaba?” dedi. Gözlerini bana dikmişti.
“Bakalım anlamış mıyım? Siz müvekkilimin haklarından vazgeçmesini, hatta kendi kendini suçlamasını istiyorsunuz. Eğer reddedersem onu bir takım hayvanlarla bir hücreye tıkacaksınız ve doğa kanunlarının işlemesini bekleyeceksiniz.”
Tanımladığım mevcut seçenekleri onaylanabilir bulduğu anlamına gelen bir yüz ifadesi takındı.
“Belki de yazmanı çağırıp bu söylediklerinize dair tutanak tutturmalıyız,” dedim.
İnce dudakları “imkânsız” dercesine kıvrıldı ve sırıttı.
“Adamın ya konuşacak ya da hapse girecek, belki ikisi de,” dedi. “Kesinlikle konuşacak. Onu buna hazırlamalısın.”
“Olayı kişiselleştiriyorsunuz ama,” dedim.
“Hayır, hayır. Kişisel değil.”
“O zaman siyasi,” dedim.
“Hah, şimdi anlamaya başlıyorsun.” Acosta’nın böyle bir şeyi kabul etmiş olmaktan dolayı utanç duyması söz konusu olamazdı. ” Yarışta yanlış ata oynamanın her zaman bir bedeli vardır.” Bir süre düşündü. “Adı neydi? Johnston mıydı?”
En azından bu konuda dürüsttü. Bu bir işti. İçeri tıkmak için uğraştığı adamın adını bile hatırlamıyordu.
“Bu… ” Bir süre düşündükten sonra doğru kelimeleri buldu. “… Bir hayatta kalma meselesi,” dedi. “Ben bu masada yirmi yıldır oturuyorum. Onlara hep iyi davrandım. Üniformalı hiçbir adamın hakkını yemedim. Ve şimdi onların yaptığına bak.”
Yıllardır serserileri ve fahişeleri salıverdiği gerçeğini görmezden geliyordu. Acosta için bu ya profesyonel nezaket ya da uzun vadeli bir yatırım anlamına gelirdi. Asla emin olamazdınız.
İki şekilde de ahlak masası polislerinin hoşuna gitmezdi bu durum. Bu yüzden polisler ondan nefret etmeye başlamışlardı ve şüphesiz bu nedenle başka bir ata oynamaya karar vermişlerdi.
“Bir savaşa girmişsiniz gibi görünüyor. Belki de bu yarışı bırakmalısınız,” dedim.
“İyi deneme,” dedi. “Fakat müvekkiliniz sendikaya para aktararak rakibime de para vermiş oldu. Ve eğer o bunu itiraf ederse ayakta duramazlar.”
Yasal yönden haklıydı. Aslında bütün davanın odak noktası polislerle sendika arasındaki kardeşlik ilişkisiydi ve Acosta bunu biliyordu.
“Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, müvekkiliniz bir şeyler duydu,” dedi.
“Bu biz kim oluyor acaba? Yargıçlığın kolektif bir eylem olduğunu bilmiyordum doğrusu.”
Bir kaşımı kaldırdım.
Acosta çizgiyi aştığını biliyordu.
“Sadece yardımcı olmaya çalışıyorum,” dedi. “Müvekkilinizin de itiraf ederek yapacağı gibi aynen. Eğer yanlış bir şey yapmadıysa, endişelenmesi için de bir neden olmayacaktır.”
“Evet, haklısınız. Sizin özel mahkemeniz her şeyi bütün açıklayacağı ortaya çıkarır.” Dedim.
“Büyük jüri benim özel mahkemem değil.”
Ne bir dava vekili, ne de delillerin göz önüne alınması. Davayı yürüten bir savcı ve benim konuyla ilgili görüşebileceğim tek kişi, Sineklerin Tanrısının Latin uyarlaması. Konuyu tartışabilirdim. Ama konu neydi?
Merkez ilçe mahkemesini yürüten yargıçlar komitesi, onların keyfi idari emirleri ile uğraşmak zorunda kalan avukatlar tarafından, aşağılanırcasına, “papazlar hükümeti” olarak adlandırılmaktaydı. Yaptıkları son saçmalık, büyük jürinin görevini Acosta’ya vermek olmuştu. Bunun bir sübyancıyı anaokuluna koymaktan farkı yoktu. Cevizkafa’nın bütün düşmanları onun kıçını öpmeye geleceklerdi.
Bir an aklıma azınlıklar kartını oynamak geldi. Arguillo ne de olsa İspanyol kökenliydi. En azından ben öyle sanıyordum. Belki Acosta kendisi gibi aynı kökten gelen birisi için biraz hoşgörü gösterebilir diye düşünüyordum. Sonra aklım başıma geldi. Bir parazit kanını emdiği vücut ile ne kadar ilgili ise, Acosta da azınlık meselesi ile o kadar ilgiliydi.
“Ya müvekkilim Beşinci Madde’den(1) yararlanırsa?” diye sordum.
“Eğer başsavcı muafiyet isterse yapamaz,” dedi.
“Başsavcı böyle bir şey yapmadı henüz,” dedim.
“Yapacak,” dedi Acosta.
Davadaki rolü sadece idari olması gereken yargıç, biraz ileri gitmiş ve savcı ile konuşmuştu.
“Galiba davadaki savcı rolünü siz üstleniyorsunuz. Belki de Kline’a karşı seçimlere girmelisiniz.”
Buna gülümsedi. Sanki ’bu konuyu düşünebilirim’ der gibiydi. Coleman Kline, ilçenin yeni başsavcısıydı. Arkasına bazı yaşama hakkı savunucuları ve Nuh’un gemisi boşaltıldığından beri toplumsal değerlerin baş aşağı gittiğini savunan bir takım aile değerleri gruplarının desteğini aldıktan sonra yarıştaki diğer rakibini -ofisten kariyer meraklısı bir adamdı o da- kıl payı farkla geride bırakarak bu göreve gelmişti. Kline, son iki ayını gücünü pekiştirmekle, kendisini destekleyen savcı yardımcılarını ödüllendirmekle ve bunu yapmayanlara yumruğunu göstermekle geçirmişti.
“Kline daha yeni,” dedi. “Mahkeme biraz nezaket göstermek gerektiğini düşünüyor.”
“Ben müvekkilimi bu nazik mahkemenin elinde ezdirmek istemiyorum.”
“Bu iş canımı sıkmaya başladı artık,” dedi.” Söyle adamına, seçenekler çok basit. İş birliği yapar ya da canına okunur.”
Toplantımız bitmişti.
“Onunla konuşurum,” dedim.
“İki dakikadan fazla sürmesin,” dedi.
Ona müvekkilimin mahkeme binasında olmadığını söyledim. Önlemimi almıştım.
“Yarın bir yanıt bekliyorum o zaman. Saat ikide, burada. Arguillo’yu da getir- diş fırçası ile birlikte,” dedi. “Yoksa kendininkini getirmek zorunda kalırsın.”
Ofiste parti sonrası bir hava hâkimdi. Sadece şapkalar eksikti. Ortağım Harry Hinds, resepsiyon masasının üstündeki tabağın içindeki şekerleri yiyordu. Yılbaşından kalan ve elini sürmediği bu artıklar Darwin’in şekerlerin evrimi yasasının kuralları gereği, yarım seneden fazla bir zaman sonra, aniden yenilebilir hale gelmişlerdi.
Masanın öteki kenarında bir elini yanağına dayamış biçimde oturan Tony Arguillo kaderi ile ilgili haberleri bekliyordu. Lenore, bacaklarını koltuğa uzatmış, dikkatini Tony ile açık duran çantasındaki bazı kâğıtlar arasında ikiye bölmüş, onunla konuşuyordu. Kapıyı kapattığımda başını kaldırdı ve bana baktı.
“Konuşuyorduk,” dedi Harry.
“Nasıl gitti?” Bunu soran Lenore’dı. Yüzünden heyecanı okunuyordu. Gördüğüm kadarıyla Tony’den daha fazla endişeliydi. Sanki çöp tenekesine atılacak olan oymuş gibi.
“Umduğum gibi. Majesteleri yumuşamıyor. Ya konuşur diyor, ya da…” Omzumu hafifçe silktim.
“Ya da ne?” dedi Tony.
“Ya da şimdi hapse girme zamanıdır.”
Bu söylediğim Tony’yi çok telaşlandırmışa benzemiyordu.
Öte yandan Lenore, mahkeme çağrısını iptal ettirecek ve jüriyi çalışma yasalarına karşı gelmekle suçlayacak bir sürü yasal savunma teorisi geliştirmeye çalışıyordu. Sessiz sessiz bekleyen Tony, bütün bunların ümitsiz manevralar olduğunu biliyordu.
Tony bu çukura düştüğünde Lenore’u geri çevirememiştim. Bu davayı almak yanlısı değildim. Genelde polisleri temsil etmezdim ve eğer Lenore için olmasaydı Tony’yi de temsil etmeyecektim.
Tony, köşeye sıkışan polislerin yaptığı en doğal şeyi yapmaya başladı. Bir sürü palavra sıkıyordu.
“Acosta benim kıçımı öpsün,” dedi. Odada dolaşmaya başlamıştı. “Arkadaşlarımı gammazlayacağımı düşünüyorsa çok yanılıyor. Bir yargıç için ne üzücü bir hata,” dedi.
Durumu düşündürücüydü. Ağzından çıkan her hakaret korkmuş ve başı dertte insanların neler yapabileceğini gösteriyordu.
“Acosta’nın gizli işleri ile ilgili çok şey duydum,” dedi Arguillo. “Adam ahlak masasını kendi özel hizmeti için kullanıyor. Sokak kedisi kadar bile ahlak yok aslında onda.”
“Kedilere hakaret etme,” dedi Harry. Kulaklarını açmış merakla dinliyordu.
Bunu ben de yıllardır duyuyordum. Gözaltına alınan kadın güzelse eğer, Cevizkafa ile bir randevusu olma olasılığı vardı. Onun toplum hizmeti düşüncesi böyleydi. Hiçbir delile rastlamadığımdan, sonunda bu söylentilere aldırmaz olmuştum.
“Belki de savcı bunu dikkate alır,” dedi Tony. Tam bir polis yaklaşımı. Yargıçlar namussuzdur, ama Başsavcı, Tanrı’nın sağ tarafında, adalet sisteminin bütün memelerinin elinin altında olduğu o küçük süt sağma taburesinde oturmaktadır. En mükemmel adam. Tek başına.
“Ben olsam pek umutlanmazdım,” dedi Harry. “Lenore bana o engerek çukurunda ne kadar iyi vakit geçirdiğini anlatıp duruyor.” Harry, Başsavcı’nın ofisinden söz ediyordu.
Hiç şüphesiz, benim yokluğumda Lenore’ı suç ve failleri temeline dayalı gelişmiş bir endüstri anlamına gelen avukatlık müessesesi tarafına çekmeye çabalamıştı.
Lenore sıkıntılı görünüyordu. Tony’nin durumunu rahatça konuşabilmemiz için Harry’nin gitmesini istiyor gibiydi. Hinds, konuyu kesinlikle çok merak ediyordu. Hapis olasılığı ile karşı karşıya olan bir polis düşüncesi Harry’nin sosyal adalet fikrine çok uygun düşüyordu. Onları odama çağırabilirdim ama Hany’yi tanıdığımdan, bizi izleyeceğine emindim. Ayrıca, onun yardımına da ihtiyacım olabilirdi.Lenore’a, “Ben senin ofisinde olacağını düşünmüştüm,” dedim. “Tony ile gelmene gerek yoktu. O kocaman çocuk olmuş artık.”
Düşündüklerini söylemese de, gözlerindeki bakıştan ne demek istediğini anladım.
“Sadece destek olmak istedim,” dedi. Lenore, Tony’ye annelik yapıyordu. Sanırım ilişkilerinde yanlış giden şey buydu. Onun bir erkeğe ihtiyacı vardı, ama Tony’ye annelik yapar olmuştu. Hemen hemen aynı yaştaydılar, ama Lenore en az yirmi yaş daha olgundu. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
“Ayrıca,” dedi. Bugün oradan kaçmak için iyi bir fırsat oldu benim için. Kitaplığa da uğrayacaktım zaten,” dedi.
“İşler pekiyi gitmiyor galiba oralarda.”
“İdare ediyorum.” Ellerini pençe şeklinde kıvırdı. Acaba bu pençelerle Kline’nın kıçını mı tırmaladığını söylemek istiyordu? Lenore’un ne yapacağı belli olmazdı.
“Belki de patronunla konuşup geri çekilmesini ve mahkeme emrini geri çekmesini söyleyebilirsin. Acosta da uğraşsın dursun,” dedi Tony, Lenore’a.
“Beni dinler mi sanıyorsun?”
“Ama en azından onu tanıyorsun.”
“Evet, Musa’nın Tanrı’yı tanıdığı gibi. Daha birbirimize ilk isimlerimizle bile hitap etmiyoruz. Bana Bayan Goya diye sesleniyor. O kutsal ofisine girerken ayakkabılarımı çıkarmadığım kalıyor. Adam formalitelere düşkün. Etiketin gücü.”
Eğer Kline, Lenore’un burada olduğunu ya da Arguillo’yu bir avukata gönderdiğini bilse herhalde onu parçalara ayırırdı. Şimdiye kadar Lenore, Kline’in görüş alanının dışında kalmayı başarmıştı. Onun şansı, seçimlerde henüz herhangi bir tarafta yer alamayacak kadar ofiste yeni olmasıydı.
Kline otuz sekiz yaşındaydı, saçları dökülüyordu ve parayla evliydi. Söylediklerine göre, karısı badem ve pirinç kaynaklı çok büyük bir servetin mirasçısıydı. Sözü edilen sadece para değildi. Bu servet adamın politik kariyerini stratosfere fırlatabilirdi.
Kline’in annesi de dâhil, adamın günün her anı sürekli hesaplar yapan kafasında neler döndüğünü kimse tam olarak bilemiyordu. O sadece yüz kişilik kalabalıklar önünde konuşacağı zamanlarda gülümsüyordu. Mantıklı düşünebileceği yaşa geldiğinden beri, attığı her adımın politik etkilerini hesaplar olmuştu. Gözünü siyasetin cennetine dikmiş bir adamdı o. Lenore daha kötüsünü de yapıp onun otobüsünde bir bilet alabilirdi. Ama bazı nedenler yüzünden ona güvenmiyordu. Belki yönetim tarzındaki bir farklılıktan ya da onu dinsel bir fanatik olarak görmesinden dolayı ondan rahatsızlık duyuyordu.
“Bence bağımsız çalışmalısın,” dedim. “Özel işlerde daha az mesleki risk vardır.”
“Senin gibi çalışmak yapacağım en son şey olurdu,” dedi. Utanarak gülümsemeye çalıştı.
Hiçbir ücret almadan, kamu hizmeti olarak aldığım Tony’nin davasından söz ediyordu. Çünkü Arguillo meteliksizdi. Çocuğuna bakıyordu ve nafaka ödüyordu. Şu anda adamcağız bütün parasını önceki karısına harcıyordu.
“Ne yapıyoruz?” Tony’nin abartılı erkek tavrı, sıcak kahvenin üstündeki toz krema gibi yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Demirden bir kapının kapanışı gibi.
“Çok fazla seçeneğimiz yok,” dedim.
Kendi aleyhinde şahitlik yapma konusunu ele aldık ve Lenore ile Tony’nin Beşinci Madde’den doğan haklarını konuştuk. Muafiyet bu balonu hemen patlatacaktı. Kline, eğer ilgilenirse, hemen şahitlik yapması için Tony’ye muafiyet önerecek ve onu konuşmaya zorlayacaktı. Acosta da bizi bu şekilde tehdit etmişti. Sorun, Tony’nin gerçekte ne kadar bildiği ve ne kadarını benimle paylaştığıydı. Avukat ile müvekkili arasındaki güven kutsaldı ama ya kanun görevlileri arasındaki sonsuz sadakate ne demeli? Bu ülkedeki bütün devriye arabalarının üstünde “koru ve hizmet et” yazıyor olabilirdi. Ama içeride döşemenin üstüne sinmiş olan koku, polis kuvvetlerinin en yüksek ve gerçek inancıydı: Arkadaşını asla yüzüstü bırakma. Kimi tanıdığı ve kimi gammazlayacağı konusunda Tony beni karanlıkta bırakıyordu.
“Biraz sohbet etmemizin zamanı geldi ” dedim.
“Evet, haklısın,” dedi. Tavana bakarak ellerini ovuşturdu. O anda ona destekleyici bir gülümsemeden başka bir şey veremeyen Lenore’a baktı.
“Mümkün değil,” dedi. “Hiçbir büyük jüri ile kapalı kapılar ardında konuşma yapmayacağım. Acosta yanlış ağaca işedi. Beni polis arkadaşlarıma karşı kullanamaz. Birkaç kişiyi daha mahvedip kendisine isim yapmasına ve bu yolla temyiz mahkemesinde kendisine yer kapmasına izin vermeyeceğim.”
Harry’nin bu fikir karşısında gözle görülür şekilde irkildiğini fark ettim.
“Acosta seni içeri tıkmayı düşünüyor,” dedim. Acosta şu sırada büyük bir olasılıkla avlanıyordu ve Tony’ye ranza arkadaşlığı yapmaları için daha önce tutukladığı birkaç katil aramaktaydı.
Fakat Arguillo hâlâ durumu kavramış görünmüyordu. Yavaşlamaya niyeti yoktu.
“O polis memurları arasındaki ilişkileri anlamaz,” dedi. “Biz birlikte davranırız. Kendimizi korumayı biliriz. Bizimle oyun oynuyor. Başından kıçına kadar nasıl bir derde bulaştığını fark edebilmesi için dürbün kullanması gerekecek.” Coştukça coşuyor, renkten renge giriyordu. Erkek anatomisi, ibreleri tavana vurduracak kadar adrenalin ve testosteron pompalıyor ve yüzü iyiden iyiye şişiyordu. Birdenbire durdu ve bana baktı.
“Gitmem gerek,” dedi.
“Nereye?”
“Doğanın çağrısı.”
Sanırım kendini çok fazla zorlamış ve hasta olmuştu. Yüzü kızarmıştı ve elleri titriyordu.
Tony holün aşağısındaki erkekler tuvaletine doğru yollandı. Çok kısa bir an için üçümüz, Harry, Lenore ve ben sessizce birbirimize bakarak oturduk.
“Biliyorsun, konuşmaz,” Lenore bunun yerçekimi gibi değişmez bir kural olduğu gerçeğini açıklıyor gibiydi.
“Sadakat mi?” diye sordum. “Polislerin kader anlayışı mı bu?”
“Evet. O dediğin ve hayatta kalma kuralları.”
“Peki ya işi?”
“Ya yaşamı?” dedi.
“Şimdi çok dramatik davranmaya başladın ama. Kimse onu tehdit etmedi ki. Ben Cevizkafa’nın onu cezaevindeki mahkûmların arasına gönderme planlarını pek ciddiye almıyorum.”
“Sokaktaki bir polis memurunu yok etmek çok zor olmasa gerek.” Lenore’ın aklı daha kurnazca çalışıyordu. “Bir çağrı gelir ve yeterli sayıda memur yoktur -örneğin bir sokak soygunu- ve şüphelinin silahlı olduğunu söylemeyi unuturlar. Öldürülmek için milyon tane yol vardır ve hepsi de kazaymış gibi gösterilebilir.”
“Neden yapsınlar ki böyle bir şeyi,” diye sordum. Tony’nin bana söylemediği bazı şeyleri ona söyleyip söylemediğini merak ediyordum.
“Şu Lano denilen adamı ne kadar iyi tanıyorsun?” dedi.
“Sadece hakkında bazı hikâyeler duydum. Tanışmadım ve duyduklarımdan sonra meraklı da değilim doğrusu tanışmaya.”
Gus Lano, Polis Birliği’nin başkanıydı. Aşırı bencil ve ölümcül hırsı olan bir adamdı. Dört yıl öncesendikayı ele geçirmişti ve o zamandan beri kıçınızda büyüyen bir kanser gibi ağır ağır dallanıp budaklanarak, ilçenin en kuytu köşelerine kadar genişletmişti gücünün sınırlarını. Yönetimin bütün faaliyetlerini felce uğratmıştı. Emniyetin komuta yapısı artık ortak yönetimin hâkim olduğu bir yerdi. Şef Lano’ya danışmadan hiçbir hareket yapmaz olmuştu.
Lano adamlarını korumakla ün yapmıştı. Yaşam mücadelesinin temel anahtarı ve çalışma hayatında güçlü olmaya giden tek yol buydu.
“Lano’nun benim müvekkilimi tehdit ettiğini mi söylüyorsun sen?”
“Böyle bir şey varsa eğer, Lano’nun kendisi için sakladığı, kayıp para yüzünden olabilir,” dedi Lenore. “Bulunduğu yerden öyle pek nazikçe ineceğini sanmıyorum. Bu onun tarzı değil.
“Tony’nin sessiz kalması için bazı adımlar atacak mıdır sence? ”
Çok iyi bir tahminde bulunduğumu belirtircesine yüzünü buruşturdu.

BÖLÜM 2
BENİM KIZIM SEVGİ DOLUDUR. HEP SARILMAK ISTER. BELIRLI BIR NEDEN OLMAKSIZIN SESSIZCE YANIMA GELIR VE BAŞKA ÇOCUKLARIN ŞEKER ISTEYECEĞI YERDE O ÖZLEMLE KUCAKLANMAK ISTER. ONU YANAĞINDAN YA DA ALNINDAN ÖPER, ONA SEVGIMI GÖSTERIR, ANNESI GIBI ONU ANNESI GIBI TERK ETMEYECEĞIMI HATIRLATIRIM.
Nikki’yi geçtiğimiz yıl kaybettik. O zamandan beri kızıma hem annelik hem de babalık yapıyorum ve bu başarması çok kolay olmayan bir görev. Nikki sadece disiplini sağlamakla kalmazdı. Ayrıca Diş Perimizdi de(2). Geçen hafta o hayali cep harçlığı dağıtıcısı evimize uğradı ama benim kızımın payını yastığının altına bırakmayı unuttu. Ertesi sabah, Sarah gözyaşları içinde bana geldi. Annesinin gittiği yetmezmiş gibi, Diş Perisi de onu ihmal etmişti.
Çok yakında Noel Baba’nın da listesinden çıkarılıp çıkarılmayacağını merak ettiğinden emindim.
Sonraki akşamı küçük kâğıtlara perinin ağzından yazılmış bir özür mektubu yazarak geçirdim. Başka bir yaramaz peri aniden hastalanmış ve acil olarak onun yanında olmam gerekmişti. Sarah’dan özür diliyor ve anlayış göstermesi için dua ediyordum.
Daha küçükken Sarah, hatalı bir hareketi nedeniyle annesi tarafından cezalandırıldığında bana gelir ve benden şefkatli bir yargıtay gibi davranmamı beklerdi. Çocukların altıncı hissi çok kuvvetlidir ve ebeveynleri arasındaki fikir ayrılığının kokusunu hemen alırlar. O da çok güçlü bir adam olarak gördüğü babasının cezasını affedebileceğini bilirdi.
Çocuk yetiştirme konularında verdiğim iptal emirleri sonrasında Nikki’nin nasıl terör yaratabildiğim ikimiz de çabuk öğrendik. Eşim karşı gelinebilecek bir otorite değildi. Çok hoşgörüsüz ve sert sayılmazdı, ama çocukların anne ve babalarını böl ve yönet yöntemi ile idare etmelerine asla izin verilmemesi gerektiğine inanırdı. Kızımızı iyi yetiştirmenin doğru yolu uyum ve tutarlılık olmalıydı.
Sarah doğuştan barışçı bir çocuktur. Tartışmaktan ne pahasına olursa olsun kaçınır. Sarah için Nikki ile benim disiplin kararları üstündeki tartışmalarımızı izlemek, diz çöküp kaderini kabullenmekten daha üzücü olurdu. Beş yaşına geldiğinde artık bana gelip isteklerde bulunmayı bıraktı. Çok seyrek olarak annesinden azar işittiği zamanlar, Sarah’ya yan odanın sessizliğinde problemin ne olduğunu sorardım. Neşeyle bakar ve gülümseyerek, “Bir şey yok,” derdi.
Bir çocuğa sorumluluklarını anlatırken ses tonumu değiştirmeyi artık öğrenmiştim. Bu hem üzücü hem de çoğu zaman yararsız bir çabaydı. Gün boyu yaptığım en zor şey sert bir ifade takınarak kızıma, “hayır” diyebilmek oluyordu. Bu gece de bunu yapmamın bir nedeni vardı.
“Bunu daha önce konuşmuştuk,” dedim. “Sana ne söylemiştim?”
“BA-BA.” Böyle durumlarda kelimeyi neredeyse harflerin tek tek üstüne basarak söylerdi.
“Baba falan anlamam, eğer Amber’in evinde kalmak istiyorsan odanı temizlemen gerekiyor. Kural bu,” dedim. “Hatırladın mı?” Korkarım sesimde sertlikten daha çok ricaya benzeyen bir ton vardı.
“Kuralın bu olduğu konusunda anlaşmaya varmamış mıydık?” Onu razı etmeye çabalıyordum.
“Ama baba. Amber hiç toplamadı. Üstelik ortalığı dağıtan da o.” Adalet istiyordu. Amber ve annesi alt katta holde bekliyorlardı. Sarah yatağının ucunda dizlerini göğsüne çekmiş otururken saçının ucunu kıvırıyor ve bana kederli kahverengi gözlerle bakıyordu.
Bir avukatın kızı olduğu için tartışmayı iyi öğrenmişti.
“Amber benim kızım değil,” dedim.
Keşke öyle olsaydı ve benim yerime cezayı o çekmek zorunda kalsaydı der gibi baktı bana. Odanın zemininde Gettysburg’da(3) olduğundan daha çok parçalanmış vücut vardı. Elbiseleri çıkartılmış, kolu bacağı eksik bir sürü oyuncak bebek ortalığa saçılmıştı. Kendimi koruma amacıyla kızıma küçük parçaları olan oyuncaklar almaktan vazgeçmiştim. Çoğu kereler bunların üstüne çıplak ayakla basıyordum ve ayaklarım yara bere içinde kalıyordu.
“Ama Amber aşağıda beni bekliyor,” dedi. Sıkıntılı bir biçimde, tek eliyle yatağın kenarına tutunmuş sallanıyordu.
“Temizle. Hemen şimdi,” dedim, ş harfinin üstüne basarak.Bana kızgın bir bakış fırlatarak teslim oldu ve oyuncak parçalarını gerçek yerleri olan plastik sepetin içine fırlatmaya başladı.
Geri döndüm ve ön kapının yanında ayakta bekleyen Amber’in annesi Becky Saunders’ı bulmak için merdivenlerden aşağı yavaşça indim.
“Sanırım bu gece iyi bir gece değil,” dedim.
“Belki başka zaman. Sarah’nın yapacak işleri var.”
Amber bana kötü bir cadı gibi baktı.
“Tabi. Anlıyoruz,” dedi annesi. “Ah bu çocuklar.”
Amber annesinin pantolonunun bir bacağını çekiştirdi. “Ama anne.” Evrensel yakarış.
“Başka zaman,” dedi, annesi kızına.
“Nikki olmadan çok zor olmalı.” Holden mutfaktaki kargaşaya bakıyordu. Çocuk hâlâ bacağına asılıyor, yalvarıyor, o aldırmamak için elinden geleni yapıyordu. Nikki ve Becky birbirlerini tanırdı. Birlikte çocukları çeşitli bölgelere dağıtan ortak bir taksi hizmeti yürütmüşlerdi.
“Çok zor olduğu zamanlar oluyor,” dedim.
“Eşleri Olmayan Anne Babalar kurumunu denedin mi hiç?”
Çöpçatanlık hizmeti. Başımı hayır anlamında salladım.
“Sen bir avukatsın, öyle değil mi?”
Şüpheci zihnim bana kafasında bir takım hızlı hesaplamalar yapmakta olduğunu söylüyordu.
Bunlar benim yeniden evlenmemle ilgili bir şeyler olabilir miydi acaba? “Eğer istersen sana telefonunu bulabilirim. Birçok profesyonel kadın var orda…” Sesi yavaşladı.
Trafik polisi gibi bir elim ileride başımı salladım. “Hayır. Hayır. Gerek yok. Senin işin vardır.”
“Hiç de değil,” dedi. “Bir avukat olmak çok ilginç olmalı.” Şimdi dikkatini tamamen başka bir yöne çevirmişti ve daha önce çantasına attığı kartın arkasına bir şeyler yazıyordu. Kartın üstünde ismimi ve P&P harflerini gördüm. Ev kadınlarının denizinde bekâr bir adam olarak yaşamanın zor tarafı da buydu. Hepsi sizinle ilgileniyor, size bakmak istiyordu.Bu çok kötü,” dedi. Omzumun arkasına boş boş bakıyordu. Bir an Nikki’nin ölümünden söz ettiğini sandım. “Böyle insanlara güvenebileceğinizi sanıyorsunuz.”
Nikki’nin ölümünün ardından gelen aylar boyunca çok acı çekmiş, öfke nöbetlerine kapılmıştım, ancak bunu güven konusu ile ilişkilendirdiğim olmamıştı hiç. “Ne gibi?” diye sordum.
“Şu yargıç gibi.”
“Hangi yargıç?”
“Bu gece tutukladıkları.” Arkamdaki salonda titreşen sesi kapalı televizyonu işaret ediyordu.
Bakmak için döndüm, ancak yayına bir reklam nedeniyle ara verildi.
“Duymadın mı? Bu gece bir yargıç tutuklandı. Fuhuştan. İnanabiliyor musun? Böyle insanlara güveniyoruz. Kim bilir ne işler çeviriyorlar oralarda, insan merak ediyor.”
Bakışımdan meraklandığımı anlamıştı.
“Evet. Bu akşam erken saatlerde, şehrin aşağısında bir otelde. Bir telekızla beraber tutuklanmışlar. Tam bir rezalet” dedi.
“Kimmiş peki?”
“Efendim?”
“Yargıcın adını sordum.”
“A, bilmiyorum. Neydi?” Tavana bakarak iki ya da üç kere parmaklarını şaklattı. “Locata? Armada? Bir İspanyol ismiydi.”
“Acosta mı?” dedim.
“Doğru,” dedi.
Eminim, Becky Saunders bana bakarken bu kötü haberin benim yüzümde neden aydınlanmaya ve geniş bir gülümsemeye yol açtığını merak ediyordu. Delirdiğimi düşünüyor olmalıydı, ama kimin umurunda. Dünya iyi bir yerdi. Cennette gerçekten bir Tanrı vardı.

BÖLÜM 3
SABAH GAZETESİNDEKİ YALAN YANLIŞ HABERLERİ okuyordum. Cevizkafa’nın bir sütun genişliğindeki fotoğrafının altında “Yargıç fuhuş operasyonunda tutuklandı” yazıyordu.
Tam da seçim zamanı olacak şey miydi bu? Öteki elimde evrak çantamı taşıyarak gereksiz süslemelerden arındırılmış, metal ve camdan yapılmış şu modem binalardan birinde yer alan Başsavcı’nın bürosunun dördüncü katında asansörden çıktım. Bu özel bina mahkeme binasının hemen dibindeydi ve şehri yenileme çalışmaları başarısızlığa uğramadan bir süre önce onarılmıştı. Başsavcı, zemin kattaki ilçe sicil kâtibi ve bazı masa başı bürokratları ile aynı yeri paylaşmaktaydı.
Beş santim kalınlığındaki kurşungeçirmez camların ardında oturan kabul memuru Lenore’ı aradı ve birkaç saniye sonra önündeki mikrofondan vızıldayarak, girebileceğimi söyledi. Koridordan aşağı doğru ilerledim ve özel büroların hükümetteki eşdeğeri olan, ince bölmelerle birbirinden ayrılmış bir düzine küçük odacığın içinden geçtim. Bu odalardaki avukatların kimi telefonda konuşuyor, kimi de üstünde dosyalar yığılmış masalarına yaslanmış manastırlardaki keşişler gibi sessizce çalışıyorlardı. Bu odacıklar, bazıları sürmekte olan bazıları ise askıya alınmış davalarla ilgili dosyalarla neredeyse tavanlarına kadar tıka basa doluydu. Savcının ofisi bütün ülkede, ödediğiniz vergilerin karşılığını alabildiğiniz tek yer gibi gözüküyordu.
Genç avukatlar, burada işleri başlarından aşkın, durumda birçok insanın bir haftada yapacağı işi bir güne sığdırmaya çalışıyor ve Amerika’nın Yeni Ahlak Savunucuları ile olayları siyah beyaz renklerden öte algılayamayan kanun ve düzen fanatikleri ülkeyi çürüme ve bozunumdan temizlemek konusunda kariyer yapıyorlardı. Daha pragmatik olanları borçlarını ödüyor, mahkemede çenelerini kapıyor ve kendilerini suçluların beyaz gömlek giydiği, suçların genellikle özel bir kulüpte öğlen yemeğinden sonra işlendiği, zarif ipek çorap şirketlerine satıyordu.
Lenore, Kardinal hazretleri Coleman Kline’ın yaşadığı köşenin yakınındaki en geniş ofislerden birine sahipti. Bu bölümde ikinci bir bekleme alanı vardı ve bir çift sekreter kıskanç bakışlarla Kline’in bürosunu kollamaktaydı. Kapalı kapıların ardından Kline’ın telefonda konuştuğunu duyabiliyordum. Buradaki duvarlar kâğıt mendil kalınlığındaydı. Birisi hapşırsa, koridordaki herkes hep bir ağızdan “Gesundheit!”(4) diye bağırıyordu sanırım. Lenore’ın kapısının yanındaki saydam cam paneli hafifçe tıklattım.
“Girin.” Bir elinde telefonunun ağızlığı vardı ve bana el sallayarak masasının yanındaki müşteri sandalyelerinden birini gösterdi.
Öteki sandalyede genç, sanırım yirmili yaşların başında, bal sarısı rengi saçları omuzlarına dökülmüş, masmavi gözlü, şaşkın bakışlı bir kadın oturuyordu. Lise öğrencilerinin bayıldığı tipte yüzü, pürüzsüz bir ten ve biçimli elmacık kemikleri ile Santa Monica sahillerinde büyümüş gibi görünüyordu. Mini eteği sadece bronzlaşmış kalçalarını örtmeye yetiyordu. Biçimli ve seksi kaslarına bakan insan, güçlü ve sağlıklı bir vücudun ne zaman şehvet uyandırmaya başladığını fark edemezdi. Pek öyle bir görünümü olmamasına ya da elinde herhangi bir defter ya da kalem bulunmamasına rağmen, onun Lenore’ın sekreteri olup olmadığını merak ettim.
“Bir dakika içinde seninle ilgileneceğim,” dedi Lenore.
“Hayır, hayır. Anlaşmamız bu değil. O itirazını yapacak, biz gerisini halledeceğiz. En az bir sene yatacak ve şartlı tahliye olacak.”
“Doğrudan şartlı tahliyeden kim söz etti?”
Telefonu dinlerken kısa bir sessizlik oldu.
“Bay Kline’ın bana söylediği bu değil.”
“Hayır, onunla konuştum.”
Söyleyeceği kelimeleri ararken eli havada çeşitli şekiller çiziyordu.
“Dinle, anlaşma bu. Başka bir çözüm arıyorsa müvekkiline konuyu unutmasını söyleyebilirsin. Hayır, bu davaya bakan tek bir savcı yardımcısı var ve sen şu anda onunla konuşuyorsun.”
Dinledi.
“Bak, müvekkiline verdiğin sözden ben sorumlu değilim. Son sözüm bu. Bunu da aslanın ağzından zor kaptın unutma,” dedi. Bir duraklama daha.
“Eğer sen uzman bir veteriner olsaydın kedi anatomisine yaptığın göndermelerle daha çok ilgilenirdim. Şimdi konuştuklarımızı anlamaya başladın işte. Eğer öteki taraftan neler çıkabileceğini öğrenmek istersen mahkemeye gidebiliriz.”
Lenore’ın alıcısından adamın sesini net olarak duyuyordum. Bu ses tanıdık gelmişti. Adamı telefonda böyle halledebildiğine göre kim bilir mahkemede neler yapardı.
“Güzel. Git ve onunla konuş, ben zaten konuştum ve o da öneriyi onayladı. Söyle ve bu iş bitsin.”
Telefondan bağrışmalar geliyordu. Bir yığın pazarlık. Lenore taviz vermiyordu.
“Kabul et ya da bırak,” dedi ve sonunda telefonu kapattı. Ağzının kenarından zor duyulur bir küfür savurdu.
“Sonuna kadar pazarlık yaptığı için onu suçlayamam,” dedim ona.
“Evet, her şeyi pazarlık ortamında halletmek istiyor.” Başıyla Kline’ın Ofisi ile oturduğumuz odayı ayıran ince duvarı gösterdi. Yanımda oturan kadının bunu fark edip etmediğini anlayamadım.
Konuşmaya başladım. Sözü yavaş yavaş bugünün gazetesinde yer alan yazıya getirmek istiyordum ama Lenore sözümü kesti.
“Paul Madriani, seni Brittany Hail ile tanıştırmak istiyorum. Paul arkadaşımdır. Kahve içmek için uğramış,” dedi.
Şaşırdım. Ama belli ki Lenore, söylemek istediği her ne ise bunu bürosunda söylemek istemiyordu. Ben de oyununa katıldım.
“Burada mı çalışıyorsunuz?” Brittany adındaki kadına bakarken onu gözlerimle yememeye çalışıyordum.
“Bir anlamda evet.” Lenore ondan önce konuşmuştu. “Brittany, zaman zaman şube ile birlikte bazı çalışmalar yapar. Üniversitede suç bilimi öğrencisidir ve aynı zamanda da yedek memurdur.”
“Gizli görev,” dedi kız.
“Öyle mi?”
“Sanırım, son olarak ortaya çıkardıkları şey ile ilgili haberi okudun, sabah gazetesinde. ” Lenore elimdeki gazeteyi görebiliyordu.
“Tutuklanan yargıç,” dedi. Lenore bana bakarken yüzü gözü oynuyor, çeneni kapa der gibi göz kırpıyordu. “Brittany bu davadaki anahtar kişi. Çok önemli bir tanık.”
“A, öyle mi?” Bu kızı yem olarak kullanmışlardı. Bu şehrin polisinin bir geçmişi vardır. Sporcuların peşinde koşan kızların başka bir türü olan, polislerle çıkma meraklısı kızların bunlara grupi denirdi- kullandıkları bilinir. Eskiden birkaç tane güzellik yarışması birincisini fahişe rolü yapmaları için kiralarlardı. “Domates Güzeli” ve bir iki tane “Papatya Prensesi”. Bu kızlar yirmi yaşlarında olurdu ve kıvrımları ile Formula 1 yarışlarında pistteki trafiği kilitleyebilir, şeffaf iç çamaşırları ile loş ışık altında Papa’ya bile günah işlettirebilirlerdi. Lenore’ın masasının önüne dayalı duran biçimli dizlere ve bacaklara bir kez daha göz attım. Cevizkafa gibi bir popo meraklısını tuzağa düşürmek için bu kızı kullanmak ağ kullanmaktan kesinlikle daha uygundu.
“İyi iş,” dedim. Sesimde derin bir memnuniyet tonu vardı.
Pırıl pırıl dişlerini göstererek gülümsedi.
“Ay, teşekkür ederim.” Fazla düşünmeden bana hemen bir şeyler söylemek istedi.
“Tahminime göre oldukça kötü bir adammış.” Olaya katkısının boyutlarını ölçmeye “Tahminime göre oldukça kötü bir adammış.” Olaya katkısının boyutlarını ölçmeye çalışıyordu. Sanırım beni yanlış anlamış ve dürüst bir yönetim için gösterdiği samimi ilgi nedeni ile onu tebrik ettiğimi sanmıştı.
“Övgüye değer,” dedim ona. “Bu adam çamurdan daha pis birisidir.”
“Yargıçmış da üstelik” dedi. Bunu sanki ahlaksal besin zincirinin en tepesinde sadece başkanlar ve valiler bulunurmuş gibi söylemişti. Belki eskiden öyleydi sahiden de. Kız devamlı gülümsüyor rahatladıkça rahatlıyordu. Ne de olsa ben, yukarılardan gelen ve bir rahip kardeşimizi kurban ederek kanunun itibarını düşürmeye yönelik eylemde bulunduğu için ona sinirlenmiş, resmi, sıkı kıçlı adamlardan biri değildim. Benim Cevizkafa ile ilgili düşüncelerim partizanların Mussolini hakkında düşündüklerinden farklı değildi. Onu topuklarından sürükleyip asmak, sonra da vurmak, benim tarafımdan sportmence bir hareket olarak yorumlanabilirdi.
“Bu adam küçük bir yılan kadar ahlaklıdır ancak,” dedim. Aslında bu iblisin ne kadar ileri gittiğini sormak istiyordum. Ancak Lenore bana oturduğu yerden göz ediyor, öldüren bakışlar fırlatıyordu.
“Ben bu işi daha önce de yaptım. Hep yaparım. Ama bu adamın yargıç olduğundan hiç haberim yoktu. Daha çok bir iş adamına benziyordu.”
Mahallenin kabadayısını dövmüş olduğunu yeni anlayan bir çocuğa benziyordu.
“Ve bugün her şey gazetede çıkmış,” dedim. Yanakları biraz kızarır gibi olmuştu.
Gazeteyi elimde tutuyordum. Ondan gazeteyi imzalamasını isteyebilirdim ama Lenore çok sinirlenebilirdi.
“İsmimi yazmamışlar.”
Bunun ona sıkıntı verdiği görülüyordu.
“Onlara zaman tanı,” dedim. Basının erkek kazı yakaladığında nasıl çılgınca beslemek isteyeceğini hayal edebiliyordum. Ön sayfa için peynirli kekten büyükçe bir dilim keseceklerdi.
“İsminin orada bulunmamasının bir nedeni var,” dedi Lenore. “Biz açıklamak istemiyoruz da ondan. Umarım anlayış gösterirsin.”
Kadın ağırbaşlı şekilde başıyla onayladı ama anonim kalma düşüncesinden huzursuz olduğu da gözümden kaçmamıştı.
“Küçük toplantımız tam da sona ermek üzereydi,” dedi Lenore. “Acaba dışarıda beklemenin bir sakıncası var mı?”
Sakıncası olsun olmasın, bana kapıyı gösteriyordu. Böylece çalıştığı bölüm Acosta’ya yönelik suçlama belgesini hazırlamadan önce ortalıktaki kiri süpürmek istiyordu. Kulağımı anahtar deliğine dayayabilirdim ama sekreterler bundan hoşlanmazlardı.
Lenore’ın işini bitirdiğinde, Cevizkafa’nın gece gezintisi ile ilgili ilginç gerçeklerin bir kısmını benimle paylaşacağına dair ümitler besleyerek on dakikadır oturduğum sert tahta sıra yüzünden kaba etlerim uyuşmuştu. Lenore’ın ofisinden gelen mırıltıları duyabiliyordum ama hiçbir şeyi net olarak anlayamıyordum. Sırf eğlence olsun diye, Kline’in kapalı duran kapısının ardından içeride yaptığı telefon konuşmasını dinlemeye çalıştım. Aramızdaki duvara rağmen, ince çizgili elbiseli, aksi devlet adamı tavırlarını algılayabiliyordum. Konuşması birkaç belirgin sorudan ibaretti. Nezaketsizlikle sınırladığı kelimelerini böylesine ekonomik olarak kullanabilen bu adamla bir kez karşılaşmak zorunda kalmıştım.
“Evet. Söylediğim gibi, bir bakayım sizi tekrar ararım. Hı-hı. Hı-hı. Müvekkilinizin ismi neydi?” Muhtemelen notlar alıyormuş gibi bir sessizlik.
“Başka bir suç işlemiş mi? Eski suçları?” Daha uzun bir sessizlik. Yine alınan notlar.
“Hiçbir şey için söz veremem, ama onunla konuşurum. Hayır, Bayan Goya benim için çalışıyor. Son kararı ben veririm.”
Sekreterlerin gözleri benim üstümdeydi. İçlerinden biri duyargalarımı açtığımı ve gizli olması gereken haberleşmeleri izlediğimi fark etti ve fotokopi makinesini çalıştırdı. Kline’ın sesini işitemiyordum artık. Kadıncağız güvenlik nedenleriyle birkaç boş kâğıt basarak ilçenin parasını çarçur ediyordu.
Birkaç saniye sonra ilgi odağım olan kapı açıldı ve Kline dışarıya süzüldü. Bin dolarlık takım elbisesi, keten kollukları ve altın kol düğmeleri ile şık görünüyordu. Yüzü güneşten yanmıştı. Hafta sonları teknesiyle körfezde gezinti yaptığını duymuştum. Seyrelmeye başlayan saçlarına rağmen yakışıklı bir adamdı. Bu haliyle Gentlemen’s Quarterly dergisinin kapağında yer alabilirdi.
Bir elinde san renkli not kâğıdı üstüne karalanmış bir not tutuyordu. Sekreteri sandalyesinden kalktı. Bir dilenci edasıyla efendisinin emrini beklemeye başladı. Adam notu eline tutuşturdu.
“Bana bu dosyayı bul.”
Kadın ışık hızıyla uzaklaştı.
Kline bir ara gözünün ucuyla bakışlarımı yakaladı ve telefonun yanında oturan kabul memuruna masanın üstünden eğilip bir şeyler fısıldadı. Benim onu bekleyip beklemediğimi öğrenmeye çalışıyordu. Kadın beklemediğime onu inandırdı. Sonra Lenore’ın kapısına doğru bakarak,
“Bayan Goya’nın yanında kimse var mı?” dedi.”Bayan Hall.”
O zorba bakışını takınarak, “Bayan Hall’un gelir gelmez benim odama gönderilmesi yönünde kesin emir verdiğimi sanıyordum,” dedi.
“Siz telefonla konuşuyordunuz ve Bayan Goya dedi ki… ”
“Bayan Goya’nın ne dediği umurumda değil. Ben bir emir verdiğim zaman bu emrin uygulanmasını beklerim.”
Resepsiyon memurunun uysal bakışları kamçı ile dövülmüş bir köpeğinkine benziyordu.
Orada öylesine oturdu kaldı. Bakışlarını önüne indirdi. Özür diler gibiydi ama bu yanlışı düzeltmek için hiçbir girişimde bulunmuyordu.
“E, hadi arasana,” dedi Kline.
“Bayan Goya’yı mı?”
“Evet, Bayan Goya’yı. Ve ona Bayan Hall’u derhal büroma göndermesini söyle.”
“Peki efendim.”
“Bir kez başarısız olduğu için, şimdi söylediği her sözün kanunmuş gibi algılandığından emin olmak için kadının önünde dikiliyordu. Bu sırada sekreteri geri döndü.
“İstediğiniz dosya… ”
“Evet, nerede?”
“Bayan Goya tarafından alınmış.”
Kline’ın suratı Lenore’a yönelmiş nefretle doluydu.
Lenore’un telefonunun çaldığını duyabiliyordum. Yanıtlayan sesini işittim.
“Bay Kline Bayan Hall’u bürosunda görmek istiyor.”
Lenore’ın kapısının ardından kısık sesle konuşmalar geldi. Benim önümde oynanan tiyatro hakkında en ufak fikri yoktu.
Biraz daha zaman istedi. Suçlama belgesi için bilgi toplamayı neredeyse bitirmek üzere olduğunu söyledi.
“Bay Kline hemen şimdi istiyor.” Kline başında bekliyor olsa da resepsiyon memurunun sözleri etkileyici olmaktan uzaktı.
“Ver şunu bana.” Telefonu kadının elinden kaptı.
“Bayan Hall’un gelir gelmez ofisime gönderilmesi yolunda emir vermiştim. Başka hiç kimse onunla konuşmayacaktı.”
Lenore söze başlamak için kelime arıyormuş gibi bir an duraksadı.
“Vız gelir. Anladın mı?”
Lenore’ın ofisi ölüm sessizliğine büründü. Birden Kline’a geldiler. Uzun mesafeden konuşmaya gerek yoktu. Telefonu sekretere fırlattı ve Lenore’ın bürosuna yollandı. Kapıyı açtı ve ağzından çıkan tek nazik laf Bayan Hall’a oldu. Ona kendi ofisine geçmesini söyledi.
Kadın Kline ile kapının girişi arasında telaşla, hırlayan köpeğin dişleri karşısındaki kedi gibi gitti geldi. Kline daha sonra kapıyı ardından kapadı.
Çoğu, erkeklere özgü kızgın kelimeler duyuyordum. Sonra Lenore yapabileceği en iyi şekilde karşılık vermeye başladı.
“Bu ses tonu ile konuşmaya hakkınız yok. Emir verdiğinizi ve bu emirlerin taşa kazındığını bilmiyordum.” Zihnimde Lenore’u masasının önünde, elleri kalçalarında canlandırdım.
Bu sözler Kline’ın yeni bir salvosuna yol açtı. Lenore’ın otoritesini sorguladığını, personeli önünde otoritesini zayıflatmaya çalıştığını iddia ediyordu.
“Basın tepemde, benden yanıtlar istiyor,” dedi. “Bu çok hassas bir mesele. Sen halledemezsin. Bir kamu memuru suç işlemekle itham ediliyor. Neler olup bittiğini bilmem lazım.”
Lenore karşı çıktı. Halka yapılan açıklamaların minimum düzeyde tutulması gerektiğini, çünkü ortada Acosta’yı tanıyan yargıçların ona karşı olmasına yol açabilecek birçok önemli ayrıntı bulunduğunu söyledi. Eğer Acosta mahkemeye giderse bunu hiçbirinin duymaması sağlanabilirdi. Eğer bölge yargıçları savcılık bürosunu kendilerinden birini medya karşısında zor durumda bırakırken görürse, bunun yüzlerce başka konuda zarara yol açabileceğini anlattı.
Bütün bu sözler Kline’ın bir kulağından giriyor, öteki kulağından çıkıyordu.
“Sence ben basınla nasıl başa çıkılacağını bilmiyor muyum?”
“Ben öyle demedim. Eğer bir toplantı istemiş olsaydınız çok mutlu olurdum.””Benim istediğim tanıkla kendim konuşmak. Bu dava ile ben ilgileneceğim” dedi Kline.
“İyi o zaman. İşte dosya. Buyurun.”
Kapı açıldı. Kline kolunda, içinden karmakarışık kâğıt yığınları sarkan bir dosya ile kapıda dikildi. Beni görür görmez yüzünün rengi değişti. Bir yabancının bütün olanı biteni duyduğunu şimdi fark ediyordu.
Biraz düşündü ve normal görünmeye çalışarak Lenore’ın kapısına geri döndü.
“Neredeyse unutuyordum,” dedi. “Bagdonovich meselesi. Doğrudan şartlı tahliye. Beklemeye gerek yok.”
“Ne?”
“Beni duydun. Doğrudan şartlı tahliye.”
“Konuşmuştuk. Dün tartıştık ya bunu. Siz de kabul etmiştiniz,” dedi Lenore.
“Avukatıyla biraz önce konuştum.”
“Bunun konuyla ne ilgisi var? Bilmediğiniz bir şeyler mi var? Acaba bazı gerçekleri size açıklamadım mı?”
“Burada kimin yönetici olduğunu anlamamış görünüyorsun. Bu konuyu tartışmak istemiyorum. Sana söylediğimi yap.”
Sonra kapıyı Lenore’ın suratına çarptı ve resepsiyon bölümünde beklemekte olan Brittany Hall’dan yana baktı.
“Bayan Hail.” Kendine çeki düzen verirken yüzüne tatmin olmuş bir ifade vermeye çabaladı. Ne de olsa Lenore’ın üstüne son çiviyi çakmıştı. Kravatını düzeltti ve Bayan Hall’a eliyle odasını işaret etti.
“Size Brittany diyebilir miyim?” dedi.
Kadın parlak gözlerle karşılık verdi. Sanırım, lambasını doğru şekilde ovalarsa kameraları ve ışıkları olan cini ortaya çıkarabilecek yeni bir Alâaddin’in varlığının farkına varmıştı. Kline’in ofisine girerken sürekli gülümsüyor, daha yüksek bir yatağa sıçramayı başarabilmiş genç bir yıldız adayı gibi reveranslar yapıyordu.
“Hödük.” Lenore kışkırtıldığı zaman yumuşak tavırlar sergilemekle tanınmazdı pek.
“Boş ver. İlçemiz artık suçlular sınıfından bir başsavcıya sahip. Aynen Washington Belediye Başkanı gibi. Üstlerine yaranmak için böyle yapıyor olmalı.
Gülmedi. Bürosundan yarım blok ötedeki bir kafeteryada kahve içiyorduk. Ben ısmarlamıştım.
“On dolarlık fahişelerin bile daha sıkı pazarlık yaptıklarını gördüm,” dedi. “Burasını yasama kurulu gibi görüyor. Kulis yapılmasından hoşlanıyor. Kapısının dışında numara alıp sıraya giren insanlar olduğu zaman günü iyi geçmiş demektir. Adamın avukatına telefonda biraz zaman kazanmaya çalışmasını söyledim. Sen de duydun. Ama o savunduğum her şeyi yerle bir etti.”
“Bagdonovich miydi bu söylediğin?”
Başı ile onayladı.
“Şimdi de Acosta’yı istiyor.”
“Bu onun yüce görevi,” dedim.
“Evet. Doğru. Bu manşetlerde olan bir dava ve Kline medyanın bildiklerinden daha ileride olmak istiyor,” dedi. “Kanunun ve düzenin canı cehenneme. Politika bu.”
Konuya geldim. “Acosta olayında durum nedir?”
“Benim bildiklerimi sen de biliyorsun.” Gazeteyi gösterdi.
“Evet Doğru.”
“Tahminime göre, Tony bir erteleme alacak.” Güldü. Parlak yüzünü göstermişti bu gülüş.
“Şimdilik. Majesteleri bugün mahkemeye gelmiyor. Yazmanına telefon ettim. Bütün randevular iptal edilmiş,” dedim.
Harry’nin teorisine göre, geçen gece olanlardan sonra hayal kırıklığı yaşayan Acosta, büyük bir olasılıkla, evinde ailesine bağlı adam görüntüsü vermek istiyordu.
“Eminim tuzağa düşürüldüm diye bağırıp çağıracaktır,” dedim.
“Fahişelerle takılan her coni aynı savaş çığlığını atar,” dedi. “Ama avukatının bir sorunu olacak. Kızımızın üstünde mikrofon vardı. Suç işleme dürtüsü bütün şanıyla şerefiyle davalının kendi fermuarından fışkırmış.”
Ona bakıyordum.
“Daha ücretini bile konuşmadan atını ahırdan ay ışığında bir koşu için dışarı çıkarmış. En azından tanığa göre,” dedi.Bunu teybe mi kaydetmişler?” diye sordum. “Adamın temel dürtülerini?”
“Ne istiyorsun, resim mi?”
“Hayır. Sadece adamın aletinin işleyip işlemediğini bilmek isterdim.”
Bana baktı.
“Kelimeleri iyi seçemedim galiba,” dedim.
’Tanık böyle söylüyor. Kaydedilenleri dinlemedim. Teknisyenler üstünde çalışıyorlar. Ama bir problem var, ses kalitesi ile ilgili. Yükseltmeye çalışıyorlar.”
“Peki, tanığınız ne kadar iyi?”
“Kraliçe İngilizcesi konuşuyor. Sabıkası yok. Onu suçlayacak hiçbir şey yok. Doğma büyüme kasaba kızı. Polis olmak istiyor. Birkaç siyasi kampanyada ayak işlerinde çalışmış. Daha çok sokak işlerinde görev almış. Hasır şapkalardan ve ponponlu etekler giymekten hoşlanıyor. Son olarak, suçlu aptallara Tanrı’nın hediyesi olan bir adamın yanında çalışmış.” Kline’in kampanyasından söz ediyordu.
“Bu işe onu Kline mı soktu?”
Başım salladı.
“Ahlak masası. Bu kesinlikle onların gösterisiydi. Eğer bu işi Kline yapmış olsaydı, suçlunun penisinin her tarafında kızın avuç izlerini bulurduk ve Acosta’nın avukatı kızın ödemeyi önerdiği paradan bahsediyor olurdu.”
“Nasıl oldu da yargıcı seçtiler?” diye sordum. “Rasgele mi seçmişler?”
Neyi sorduğumu biliyordu. Tony Arguillo’nun ofisimde söylediği son sözleri hatırlıyordum.
Polislerin kendilerini nasıl korumaları gerektiğini iyi bildiğini söylemişti. Acaba bu özel yastık partisi, polis memurları için Gus Lano ve birlik tarafından mı planlanıp uygulamaya konmuştu? Bu Lano’nun stili, onun mahkeme çağrısını iptal ettirme yöntemi olabilirdi.
“Bunu asla kanıtlayamazsın,” dedi Lenore.
“Hey, ben hiç köy müfettişine benziyor muyum? Benim her yanım onur madalyaları ile doludur.”
“Konuyu iyi düşün,” dedi. “Olasılık yasaları. Yeterli sayıda günah işlersen cehenneme gitmen kaçınılmaz olur.”
“Düşük ihtimal. Rasgele seçim,” dedim. Bu anlaşma çılgınlığına benim katkım da buydu.
“Sence iyi kalpli yargıcımız bir anlaşma yapmaya çalışır mı?”
“İnebileceği fazla basamak yok. Fuhuş için sokaklarda dolaşmak bu eyalette küçük bir suç, mahkemelik bir eylem, ama suçu işleyen en azından gözaltına bile alınmıyor. Sadece bir mahkeme çağrısı gönderiliyor. Ahlak masasının kendine özgü suç artırma yöntemi. Herhangi başka bir adam bin dolar cezayı öder, prezervatifin faydaları üstüne biraz nasihat dinledikten sonra gider, hayatına devam ederdi. Bu davada insanın tüylerini ürperten, bunun suç olup olmaması değil. Bu ahlaksızlık. Bu eyalette bir yargıcın suçlanması ilk kez olan bir şey değil ve alışılmış yöntem kürsüden indirilmektir.

BÖLÜM 4
GUS LANO, RAHATSIZ EDİCİ VE ZORBA TİPLİ bir adamdı. Anlaşmazlık ortamlarında rakibine karşı kazandığı her sayıdan sonra kendi egosunu nasıl tatmin ettiğini ve içinden kendi kendini nasıl kutladığını yüzünden okuyabilirdiniz. Kimi zaman kaba, kimi zaman da sadece orta yaşlı despot adamlarda gördüğümüz biçimde ukala ve kendim beğenmiş biri olurdu ve kendini diğer insanlardan üstün görürdü. Başka bir deyişle, ondan mükemmel bir duruşma avukatı olurdu.
Sonunda Harry ile birlikte Lano’nun bürosuna alındığımızda saat neredeyse beş olmuştu.
Bekleme odasında yaklaşık bir saattir bekletiliyorduk. Kırmızı keresteden, cilalı ve bütün yönlere doğru yayılan damarları olan kocaman masasısın arkasında oturuyordu. Bir galaksiyi andıran bu damarlar, adamın kişisel tutkularının yol göstericisi bir gökyüzü haritasıydı sanki.
Onu gölgesi gibi izleyen adamlarının oluşturduğu ordunun iki mensubu hiç durmadan arkasında dönüp duruyordu. Bu ordu, işçi sınıfının vaat edilmiş topraklarına giden yolda Kızıl Deniz’i ikiye ayıran Musa’ymış gibi izlerdi onu şüphesiz. Bu adamlar amaçlarına ulaşmak için her türlü aşırılığı göze alabilen, düşmanın eline geçmesini engellemek için kendi ellerindekini bile parçalayıp yok edebilecek tipte pazarlıkçı insanlardı. Yakın zaman önce yeraltında bazı gümbürtüler olmuştu. Kendilerine POMKO, “Polis Memurları Kurtuluş
Ordusu”, adını veren ve Lano’nun emrindeki kuvvetlere bağlı olduğu şüphe götürmeyen bir bölük adam, bölge komiserlerinin ve diğer polis yöneticilerinin özel telefonlarını ve adreslerini açıklamaya, evlerine giden yolların haritalarını çıkarmaya başlamıştı. Lano ve güruhu için, ellerinde sizin gizli telefon numaralarınız ve adresleriniz bulunan eski suçluların katılacağı bir turistik gezi düzenleme fikri, pazarlık oturumları sırasında kısa bir süre durup yeniden düşünmenizi sağlamak demekti sadece.
Lano’nun yandaşlarından biri sigara tüttürüyor ve küllerini Vezüv yanardağı gibi Lano’nun omzuna döküyordu. Biz işçi kesiminin yüce rehberi ile konuşmayı beklerken, o patronunun kâğıtları elinde, kulağına bir şeyler fısıldıyordu.
Maaşlarını her zaman halkın cebinden toplanan paralardan alan bu güvenlik memurlarına zaman zaman sendika faaliyetleri de yürütmeleri için izin veriliyordu ama adamlar bunu tüm zamanlarını burada geçirebilecekleri şeklinde yorumlamışlardı. Görünen oydu ki, şehrin finans sorumlularında Lano’nun üçkâğıtçılıkları ile uğraşacak yüreklilik yoktu.
“Öyle bir istifliyorlar ki, sanırsınız Allah’ın belası para, kurulun kendi parası,” dedi Lano.
Belli birine söylememişti bu lafları. Belki sadece adını ağzına alarak saygısızlık etmiş olduğu Tanrı ile konuşuyordu.
“Geçen sene ücretleri dondurmuşlardı. Şimdi yüzde ikilik zamma cömertlik diyorlar,” dedi.
Kaşmir kazağının kolunu çekiştirdi. Emekçileri takım elbise içinde görmeniz mümkün değildir. Hiç hoş olmaz.
Üstünde sayılar olan birtakım kâğıt parçaları ile oynuyordu. Adamların konuşmalarından, bunların geçen akşam hükümetin arabulucusunun bütün ümitlerini kırarak, başarısızlığa uğrayan uzun toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden gelen son rakamlar olduğu açıktı. Harry de benimle birlikteydi, çünkü buraya tek başına gelmeye cesaret edememiştim. Lano’nun iki adamının karşısında rahatça konuşabilmemi sağlayacaktı.
Büyük Jüri’nin önüne çağrılıp çağrılmadıklarını ya da eğer çağrıldılarsa ne söylemiş olabileceklerini bilmiyordum. Ama sonradan tanıkları etkilemeye çalışmış olmakla suçlanmak istemiyordum. Harry şahidim olacaktı.
“Demek siz memur Arguillo’yu temsil ediyorsunuz,” dedi Lano. “Umarım, Tony parasının karşılığını alıyordur. Sizi buraya getiren nedir öyleyse?”
“Suç mahalli,” dedim.
Masanın karşısından kocaman gözler bana bakıyordu.
“Hangi suç?” dedi.
“Belki siz bana söyleyebilirsiniz diye düşünmüştüm. Tony’nin sorunları sendika ile olan ilişkisinden kaynaklanıyormuş gibi görünüyor da.”
“Sorunlar mı? Birisinin sorunları mı var?” Geriye yaslandı. Koltuğunda şöyle bir döndü ve başı ötekilerden yana eğildi. Lano ve iki yansıması arasında candan bir ilişki vardı. Kahkahalar attılar. Bildikleri kadarıyla sorun falan yoktu.
“Herhangi bir sorundan haberdar değilim ben,” dedi.
“Büyük jüri,” dedim ona.
“A, o mu?” Dedi. “Askıda o iş.” Onun için bu işi halletmek sanki önündeki telefonun bir tuşuna basmak kadar kolaymış gibi bir hali vardı. Aslına bakarsanız, zaten o şekilde halletmiş olmalıydı. Cevizkafa’nın son yasal talihsizliklerinin ardında Lano’nun olup olmadığı açıkça belli değildi. Ama billur gibi gerçek olan, bütün dünyanın buna inanmasını istediğiydi. Güçlüler göz boyamasını iyi bilirdi.
“Belki sadece şu an için askıda,” dedim.
“Evet. Yargıcı duvardan kazırlarken.” Laf Lano’nun ağzından çıktığında, arkasındaki iki sümüklü böcek odanın içinde ileri geri yürümeye, kıs kıs gülmeye başladılar. Potaya atılan bir smaç basketin pasını vermiş lise takımı oyuncuları gibi hareket ediyor, bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı.
İçlerinden biri, “Acaba sabahlığının altına ne giyiyor?” dedi.
Lano kendi bacak arasına eğilerek baktı. “Vay canına, bu kurumuş yahu!”
Kahkahayı patlattılar. Lano’nun çenesinden aşağı bir damla gözyaşı süzüldü. Diliyle bu gözyaşını yalamaya çalışıyordu. Harry ile ben bu delişmenliğe katılabilirdik, ama yakışıksız kaçardı. Şu ya da bu şekilde, Gus Lano ile ortak bir düşmanımız olduğu düşüncesi kendimi kirlenmiş hissetmeme neden olmuştu.
“Nasıl oldu da Tony sendikanın hesap defterlerini tutmaya başladı?” diye sordum ona.
“Bir resmi kamu muhasebecisi tutmaya paranız yetmedi mi?”
“Bedava yaptırmak varken niye para ödeyelim ki?” dedi. “Biz Tony’ye güveniriz. Öyle değil mi?” Yukarı bakarken ikisi koro halinde onayladılar başları ile.
“Mutlaka,” dedim. “Dahası, bu şekilde her şey aile içinde kalır. Ne zahmetli denetlemeler ne de bir yığın karmaşık rapor.”
Lano az önce söylediğini düşünüyordu daha. Yüzünü buruşturdu. “Eğer bilmek istersen diye söylüyorum. Tony gerçekten iyi çalıştı,” dedi.
O kadar profesyonel çalışmıştı ki, kayıtlar bar peçetelerinin arkasına, kaybolan mürekkep ile yazılmıştı. Tam Lano’nun hoşlandığı türden bir çalışma.
“Bence endişelenmene gerek yok,” dedi. Büyük jüri büyük bir yanılgı ve kısır döngü içinde. Ellerinde hiçbir şey yok. Hele bu sendikanın borçları gibi, kaygan bir konuda.” İddiaları masanın kenarından aşağı süpürüyormuş gibi eli ile bir hareket yaptı.
’Tecrübe konuşuyor galiba,” dedim. “O küçük odalarında büyük jüri ile konuştunuz mu acaba?”
“Ya, evet. İşim yok da sana söyleyeceğim” anlamında bir bakış attı. Koltuğunda öne doğru eğildi ve gözlerim kıstı. Çok kritik bir an yaklaşıyordu galiba.
“Söyle bakalım avukat bey. Tony’nin vereceği ifade için yargıçla nasıl bir anlaşma yapmaya çalışıyordun?”
Benim için kritik bir andı, onun için değil.
“Ne tür bir tabakta servis yapıyorsun bize?”
“Aşçıbaşının sırrı,” dedim. “Müvekkil ayrıcalığı,” dedim. Aslında Tony, Lano’nun omuzlarındaki yükü kendi üstüne alarak bu ayrıcalıktan feragat etmişe benziyordu.
“Bana şefin spesiyalitesi gibi geldi,” dedi. “Salçalı arkadaş yahnisi.” Arkadaşlarına baktı.
“Şanslıyız ki, Tony’nin yüksek bir sadakat anlayışı var.”
“Dediğiniz gibi, şanslısınız,” dedim ona.
“Çok derin sulara giriyorsunuz,” dedi. “Sizin fark edebildiğinizden çok daha derin.”
“İyi ki yüzme biliyorum.”
“Bok denizinde köpekleme yüzmek çok zor olabilir,” dedi.
“Hiç bilmiyordum,” dedim.
“Birçoğu boğulana kadar bilmez.”
Bokta batarak ölmek, tam da Lano’nun yapmayı düşünebileceği tarzda gösterişli bir kinaye idi.
“Dikkatli olmaya çalışırdım, ama bu sizin yazdığınız bir öykü olduğuna göre, eminim cankurtaran da sizsinizdir.
Arkasındaki adamlardan biri elinde olmadan gülmeye başladı. Ama patronuna baktığında onun gülmediğini gördü.
“Baksana, neden birbirimize taş atmak zorundayız?” diye sordu.
Aniden odadaki ses tonları değişti, ortama incelik hâkim olmaya başladı. Fırtınalı bir günde bulutların aralanması ve güneşin görünmesi gibi. Geniş, pırıltılı ve güneşli anlatımlar ve el hareketleri. Eğer yapabilse bu ışığı paçalarımdan yukarı pompalayacakmış gibi.
“Paul. Sana Paul diyebilir miyim?” dedi.
Cevaplamamı beklemedi bile.
“Dinle Paul. Neden ateşkes yapmıyoruz? Eğer iyi düşünürsen, ikimizin de işine yarayacak müthiş bir anlaşma yapabileceğimizi anlayacaksın.” Sesine yaşından ileri geliyormuş gibi, bilgece bir ton yüklemeye çabalıyordu.
Hemen bir kalıp sabun ve bir duş arama isteği duymaya başladım. “Seninle dost olabiliriz,” dedi.
Harry’ye göz attı. Bütün iyi niyetiyle, giyinişini inceledi. Herhalde böyle bir dostluk önerisinin çok fazla pahalıya mal olmayacağını hesaplıyordu.
“Bizi iyi temsil edebilecek birini tutabiliriz,” dedi. “Ve duyduğuma göre sen en iyilerinden biriymişsin.”
Leno ipekten bir kadın elbisesini bile iyi bir rüşvetle canlandırıp yürütebilirdi.
“Biz demekle neyi kastettiniz?” dedi Harry.
“Sendika. Birlik,” dedi Lano. “Bu önerim sizin için de geçerli,” dedi. Ucuzluk günü. Bir dost fiyatına iki tane.
Suçlu polislerin avukatlığını yapmak Harry’nin en kötü kâbusuydu.
“Nasıl bir temsilcilik bu?” diye sordum.
“Sizin sattığınızdan. Yasal türden. Siz ne sanmıştınız?”
“Hani siz her şeyi örtbas etmiştiniz. Hatırladınız mı? Büyük jürinin kısır döngüsü.”
Gözlerinde yoğun bir hayret ile bana bakıyordu. Sanki ben hiç gereği yokken işi yokuşa sürüyordum. Neden çenemi kapatıp paramı almıyor ve yoluma gitmiyordum? Bunu çeşitli kelimeler kullanarak açıklayabilirdi. Ama üçkâğıtçılık ve adaletsizliklerle dolu bir yaşam, ona yoldan çıkarma biliminin şakaya gelmeyeceğini öğretmişti.
“Paul. Hadi biraz makul olalım. Bütün bu düşmanlık için hiçbir neden yok.” Bize içki ikram etmeye karar verdi. Daha ben karşı çıkamadan yardakçıları çekmeceleri açıp, bardakları çıkardılar. Bardakların içinde buzlar şıngırdıyor, mantarlar patlıyordu. Harry elini uzatıp bir bardak alıyordu ki, dizimle bacağını dürttüm. Eli hemen saçlarından geriye kalanları düzeltmek için başına yöneldi. Kendisine uzatılan içkiyi başı ile geri çevirdi. Bunu trenden atlamak üzere olan bir adamın kararlılığı ile yapmıştı.
“Sana müvekkil lazım. Bütün istediğim seni tutmak. Kaç paraya taşıyorsun malı? Bu kadar basit,” dedi Lano.
Tony’nin bağlılığından emindi belki, ama Arguillo bana ne kadarını anlatmıştı, bunu tam olarak bilemiyordu. Zart zurt eden ucuz bir palavracı mıydım, ya da pahalı bir bilgi kaynağı mıydım?
“Diyelim ki, sizi temsil etmeyi kabul ettim.”
“Diyelim,” dedi.
“Ne yapmamı bekliyorsunuz?”
Buruşmuş bir surat. Rengini ruhun karanlık yüzünden alan bir ifade.
“Ücretini al. Bekle,” dedi. “Hepsi bu.”
Düşündüğüm gibi. Yüzük parmağını öperken düşündüm kendimi. Kulağımda yankılanan uğursuz sesler bir gün bana gelip kendisi için bir hizmet icra etmemi isteyeceğini söylüyordu.
“Hayır demeden önce düşün bunu. Biz çok büyük müşteriyiz. Ödenecek bir yığın faturan vardır.” Bunu içten söylüyordu. Yığınla palavra hepsi. Araba satıcısının anlaşmayı patronuna götürmeden önce size sıktığı türden.
“Bak, hepimiz tek, büyük bir aileyiz. Tony. Birlik. Ben…” Sen hepimizi temsil edebilirsin” “Dediğim gibi. Hesap ne kadar? Adını sen koy.”
Ondan ilk doğmuş çocuğunu isteyebilirdim ve o da hemen verirdi. Şeytanın avukatı gibi. Lano’nun önerisi tam cehennemlik türdendi.
“Gus. Sana Gus diyebilir miyim?” dedim.
Yüzünde büyük bir gülümsemeyle. “Bu benim ismim zaten,” dedi.
“Bize çok nazik davrandınız Gus. Bu yüzden bunu sana söylemek benim için çok zor. Fakat üzülerek söyleyeyim ki, yapamam.”
“Nedenmiş o?” Dostluk, yüzünden sıcak havada eriyen mum yağı gibi akıyordu.
“Çıkar çakışması,” dedim ona.
Satış gerçekleşmemişti. Sert bakışlar geri gelmişti.
“Öyleyse hâlâ Tony’nin avukatısın öyle mi?”
Tekerlerine sokulan çomaktım.
“O beni kovana kadar.”
Koltuğunda döndü. Bir toplantı başladı. Fısır fısır konuştular.
Lano’nun adamları dikkatliydi. Konuşurken elleri ile Lano’nun kulaklarını kapatıyorlardı. Ona bir şeyler fısıldarlarken zaman zaman bizden tarafa göz atıyorlardı.
Lano o kadar tedbirli değildi.
“İsmi ne, sıçtığımın kadınının?” diye bağırdı.
Yine kulağına bir el kapandı ve geri dönüp yüzüme baktı.
“Bu kadın,” dedi. “Goya. Başsavcı’nın ofisindeki. Onun rolü ne bu işte?”
İşte şimdi kaygılanmıştım. Tony sonunda Lenore’u tehlikeye atmayı becermişti. Lano onun bu işteki katkısını, yani Tony’yi bana gönderenin Goya olduğunu bilse hemen soluğu patronunun bürosunda alırdı. Coleman Kline kısa zamanda her şeyi öğrenecekti. Lano zayıf noktayı bulmuştu.
“Kim?” Zaman kazanmaya çalıştım.
“Zırvalamayı kesebilirsin Madriani.” Lano biliyordu.
“Şu andan itibaren artık birbirimize ilk isimlerimizle seslenmeyi bırakıyoruz.”
Biraz daha oyalamaya çalıştım onu. Ama bana aldırmadı.
“Tony’nin o kadınla konuştuğunu biliyoruz,” dedi.
“Kim?”
“Goya.”
“A, o kadın.”
“Evet. O.” Parmaklarını yazı masasının üstüne vuruyor ve bir cevap bekliyordu.”Sadece arkadaş onlar,” dedim.
“Tamam. Ve siz üçünüz, senin ofisinde öğleden sonra çay içiyordunuz sadece öyle mi?”
“Kırıldım ama Gus. Ofisimi mi gözetliyorsun. Yoksa Tony’yi mi izlettiriyorsun?” diye sordum.
Tony, Lenore’ı tehlikeye atmamış olabilirdi yine de.
“Kalabalık bir cadde. Bir sürü insan geçiyor.” dedi.
“Tamam. Not al”- Harry’ye döndüm- “ofisi süpüreceğiz,” dedim. “Bizim bakmadığımız bir anda, kapının altındaki aralıktan, bir şey sürünerek içeri girmiş.”
Harry güldü. Lano ise gülmüyordu. Lano’nun geçen ay boyunca telefonda yaptığım bütün özel konuşmalarımın içeriğini bilmesi olasılığını göz ardı edemezdim.
“O kadının orada ne yaptığını söylemedin bana hâlâ.”
Çıkmak üzere ayağa kalktım. Harry hemen arkamdaydı.
“Haklısın,” dedim. “Söylemedim.”
Kapıdan çıkarken Lano’nun en kötü olasılığı düşünmesini, Lenore’ın, savcılık bürosundan Tony’nin ifadesine ilişkin gizli bir anlaşma yapmak için gönderilmiş, özel bir resmi görevli olduğunu sanmasını istiyordum. Böyle düşünmesi gerçeği bilmesinden daha iyiydi. Tony ile Lano’dan önce konuşmam gerekecekti.
“Bir ara tekrar konuşsak iyi olacak seninle,” dedi.
“Beraberimde mahkeme yazmanım da getiririm,” dedim ona ve çıktım.
* * *
Leo Kerns, o bildiğimiz küçük, şişman ve kel adamlardan biriydi. Yüzündeki daimi çatık kaşlı ifade dışında, cüceye benzerdi. Yaklaşık on iki senedir tanırdım onu. Bu bakışı hep yüzünde taşırdı. Bunun nedeni uzmanlık alanından kaynaklanırdı. Benim de eskiden yaptığım iş olan Başsavcılık dedektifliği görevindeydi. Onunla o zamandan beri arkadaştık.
“Arasaydın ya, gelmeden. Giyinirdim,” dedi.
Leo dairesinin kapısında üzerindeki atletle dikiliyordu. Koltuk altlarından kirpinin oklarına benzeyen siyah kıllar fışkırmıştı. Öyle bir bağırsağı vardı ki, yediği son yemeğin ne olduğunu ve içtiği biranın markasını anlayabilirdiniz.
“Ne kadar oldu… Bir yıl mı?” diye sordu.
“En az bir,” dedim. “Ama iyi görünüyorsun.”
“Doğru, her geçen gün gençleşiyorum,” dedi. “Tek fark, eskiden kafamdan çıkan saçlar şimdi kulaklarımdan ve burnumdan çıkıyor.”
Dairede başka birinin olup olmadığını anlayamamıştım. Belki de ziyaret için pek uygun bir zaman değildi. Leo bekârdı ve kadınlarla arası da pekiyi sayılmazdı, ama birkaç bar sineğine hoşça vakit geçirttiği bilinirdi.
“Seni içeri buyur ederdim ama ortalık karmakarışık,” dedi.
“Bu karışıklık sahibine yansımamış ama” dedim ona. İkimiz de güldük ve sonunda kapıyı ardına kadar açtı.
“Bir biraya ne dersin?” dedi.
Leo’nun bu teklifine hayır demek barış çubuğunu geri çevirmek gibiydi. Kutuyu plastik paketinden çıkardı ve üstündeki markayı gösterdi.
“Bu iyi mi?”
“En sevdiğim. Hem de ılık,” dedim.
Kendi birası elinde, televizyonun karşısındaki, oturulmaktan iyice yıpranmış, kıçım beyzbol oyuncusunun koca topu arka cebine tıkıştırmaya çalışması gibi sığdırabildiği kanepesine oturdu, arkasına yaslandı. Televizyonda saçma sapan bir dizi oynuyordu.
Bütün bu oturup kalkmalardan nefes nefese kalmıştı. Kern, sigorta şirketleri için istatistiksel çalışmalar yapan kişiler tarafından “yüksek risk” olarak değerlendirilebilirdi.
“Otursana.” Eliyle köşedeki koltuğu gösterdi. Bu koltuğun kumaşı öyle yıpranmıştı ki, biraz hareket etse deri değiştirme mevsiminde olduğunu düşünecektim. Televizyon kulağımın içinde bağırıyordu. Bir şeyler söyledi ama tam olarak anlayamadım.
Uzaktan kumandayı aldı ve başparmağı ile ses düğmesini buldu.
“Bunu seyrettin mi hiç?” diye sordu.

Benzer İçerikler

Kızıl Saçlı Güzel – Jennie Lucas – Online Kitap Oku

yakutlu

Aşkın Kalesi – Loretta Chase – Online Kitap Oku

yakutlu

Islam Felsefesi Kelamı ve Tasavvufuna Giris

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy