Pınar Kür’ün ilk romanı Yarın Yarın, 1976 yılında yayımlandığında yazın dünyasında daha önce görülmemiş bir etki yaratmış ve yazarını bir anda üne kavuşturmuştu. Aradan geçen onlarca yıl romanın değerini azaltmadı. Yayımlandığı dönemde soruşturmalara uğrayıp toplatılan bu kitap, o günden beri okunmayı ve zaman içinde edebiyatımızın ustaları arasına girmiş olan Pınar Kür’ün ilk kitabı olarak ilgi çekmeyi sürdürüyor. Herkes kendi yoluna… Herkes. Bir seninle ben kalakaldık orta yerde. Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum… Hâlâ anlamadığım o kadar çok şey var ki… Karamsar değilim, inan. Olmamaya çalışıyorum hep. Yaşamakta direniyorum. Yaşama yapışmak, tutunmak sıkı sıkıya… Zorla, zorlaya zorlaya, inatla, inatla yasamak… Buydu yapacağım, değil mi? Yapıyorum işte.
1
İskele çevresinin bulanık, pis sularına atlayıp duran çocuklara takılıp kalmıştı gözleri. Koltukaltlarından sızan tere, beynini delmeye çalışan güneşe karşın onların yerinde olmayı istemedi. On-on iki tane vardılar. Sıska kıçlarından sarkan, kirden renkleri gitmiş uzun donlarını hepten düşmesinler diye bollaşmış lastiklerinden tuta tuta atlayışlarında, gösteriş adına salladıkları kocaman sövgülerde yaşlarının getirdiği domuzluk, yoksulluklarının getirdiği kurnazlığa, küstahlığa zorlayan çekingenlik ile çaktırmadan üstüne su sıçratmaya kalkışlarında en ufak bir sevinç sezemedi. Su serinletmeyecek kadar pisti şüphesiz; sırf inat olsun diye –neye inat?– bir tür hınçla atlıyorlardı. Sevinç değildi aradıkları. Sevinç nedir biliyorlar mıydı? Kendi çocukluğunu anımsadı uzaktan – özlemsiz, acısız bir anımsama.
Tüm başka bir çocukluk ama hep aynı sevinçsizik. Mutluluğu bilmediği için mutsuz olmayan, ama gene de gülemeyen bir çocukluk. Bir yerlerde sevinçli çocuklar vardı herhalde. Mutsuzluğu bilmedikleri için mutlu olan, bilinçsizce gülüp duran çocuklar… Ama söz konusu olan onlar değildi aslında. Selim’in gerilerde bıraktığı öz çocukluğu da değildi. Çocukluk denilen şey – yalnızca bir kavram mı bu, yoksa bir çağ mı gerçekten? İleri geri, yalan yanlış, çabucak yaşanılan, elden geldiğince tez unutulan, sonra, çok sonra, birtakım yalanlarla anımsanan? Yoksa… “Memeeet! Memet! Neredesin gözü kör olasıca? Memet diyorum! Tablayı ortalık yerde bırakmış da nereye cehennem olmuş gene? Allah belasını veresice.” Çocuklar bir anda iskelenin altına sığındılar.
Sanki topunun adı Memet’ti, topu da bir yerlerde bir işporta tablası bırakıp gelmişlerdi, topu da Tanrı belasından çok daha korkunç bir bela gibi iskeleden haykıran kara giysili kadından kaçmak zorundaydılar. Selim, parmak dibini yakmak üzere olan sigarasını atacak bir yer aradı. İzmariti iskele önündeki çöplerin –ve gizlenmeye çalışan çocuk başlarının– arasına atıvermek aşırı bir aşağısama, mutsuzluklarıyla çok açıkça alay etmek olacaktı sanki. Bir an duraksadı. Kara giysili kadın Memet’in sudan hiç çıkmamasını, bir ömür boyu çöplerin arasında saklanıp kalmasını sağlamak istercesine bağırıyordu: “Çık dışarı, elimle geberteyim seni! Gözü çıkasıca!” Birden yanan elini suya doğru silkeledi Selim. Çöplerin arasına düşen izmarite bakmadı bile. Baksaydı da görebileceği şüpheliydi. Döndü, yürüdü. İskelenin altındaki çocukları, kara giysili kadını çöplü yazgılarıyla baş başa bıraktı. Yazgı değiştirecekti günün birinde ama mutluluk denilen kavramı yadsıyan bir adamın mutsuzluğa yalancıktan saygı göstermesiyle değil. Denizden uzaklaştıkça yollar tozlandı, sıcak çoğaldı. İstanbul’u yeniden görmek için böylesine sıcak bir günü seçtiğinden kendi kendine yakınmadı Selim. Dayanılacak, katlanılacak bunca şeyin arasında öğle güneşine dayanamamak gülünç olurdu. Çocuklar, çocuklar, çocuklar… Kentin her yanı çocuk dolu. İşporta tablasını sokak ortasında bırakıp iskelede yüzmeye kaçmamış olanlar, kaldırım kıyısında bir camdan misket için birbirini dövenler, sıska sırtlarında boylarından büyük küfe taşıyanlar, tek kolu, iki bacağı kesilmiş olup bir köşeden inleyerek dikkatini çekmeye çalışanlar… Dişini sıkmış yürüyor Selim. Acımıyor hiçbirine. Acımamak için sıkmış dişlerini. Acımanın ötesinde ya artık. Duygusallıktan uzaklaştı ya sözde…
Sahipsiz çocukların, aynı şekilde, sahipsiz kedi köpeklerin sokaklarda başıboş dolaşmaları geri kalmışlığın bir simgesidir –hayır, belirtisi–. Geri kalmışlığın çaresi acımak değildir! Ve –Selim gülüveriyor burada– acımaya böylesine yatkın olmayan bir kişi, duygularıyla böylesine çetin bir savaşa girmez… Bir de acımayı aşağısamak saymaz çoğu kişi. Oysa acımalı çocuklara. Sırf çocuk oldukları için acımalı. Her türlü minik silahlarını güçlü sandıkları için; çabucak unutulabildikleri, her türlü politik, toplumsal, ruhbilimsel kavramın örneği oluverip gerçek dışına itilebildikleri için; bugün var yarın anı oldukları için; Marksist ideolojide yerleri olmadığı için Döndü, dolaştı, yeniden deniz kıyısında buldu kendini. Denizden kurtuluş yok mu şu İstanbul kentinde? Doğma büyüme İstanbullu, doğma büyüme sahipsiz bir kişi olarak, kafasını her kaldırışında maviliği görmek değil, görememek garip gelmişti bir zamanlar.
Sonraları, asıl büyümesi, gerçek insanlığını tanıması denizi olmayan bir kentte olduğundan mıdır, alışmıştı mavisizliğe. Denizi olmayan kentler, denizin yumuşatıcı, yatıştırıcı, uyutucu bir yerde, etkisinden uzak bulunduklarından daha bir zorluyorlar kişiyi, dürtükleyip uyandırıyorlar belki de. Oysa… Uzatmayalım deniz edebiyatını. Gerçekte denizi algılayan kaç kişi var İstanbul’da? Dört bir yanı deniz de, kaç kişi kafasını kaldırdığında maviliği görüyor? Giderek İstanbul da denizsiz bir kent olmaya başlıyor. Ya da denizsiz İstanbul ilgilendiriyor Selim’i artık. Birkaç işsiz güçsüzden, bir-iki ozandan, bir de, Selim gibi hâlâ yerini arayanlardan başka kimin vakti var deniz üstüne uzun uzun felsefe kurmaya? Gözlerini şu maviden ayırabilse dönüp gidecekti. Ama bu kez martılara takılmıştı. Bir de çok uzaklarda, tıpkı martılar gibi su yüzünden bir yükselip bir konan ufak motora. İçindekini ya da içindekileri seçemiyordu durduğu yerden.
Her an iki yanında meydana geliverip yiten sudan tepecikler gerçekten göz alıcıydı. Suların iki yanından yarılı yarılıvermesi çocuğun hoşuna gitmişti önce. Uzaktan gördüğünde hep pamuk sandığı o ak şeylerin aslında minik su taneciklerinin toplamı olduğunu öğrenmek onu hem şaşırtmış hem de sevindirmişti. Bu tanecikler çıplak gövdesine sıçradıkça kıkır kıkır gülüyordu. Ne var ki, motor hızlandıkça, burnu gittikçe havaya kalkıp önündeki denizi kapadıkça mutluluğu ürküntüye dönüştü. Annesinin bacakları arasında oturmuş, iki çıplak bacağa iki eliyle sıkı sıkı yapışmıştı. Bacakları bırakıp ona doğru dönmek, beline sarılmak için zorlandı, ama beceremedi.
Yalnızca omzunun üstünden kuşkulu gözlerle bakabildi. Annesinin kıpırdamasını önlemek için olacak, bacaklarını sanki bilmeyerek biraz daha sıkılaştırmaktan öte, kendini tüm unutmuş olduğunu gördü. Fena halde korktu. Kadın gerçekten de unutmuştu oğlunun varlığını. Her yanını saran sersemletici rüzgârı içine doldurmak, yiyip yutmak istercesine ağzını açmış gülüyor, gözlerini bir kapayıp bir açıyordu. Başını geriye atmış, sarhoşum hava sarhoşu, diye geçiriyordu kafasından. Öğrenciyken pek sevdiği bir Amerikalı kadın ozanın bu konuda yazmış olduğu dizeleri anımsamaya çalışıyordu. Kapkara, kısacık saçları vardı; oğlununkilerden daha kısa. Tuzlu suyun etkisiyle ağırlaşmış olduklarından mıdır, çok kısa olduklarından mı, rüzgâr dağıtamıyordu saçlarını.
Neredeyse geometrik bir yusyuvarlaklığı olan başı, ince uzun boynunun üzerine bir an için konmuş bir topu andırıyordu. Hele arkadan bakıldığında, her an yeniden zıplayacakmış duygusunu uyandırmaktaydı. Yüzü, topun bir yanına çok inceden inceye yontulmuş gibiydi. Şu anda, rüzgârın, hızın verdiği mutlulukla yumuşamış olmakla birlikte, gene de sertti çizgileri. Bu çizgiler yüzünün değişik planlarını belirliyorlardı. Pek çok, sanki yüzlerce plan vardı yüzünde. Anlayan biri, örneğin bir yontucu baksa, bir tek yüzde bunca değişik plan görmekten deliye dönebilirdi. Anlamayanları ise, yani çoğunluk, aşırı bir güzelliği olmayan bu yüzün neden böylesine ilgi çekici olduğuna şaşardı. Kapkara denilebilecek kadar koyu yanmıştı teni. Gövdesine sıçrayan su tanecikleri, kızgın güneşin altında, kara tenin üstünde yıldız yıldız parlıyorlardı.
Uçmak, uçmak böylece sonsuzluğa dek… Özgürlük bu olsa gerek. Kafam hep böyle hafif, hep böyle havadan sarhoş. Yemek, yutmak, sindirmek rüzgârı… ve sonunda rüzgâr olmak. Rüzgâr gibi –hayır, gibi değil, rüzgâr olarak– esmek, esmek, esmek… Özgürlük dedikleri…
Bunları düşündüğü anda sona erdi kadının özgürlük dediği şey. Birden hızını kesti motorun. Bacaklarının arasına sıkıştırdığı çocuk ağlamaya başlamıştı çünkü. Belki çoktandır ağlıyordu da, kendisi yeni işitmişti. Motorun burnu yeniden değdi suya. Kadın kaygıyla çocuğa eğildi. “Nen var, Gil? N’oldu oğlum?” Gil annesinin erişebileceği kadar yakınlaşmış olan ince uzun boynuna sarılıp ağlamasını sürdürdü. “Ne olduğunu” söyleyecek durumda değildi. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Annesi, korkudan, belki aynı zamanda soğuktan, tir tir titrediğini ayrımsadı yalnızca. “Tatlım, canım benim, n’oldun?” “Eve gidelim,” dedi hıçkırıklarının arasından. Motorun havaya kalkmış burnunun ufkunu kapamaktan öte, üstüne üstüne gelmeye başladığını, her ardına bakışta, annesinin gözlerinin biraz daha delilendiğini gördükçe fena olduğunu açıklayamadı. Her şeyden çok annesinden, annesinin bu uzaklığından, başına buyrukluğundan korktuğunu bilinçli olarak bilmiyordu ki. “Dönelim, peki, dönelim elbet…” dedi kadın.
Çocuğun kollarını boynundan açıp yüzüne baktı, gözlerinin çevresinde parıldayan yaşları sildi. Rahat edebileceği bir biçimde oturttu kucağına, burnunun ucunu öptü. Şaşılacak bir benzerlik vardı aralarında. Oysa oğulun burnu, tüm çocuklarınki gibi yuvarlak ve kalkık, çenesi, babasının çenesi gibi, yarıktı. Yalnızca başın yuvarlaklığı, gözlerinin biçimi, rengi annesininkinin aynıydı. Kadın yavaş yavaş işletti motoru, kıyıya çevirdi.
Ağır gittikleri için oldukça uzun sürdü yol. Ve yol boyunca, bir eliyle annesinin beline, bir eliyle de bacağına tutunan çocuk, bir tek söz söylemedi. Biraz önce özgürlüğünü yakalayamayışının, ya da, yakaladığı anda yitirişinin sorumluluğunu oğluna yükleyemeyeceğini düşündü kadın. Oğlu yokken de kıvıramamıştı o işi… Hiçbir zaman kıvıramamıştı. Hep yarım kalmıştı özgürlük düşleri. Yarım kalan düşlerin suçlusu kimdi? Ya da, düş kurmak mıydı suç olan? Kafasında –bir zamanlar “bilimsel” olan kafasında– tam açıklığa kavuşmamış o kadar çok şey vardı ki… Bir kez daha ulaşabilse o bilimselliğe… Yarım kalmış, hep yarım kalmaya yargılı, düşlerden kurtulup kişinin içine erinç getiren bir rahatlıkla yerli yerine oturuveren formülleri yakalayabilse bir kez daha…