YAŞAM SANATI -Zygmunt Bauman

Giriş
Mutluluğun Nesi Kötü?
Başlıktaki soru birçok okuru şaşırtacaktır. Sorudan beklenen de şaşırtmasıdır zaten –duraksatıp düşünmeyi teşvik etmesidir. Ne için duraksatacaktır peki? Çoğu zaman kafamızı meşgul eden mutluluk arayışımız ­−birçok okurun muhtemelen kabul edeceği gibi− yaşamımızın büyük bir kısmını meşgul eder ve durmak şöyle dursun … en azından (akıp giden, her zaman akıp giden) bir an için bile hız kesmez ve kesmeyecektir de.
Peki bu soru neden şaşırtır? Çünkü “mutluluğun nesi kötü” diye sormak buzun nesinin sıcak olduğunu ya da gülün nesinin leş gibi koktuğunu sormak gibidir. Buzun sıcakla ve gülün leş gibi bir kokuyla bağdaşmaması gibi, bu tür sorular da tasavvur edilemez bir birlikte olma halinin mümkün olduğunu varsayar (sıcaklığın olduğu yerde buz olamaz). Gerçekten de mutluluk nasıl kötü olabilir? “Mutluluk” yanlışın bulunmayışının eşanlamlısı değil midir? Yanlışın mevcudiyetinin imkânsızlığının ta kendisi değil midir? Her türlü yanlışın imkânsızlığı değil midir?
Gene de bu soru, Michael Rustin’in1 sorduğu, nitekim daha önce de kaygılı epeyce insan tarafından sorulmuş ve muhtemelen gelecekte de sorulacak olan bir sorudur. Rustin bunun nedenini şöyle açıklar: Mutluluğun ardından koşan milyonlarca erkek ve kadının devindirdiği bizimkisi gibi toplumlar daha da zenginleşiyorlar, ancak daha mutlu olup olmadıkları hiç de kesin değil. Anlaşılan, insanın mutluluk arayışı pekâlâ kendi kendini baltalamanın göstergesi olabiliyor. Eldeki bütün ampirik veriler, varlıklı toplumların nüfuslarında, mutlu bir yaşamın temel aracı olduğuna inanılan zenginlik artışı ile mutluluk artışı arasında hiçbir bağlantı olmadığını ortaya koyuyor!
Ekonomik büyüme ile mutluluk artışı arasındaki yakın bağıntının, en az sorgulanabilir hakikatlerden biri, belki de en aşikârı olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. Bu en azından, en tanınan ve en çok saygı gösterilen politik liderler, onların danışmanları ve sözcülerinin bize söylediği −ve onların fikirlerine bel bağlama eğiliminde olan bizlerin de durup düşünmeden tekrarladığı− bir şeydir. Hem bu insanlar hem de bizler, bağıntının sahici olduğu varsayımıyla hareket ederiz. Onların daha da azimle ve enerjik bir şekilde bu inancı devam ettirmelerini isteriz –ve başarılarının (yani gelirlerimizi, nakdimizi, toplam tasarruflarımızı, mülkümüzü ve servetimizi artırmanın) yaşamlarımıza nitelik katacağını ve bizi daha mutlu hissettireceğini umarak onlara şans dileriz.
Gerçekte Rustin’in irdeleyip araştırdığı bütün araştırma raporlarına göre, “ABD ve Britanya gibi ülkelerde yaşam standartlarında görülen ilerlemeler öznel mutlulukta ilerleme olduğunu göstermiyor.” Robert Lane, savaş sonrası yıllarda Amerika’da gelirlerin muazzam artışına rağmen, Amerikalıların mutluluklarının azaldığı sonucuna varmıştır.2 Richard Layard da ulusal verilerin karşılaştırılmasından yola çıkarak şuna hükmetmiştir: Yaşamdan duyulan tatminle ilgili göstergeler gayri safi milli hasıla düzeyine büyük ölçüde paralel olarak yükselmesine rağmen, söz konusu göstergeler yalnızca yokluk ve yoksulluğun temel, “yaşamsal” ihtiyaçların doyumuna imkân sağladığı noktaya kadar önemli ölçüde yükselir –ve zenginlikte daha sonraki artışlarla birlikte tırmanış durur ya da sert bir biçimde duraksamaya meyleder.3 Genellikle, yıllık kişi başına ortalama geliri 20.000 ile 35.000 dolar arasındaki ülkeleri, 10.000 dolar sınırının altındaki ülkelerden yalnızca birkaç yüzde oranı ayırır. Görünen o ki, insanları gelirlerini artırarak daha mutlu etme stratejisi işe yaramamaktadır. Öte yandan, şimdiye kadar zenginlik düzeyiyle harikulade uyumlu olarak artıyor gibi görünen, vaat edilen ve beklenen, bir toplumsal gösterge de, aslında öznel mutluluk kadar hızlı artan suç artış oranı (ev soyma ve araba hırsızlığı, uyuşturucu ticareti, ekonomik yolsuzluk ve rüşvet) olmuştur. Sürekli olarak birlikte yaşamak şöyle dursun, katlanması bile güç olan, huzursuz ve tedirgin edici bir belirsizlik duygusunun, dağınık ve “kuşatan”, her yerde hazır ve nazır, bununla birlikte görünüşte dayanaksız, belirsiz ve bu nedenle çok daha fazla can sıkıcı ve çileden çıkarıcı olan bir belirsizlik duygusunun artışı olmuştur.
Son yirmi otuz yılda devletlerin belirlediği politikaların yanı sıra uyruklarının, yani bizim, “yaşam politikası” stratejilerimizi yönlendiren asıl amacın, “büyük çoğunluğun” genel mutluluk oranında bir artış −ekonomik büyüme ve gerektiğinde kullanılabilen nakit ve kredinin teşvik ettiği bir artış− sağlamak olduğu düşünüldüğünde, bu tür bulgular büyük bir hayal kırıklığı yaşatır. Bu, aynı zamanda devlet politikalarının ve mutluluk arayışımızın başarı ve başarısızlığını ölçmede asıl kıstas işlevi de görmüştür. Hatta modern çağın, gerçekten bütün insanların mutluluk aramaya hakkı olduğunun beyan edilmesiyle ve (daha etkili olmakla beraber, daha az külfetli ve müşkül hale getirerek) bu arayışın, yerini aldığı yaşam tarzları üzerindeki üstünlüğünü kanıtlama vaadiyle başladığını söyleyebiliriz. O halde, bu tür bir kanıtlamayı (esasen, “gayri safi milli hasıla”daki artışla ölçüldüğü şekilde sürekli ekonomik büyümeyi) gerçekleştirdiği varsayılan araçların yanlış bir şekilde seçilip seçilmediğini sorabiliriz. Eğer öyleyse, bu tercihteki yanlışlık tam olarak neydi?
İnsanların bedensel ya da zihinsel emekleriyle var ettiği çeşitli ürünlerin tek ortak paydası, piyasada onlara biçilen fiyattır. Bu ürünlerin piyasada bulunabilirliğinin artışı ya da düşüşüyle ilgilenen “gayri safi milli hasıla” istatistikleri, alım-satım işlemleri esnasında el değiştiren para miktarını kayıt altına alır. GSMH göstergeleri, bariz görevlerini iyi bir şekilde yerine getirsin ya da getirmesin, mutluluğun artışı ya da azalışının göstergeleri olarak görülüp görülmeyeceklerine ilişkin soru halen ortadadır. Daha çok para harcandıkça bunun, harcayanların mutluluğundaki benzer bir artışla çakışması gerektiği varsayılır; fakat bu muallaktır. Örneğin, heyecan verici, enerji tüketen, risk dolu ve sinir bozucu bir faaliyet olarak bilinen mutluluk arayışı daha sık zihinsel depresyon vakalarına yol açarsa, anti-depresanlara daha fazla para harcanması muhtemeldir. Eğer, araba mülkiyetindeki artış yüzünden, araba kazalarının sıklığı ve kaza kurbanlarının sayısı artarsa, araba tamirleri ve tıbbi tedavi giderleri de o kadar artacaktır. Eğer musluk suyunun kalitesi her yerde düşmeye devam ederse, ister kısa ister uzun olsun, bütün seyahatlerde çantalarımızda taşınmak üzere su satın almaya giderek daha fazla para harcayacağızdır (ne zaman bir havaalanı güvenlik kontrolü noktasına yaklaşsak şişeyi derhal içip bitirmemiz istenir ve biz de kontrol noktasının diğer tarafında bir başka şişe satın almak zorunda kalırız). GSMH rakamlarını yükselten bütün bu tür ve pek çok benzer örnekte, daha fazla para el değiştirir. Buna hiç şüphe yok. Ancak, anti-depresan tüketicilerinin, araba kazası kurbanlarının, su şişesi taşıyanların ve aslında kötü talihten endişe duyan ve acı çekme sırasının kendilerine gelebileceğinden korkan bütün insanların mutluluğundaki paralel bir artış ise çok daha az belirgindir.
Bu yeni bir şey değil aslında. Jean-Claude Michéa’nın yakın zamanda “modern proje”nin4 karmaşık tarihini vakitlice yeniden yazarken hatırlattığı gibi, uzun zaman önce, 18 Mart 1968’de Robert Kennedy başkanlık seçim kampanyasının en hararetli zamanında, GSMH’ye dayalı mutluluk ölçütüne ilişkin yalana sert bir saldırıyla yanıt vermişti:
Bizim GSMH’miz, hesaplamalarında, hava kirliliğini, tütün reklamlarını ve otobanlarımızdan yaralıları toplamak üzere kullanılan ambülansları hesaba katar. Evlerimizi korumak için tesis ettiğimiz güvenlik sistemlerinin ve evlerimize gizlice girmeyi başaranları tıktığımız cezaevlerinin maliyetlerini kayda geçirir. Sekoya ormanlarımızın yıkımını ve bunlarının yerlerini, genişlemenin ve kaotik kentleşmenin almasını içerir. Napalm bombalarının, nükleer silahların ve kent kargaşasını zapt etmek için polisin kullandığı silahlı araçların üretimini içerir. Çocuklara oyuncak satmak için şiddeti yücelten televizyon programlarını… kayda geçirir. Öte yandan, GSMH çocuklarımızın sağlığından, eğitimimizin kalitesinden ya da oyunlarımızın neşesinden söz etmez. Şiirimizin güzelliğini ve evliliklerimizin kudretini ölçmez. Politik tartışmalarımızın niteliğini ve temsilcilerimizin güvenilirliğini değerlendirmekle ilgilenmez. Cesaretimizi, aklımızı ve kültürümüzü dikkate almaz. Ülkemize duyduğumuz şefkat ve adanmışlık hakkında tek bir söz söylemez. Kısacası GSMH, yaşama cefasını değerli kılan şeyler dışında her şeyi ölçer.

Robert Kennedy bu ateşli suçlamayı yayınladıktan ve yaşamı değerli kılan şeylere tekrar önem kazandırma maksadını ilan ettikten birkaç hafta sonra öldürüldü; dolayısıyla eğer ABD başkanı olarak seçilseydi, başarmak şöyle dursun, sözlerini gerçekleştirmeyi deneyip denemeyeceğini bile hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yine de tek bildiğimiz şey, arada geçen kırk yılda, vermeye çalıştığı mesajın çok az kişi tarafından duyulduğu, anlaşıldığı, benimsendiği ve hatırlandığıdır. Seçtiğimiz temsilcilerin, meta piyasalarının anlamlı ve mutlu bir yaşama giden en rahat yol olduğu iddiasının yapmacıklığını reddederek tanımama yönünde en ufak bir girişimde bulunmamasını, ya da yaşam stratejilerimizi bu doğrultuda yeniden şekillendirme konusunda gösterdiğimiz eğilimlerde pek bir değişiklik belirtisi olmamasını ise bir yana koyalım…
Gözlemciler, insan mutluluğu için önemli şeylerin yaklaşık yarısının hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını ileri sürüyor. Eldeki nakdiniz ve krediniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde, sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ya da sıkıntıdaki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan “zanaatkârlık yeteneğini” tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız. Orada kayıtsızlık, küçümseme, tersleme ve aşağılama tehditlerinden azade olamazsınız. Üstelik, yukarıda sayılanlar gibi ticari ve pazarlanabilir olmayan şeyleri elde etmekte kullanılabilir zaman ve enerjiyi, yalnızca mağazalar yoluyla elde edilebilen bu metalara yetecek kadar para kazanmak için kullanmak ağır bir külfettir. Şu epeyce muhtemeldir ki yitirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve mutluluk yaratmak üzere artan gelir kapasitesinin yerini, “paranın satın alamayacağı” şeylere erişimin azalmasının

neden olduğu mutsuzluk alır.
Tüketim (tıpkı alışveriş gibi) zaman alır ve satıcılar doğal olarak tüketim ediminden zevk alınmasına ayrılan zamanı en aza indirmek ister. Aynı zamanda, çok vakit alan ancak çok az ticari kâr getiren, gerekli etkinlikleri mümkün olduğunca azaltmaya ya da büsbütün kaldırmaya çalışırlar. Ticari kataloglarda yer alma sıklıklarından dolayı, satılık yeni ürünlerin açıklamalarındaki vaatler −“kesinlikle hiçbir çaba gerekmez”, “hiçbir yetenek gerektirmez”, “dakikalar içerisinde veya yalnızca tek dokunuşla [müziğin, manzaranın, damak tadının, bluzunuzun eski temizliğine kavuşmasının vb.] keyfine varacaksınız” gibi− satıcı ve alıcıların çıkarlarında bir çakışma varmış gibi bir görüntü sergiler. Bu tür vaatler, satıcıların, müşterilerin kendi ürünlerini kullanmak için daha az zaman harcayarak yeni alışveriş kaçamaklarına vakit bulmalarını istediklerinin gizli/dolambaçlı bir ifadesidir; nedir ki aynı zamanda çok da güvenilir bir satış noktası olmak zorundadırlar. Müstakbel müşterilerin muhtemelen daha çekici alternatiflere zaman ayırmak için hızla sonuca ulaşmayı ve kendi zihinsel ve fiziksel becerilerini yalnızca çok kısa bir süre devreye sokmayı diledikleri keşfedilmiş olmalıdır. Eğer konserve kutuları mucizevî şekilde marifetli yeni bir elektronik konserve açacağı sayesinde daha az “zararlı” türde çabalarla açılabilirse, “yararlı” bir güç sarf etme umudu veren aletlerle, spor salonunda egzersiz yapmak için daha fazla zaman kalacaktır. Ancak, bu tür bir mübadelede kazanımlar ne olursa olsun, bu kazanımların mutluluğun toplam boyutu üzerindeki etkileri gün gibi ortadadır.
Laura Potter −onları oraya getiren “acil iş” ne olursa olsun bekleme zorunluluğuna verip veriştiren− “her kaybolan saniyeye sövüp sayan tez canlı, huysuz, kızgın suratlı insanlar” bulacağını umarak, her çeşit bekleme salonuna ilişkin yaratıcı araştırmasına girişmişti.5 “Anlık tatmin tutkumuz” yüzünden, birçoğumuzun “bekleme yetisini de kaybettiğini” düşünüyordu:
“Bekleme”nin kirli bir kelime haline geldiği bir çağda yaşıyoruz. Giderek herhangi bir şey için bekleme zorunluluğunu (olabildiğince) yitirdik ve yeni, favori sıfatımız “hemen” oldu. Artık bir tencere pirinci kaynatmak için on iki dakika bile ayıramıyoruz, bu yüzden zaman kazandırıcı, iki dakikada pişiren mikrodalga modeli yaratıldı. Bay veya Bayan Doğru’nun ortaya çıkmasını bekleyerek canımızı sıkamayız, bu yüzden flörtlere hız veriyoruz… Görünen o ki, zamanla yarıştığımız yaşamlarımızda, yirmi birinci yüzyıl İngilizlerinin artık hiçbir şeyi beklemeye vakti yok.

Gelgelelim, Laura Potter’ın (ve belki de çoğumuzun) şaşkınlığına karşın, Potter çok farklı bir tabloyla karşılaştı. Nereye giderse gitsin, aynı hissi duyumsadı: “Beklemek bir keyifti… Beklemek bir lükse, sıkıca programlanmış yaşamlarımızda bir pencereye dönüşmüş gibi görünüyordu. ‘Halihazırdaki’ BlackBerry’ler, dizüstü bilgisayarlar ve cep telefonları kültürümüzde ‘bekleyenler’, bekleme salonunu bir sığınak yeri olarak düşünmekteydi.” Potter çalışmasını, belki de bekleme salonu bize son derece zevkli, maalesef unutulmuş gevşeme sanatını hatırlatır, diye bitiriyor…
Gevşemenin zevkleri, başka şeylerin peşine düşmek için zaman kazanma uğruna hızlandırılan bir yaşamın sunağına serilmiş tek şey değildir. Kendi becerimiz, adanmışlığımız ve zor kazanılan marifetlerimiz sayesinde bir zamanlar elde edilmiş sonuçlar yalnızca havalı bir kredi kartı ve bir tuşa basmayı gerektiren bir cihazda “taşeronlaştırıldığında”, birçok insanı eskiden mutlu kılan ve muhtemelen herkesin mutluluğu açısından yaşamsal olan şey (“başarıyla kotarılmış iş”, ustalık, maharet ve beceri karşısında, yıldırıcı bir görevin yerine getirilmesi, inatçı bir engelin üstesinden gelinmesi karşısında duyulan gurur) zamanla yitirilir. Daha uzun vadede, bir zamanlar elde edilen beceriler ve yeni beceriler kazanma ve uzmanlaşma hüneri de yitip gider ve bunlarla beraber, özsaygının açığa çıkardığı mutluluğun yanı sıra, yerine başka bir şey koyması çok güç olan izzetinefsin yaşamsal şartı, yani ustalık yeteneğini tatmin etme zevki de yitip gider.
Şüphesiz ki piyasalar, zaman ve güç eksikliğinizden ötürü artık “kendi kendinize yapamayacağınız” şeyleri, fabrika yapımı yardımcı malzemelerle “tek başına yapılabilir” kılarak, ortaya çıkan zararı gidermek ister. Piyasanın tavsiyesine uyulup, (ücretli ve kâr getiren) hizmetler kullanılarak, sözgelimi, bir iş ortağı, restorana davet edilecek, çocuklara McDonalds’tan hamburger ısmarlanacak ya da “sıfırdan başlayarak” mutfakta yemek hazırlamak yerine dışarıdan yemek sipariş edilecektir; yahut kişisel ilgi, merhamet ve ilginin samimi dışavurumlarının yokluğu ya da yok denecek kadar azlığının yanı sıra birlikte geçirilen zamanın eksikliğini ve birbiriyle konuşma fırsatlarının nadirliğini telafi etmek için sevilen kişilere pahalı armağanlar satın alınacaktır. Yine de restoran yemeğinin hoş tadı ya da mağazalarda satılan hediyelere iliştirilmiş yüksek fiyatlı etiketler ve son derece prestijli markalar bile, yokluklarını veya az bulunurluklarını telafi etmek için üretildikleri şeylerin vereceği ilave mutluluğun değerine pek de erişemeyecektir: Yani hep beraber pişirilen yemeklerle donatılmış bir masa etrafında toplanmanın ya da insanın derin düşüncelerini, umutlarını ve korkularını hesaba katan bir kişi tarafından dikkatle, uzun bir süre dinlenmenin ve şefkatli bir ilgiye, bağlılığa ve özene delalet eden benzer şeylerin değerine. “Öznel mutluluk” için gerekli olan şeylerin hepsinin, özellikle de parayla satın alınamayacak olanların ortak bir niteliği bulunmadığından, bunların dengesini nicelleştirmek çok zordur; eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı hiçbir şekilde başka bir nitelikteki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlamıyla telafi etmez.
Sunulan her şey, onu sunanın öyle ya da böyle bir özveride bulunmasını gerektirir ve mutluluğu artıran kısım da, bu özverinin bilincinde olunmasıdır. Hiçbir çaba ve özveri gerektirmeyen ve dolayısıyla başka gıpta edilen değerlerden vazgeçmeyi gerektirmeyen armağanlar bu bakımdan değersizdir. Büyük hümanist psikolog Abraham Maslow ile küçük oğlu çileği çok severdi. Eşi ve annesi kahvaltıda onları çilekle şımartırdı; Maslow öyküsünü bana şöyle anlatmıştı: “Oğlum, çoğu çocuk gibi, sabırsız, tez canlı, keyif çatmaktan ve neşesini doya doya yaşamaktan acizdi; tabağını hemen bitirir ve sonra iştahla, halen neredeyse dolu olan benimkine bakardı. Ben de her seferinde çileklerimi ona verirdim.” Öyküsünü şöyle bitirmişti Maslow: “O çileklerin onun ağzında benimkinden daha lezzetli hale geldiğini hatırlıyorum…” Piyasalar, sevgi ve dostluğun vefalı yoldaşı özveri dürtüsünü sermayeye çevirme fırsatını mükemmel bir şekilde fark etmiştir. Özveriye duyulan istek, tıpkı tatmin edilmesi, insan mutluluğu için elzem olarak kabul edilen birçok başka ihtiyaç ya da arzu gibi ticarileştirildi (günümüzün Kassandra’sı armağan getirirken bile piyasalara dikkat etmemizi önerirdi…). Özveri şimdilerde çoğunlukla, bilhassa tercihen, gitgide daha büyük bir miktar paradan vazgeçmek anlamına geliyor: GSMH istatistiklerinde layıkıyla kayda geçirilebilen bir edim.
Sonuç olarak, sadece bir göstergeye –GSMH’ye− dikkat kesilerek, insan mutluluğunun kapsamı ve derinliğine özen gösterilebileceği ve hizmet edilebileceği iddiasında bulunmak büsbütün yanıltıcıdır. Bu tür bir iddia, amaçlanan ve sözüm ona takip edilen şeylere karşıt sonuçlar yaratarak bir yönetim ilkesine dönüştürüldüğünde, zararlı da olabilir.
Yaşamın kıymetini artıran şeyler parasal olmayan alandan meta piyasasına geçmeye başladığında, artık bunları hiçbir şey durduramaz; hareket bizatihi momentum kazanır ve kendi kendine ilerleyip hızlanır ve doğaları gereği ancak kişisel olarak üretilebilen, yalnızca yoğun ve içten insan ilişkileri koşullarında gelişebilen şeylerin arzını fazlasıyla azaltır. “Paranın satın alamayacağı” söz konusu şeyleri satışa sunmak ne kadar az olası ise ya da bunların üretiminde başkalarıyla elbirliği etme konusunda ne kadar az gönüllülük var ise (elbirliği etme konusundaki gönüllülük, sunulabilecek en tatmin edici şey telakki edilir çoğu kez), suçluluk ve mutsuzluk hisleri de bir o kadar derin olacaktır. Suçluluğu telafi etme ve günahlardan arınma arzusu, günahkârı, yaşamını paylaştığı insanlara artık sunulamayan şeylerin yerine geçecek daha pahalı, satın alınabilir şeyler aramaya ve dolayısıyla daha fazla para kazanmak için daha uzun saatler onlardan uzakta vakit geçirmeye yöneltir. İnsanın ortaya koyamayacak kadar meşgul ve bitkin olduğu, fena halde özlemi duyulan şeyleri üretme ve paylaşma şansı böylece daha da azalır.
Bu yüzden “milli hasıla”nın artması, mutluluk artışına ilişkin yetersiz bir ölçüttür. Bu, mutluluk arayışımızda kabullenmek üzere baskı gördüğümüz, ikna edildiğimiz, kandırıldığımız −ya da kabul etmeye sevk edildiğimiz− değişken ve yanıltıcı olabilen stratejilerin hassas bir göstergesi olarak görülebilir. GSMH istatistiklerinden –mutluluk arayanların benimsediği stratejiler başka biçimlerde farklılık göstersin veya göstermesin (ki farklılık gösterirler) ve önerdikleri yollar başka biçimlerde farklı olsun veya olmasın (ki farklıdırlar)− mutluluk arayanlarca izlenen yolların ne kadarının, paranın el değiştirdiği başlıca alan olan mağazalara yönlendirilmek üzere yeniden tasarlandığını öğrenebiliriz. Bu istatistiklerden hareketle, mutluluk ile tüketim miktarı ve niteliği arasında içten bir bağ olduğu inancının ne kadar güçlü ve yaygın olduğunu çıkarabiliriz: Mağazaları aracı olarak kullanan bütün stratejilerde üstünde durulan bir varsayımdır bu. Öğrenebileceğimiz bir diğer şey de piyasaların mutluluk-yaratan tüketimi, mağazalarda satışa sunulan nesnelerin ve hizmetlerin tüketimiyle özdeşleştirerek, bir kâr-üretme makinesi olarak söz konusu gizli varsayımı nasıl başarılı bir şekilde kullandığıdır. Bu noktada, pazarlama başarısı acı bir durum olarak ve pazarlamanın en sonunda fayda getireceği varsayılan bizatihi mutluluk arayışının menfur bir başarısızlığı olarak geri teper.
Mutluluğu, mutluluk yaratması beklenen meta alışverişiyle özdeşleştirmenin en önemli sonuçlarından biri de, mutluluk arayışının gün gelip duracağı olasılığına şans tanımamaktır. Mutluluk arayışı asla sona ermeyecektir –arayışın sonu bizatihi mutluluğun sonu anlamına gelecektir. Emniyetli mutluluk durumu erişilebilir olmadığı için, arayışta olanları (bir dereceye kadar da olsa) mutlu tutabilen tek şey, elden sürekli kayıp giden bu zor hedefin takibidir. Mutluluğa giden bu yolda bitiş çizgisi yoktur. Görünüşte araçlar amaçlara dönüşür: Düşlenen ve gıpta edilen “mutluluk durumu”nun belirsizliği için tek teselli, amaçlanan yolda ilerlemektir; bitkinlikten yere yığılmayıp ya da kırmızı kart görmeyip yarışta kalındığı müddetçe nihai zafer umudu canlı kalır.
Piyasalar mutluluk düşünü, yaşamın büsbütün tatmin edilmesi görüşünden, bu yaşama ulaşmakta gerekli olduğuna inanılan zenginlik arayışına çevirerek, mutluluk arayışının asla bitemeyeceğini varsayar. Arayışın hedefleri inanılmaz bir hızla birbirinin yerini alır. Eğer arayış, ilan edilen amacına ulaşırsa, mutluluk arayanlar (ve elbette onların ateşli hocaları ve rehberleri), izlenen hedeflerin hızlı bir şekilde kullanımdan kalkarak, şaşalarını, cazibelerini ve ayartma kudretlerini kaybedeceğinin ve terk edilip benzer bir talihe maruz kalmaya mahkûm başka “yeni ve geliştirilmiş” hedeflerle −defalarca− yer değiştirmesi gerektiğinin tam anlamıyla farkına varırlar. Mutluluk görüsü, hiç fark edilmeden, beklenen bir satın alma-sonrası keyfi olmaktan çıkarak, kendisini önceleyen alışveriş edimine −keyifli beklentiyle dolup taşan, henüz bozulmamış, lekelenmemiş, alt üst olmamış bir umuttan keyif alan bir edime− dönüşür.
Reklam yazarlarının hamaratlığı ve hüneri sayesinde, bu tür yaşam-ve-anacadde bilgisi bugünlerde çok küçük bir yaşta edinilmektedir. Mutluluğun doğası ve mutlu bir yaşamın yolları üzerine incelikli felsefi tefekkürleri incelemek ve bunların taşıdığı mesajlar üzerine kafa yormak bir yana, bunları duyma şansı bile söz konusu olmaz. Örneğin, yaygın bir şekilde okunan ve çok prestijli bir derginin “Moda” bölümünün ilk sayfasından, on iki yaşında bir kız öğrenci olan Liberty’nin “kendi dolabını düzenlemeyi çoktan keşfettiğini” öğrenebiliriz.6 Haklı nedenlerle Topshop “gözde mağaza”sıdır: Kendi deyişiyle, “Gerçekten pahalı olsa bile, oradan elimde modaya uygun bir şeyle çıkacağımı biliyorum”. Sık sık yapılan Topshop ziyaretlerinin onun için anlamı her şeyden önce rahatlatıcı bir güvenlik hissidir: Topshop müşterileri onun adına başarısızlık riskiyle yüz yüze gelir ve seçim sorumluluğunu kendi adlarına üstlenirler. Bu mağazadan alışveriş yaptığında, hata yapma olasılığı sıfır ya da sıfıra yakındır. Liberty, gözüne çarpıveren şeyi (herkesin içinde giymek bir yana) satın almakta bile kendi zevki ve sağduyusuna yeterince güvenmez; ancak o mağazadan satın aldığı şeylerle herkesin içinde güvenle gösteriş yapabilir –tanınacağından, onaylanacağından ve nihayetinde beğenileceğinden ve bununla yakından ilişkili olarak yüksek statü kazanacağından emindir. Sokakta kıyafetleri ve aksesuarlarıyla havalı havalı yürümenin maksadı, kendini iyi hissettiren bütün bu şeylere ulaşmaktır. Liberty, geçen ocak ayında aldığı şort hakkında şöyle diyor: “Şorttan nefret ettim. Başta sevmiştim, ancak daha sonra eve geldiğimde çok kısaymış gibi göründü gözüme. Ama sonra Vogue dergisini okurken, şort giymiş şu kadını gördüm –üstelik şort da Topshop’dan aldığım benim şortumdandı! O zamandan beri bu şorttan kopamıyorum.” Etiketin, markanın ve alışveriş yerinin müşterileri için yapabileceği şey işte budur: Kafa karıştırıcı ölçüde dolambaçlı, bubi tuzaklı mutluluk yolunda onlara rehberlik etmek. Kişinin doğru yolda olduğunu, hâlâ yarışta bulunduğunu ve umut beslemeye devam edebileceğini (yetkili olarak!) onaylayan, herkesçe tanınan ve saygı duyulan bir sertifikayla ortaya çıkarılan bir mutluluktur bu.
Sorun ise şurada: Bu sertifika ne kadar süreyle geçerli olacaktır? Şu iddia edilebilir ki “o zamandan beri” “kopamama”, 2007 Nisan’ında geçerli olsa dahi, Liberty’nin ömründe çok da uzun süre geçerli olamayacaktır. Şort giyen kadın, Vogue dergisinin birkaç sayısından sonra görülmeyecektir. Kamusal onay sertifikasının az sayıda basıldığı ve son derece kısa bir geçerlilik süresi olduğu ifşa olacaktır. Hatta Topshop’a bir dahaki ziyaretinde Liberty’nin aynı şortu –bir ihtimal arayacak olsa bile− bulamayacağı iddia edilebilir. Bununla birlikte Liberty’nin Topshop’a ziyaretlerinin devam edeceği konusunda bahse girerseniz yüzde yüz kazanacağınızdan emin olabilirsiniz. Defalarca oraya gidecektir. Neden mi? Öncelikle, ziyaret gününde raflara ve alışveriş sepetlerine ne konulacağına o mağazada karar veren her kimse onun aklına güvenmeyi öğrenmiştir. Şeyleri herkesçe beğenilme ve toplumca onaylanma garantisiyle beraber sattıkları konusunda onlara güvenir. İkincisi Liberty, raflara ve alışveriş sepetlerine bir gün konan şeyin birkaç gün sonra bulunmayacağını ve neyin “(halen) moda olduğuna” ve neyin “(çoktan) demode olduğuna” dair hızla eskiyen bilgilerini güncellemek ve geçen gün sergilenmemiş olsa da bugünlerde neyin daha fazla “moda olduğunu” öğrenmek için, giysi dolabının kesintisiz “iyi işlediğinden” emin olmak için, mağazanın sık sık ziyaret edilmesi gerektiğini de kısa ama yoğun deneyiminden zaten biliyordur.
Güvenebileceğiniz bir etiket, marka ya da mağaza bulamadığınız müddetçe, kafanız karışır ve kaybolabilirsiniz. Etiketler, markalar, mağazalar sizin güvenliğinizi tehdit eden korkutucu ivintiler ortasında arta kalan birkaç güvenli limandır; can sıkıcı belirsiz bir dünyada kesinlik kazanmış birkaç sığınaktır. Bununla birlikte, eğer güveninizi bir etiket, marka ya da mağazaya yatırmışsanız, geleceğinizi ipotek altına almışsınız demektir. “Moda olmak” ya da “güncel olmak” konusundaki kısa vadeli sertifikalar, siz yatırımınıza devam ettiğiniz müddetçe piyasaya sürülmeye devam edecektir. Etiketin, markanın ya da mağazanın arkasındaki insanlar, yakın zamanda piyasaya sürülen sertifikaların geçerlilik süresinin, eskilerin geçerliliğinden daha kısa olmasa bile, daha uzun olmamasına dikkat edecektir.
Açıkçası, birisinin geleceğini ipotek altına almak ciddi bir iştir ve alınması zor bir karardır. Liberty on iki yaşında ve önünde uzun bir gelecek var. Fakat birinin geleceği ne kadar uzun veya kısa olursa olsun, etiketler, markalar ve mağazalardan meydana gelen tüketimci bir piyasa toplumunda mutluluk arayışı, geleceğin ipotek altına alınmasını gerektirir. Samsonite şirketinin tam sayfa reklamında yer alan ünlü aktör, Liberty’den çok daha yaşlı, ancak aktörün geleceği de benzer şekilde ipotek altına alınmışa benziyor; gerçi yaşına uygun olarak, ipotek sözleşmesi epeyce eskiden imzalanmış (ya da, en azından, reklamın ima ettiği şey bu). Tanıtım metninin başlığı, “Yaşam bir yolculuktur”, kalın harflerle yazılmış, kısmen büyük harfli mesaj da şöyle: “KARAKTER güçlü bir KİMLİĞİ muhafaza etmekle alakalıdır tamamen (“muhafaza etme” kısmına dikkat edin). Arka planda Notre Dame Kilisesi, Seine Nehri’nde bir tekne üzerinde görüntülenen ünlü aktör, en son Samsonite ürünü “Graviton” bir çanta tutmaktadır (hafifliğiyle övünen bir seyahat aksesuarının adındaki “ağırlık” [gravity] göndermesine dikkat edin) –bu, reklam metni yazarlarının, tam olarak özümsenemeyecek diye korkup hiç vakit kaybetmeden açıkladıkları bir imgedir: Ünlü aktörün “Samsonite Graviton ile seyahat ederken bir mesaj verdiğini” söylerler. Yine de mesajın içeriği hakkında herhangi bir şey söylemezler. Kesinlikle haklı sebeplerle, deneyimli okurlar açısından, içeriğin daha fazla açıklama gerektirmeyeceğini umarlar. Mesajın anlamı kolayca kavranacaktır: “Graviton’ların henüz satışa çıkarıldığı John Lewis mağazasından dönüyorum. Yanımda ciddiyet sahibi insanlarla beraber çantadan bir tane de ben satın aldım ve böylece özgün bir ciddiyet kazandım (ciddiyetimi korudum?).”Liberty için olduğu kadar ünlü aktör için de, doğru etiket veya markayı taşıyan ve doğru mağazadan edinilen şeylere sahip olmak ve bunları herkese sergilemek, esas itibariyle gözettikleri ya da göz diktikleri toplumsal mevkiyi elde etme ve muhafaza etme meselesidir. Toplumsal olarak tanınmadığı, yani, söz konusu kişi doğru “toplum” tipi tarafından (toplumsal mevkideki her kategorinin kendine özgü yasaları ve hâkimleri vardır) meşru ve hak sahibi üye olarak −“bizden biri” olarak− onaylanmadığı sürece toplumsal mevkinin hiçbir anlamı yoktur.
Etiketler, logolar ve markalar, tanınma dilinin ifadeleridir. Marka ve logoların yardımıyla olması beklenen ve bir kural olarak “onaylanması” gereken şey, son yıllarda kimlik adı altında tartışılan şeydir. Tüketicilerin oluşturduğu toplumumuzda bu tür bir merkezilik bahşedilmiş olan “kimlik” kaygısının ardında, yukarıda betimlenen işleyiş yatar. “Karakter” sahibi olma ve “kimliğin” tanınmasının yanı sıra birbiriyle ilişkili bu amaçları gerçekleştirme araçlarını bulup elde etmek, mutlu bir yaşam arayışında temel kaygılar haline gelir.
Modernliğin başlarında “isnat” toplumundan “başarı” toplumuna (yani, insanların kimlikleri içerisine “doğdukları” bir toplumdan, kimlik oluşumunun insanların görevi ve sorumluluğu olduğu bir topluma) geçişten bu yana, “kimlik” önemli bir mesele ve ilgi çekici bir iş olarak kalmasına rağmen, artık başka yaşam donanımlarının kaderini paylaşıyor: Belirlenmiş bir yönden kesinlikle mahrum; artık arkasında katı ve yok edilemez izler bırakmayan kimliğin bundan böyle kolayca çözülmesi ve farklı şekillerdeki kalıplara girmeye uygun olması bekleniyor ve tercih ediliyor. Vaktiyle “yaşamın bütününe” dair bir proje olan kimlik, anın bir özelliğine dönüştürülmüştür artık. Vaktiyle tasarlanan kimlik, artık “sonsuza dek devam etmek üzere inşa edilmez”, aksine sürekli olarak bir araya getirilmesi ve parçalara ayrılması gerekir. Çelişkili görünen bu iki işlemin her biri eşit öneme sahiptir ve eşit ölçüde ilgi çekicidir.
Avans ödemek ve fesih maddesi olmadan ömür boyu üyelik talep etmek yerine, kimliğin manipülasyonu artık “seyrettiğin kadar öde” (veya “konuştuğun kadar öde”) imkânına benzer bir faaliyet olup çıkmıştır. Kimlik hâlâ süren bir sorundur. Bununla birlikte bu sorun artık, en geçici ilgi tarafından bile massedilebilen, son derece kısa (pazarlama tekniklerindeki ilerleme sayesinde hiç olmadığı kadar kısa) çeşitli çabalara bölünmüştür. Bu bölünme önceden tasarlanmış ya da öngörülebilir olmayan fakat hemen ardından gelen ve gereğinden fazla uzun kalma tehdidi taşımayan dolaysız etkilere sahip, beklenmedik ve çılgın hamle silsilesinden oluşur.
Kimlik manipülasyonunun akışkan, modern bir şekilde yeniden işlenmesi ve çevrime sokulmasına meydan okumak için gereken beceriler bir jonglörün, hatta daha isabetli olarak, bir hokkabazın hüner ve el çabukluğuna benzer. Bu tür becerilerin pratiği, sıradan, bayağı tüketicinin erişim alanına simulakr vasıtasıyla taşınmıştır −(Jean Baudrillard’ın unutulmaz tanımlamasıyla) simulakr, “şeylerin asıl halleri” ile “şeylerin -mış gibi halleri” arasındaki, “gerçeklik” ile “yanılsama”, ya da olayların “gerçek durumu” ile “simulasyonu” arasındaki ayrımı kaldırmakla maruf psikosomatik hastalıklara benzeyen bir fenomendir. Bir zamanlar, sonu gelmez zahmetli bir iş olarak görülen ve katlanılan, kesintisiz mobilizasyon ve her “içsel” kaynağın sonuna kadar kullanılmasını gerektiren şeye, artık az miktarda para ve zamanın harcanmasıyla, satın alınabilir ve kullanıma hazır tertibat ve cihazların yardımıyla ulaşılabilir. Gelgelelim, satın alınmış eşyalardan oluşan bir kimliğin cazibesi, harcanan paranın miktarına göre artar elbette. En prestijli ve seçkin tasarımcı mağazalarının bekleme listeleri sunmasıyla birlikte, yakın zamanda bu cazibe bekleme süresiyle de artmaya başlamıştır. Açıktır ki edinilmesi beklenen kimlik simgelerinin alıcıya bahşettiği ayrımı geliştirmekten başka bir amaç taşımaz bu. Toplumbilimin kurucu babalarından biri olan Georg Simmel’in uzun zaman önce işaret ettiği gibi, değerler, onları elde etmek için katlanılması gereken diğer değerlerle ölçülmektedir; doyumun ertelenmesi de akışkan modern tüketim toplumumuzun karakteristiği olan hızla devinen ve değişen ortamları paylaşan insanlar açısından muhtemelen en eziyetli özverilerdendir.
Geçmişi ortadan kaldırmak, “tekrar doğmak”, eski, yıpranmış ve artık istenmeyen benliği ıskartaya çıkarırken farklı ve daha çekici bir benlik edinmek, “tamamen farklı biri” gibi yeniden hayata gelmek ve “yeni bir başlangıç” yapmak… bu tür cazip teklifleri elinin tersiyle itmek güçtür. Gerçekten de, böyle bir didinmenin kaçınılmaz olarak gerektirdiği bütün bu yorucu çaba ve zahmetli özveriyi içeren kişisel gelişim üzerinde neden uğraşılacaktır ki? Bütün bu çaba, özveri ve zararlı tasarruf, kayıpları yeterince çabuk telafi etmekte başarısız olduğunda neden parayı çöpe atalım ki? Zararları telafi edip yeniden başlamanın −eski derilerden, sivilcelerden, siğillerden vb. kurtulup yeni, giyilmeye hazır bir deri satın almanın− daha masrafsız, daha çabuk, daha mükemmel ve elverişli olduğu açık değil midir?
İşler gerçekten sarpa sardığında kurtuluş aramanın bir yeniliği yoktur; insanlar her zaman bunu denemiş ve çeşitli ölçülerde de başarılı olmuştur. Gerçekten yeni olan şey, kişinin kendi benliğinden kurtulma ve ısmarlama bir benlik edinme düşüdür; ve bu tür bir düşü gerçek kılmaya duyulan inanç erişilebilir bir şeydir. Bu, erişilebilir bir tercih olmanın ötesinde aynı zamanda en kolay, sıkıntılı bir durumda işe yaraması pek muhtemel bir tercihtir; daha az külfetli, daha az zaman ve enerji isteyen ve dolayısıyla, Simmel’e göre, vazgeçilmesi veya kısılması gereken diğer değerlerin tutarıyla karşılaştırıldığında neticede daha ucuz olan kestirme bir tercihtir.
Eğer mutluluk, sürekli olarak erişilebilir bir şeyse, eğer reklam sayfalarına göz atmak ve cüzdandan bir kredi kartı çıkarmak için gereken birkaç dakikada mutluluğa erişilebiliyorsa, o zaman belli ki mutluluğa ulaşmayı beceremeyen bir benlik, “gerçek” ya da “sahici” değil, −hepsi olmasa bile− miskinlik, cahillik ya da aptallık kalıntısı olabilir ancak. Böyle bir benlik, sahte ya da hilekâr olmalıdır. Mutluluk noksanlığı, yetersiz mutluluk veya yeterince sıkı çalışmış ve uygun becerilerle uygun araçları kullanmış herkesçe erişilebilir türden bir mutluluğa kıyasla daha az yoğun olan mutluluk, kişinin sahip olduğu “benliği” kabullenmeyi reddetme ve benlik keşfine (daha doğrusu benlik icadına) yönelik bir yolculuğa çıkıp bunu sürdürme ihtiyacının yegâne sebebidir. Gerçek benlik arayışının devam etmesi gerekirken, sahte ya da şişirme benlikler “sahici olmayışlarından” ötürü bertaraf edilmelidir. Kısa bir zamanda yaşanan anın tarih olacağı ve yeni vaatler taşıyan, yeni potansiyeller barındıran, yeni bir başlangıcın işareti olan bir başka anın tam zamanında gelip çatacağından eminseniz, aramayı bırakmanın hiçbir gerekçesi yoktur.
Alışverişçilerden oluşan bir toplumda ve alışverişten oluşan bir yaşamda, mutlu olma umudunu kaybetmediğimiz müddetçe mutluyuzdur; bu umudun birazı canlı kaldığı müddetçe mutsuzluktan azadeyizdir. Öyleyse mutluluğun anahtarı ve mutsuzluğun ilacı, mutlu olma umudunu canlı tutmaktır. Bu umut da ancak, hızlı bir “yeni şanslar” ve “yeni başlangıçlar” silsilesinin ve ileriye dönük son derece uzun yeni başlangıçlar zincirinin mevcut olması şartıyla canlı kalabilir. Bu şart, yaşamı bölümlere, yani, tercihen her biri kendi teması, kendi karakterleri ve kendi akıbetleriyle müstakil ve kendine yeterli zaman dilimlerine ayırarak yerine getirilir. Eğer bölüm sırasında oynayan ya da oynanan karakterlerin, sonraki bölüme katılma taahhüdü olmaksızın, sırf söz konusu bölümde yer aldığı farz edildiğinde, son şart ­­−akıbet− yerine getirilmiş olur. Her bölümün kendi teması vardır, her bölüm kendi oyuncularına ihtiyaç duyar. Her türlü belirsiz, uzadıkça uzayan bağlanma, birbirini izleyen bölümler için mevcut olan temaları ciddi olarak sınırlayacaktır. Belirsiz bir bağlanma ve mutluluk arayışı, karşıt amaçlarmış gibi görünür. Tüketim toplumunda, bütün bağlar müşteri ile satın alınan metalar arasındaki ilişki modelini takip etmelidir: Metaların haddinden fazla kalıp tadı kaçırması beklenmez ve yaşamı güzelleştirmek yerine alt üst etmeye başladıklarında, yaşam sahnesini terk etmeleri gerekir; halbuki müşteriler ne eve aldıkları şeylere ebedi bağlılık yemini etmeye ya da bunlara sürekli oturma hakkı vermeye gönüllüdür ne de onlardan böyle bir şey beklenir. Tüketime özgü ilişkiler, başından itibaren, “yeni bir uyarıya kadar”dır.
Stuart Jeffries, eski “ölüm bizi ayırana kadar” tarzının yerini alma eğiliminde olan yeni ilişki tipleri hakkındaki yakın dönem bir araştırmada, “bağlanma korkusu”nun yükselişine işaret eder ve “riske maruz kalmayı asgariye indiren bağlılık vaadi olmayan şemalar”ın “giderek yaygınlaştığı”nı ortaya serer.7 Bu şemalar iğneyi sıkıp içindeki zehri çıkarmayı amaçlar. Birlikteliğin dikenleri ve tuzakları yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunların tam dökümleri önceden güç bela oluşturulabildiğinden, ilişkiye girmek her zaman riskli bir iştir. İlişkileri iyi günde kötü günde, ne olursa olsun idame ettirecek bir bağlanmanın eşlik ettiği ilişkilere girmek, boş bir çek imzalamaya benzer. Bu, başvurulacak hiçbir özel kurtuluş şartının olmadığı, henüz bilinmeyen ve tasavvur edilemez sıkıntılar ve ıstıraplarla karşılaşma ihtimalinin habercisidir. “Yeni ve gelişmiş” “bağlılık vaadi olmayan” ilişkiler, öngörülen sürelerini, beraberinde getirdikleri tatmin süresine indirger: Bağlanma, tatmin canlılığını kaybedene ya da makul standardın altına düşene kadar geçerlidir, bir an bile fazla sürmez.
Birkaç yıl önce, halen yalnızca geçici bir heves olduğu düşünülen yükselen bir eğilime set çekme umuduyla, “Köpek yalnızca Noellik değil, ömürlüktür” sloganı altında bir mücadele yürütüldü. Bu mücadele, çocukların Noel hediyelerinin haz verici potansiyelinden yorularak, hayvan bakımının gerektirdiği günlük işlerden usandığı ocak ayının sonunda istenmeyen hayvanların terk edilmesini önlemeye çalışıyordu. Bununla birlikte Jeffries’in çalışmasından öğrendiğimiz kadarıyla, kiralanmak için beslenen “sevimli ve tamamen eğitimli” köpeklerden biriyle “müşterilere birkaç saat ya da birkaç gün geçirmelerini sağlayacak” son derece başarılı bir Amerikan firması olan Flexpetz’in ekim ayında Londra’da bir şubesi açıldı. Flexpetz, “mülkiyet cefası olmaksızın geleneksel hazlar konusunda hizmet sunmakta” uzmanlaşmış, hızla çoğalan şirketlerden biri. Bir zamanlar sürekliliğin hüküm sürdüğü yerlere geçiciliği yerleştirme eğilimi, hayvanlarla sınırlı değil. Bu eğilimin öteki ucunda da, “beraber yaşayan” ancak evlilik yeminine yanaşmayan çiftlerin oluşturduğu ve sayıları hızla artan haneler var. 2001’e kadar, İngiltere’deki hanelerin yüzde kırk beşi evli çiftlerden oluşuyorken, 2005’te birlikte yaşayan çiftlerin sayısı (muhtemelen hep böyle kalmayacak) iki milyonun epey üstüne çıktı.
“Bağlanma korkusu”nun, çağdaşlarımızın mutluluk halleri ve beklentileri üzerindeki etkisini değerlendirmenin en az iki farklı yolu var. Bunlardan biri, zevk alınacak zamanın maliyetinin düşürülmesini hoş karşılamak ve takdir etmek. Sadık birliktelikler üzerinde her zaman sallanıp duran gelecek sıkıntısının yarattığı kuruntu, ne de olsa, malum atasözünde geçen ufak ama mide bulandıran sinekti; bu sineği, zarar vermeye başlamadan önce yok etmek açıkçası hiç de kötü bir gelişme değil. Bununla beraber, Stuart Jeffries’in ortaya koyduğu gibi, en büyük araba kiralama şirketlerinden biri, müşterilerine defalarca kiraladıkları arabalara kişisel isimler vermelerini öneriyor. Jeffries şu yorumu yapıyor: “Öneri dokunaklı. Bu durum kesinlikle şunu gösteriyor ki, herhangi bir şeye uzun vadeli bağlanmakta daha önce hiç olmadığımız kadar isteksiz olsak da, bağlılığın duygusal, hatta belki de kişiyi kandıran hazları −eski varoluş tarzlarının hayaletleri gibi− hâlâ içimizde”.
Ne kadar da doğru. Sık sık, daha önce birçok defa olduğu gibi, hem bunu hem onu istemenin mümkün olmadığını görüyoruz. Ya da hiçbir şeyin bedava olmadığını; her kazanç karşısında bir bedel ödenmesi gerektiğini görüyoruz. Ara sıra kullandığınız herhangi bir şeyin zahmetli günlük bakımından kurtulabilirsiniz: Bir arabanın sık sık yıkanması, lastiklerinin kontrol edilmesi, anti-frizinin ve yağının değiştirilmesi, ruhsat ve sigortasının yenilenmesi ve önemli önemsiz onlarca başka şeyin hatırlanması ve yapılması gerekir; öyle ki söz konusu külfetten ve daha zevkli meşgaleler için kullanılabilecek değerli vaktin kaybından ötürü sıkılıp söylenebilirsiniz. Ancak (bazılarının şaşırdığı, bazılarının da tahmin ettiği üzere) arabanızın ihtiyaçlarıyla ilgilenmek kesinkes tatsız bir edim değildir. Aynı zamanda işin bizatihi düzgünce yapılmış olmasının getirdiği ve sizin –becerilerini kullanan ve adanmışlığını kanıtlayan bilhassa sizin− bu işi yapmış olmanızın getirdiği bir keyif söz konusudur. Böylece yavaşça, belki de farkında olmadan, haz duymanın hazzı ortaya çıkar: Sağlıklı gelişmesini sizin ilgi nesnenizin niteliklerine ve ilginizin niteliğine eşit ölçüde borçlu olan “bağlılığın hazzı.” “Ben-Sen”in, “birbirimiz için yaşıyoruz”un, “birimiz hepimiz için”in, ele geçmez, ama fazlasıyla gerçek ve karşı konulmaz hazzı. Yalnızca sizin için önem taşımanın ötesinde olan “bir fark yaratma”nın hazzı. Bir etki ve iz bırakmanın hazzı. İhtiyaç duyulan ve yeri doldurulamaz hissin hazzı: Elde etmesi çok güç olsa da kaygının getirdiği yalnızlıkta ve ilginin kişisel yaratım, kendini ispatlama ve kişisel gelişime sınırlı olarak odaklandığı durumda düpedüz erişilemez, ayrıca tasavvur edilemez son derece zevk veren bir his. Bu hissi, birlikteliğin ve bağlılığın göz alıcı kumaşlarının örüldüğü biricik iplik olan, özenle dolu zamanların tortusu geri getirebilir ancak.
Friedrich Nietzsche’nin tam anlamıyla insani, mutlu yaşam için ideal reçetesi −ki yaşadığımız postmodern ya da “akışkan modern” zamanlarda popülerlik kazanan bir idealdir bu− çoğu sıradan ölümlüye ayak bağı olan her türlü prangadan kaçınabilen yahut kurtulabilen, kendini ispatlama sanatının büyük üstadı olan “Üstinsan” imgesidir. “Üstinsan” gerçek bir aristokrattır −“bütün alçak, fesat, kaba, avam”ın büyük hıncının karşı etkisi ve şantajına boyun eğip, köşesine çekilerek özgüven ve kararlılığını yitirene kadar, “kendilerinin ve eylemlerinin iyi olduğunu düşünen, kudretli, yüksek statülü, yüce gönüllü olandır”.8 Üstinsan’ın, (daha doğrusu Nietzsche’nin geçmişte bir zamanlar var olduğunu düşündüğü/tasvir ettiği) ilk, katışıksız ve saf halinde yeniden canlandırılan ya da yaşam verilen, geçmişin aristokratı olduğunu söyleyebiliriz. Bu Üstinsan, kendi geçici talihsizliklerinin ve aşağılanmışlıklarının geride bıraktığı bütün ruhsal kalıntılarından kurtulan ve kendi iradesi ve eylemiyle geçmiş günlerin asıl aristokratlarına doğal ve gerçekçi gelen şeyi yeniden yaratan kişidir. (Nietzsche şunu vurgular: “‘Soylu’ olanlar kendilerini düpedüz ‘mutlu’ hissediyordu; mutluluklarını yapay bir şekilde üretmek… [ya da] mutlu oldukları konusunda kendilerini telkin etmek ve kandırmak zorunda değildiler… Dört başı mamur, kuvvetle dolup taşan ve bu nedenle kaçınılmaz olarak canlı insanlar olsalar da, mutluluğu eylemden ayrı düşünemeyecek kadar akıllıydılar –onların zihinlerinde eylem mutluluk addediliyordu kaçınılmaz olarak.”9)
Nietzsche’nin “Üstinsan”ı açısından, güç ve bütün kuralları ve yükümlülükleri önemsememe kararı, uzlaşmaya karşı canını dişine takarak savunulması gereken yüce bir değerdir. Gelgelelim, çok geçmeden Nietzsche’nin de ortaya çıkaracağı gibi, Üstinsan tarzında kendi kendisinin efendisi olmaya giden yolda, çetin bir engel de, zamanın boyun eğmez mantığıydı –Hanna Buczynska-Garewicz’in içgörülü yorumuna göre,10 özellikle de can sıkıcı bununla birlikte ehlileştirilemez “anın dayanma gücü” idi. Kendi kendisinin efendisi olmak, öz-yaratım projesine ters düşen dış güçlerin etkisini geçersiz kılma ya da en azından nötrleştirme yeteneği gerektirir. Bununla birlikte bu tür güçlerin arasında en çetin ve karşı konulmaz olanlar, müstakbel Üstinsan’ın tamamen kendi kendisinin efendisi olmaya yönelik kendi dürtüsünün izleri, tortuları ya da artıklarıdır; kendisinin üstlendiği ve onun uğruna başardığı eylemlerin sonuçlarıdır. Mevcut an (nitekim tamamen kendi kendisinin efendisi olma yolundaki her adım şöyle ya da böyle “mevcut andır”) halihazırda bütün bu olup bitenden muntazam bir şekilde koparılamaz. “Yeni bir başlangıç” layıkıyla yerine getirilemeyecek bir fantezidir. Zira aktör mevcut ana varırken bütün önceki anların silinmez izlerini taşır; “Üstinsan” olmak için, geçmiş anların izlerinin kendi geçmiş eylemlerinin izleri olması kaçınılmazdır. Tamamen kendine yeterli ve bağımsız “bölüm” bir mittir. Edimlerin, kendilerinden daha uzun yaşayan sonuçları vardır. Buczynska Garewicz şu yorumda bulunur: “Geleceği tasarlayan istenç, geçmiş tarafından özgürlüğünden yoksun bırakılmıştır. Eski hesapları düzenleme istenci geçmişe yönlendirir ve bu [Nietzsche’nin edebi sözcüsü Zerdüşt’ün ifade ettiği gibi] istencin diş gıcırdatması ve bir başına çektiği eziyettir.” “Anın dayanma gücü”, “yeni başlangıç” denemelerinin ölüm çanıdır diyebiliriz. Yatkın bir kulak açısından bunun sesi, “yeni başlangıca” girişilmeden çok daha önce işitilebilir olacaktır. Kendi kendinin efendisi olmanın oluştuğu gebelik döneminde, pek çok embriyonun yaşamı düşükle sonlanır.
Nietzsche “Üstinsan”ın (kendi geçmiş eylemleri ve sorumlulukları da dahil) geçmişe alayla yaklaşmasını ve kendini bunlardan kurtulmuş hissetmesini ister. Ancak bir kez daha tekrarlamam gerekirse: Yaratıcılığın hareketini yavaşlatan ya da durduran ve geleceğin tasarımcılarının ellerini bağlayan geçmiş, yitip gitmiş anların tortusundan başka bir şey değildir. Şimdiki zayıflıklar, bunların geçmişteki güç gösterilerinin doğrudan ya da dolaylı sonuçlarıdır. Daha da korkuncu, hırslı “Üstinsanlar” (yani, Nietzsche’nin çarpışma çağrısını ciddiye alan ve onu izlemeye karar veren insanlar) daha becerikli ve azimli hale geldikçe, gücün ve onun görüntülerinin içerisinde yuvalanan mutluluğu yenileyip genişletecek mevcut anların her birine ve her türlüsüne de bir o kadar ustalıkla hükmeder, manipüle edip sömürürler. “Başarıları”nın etkileri ne kadar derin ve hatta silinmez olursa, gelecekte manevra alanları da bir o kadar dar olacaktır.
Nietzsche’nin “Üstinsan”ının akıbeti de, sıradan insanlar olan çoğumuzun akıbeti gibi olmaya mahkûm gibi görünmektedir. Örneğin, Douglas Kennedy’nin “kendi hayatını yaşamak isteyen adam”ın öyküsündeki kahraman gibi.11 Bu adam, her daim daha fazla özgürlük düşlerken, aile yaşamının gitgide artan kapan ve tuzaklarıyla aralıksız bir şekilde kalınlaşan, kendisini çevreleyen yükümlülük duvarları arasına hapsolmayı sürdürüyordu. Yüklerden kurtulmuş olarak yolculuk etme kararı vermişken, kendisini olduğu yere bağlı tutan yükleri çoğaltıyor ve böylece de en küçük hareketi külfet haline getiriyordu. Bu tür çözülmez çelişkilere bulaştığından (daha doğrusu kendi kendini bulaştırdığından), Kennedy’nin kahramanı yanı başındaki kişiden daha fazla baskıya maruz kalıyor değildi. Hiç kimsenin kurbanı, yahut hiç kimsenin kininin ya da kötülüğünün hedefi de değildi. Özgürce kendini ispatlamaya dair düşlerini engelleyen, kendisinden ve kendini ispatlamaya yönelik çabalarından başka bir şey değildi. Altında ezildiği ve sızlandığı yük, Kennedy’nin öne sürdüğü gibi, sabah yataktan çıkmak için iyi bir neden sunan bütün bu takdire şayan ve gıpta edilen “yaşamın ürünleri” olan çabaların –kariyerinin, evinin, çocuklarının, büyük banka kredisinin– gıpta edilen ve aslında değer verilen meyvelerinden oluşuyordu.
Dolayısıyla Nietzsche’nin maksadı bu olsun ya da olmasın, (ki muhtemelen onun maksadına karşıt olarak….) onun mesajını bir uyarı olarak yorumlayabiliriz: Kendini ispatlama bir insanlık kaderi olmasına rağmen ve bu kaderi hayata geçirmek için hakikaten kendi kendinin efendisi olmaya yönelik bir üstinsan gücüne ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, ayrıca bu kaderi tamamına erdirmek ve böylece kendi insani potansiyelinin hakkını vermek için gerçekten bir üstinsan gücünün araştırılması, toplanması ve harekete geçirilmesine ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, “Üstinsan projesi”, belki de kaçınılmaz biçimde, en başından kendi yenilgisinin nüvelerini taşır.
Farkında olalım veya olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize (en azından ortaya kondukları anda) açıkça karşı koyması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. Her ne yapıyor veya yapabiliyorsak, onunla aşık atmak için, (en azından seçim anında) erişimimizin epeyce ötesinde olan hedefler ve (en azından çoktan edinilmiş) becerilerimizi can sıkıcı bir şekilde epeyce aşıyormuş gibi görünen mükemmellik standartları seçmeliyiz. İmkânsız olanı denememiz gerekir. Kesinlik bir yana, hiçbir güvenilir, yararlı öngörüden destek almadan, uzun ve zahmetli bir çabayla, bu standartları bazen yakalayabileceğimizi, bu hedeflere varabileceğimizi ve böylece sorunlarla başa çıkabileceğimizi olsa olsa umabiliriz.
Belirsizlik insan yaşamının doğal habitatıdır –belirsizlikten kaçma umuduysa insan yaşamındaki arayışların motorudur. Belirsizlikten kaçmak, yalnızca zımnen varsayılsa bile, her türlü karma mutluluk hayalinin en önemli bileşenidir. “Gerçek, muntazam ve eksiksiz” mutluluğun, her zaman belli bir uzaklıktaymış gibi görünmesinin nedeni de işte budur: Malum ufuk gibi, ne zaman yakınlaşmaya çalışsanız uzaklaşır

 

Mutluluğun Istırapları

Binlerce azametli kişinin ve onlara katılmanın hayalini kurarak koşuşturan bir o kadarının vazgeçilmez günlük gazetesi olan Financial Times, ayda bir kuşe kâğıda basılmış How to Spend It (Nasıl Harcamalı) isimli bir ek yayınlar. Başlıkta ima edilen şey paradır. Daha doğrusu, daha fazla nakit vaat eden bütün yatırımları hesaba kattıktan sonra, ev ve bahçeyle ilgili faturaları, terzi faturalarını, eski eşlerin nafakalarını ve eğlence salonlarının ücretlerini ödedikten sonra geriye kalan nakit paradır. Başka bir deyişle, azametli kişilerin boyun eğdikleri zorunluluk çeşitlerinin ötesindeki (bazen geniş ve hep daha da geniş olması istenen) özgür seçim sınırıdır. Harcanacak para, sinir bozucu ölçüde rizikolu tercihlerle dolu günlerin ve atılacak yanlış adımlar ve oynanacak yanlış bahislerden duyulan korkunun musallat olduğu uykusuz gecelerin karşılığında umulan mükâfattır; bu para, acıları katlanılır kılan keyiftir. Kısacası, “para” mutluluk anlamına gelir. Daha doğrusu mutluluk anlamına gelen mutluluk umududur. En azından böyle telakki edilir ve yürekten umulur…
Ann Rippin elde edilen mutluluğun maddi kaynağı/belirtisi/kanıtı olarak “yıldızı parlayan modern genç bir insana” neyin vaat edildiğini bulmak için Nasıl Harcamalı’nın sayılarını sırasıyla gözden geçirmişti.1 Beklendiği gibi, mutluluğa gittiği varsayılan bütün yollar mağazalar, restoranlar, masaj salonları ve paranın harcanabileceği diğer yerlere çıkıyordu. Elbette bu da büyük miktarda bir para demekti: bir şişe konyak için 30.000 pound ya da diğer şişelerin eşliğinde bunu depolayarak, hayran olmaları için davet edilen arkadaş topluluklarını büyülemek (ya da kıskandırmak, aşağılamak, mahcup etmek, yıkmak) için şarap mahzenine 75.000 pound vermek vb. Ancak, bazı mağaza ve restoranların, neredeyse bütün insan soyunu dışarıda bırakacağı kesin olan fiyatlarının da ötesinde, onları kapılarına bile yanaşmaktan alıkoyacak, sunabilecekleri fazladan bir şeyleri vardır: elde etmesi son derece güç olan ve −sıradan insanların ulaşmayı hayal bile edemeyecekleri yüksek seviyelere ulaşmış− “seçilmiş olma”nın kutsal hissiyle bunu elde eden çok küçük bir azınlığa bahşedilen gizli bir adres. Belki de bir zamanlar ilahi lütfu duyuran meleği dinleyen mistiklerce deneyimlenen türde bir hissiyattır bu; ancak, ciddi, ayakları yere basan, gerçekçi “şimdi-mutluluk-zamanı!” diyen çağımızda, mağazaların yanından geçmeyen kısa yollar bulmak imkânsız olmasa da çok zordur.
Nasıl Harcamalı’ya düzenli katkılarda bulunanlardan birinin ifade ettiği gibi, bazı fahiş fiyatlı parfümleri “bu kadar çekici” kılan şey, onların “sadık müşterileri için özel paketler içinde tutulmalarıdır”. Olağanüstü güzel bir kokunun yanı sıra, görkemli olanı üreten şirkete ait olmaya dair görkemli bir koku simgesi sağlarlar. Ann Rippin’in ileri sürdüğü gibi, özel bir kategoriye –neredeyse başka herkese kapıları kapalı bir şirkete− ait olan bu ve benzer türde saadetler, (cakalı şeyler yapmak ve başkalarının erişemediği yerleri ziyaret etmekle dışavurulan) yüce bir zevk, dirayet ve erbaplık simgesiyle birleşir. Bu birleşimin özü, ayrıcalıklılığın, seçilmiş azınlığın arasında olunduğunun bilinmesidir. Damak, göz, kulak, burun ve parmakların zevkleri, şayet varsa, bu zevklerin ancak çok azının, başka kimselerin damak ve diğer duyu organlarının zevkine hitap edebildiğinin bilinmesiyle çoğalır –üstelik çoğu insan bu zevkleri tatmak için varını yoğunu verecek olsa bile… Azametli insanları mutlu kılan bu ayrıcalık duygusu mudur? Mutluluk yolunda ilerlemenin ölçüsü, bu yoldaki arkadaş zümresinin gitgide azalması mıdır? Yoksa, ister açık bir şekilde ifade edilsin, isterse üzeri kapatılsın ve hiç telaffuz edilmesin, Nasıl Harcamalı okurlarının mutluluk arayışını yönlendiren en azından bu inanç mıdır?
Mesele ne olursa olsun, Rippin’e göre, mutluluğa bu yoldan ulaşmak olsa olsa kısmen başarılı olabilir: Bunun getirdiği anlık keyifler dağılır ve hızlıca uzun vadeli endişeye dönüşür. Rippin’in vurguladığı üzere, Nasıl Harcamalı’nın editörlerinin tasarladığı “fantezi dünyası”, “kırılganlık ve geçicilik” ile belirlenir. “İhtişam ve ifrat yoluyla meşruluk mücadelesi, istikrarsızlık ve kırılganlık demektir.” Bu “fantezi dünyası”nın sakinleri, “yeterince güvende olmak için asla yeterince şeye sahip olamayacaklarının” farkındadırlar. “Tüketim, güvence ve doymuşluk yerine endişe artışına neden olur. Kâfi olan asla kâfi gelmez.” Nasıl Harcamalı’nın yazarlarından birinin uyardığı gibi, “herkesin” lüks bir arabaya kesesinin elverdiği bir dünyada, gerçekten gözü yüksekte olanların “daha iyisine erişmekten başka hiçbir seçenekleri yoktur”.
Şayet daha yakından baktığınızda çarpıcı olan şey işte budur. Fakat herkes böyle bakmaz, hatta çok az kişi bunu önemser, çok daha azı da önemsese bile bunu beceremez –zira iyi manzaralı yerlerin bedeli olanaklarının çok ötesindedir ve bu manzara daha yakına gelmeye karşı koyar. Ancak, çoğumuzun Hello ve diğer paparazzi dergilerinin teveccühüyle görebildiği türde “mutluluk arayışları”na ara sıra göz atmak, bunu denemeye karşı bizi uyarmak yerine örnek almaya davet eder. Ne de olsa, sizi birinci sınıf insanlardan biri yapacak olan budur… Endişeden doğacak ıstırap ihtimali, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, zirveye ulaşmak için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir. Mesaj anlaşılır olduğu kadar mantıklı da görünmektedir: Mutluluğa giden yol, mağazalardan geçer ve mağazalar ne kadar seçkin olursa, ulaşılan mutluluk da o kadar büyüktür. Mutluluğa ulaşmak başka insanların edinme şansı veya olasılığının bulunmadığı şeyleri elde etmek demektir. Mutluluk bir adım ileride olmayı gerektirir…
Ara sokaklara gizlenmiş butikler ya da seçici (ve tedbirli!) bir şekilde açığa çıkmış adresler olmasaydı, anacadde mağazaları gelişmezdi. Ara sokak butikleri anacadde mağazalarından farklı ürünler satar, ancak aynı mesajı verir, çarpıcı biçimde benzer düşleri hayata geçirmeyi vaat ederler. Butiklerin seçilmiş azınlık için yaptığı şey, şüphesiz anacaddedeki kitlesel kopyaların vaatlerine otorite ve güvenilirlik katacaktır. Her iki örnekteki vaatler de çarpıcı biçimde benzerdir: Vaat sizi “… daha iyi” yapar ve böylece sizin yaptığınızı yapmayı düşleyip de başarısız olan diğerlerini ezebilmenizi, aşağılamanızı ve hor görmenizi sağlar. Kısacası, bir adım ileride olma şeklindeki evrensel kurala ilişkin vaat sizin için işlemektedir…
Birçok Financial Times okurunun başvurduğu bilinen bir başka gazetede, düzenli olarak bilgisayar oyunu piyasasındaki yenilikler incelenmektedir. Sayısız bilgisayar oyunu, popülerliğini sunduğu eğlenceye borçludur: Gerçek dünyada zorunlu ve önüne geçilemez olduğu kadar riskli ve tehlikeli de olan, bir adım ileride olma pratiğinin güvenli ve özgürce seçilmiş provalarıdır bunlar. Bu oyunlar, yaralanma korkunuz veya başkalarını yaralamaya karşı vicdani itirazınızdan ötürü engellenmemiş olsanız, sizin sürüklendiğiniz, hatta yapmış olmayı dileyebileceğiniz şeyleri yapmanızı sağlar. “Son katliam”, “ayakta kalan son insan” ve “imha derbisi” olarak önerilen bu oyunlardan biri, coşkulu bir sese sahip ve pek de ironik olmayan bir eleştirmen tarafından şöyle tanımlanıyor:
En eğlendirici olanlar […] pek çok arena etkinliklerinden birinde, arabanın ön camından sürücüyü bir bez bebek gibi savurup havaya fırlatmak için zamanlama ve hassasiyetle çarpışmanızı gerektiren olaylardır. Bahtsız başkahramanınızı devasa bovling pistlerinden aşağı fırlatmaktan, çok geniş su yüzeyleri boyunca bir çakıl taşı gibi kaydırmaya kadar her şey aynı ölçüde tuhaf, şiddet yüklü ve komiktir.

Bir adım ileride olmayı bu kadar eğlenceli kılan ve “oynamayı böylesine komik” yapan şey, kahramanınızın “bahtsızlığı”na (size aynen karşılık verme acizliğine) karşı sizin hünerinizdir (darbe savurmaktaki zamanlamanız ve hassasiyetinizdir). Özsaygı, üstün becerilerinizin sergilenmesinden kaynaklanan egonun şişirilmesi, kahramanın hor görülmesi pahasına elde edilmiştir. Siz sürücünün koltuğunda güvenle otururken, ön camda savrulan bez bebek benzeri kahraman olmasa, sizin hüneriniz gene aynı olsa da ancak kısmen tatmin edici ve bir o kadar da kısmen eğlendirici olabilir.
Max Scheler uzun zaman

önce, ta 1912’de, sıradan insanın, değerleri kıyaslamadan önce onları deneyimlemek yerine, bir değeri ancak başka bir kişinin mülkleri, şartları, vaziyeti ya da nitelikleriyle “kıyaslama yoluyla ve bu süreçte” değerlendirdiği belirtiyordu2. Sorun şu ki bu tür bir kıyaslamanın yan etkisi çoğunlukla bazı takdir edilen değerlere sahip olunmadığının keşfidir. Bu keşif ve dahası söz konusu değerin elde edilmesi ve tasarruf hakkının kişinin kapasitesinin ötesinde olduğunun farkındalığı, son derece güçlü duygular uyandırır ve birbirine zıt ama eşit ölçüde güçlü tepkileri harekete geçirir: Dayanılmaz bir arzu (tatmin edilmesi imkânsız olabileceği şüphesinden dolayı daha da fazla eziyetli hale gelir); ve hınç –söz konusu değeri, sahipleriyle birlikte küçülterek, alaya alarak ve değersizleştirerek, kendini değersizleştirme ve hor görmeyi önlemek için çaresiz bir isteğin neden olduğu kin. Aşağılama deneyimi karşılıklı iki çelişkili istekten meydana geldiği için, bu deneyimin son derece belirsiz bir tavır (prototip bir “bilişsel uyumsuzluk”, irrasyonel davranış kaynağı ve aklın savlarına karşı geçilemez bir kale) meydana getirdiğini belirtebiliriz. Aynı zamanda bu durum, bundan muzdarip olanlar açısından daimi bir endişe ve ruhsal rahatsızlık kaynağıdır.
Ancak, Max Scheler’in öngördüğü gibi, muzdarip olanlar çağdaşlarımızın çok büyük bir bölümünü oluşturur; hastalık bulaşıcıdır ve akışkan modern tüketim toplumunun müdavimi çok az insan, bu bulaşma tehlikesine karşı tamamen bağışık olmakla övünebilir. Scheler, politik ve diğer hakların görece eşitliği ile biçimsel olarak kabul edilen toplumsal eşitliğin, gerçek iktidar, mülkiyet ve eğitime ilişkin muazzam farklarla beraber el ele gittiği bir toplumda savunmasızlığımızın kaçınılmaz olduğunu söyler. Gerçekte herkesi eşitlemekten aciz olan bu toplum, herkesin, kendisini başka herkesle eşit olduğunu düşünme “hakkına sahip olduğu” bir toplumdur.3
Bu tür bir toplumda, savunmasızlık da (en azından potansiyel olarak) evrenseldir. Bu toplumun evrenselliği, çok yakından bağlantılı olduğu, bir adım ileride olmanın cezbedici evrenselliğiyle beraber, bütün üyeleri için bir mutluluk standardı (bu “bütün”ün çoğu da bu standarda ulaşmaktan aciz ya da alıkonmuştur) belirleyen bir toplumun çözülemez iç çelişkisini yansıtır.
Kendini eğiterek Stoik felsefe okulunun kurucusu olan eski Romalı köle Epiktetos, −kolayca anlayacakları bir dilde söylendiği ve dünya görüşleriyle eşsiz derecede uyuşan metaforlar kullanıldığı için− tüketim toplumunun tüketicilerine de hitap edebilecek bir nasihatinde şunları öne sürmüştür:
Yaşamınızın zarif bir şekilde davranabileceğiniz bir şölen gibi olduğunu düşünün. Yemekler size ikram edildiğinde, elinizi uzatın ve makul bir parça alın. Eğer yemek yanınızdan geçip giderse, tabağınızda olanla yetinin. Veya yemek henüz size ikram edilmediyse, sabırla sıranızı bekleyin.
Aynı kibar ölçülülük ve minnettarlık tutumunu çocuklarınız, eşleriniz, meslek yaşamınız ve mali işleriniz için de takının. Arzunun, hasedin ve açgözlülüğün hiç gereği yok. Vakti geldiğinde hak ettiğiniz payı alacaksınız.4

Bununla birlikte, sorun şu ki, tüketim toplumumuz, Epiktetos’un güven verici vaadinin gerçekliğine duyulan inancın, deneyime ters düştüğünü göstermek için akla gelen her şeyi yapar ve bu nedenle de Epiktetos’un suskunluk, aşırıya kaçmama ve ihtiyata dair nasihatini kabullenmek güçleşir. Ayrıca tüketim toplumumuz Epiktetos’un nasihatinin hayata geçirilmesini, yıldırıcı bir görev ve zahmetli bir mücadele kılmak için de akla gelen her şeyi yapar. Ancak, bunu imkânsız kılmaz. Toplum, insanlar açısından birtakım tercihleri daha az seçilebilir kılabilir (kılar da). Ancak hiçbir toplum, insanların seçim hakkını tümden elinden alamaz.
İtiraz beklemeksizin güvenle, mutluluk hakkında söylenebilecek bir şeyler var mıdır? Elbette vardır: Mutluluk, arzulanacak ve değer verilecek iyi bir şeydir. Ya da mutlu olmak, mutsuz olmaktan daha iyidir. Ancak bu iki ıtnap, mutluluk hakkında sağlam bir temele dayalı olarak özgüvenle söylenebilecek tek şeydir. “Mutluluk” kelimesini içeren bütün diğer cümlelerin münakaşa çıkaracağı kesindir. Dışarıdan bir gözlemci açısından, birinin mutluluğunu bir başka kişinin korkusundan ayırt etmek pekâlâ güç olabilir.
Gelgelelim, şiddetli itiraz riski olmadan söylenebilecek “tek şeyin” bunlar olduğunu söylemek, çok da fazla anlam taşımaz. Hiç şüphe yok ki, kelimenin anlamını zaten imlediği şeyi tekrar ederek “açan”, ancak bu süreçte birkaç kelime daha kullanan, kelimenin sözlük tanımından çok da farklı bir şey değildir bu. Söz konusu kelime belirli şeyler ya da durumlar için değil de başkaları için kullanıldığında, tartışmalı yorumlar ve bakış açıları bolca ortaya çıkmaya başlar. Nitekim sözlük tanımları, ortaya çıkan ihtilafları engellemeyecek, hızını kesmeyecek ve hatta yatıştırmayacaktır. Bazı insanların kelimeyi bu durum yerine şu durum için kullanma kararını şaşkınlıkla karşılayacak yahut açıkça suçlayacak ya da alay konusu yapacak olan yalnızca başkaları değildir. Karar alıcıların kendilerinin de tercihlerinin uygunluğu veya hikmetiyle ilgili olarak kararsız kalması kuvvetle muhtemeldir. Geriye bakıp şaşkın bir şekilde “Bütün yaygara bunun için miydi? Eğer umut ettiğim mutluluk buysa, ona varmak için görünüşte gereken bütün bu çaba ve çileye değer miydi?!” diye sorabilirler.
Immanuel Kant, her türlü karşı-sava karşı bağışık olan ve bu yüzden tüm insanların kabul edeceği ve neticede kabul ettiği bir tanıma vararak “meseleyi halletmek” üzere bir tanım yapmak umuduyla, bulanık ve tartışmalı kavramları açmak ve berraklaştırmak için yaşamı boyunca mücadele etmesine (ve bunu büyük ölçüde başarmasına) rağmen, “mutluluk” kavramı söz konusu olduğunda umudunu kesmek zorunda hissetmişti. Kant şöyle der: “Mutluluk kavramı o kadar belirsizdir ki, herkes mutluluğu elde etmek istese bile, gerçekte istediği ve arzuladığı şeyin ne olduğunu kesin ve tutarlı bir şekilde asla söyleyemez.”5 Bu yoruma şunu ekleyebiliriz: Mesele mutluluk olduğunda insan hem kesin hem de tutarlı olamaz. Kişi ne kadar kesin olursa, tutarlı kalma şansı da o kadar azalır. Bu pek de şaşırtıcı değildir, zira mutluluğun alması gereken biçim hakkında net olmak, tercih edilen model üzerinde dikkati ve enerjiyi yoğunlaştırmak ve geriye kalan her şeyi dışarıda ya da gölgede bırakmak anlamına gelir. Öte taraftan, bütün diğerleri pahasına peşinden gidilen her model, ölü doğan, başarısızlıkla sonuçlanan ya da ihmal edilen olasılıkların mezarlığı büyüdükçe, daha da şüpheli görünmeye mecburdur. Tatmin, tutarsızlığın –geriye gitmenin ya da yan yollara sapmanın− cezbediciliğiyle, bir paket teklif içinde gelecektir muhtemelen.
Platon’a inanacak olursak, Sokrates’in zaten yaşamın zalim bir gerçeği olduğunu belirttiği mutluluk arzusu, insan varoluşunun ebedi bir yoldaşı gibi görünmektedir. Ancak, eksiksiz, sorgulanamaz, je ne regrette rien [hiçbir şeyden pişman değilim] tarzı kıvancın ve tatminin imkânsızlığı da aynı derecede ebedi gibi görünmektedir. Keza bunun neden olduğu bütün hüsranlara rağmen, insanların, aslında mutluluğu aramak, elde etmek ve muhafaza etmek için elinden geleni yaparak, mutluluğu arzulamayı bırakmalarının imkânsız oluşu da öyle.
Aristoteles Retorik çalışmasında, insanın müşkül durumunun karmaşıklığından kaynaklanan meseleleri daha basit bileşenlere ayrıştırarak çözme konusundaki alışılmış stratejisini izleyerek, bir kere kazanıldığında veya elde edildiğinde, mutlu bir yaşamın parçası olacak kişisel özellikleri ve başarıları listelemiştir.6 Aristoteles mutluluğun birçok şekilde tanımlanabileceğini kabul ediyordu: “erdemle birleşmiş zenginlik” olarak; “yaşamın bağımsızlığı” olarak; “güvenli bir şekilde maksimum haz alma” olarak; “kişinin mülkiyet ve bedenini koruma gücü ve bunlardan faydalanmayla birlikte, mülkiyetin ve bedenin durumunun esenliği” olarak. Fakat daha sonra, mutlu yaşam reçetesi olarak hangisi seçilmiş olursa olsun, mutluluk için gerekli olan “iç” ve “dış” şeylerin bir listesini sunmuştu. Ona göre, listenin, ampirik temelleri vardı, zira muhtemelen Atina’nın bütün yurttaşlarının dile getireceği arzulardan oluşuyordu: iyi bir soydan gelmek, çok sayıda yakın dost, zenginlik, iyi çocuklar, çok sayıda çocuk, sağlık, güzellik, güç, geniş endam, atletik güçler, şan, şeref, şans, erdem vs. Bu listede değerler hiyerarşisi yoktu. Mutluluk örselenmeden hiçbirinin diğeri için gözden çıkarılamayacağı ve herhangi birinin varlığı ya da bolluğunun, diğerinin eksikliği ya da yokluğunu telafi edemeyeceği varsayıldığından, mutluluğun bütün bileşenlerine aynı önem veriliyordu. Bu varsayım Aristoteles’in yaşam felsefesinin geri kalan kısmıyla çok uyumluydu; bu felsefe her türlü radikal, tek taraflı tercihler konusunda kuşku duyuyor ve bunun yerine çeşitliliği ve bağdaşmazlığıyla meşhur gerçeklikler ortasında izlenmesi gereken tek doğru ve etkili strateji olarak ılımlılık, dengeli yargı ve “orta yol” tercihini tavsiye ediyordu.
Çağdaş okurların Aristoteles’in listesinden ötürü aklı karışmış, hatta keyfi kaçmış olabilir. Çağdaş insanlara mutluluk hakkındaki fikirleri sorulsa, listenin bazı maddeleri pek de umursamayacakları özellikler arasında kalır. Diğer bazı maddeler de, en azından, karışık duygularla ele alınacaktır. Gelgelelim görece önemsiz bir rahatsız edici noktadır bu: Çağdaş mutluluk arayışındakileri en çok şaşırtması muhtemel olan şey, mutluluğun bir kere ulaşıldığında değişmeyen bir durum, belki de sağlam ve kesintisiz bir durum olduğu (olabileceği, olması gerektiği) yönündeki z

ımni varsayımdır. Listedeki bütün maddeler bir kere elde edildiğinde ve bir araya getirildiğinde ve daimi olarak “elde edilmiş” oldukları temin edildiğinde, (Aristoteles’in de imlediği gibi) sahiplerine istisnasız her gün her saat sonsuza dek mutluluk sağlamaları beklenir. Bu, çağdaşlarımızın kesinlikle tuhaf ve gerçekleşmesi imkânsız diye değerlendirecekleri bir şeydir. Üstelik, gerçekleşmesi pek de mümkün olmayan böylesi daimi bir istikrarın, yaşamdaki mutluluk üzerinde gayet sevimsiz etkilere sahip olacağından kuşkulanacaklardır.
Elbette çoğu çağdaş okur bunu şöyle yorumlayacaktır: Mutluluk açısından, daha fazla paraya sahip olma, paranın az olmasından iyidir; insanın birçok iyi dosta sahip olması, az sayıda dostu olması veya hiç olmamasından iyidir; veya sağlıklı olmak hasta olmaktan iyidir. Ancak, şayet varsa, yalnızca çok küçük bir okur kitlesi, kendilerini tek bir gün mutlu kılan şeylerin kendilerini büyülemeye ve daima sevinç aşılamaya devam edeceğini umacaktır. Çok az insan mutluluk halinin tek seferde elde edilebileceğine ve elde edildiğinde de bu halin daha fazla çaba gerektirmeden yaşamın geri kalanı boyunca sürebileceğine inanacaktır. Başka bir deyişle, “bundan böyle hiçbir şey değişmeyecek ve her şey olduğu gibi kalacak” anlayışına rağmen, daha fazla ve daha büyük mutluluk arayışı sona ererse, mutluluk mahvolmayacaktır.
Çağdaşlarımızın çoğuna göre, “hep aynı” beklentisi, başlı başına bir değer değildir; yalnızca fesih yetkisi veren bir şartla tamamlandığında değer olur. “Hep aynı” anlayışı aşırı sevinç ve coşku anında çekici olabilir; ancak, başka alanlarda olduğu gibi, çoğu insan arzunun sonsuza dek sürmesini beklemeyecek ve arzu nesnesinin süresiz olarak “aynı” kalmasını istemeyecektir. Christopher Marlowe’un Faust’unun zor yoldan öğrendiği gibi, süresiz olarak “aynı” kalacak bir saadet anı dilemenin, süresiz mutluluktansa sonsuz bir cehennem mahkûmiyeti sağlayacağı garantidir…
Çoğu çağdaşımız için mutluluk daha ziyade, her ne kadar sabır ve çelik gibi sinirler gerektirse de, “insanın kendi yolunda gitmesi” (henüz tatmin edilmemiş arzularla dürtülen ve hedeften hâlâ belli bir mesafede bulunan insanın düş kurmaya ve bu düşlerin gerçekleşmesi için çabalamaya ve umut beslemeye devam etmeye zorlanması) bir değer olarak kabul edilir ve şüphesiz ki son derece de kıymetli bir değerdir. Muhtemelen, çağdaşlarımız bu koşulun aksinin, yani dinginlik halinin, mutluluktan ziyade can sıkıntısı hali olacağını (söze dökmeseler de en azından içlerinde) kabul edecektir. Nitekim çoğumuz açısından “sıkılmak”, aşırı mutsuzlukla eşanlamlıdır ki bu da en çok korktuğumuz durumun bir başka adıdır. Mutluluk bir “hal” olarak tanımlanabilirse, bu durum isteklerin henüz tatmin edilmemesinden kaynaklanan heyecan olarak tarif edilebilir ancak…
Modern çağın başlangıcında, mutluluk arayanların uygulamalarında ve düşlerinde “mutluluk hali”nin yerini mutluluk arayışı aldı. Bu çağın başlangıcından itibaren, en büyük mutluluk, sürüncemeli meydan okuma ve uzun mücadelenin en sonunda erişilecek ödüllerden ziyade, talihe meydan okumak ve engellerin üstesinden gelmekten kaynaklanan tatminle ilişkilendirilmiştir ve halen de öyledir. Alexis de Tocqueville’in görüşlerini derinleştiren Darrin McMahon’un7, “Batı” felsefesi ve kültüründe mutluluğun uzun öyküsüne ilişkin çok kapsamlı ve direyetli incelemesinde gözlemlediği üzere, de Tocqueville’in ziyaret ettiği Amerika’da, eşitlik arzusunun, evvelden kazanılmış eşitlikteki artışla gitgide daha da doyumsuz hale gelmesi gibi, bastırılmamış arzu ve zorlayıcı mutluluk arayışı da, maddi belirtiler çoğaldıkça, mutluluk-arayışındakileri daha ziyade massetme eğilimindeydi (hâlâ da öyledir). De Tocqueville’in kendi sözleriyle, “Mutluluk gözden kaybolmaksızın insanlardan uzaklaşan bir özelliktir ve uzaklaştıkça insanları peşinden sürüklemek için el eder. Onu yakalayacaklarını düşündükleri her an, parmaklarının arasından kayıp gider.”8
İnsan düşüncesi ve eyleminin asıl motoru olarak mutluluk arayışının ortaya çıkması, bazıları için kötüye delalet ederken, bazıları içinse gerçek bir kültürel, toplumsal ve ekonomik devrimin işaretidir. Kültürel bakımdan, sonsuz rutinden daimi yeniliğe, “her zaman olan” ya da “her zaman olmuş olan”ın yeniden üretimi ve muhafazasından, “asla olmayan” ya da “asla olmamış olanın” oluşumu ve/veya temellüküne geçişe; “itmek”ten “çekme”ye, ihtiyaçtan arzuya, nedenden amaca geçişe delalet ya da eşlik eder. Toplumsal bakımdan, geleneğin hükmünden, “katı olanın buharlaşması ve kutsal olana saygı göstermemeye” geçişle örtüşür. Ekonomik bakımdan, ihtiyaçların tatmininden arzuların üretimine geçişi tetikler. Bir düşünce ve eylem dürtüsü olarak “mutluluk hali” esas itibariyle muhafazakâr ve istikrarlaştırıcı bir öğe olmuşken, “mutluluk arayışı” etkili bir istikrarsızlaştırıcı güçtür. Nitekim hem insanlar arasındaki bağlar ve toplumsal ortamları hem de kendini tanımak yolunda harcanan emeğin oluşturduğu ağ için en güçlü antifriz bu arayıştır. Bu, “katı” moderniteden “akışkan” modernite evresine geçişten sorumlu olan nedensel karmaşa bakımından esas psikolojik öğe olarak düşünülebilir.
De Tocqueville, aynı anda, hak, görev ve yaşamın başlıca amacı mertebesine yükseltilen “mutluluk arayışı”nın psikolojik etkileri hakkında şunları söylüyor:
[Amerikalılar] mutluluğun çekiciliğini bilecek kadar onu yakından görür, ancak onun tadını çıkarmak için yeterince yakınlaşmaz. Mutluluğun zevklerine tamamen varmadan önce de ölmüş olacaklar… Bolluk ortasında, demokrasilerin sakinlerine çoğunlukla musallat olan tuhaf melankolinin ve sükûnet dolu rahat ortamlarda onları kimi zaman ele geçiren, yaşamaya duyulan nefretin nedeni işte budur.9

Antik çağdaki bilgeler “evrensel mutluluk arayışı” çağının başlangıcından çok uzun zaman önce bunu tahmin etmiş ya da sezinlemişlerdi. Bu belirgin paradokstan anlam çıkarmaya ve bunun mutluluk arayışındakiler için kuracağı tuzaktan sakınmanın ya da sıyrılmanın yollarını planlamaya heves etmişlerdi. Lucius Anneus Seneca “Mutlu Yaşam Üzerine” mütalaalarında şuna dikkat çekiyordu:
En yüce iyi, ölümsüz olandır, geçip gitme eğiliminde değildir, pişmanlığı olduğu kadar bıkkınlığı da dışlar. Asil bir zihin asla kararlarında sendelemez, asla kendini hor görmez, yaşamında kusursuz olan bir şeyi asla değiştirmez. Tensel hazlar açısından ise tam aksi geçerlidir: En yüksek sıcaklığa eriştikleri anda soğuverirler. Tensel hazzın hacmi büyük değildir ve dolayısıyla hızlıca dolar, haz bıkkınlığa ve baştaki şevk can sıkıntısı ve miskinliğe dönüşür.10
Netlik uğruna, Seneca ilk cümledeki akıl yürütmeyi tersine çevirse çok daha iyi olurdu: İyi şeylerin ölümsüz olduğunu varsaymak yerine, en yüce iyi olarak görülmesi gerekenin –zamanın aşındırıcı etkisine karşı kesinlikle ölümsüz ve dirençli olmak sayesinde− ölümsüz olan şeyler olduğunu söyleyebilirdi. Seneca’nın öğüdü ya da uyarısı ne kadar ikna gücü taşımış olursa olsun, bu gücü her şeyden önce, zamanın akışını tuzağa düşürmek, ehliyetsiz kılmak, yavaşlatmak ve neticede önleyip, aşındırıcı gücünden mahrum etmek konusunda her yerde karşımıza çıkan, azim dolu insan düşünden; ölümlü insanların varoluşun uzun sürmesine, bitimsizliğine, hatta ebediliğine duydukları doyurulmamış ve doyurulamaz arzudan alıyordu. “Bilgi ağacı”nın meyvesini daha önce tatmış oldukları için, ölümlü insanlar, ne kadar umutsuzca ve ısrarla çabalasalar da, faniliklerini unutamaz ve unutmayacaklardır. Bu yüzden insanların, kendilerinden acımasızca ve tümden esirgenmiş olan büyülü ve büyüleyici diğer meyveyi, yani “yaşam ağacı”nın meyvesini, şehvetle arzulamayı bırakması pek mümkün değildir.
Ne “baki olduğu için değerli” ile “geçici olduğu için faydasız” olan arasındaki ayrım, ne de ikisini ayıran kapatılamaz boşluk, insan mutluluğu üzerine düşüncelerden şimdiye kadar bir an olsun çıkmıştır. Dünyanın kendisinin fütursuz ebediliğine kıyasla, bireyin bu dünyadaki bedensel varlığının küçük düşürücü ve aşağılayıcı anlamsızlığı, hiçliği iki bin yılı aşkın bir süreden beri filozofların (ve felsefi bir ruh haline girip öyle kaldıkları kısa süreler boyunca filozof-olmayanların) yakasını bırakmamıştır. Ortaçağda bu husus, ölümlülerin en yüce amacı ve ulu meselesi mertebesine yükseltilmiş ve ahiret hayatının sonsuz saadetine zorunlu ve dolayısıyla makbul bir giriş olarak fani dünyevi varoluşun acısını ve ıstırabını açıklamanın (ve umutla ilzam etmenin) yanı sıra, tinsel değerleri bedensel hazların üzerine çıkarmak için de kullanılmıştı. Modern çağın gelmesiyle birlikte, yeni bir kılıkta, “toplumsal bütünün” –ulusun, devletin, ülkünün…− çıkarlarıyla yan yana konduğunda, gayet kısa ömürlü, fani ve başıboş olduğu görülen bireysel çıkar ve kaygıların beyhudeliği kılığında ortaya çıktı.
Bireysel faniliğe karşı dünyevileştirilmiş yeni ve güçlü bir cevap, modern sosyolojinin kurucularından biri olan Émile Durkheim tarafından ortaya atılıp derinlemesine tartışıldı. Durkheim “toplum”u Tanrı’dan ve onun yaratımı ya da cisimleşmesi olarak düşünülen Doğa’dan boşalan yere yerleştirip orada kurmaya çabaladı. Böylece yeni gelişmeye başlayan ulus-devlet için, ahlaki buyruklar dile getirme, ileri sürme ve dayatma ve uyruklarının en yüksek

sadakatini buyurma hakkı talep etmeyi amaçladı. Bu hak önceden Tanrı ve O’nun kutsanmış dünyevi vekillerinin elindeydi. Durkheim çalışmasının maksadının tamamen farkındaydı: “En temel ahlaki fikirlerin uzun zamandır aracı hizmeti gören bu dini saiklerin yerini alacak rasyonel saikler bulmalıyız.”11 Durkheim’ın insanların aramasını tavsiye ettiği gerçek mutluluk Tanrı sevgisi ve O’nun Kilisesine itaatten, ulus sevgisi ve ulus-devlete itaate yöneltilmişti. Gelgelelim her iki örnekte, ebediliğin fanilik üzerinde üstünlüğüne dair aynı sav kullanılmıştı.
Eğer çabalarımız kalıcı hiçbir şeyle sonuçlanmazsa, içleri boş demektir ve beyhude bir şey için neden uğraşalım ki? … Son derece boş ve kısa olan bireysel hazlarımızın değeri nedir ki? …
Birey topluma tabidir ve bu tabiiyet onun özgürlük koşuludur. İnsan için özgürlük, kör, düşünceden yoksun maddi güçlerden kurtuluşa dayanır; bunu, koruması altına sığındığı toplumun büyük, anlayışlı gücüyle bu maddi güçlere karşı koyarak elde eder. Kendisini toplumun kanatları altına yerleştirerek, belli bir ölçüde, kendini topluma bağımlı kılar. Ancak bu özgürleştirici bir bağımlılıktır.12
Orwellcı çelişik düşünceye epeyce benzerlik ortaya koyan bir uslamlamada −tıpkı toplumun yerini almaya çalıştığı Tanrı’nın buyrukları ve Kilise koruyucularına itaat gibi− toplumun ve onun atanmış ya da kendi kendini atamış sözcülerinin katı taleplerine kayıtsız şartsız teslim olma, bir kurtuluş edimi olarak sunuluyordu: ebedi olanın fanilikten, tinin bedensel hapishaneden kurtuluşu; kısacası gerçek değerin sahte ikamelerinden kurtuluşu.
Öte yandan Seneca’nın reçetesi çoğunlukla kendine-yeterlilik ve kendi kendinin efendisi olmayla birlikte düşünülüyordu. Bu reçete aynı zamanda tereddüde yer bırakmayacak biçimde tamamen bireyselciydi. Ne Tanrının kadir-i mutlaklığına ne de yüce akla ve toplumun sınırsız kudretine dayanıyordu. Daha ziyade “asil zihinlere”, sağduyuya, bireylerin irade ve kararlılığına ve bu bireylerin bizzat hükmettiği güçlere ve kaynaklara hitap ediyordu. Onlardan acınası insanlık durumuna tek başlarına karşı çıkmalarını istiyordu; ve bunu, hem insanlık durumunun karanlık gerçeklerinden gözlerini kaçırmayı sağlayan kötü, aldatıcı, sahte terapiye sığınmadan, hem de geçici zevkleri kovalamadan yapmalarını istiyordu; gidilen bu yol söz konusu gerçekleri onlara, bir an bile fazla sürmeyecek şekilde, ancak kovalama devam ettiği sürece unutturabiliyordu. Bu, muhtemelen Seneca’nın tüm kalbiyle onaylayarak aktardığı Epiküros’un düşüncesiyle anlatmak istediği şeydir: “Eğer yaşamınız, doğaya göre şekillendirirseniz, asla fakir olamayacaksınız; eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz, asla varlıklı olamayacaksınız.”13; ya da “Yaygın kabul gören şeyin en iyi olduğunu düşünerek söylentiye boyun eğmemiz ve birçoğumuzun izinden gidebileceği pek çok iyi şey bulunmasından ötürü akıldan ziyade öykünme ilkesiyle yaşamamız kadar başımıza bela getiren başka bir şey yoktur” yorumuyla; “Doğal arzular sınırlıdır; yanlış görüşlerden kaynaklanan arzular dur durak bilmez. Zira hatanın son durağı yoktur,” uyarısıyla; son olarak da “ne kadar çok insanla kaynaşırsak tehlike de o kadar artacağı” için “özellikle kaçınılması gereken en önemli” şey olarak “kitlesel kalabalıkları” seçme kararıyla da anlatmak istediği budur. “İnsanın kişiliğine en çok zarar veren şey, bir gösteri izleyerek zaman geçirmektir. Çünkü o anlarda, eğlence aracılığıyla, ahlaksızlık büyük bir kolaylıkla gelip içimize yerleşiverir.”14 Kısacası: Kabalalıktan kaçının, kitlesel dinleyici topluluklarından sakının, −felsefeye ve edinip sahip olabileceğiniz bilgeliğe ait olan− kendi düşüncenize kulak verin. Seneca, insan dünya üzerindeki geçici yolculuğunda kadim Tanrı’ya eşittir, der. Hatta bir bakıma insan Tanrı’dan üstündür: Tanrı’nın kendisini korkuya karşı koruyacak Doğası vardır. Ancak insanı korkudan her ne korursa korusun, insanın bunu kendi aklıyla üretmesi gerekir.
Sorun, ebediliğin insanlara yasaklanmış olmasıdır ve dolayısıyla hepsi acılar içinde bunun farkında olan ve kaderin bu hükmüne karşı gelmek için pek umut beslemeyen insanlar, trajik hikmetlerini kırılgan ve geçici hazların hayhuyunda bastırmaya ve köreltmeye çalışır. Bu, hiç kuşkusuz yanlış bir hesap olduğundan –ki bunun nedeni yanlış hesaba yol açan şeyle aynıdır (yani, trajik hikmet asla kovalanamaz ya da temelli olarak ortadan kaldırılamaz)− insanlar, maddi zenginlikleri ne olursa olsun, kendilerini ebedi tinsel yoksulluğa mahkûm eder: yani daimi mutsuzluğa (“İnsan kendini mutsuz olduğuna inandırdığı kadar mutsuzdur”15). Zor durumlarının sınırları içerisinde, mutluluğa giden yolu aramak yerine, yol boyunca bir yerlerde iğrenç ve menfur kaderlerinden kurtulabileceklerini ya da atlatabileceklerini umut ederek yan yollara saparlar –ancak, onları (içtenlikle istenen ama elde edilemeyen) keşif yolculuğuna çıkmak üzere harekete geçiren umarsızlığa varırlar nihayetinde. Bu yolculukta insanların yapabileceği tek keşif, kat ettikleri yolun, kendilerini er geç başlangıç çizgisine getirecek olan bir yan yol olduğudur.
İster amansız bir yazgının pençesinde olalım, ister evrenin sahibi olarak Tanrı bütün şeyleri buyurmuş olsun, isterse de insana dair olaylar tamamen şansa bağlı olsun; bizi koruma görevi felsefenindir. Bizi neşeyle Tanrı’ya ve isyankârlıkla talihe boyun eğmemizi teşvik edecek olan felsefedir; Tanrı’yı nasıl takip edeceğinizi ve onun size hangi lütfu yollayabileceğini duymanızı size felsefe gösterecektir.16
Beyhude, beyhude, her şey beyhudedir: Seneca farkında olmadan Ecclesiastes’teki öncelinin mesajını tekrar ederek bunu kafalara sokmak ister gibidir: Kendini beğenmiş kişiye, hak etmediği ilgi, saygı ve hayranlık göstererek kendini küçük düşürme. Stoacı filozofların uzun soyunda, Seneca’nın ardılı olan Marcus Aurelius da bu görüşe katılır ve okurlarına şöyle bir nasihatte bulunur: “Göreviniz dik durmaktır, birileri tarafından dik tutulmak değil.” Bunu da şöyle açıklar:
Her şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, bedenlerimiz maddi dünyada kayboluyor, anılar zamanla yitip gidiyor; duyularla algılanan bütün nesneler −özellikle de verdiği hazla bizi kendimizden geçiren, yaşattığı acıyla korkutan ya da anlamsız şeylerden zevk almamızı sağlayan şeyler− nasıl da ucuz, aşağılık, adi, geçici ve ruhsuzlar…
Bedene dair her şey bir nehir gibi sürüklenip gidiyor, zihnin bütün ürünleriyse rüyalar ve sanrılardan ibaret… Peki yolculuğumuzda bize ne eşlik edebilir? Bir tek şey, yalnızca bir tek şey: felsefe.17
Marcus Aurelius’un nasihati, gündelik koşuşturmacadan, aşağılık her şeyden uzak durmaktır, çünkü bunlar geçici, ucuz ve adidir: “Dünyevi şeyleri çok yüksek bir noktadan aşağı bakıyormuşçasına görün.”18 Böyle yaparak, mutluluk vaadini yerine getirmeyecek, getiremeyecek şeylerin aldatıcı cazibesinden kaçınmış ve hüsranla son bulacak baştan çıkmalara karşı direnmiş olursunuz.
Bütün amaçsız gezilerinizdeki deneyiminizden biliyorsunuz ki iyi yaşamı hiçbir yerde –ne mantıkta, ne zenginlikte, ne şöhrette, ne de sefahatte− bulamadınız. O zaman nerede bulacaksınız? İnsan doğasının gerektirdiği şeyi yaparak… Dürtülerinizi ve eylemlerinizi yönetecek ilkeler edinerek bulacaksınız.19

Peki bu ilkeler ne olmalıydı? Marcus Aurelius “herhangi bir yeteneksizlik ya da kabiliyetsizlik mazeretine mahal vermeden” herkes tarafından uygulanabilecek şekilde belirlenmiş bazı ilkeleri şöyle sıralar: dürüstlük, şeref, sıkı çalışma, özveri, kanaatkârlık, tutumluluk, şefkat, bağımsızlık, sadelik, sağgörü, yüce gönüllülük. “Unutma ki seni yönlendiren zihnin kendi kendine yetebildiğinde yenilmez olur… Tutkulardan kurtulmuş bir zihin kale gibidir: İnsanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur.”20 Çağımızın dilini kullanacak olursak, Marcus Aurelius’un, mutluluk arayışında olanların nihai sığınağı olarak kişiliği ve vicdanı saptadığını söyleyebiliriz: Başka bir yerde ardında varis ya da vasiyet bırakmadan yitip gitmeye mahkûm olan mutluluk düşlerinin hüsrana uğramayacağı tek yer. Marcus Aurelius’un ileri sürdüğü mutluluk reçetesi kendi kendine yeterlidir, kendine gönderme yapar ve hepsinden önemlisi kendi kendini sınırlayıcıdır. Hatalı yolları bilip onlardan sakının, doğanın dayattığı ve kaçışın olmadığı sınırları kabul edin. Değişken olup hiçbir sınır tanımasalar da tutkular sizi yoldan çıkaracaktır, ama neyse ki tutkuları etkisiz ve güçsüz kılacak güçlü bir silah olan akla da sahipsiniz. Mutlu bir yaşamın sırrı tutkularınızı dizginlemek, aklınızıysa dörtnala koşturmaktır.
Yüzyıllar sonra Blaise Pascal, Seneca ve Marcus Aurelius’un mesajlarını harmanladı ve birleşimlerinin ortak özünü damıttı:İnsanlık onurumu aramam gereken yer uzam değil, düşünce yapımdır. Toprak sahibi olmanın bana faydası İnsanlık onurumu aramam gereken yer uzam değil, düşünce yapımdır. Toprak sahibi olmanın bana faydası

olmayacaktır. Evren uzam yoluyla beni kavrar ve bir parçacık gibi içine çeker; bense düşünce yoluyla evreni kavrarım.21
Bununla birlikte Pascal’ın da ekleyiverdiği gibi, asıl sorun, birçok insanın çoğu zaman akla yatkın bu nasihate aksi yönde davranmalarıdır. Mutluluğu, bulunamayacak yerlerde ararlar. Pascal en unutulmaz cümlelerinden birini şöyle bitirir: “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.” Orada burada koşuşturmak sadece “zihinlerini dağıtmanın” bir yoludur.22 Koşuştururken düşünceye çok az yer kalacağından, koşuşturmaya devam edin. Böylece kendinize daha yakından bakma görevinin dayanılmaz yükünden kaçınabilirsiniz: sürekli olarak, sonsuza dek ya da en azından bacaklarınızda pistte kalacak kadar derman kaldığı sürece. Bildiğimiz gibi, çoğu pist, kapalı daire şeklindedir: yuvarlak ya da eliptik olup hiçbir yere çıkmazlar; tur atarak koşmaya uygundurlar. İnsanların mutluluk arayışı olduğuna inandıkları (kendi zararlarına, kendilerini acı bir uyanışa mahkûm ederek, yanlış bir şekilde inandıkları) oyun için seçtikleri isim, varmak değil koşmaktır.
Birtakım insanlar her gün ufak bir meblağı kumarda oynayarak gamsız bir yaşam sürer. Her sabah kendisine, kumar oynamaması şartıyla, o gün kazanabileceği parayı verirseniz onu mutsuz edersiniz. İstediğinin kazanmak değil de oyun oymanın keyfi olduğu ileri sürülebilir…
Heyecan duymalıdır; kumar oynamayı bırakması anlamına gelecekse, armağan olarak istemeyeceği şeyi kazanmaktan mutlu olacağını hayal ederek kendini kandırmalıdır.23

Pascal insanların kendi içlerine bakmaktan kaçındıklarını ve müşkül durumlarıyla yüz yüze gelmekten kaçmanın nafile umuduyla koşturduklarını ileri sürer. Bu müşkül durum da insanların ne zaman evrenin sonsuzluğunu hatırlasalar kendi mutlak önemsizlikleriyle yüzleşmeleridir. Böyle yaptıkları için Pascal onları tenkit edip kınar. Bütün mutsuzluklar için esas suçlanması gereken şeyin, sakince oturmak yerine hastalıklı bir koşuşturma hevesi olduğunu söyler.
Gelgelelim Pascal’ın, üstü kapalı da olsa, bize mutlu ve mutsuz bir yaşam arasındaki seçim yerine, iki mutsuzluk türü arasındaki seçimi sunduğu söylenerek itiraz edilebilir: İster koşuşturmayı ister sakince oturmayı seçelim, mutsuz olmaya mahkûmuz. Hareket halinde olmanın (farazi ve yanıltıcı!) tek avantajı (hareket halinde olduğumuz müddetçe) söz konusu hakikati bir süreliğine ertelememizdir. Pek çok kişinin kabul edeceği üzere, bu da odalarımızın içinde oturmaktansa kendimizi dışarı atmanın gerçek avantajlarından biridir. Bunun direnmesi güç bir ayartma olduğu konusunda hiç şüphe yoktur. İnsanlar bu ayartmaya kapılmayı tercih edecek ve cezbedilip baştan çıkarılmaya müsaade edecektir. Zira baştan çıkarıldıkları müddetçe, kendilerini koşmaya sevk eden ve “seçme özgürlüğü” ya da “kendini ispatlama” denen şeyle perdelenen, zorunluluk ve düşkünlüğü keşfetme tehlikesini uzaklaştırmakta başarılı olacaklardır. Ancak kaçınılmaz olarak, erdemleri hayata geçirmenin ve bunun sorumluluğunu almanın yol açtığı ıstıraptan kurtulmak uğruna, bir zamanlar sahip oldukları, ancak artık, terk ettikleri bu erdemleri nihayetinde arzulayacaklardır…
Bu yüzden filozofların bu ayartmaya direnmek ve dolayısıyla boyun eğmeyi reddetmek için, “soylu zihin”, bütünlüklü bilgi ve güçlü karakter gibi ayrıcalıklı, nadiren bahşedilmiş niteliklerin gerektiği konusunda ısrar etmelerine şaşmamalı.
Pascal’dan birkaç yüzyıl sonra, Max Scheler, Ordo Amoris’te “kalbin, tinsel bir varlık olarak insanın özü olarak adlandırılmayı bilme ve istençten çok daha fazla hak ettiği”ni vurguluyordu.24 “Kalp” burada cazibe ve iğrenme hisleri −sevgi ve nefret− arasındaki seçimi temsil eder.
Bir insan yaşamının seyrindeki iyi şeyler, pratik şeyler, iradesini dayandırdığı istenç ve eyleyişlere direnişler, adeta insanın ordo amoris’inin [düzen sevgisi] özel seçici mekanizması tarafından her zaman en önce gözden geçirilen ve “görülen” şeylerdir…. Bilfiil dikkat ettiği, gözlemlediği veya gözden kaçırıp fark etmeden bıraktığı şey, bu cazibe ve iğrenmeyle belirlenir.
Scheler insanın bir ens cogitans ya da ens volens (bilen ya da isteyen varlık) olmadan önce bir ens amans (seven varlık) olduğunu söyler. “Kalp” sadece kendi kurallarıyla, yaşam yolunda belirlediği kurallarıyla yaşar ve diğer bütün kurallara duyarsız ya da kahramanca itaatsizdir. Bu benlikçilik açısından kalp, bütün diğer mantıklardan ödünç alınan şeyleri inatla reddettiği bilinen Akıl’a benzer. Scheler, Pascal’a uyarak, her ne kadar Akıl’ın “anlayışı hiçbir şey bilmese ve asla hiçbir şeyi bilemeyecek olsa da” kalbin de “kendi düsturları olduğunu” söyler.25 Zira kalbin düsturları, Akıl’ın kendi yuvası ve aynı zamanda ayrıcalıklı ve yakından korunan sahası olarak beyan ettiği “nesnel belirlenimler” ve “sahici zorunluluklar” değil, “kendinden menkul” düsturlar, yani dürtüler ve istençlerdir. “Sertlik, mutlaklık ve dokunulmazlık açısından aşağı kalır yanları” olmasa da bunlar Akıl’ın soruşturduğu düsturlara hiç benzemez. Aklın savları kalbin yolunun mantığını kavramaya ve daha da önemlisi onun yolunu değiştirmeye çalıştığında talihsiz ve çaresiz kalır.
Kendi düsturlarına göre “kalp”, dünyayı bir değerler dünyası olarak kurar. Değer de, doğası gereği, her zaman önde gelen, her zaman olduğundan daha ileridedir: Zaten şu anda burada olan hiçbir şey, değeri tamamen barındıramaz. Dolayısıyla önceden var olan hiçbir durum yoktur ki değere doğru uzanan bir kalple karşılaştığında, bir insanın kişisel tatminin rahat koltuğuna gömülmesini, sessizce oturmasını ya da kıpırdamadan durmasını sağlayabilsin (“Aşk sever ve severken de her zaman sahip olduğundan daha fazlasını arar,” der Scheler.26 Onu doğuran dürtü tükenebilir; aşkın kendisiyse tükenmez). Bir değer aracılığıyla eyleme geçen aşk, arzu, şehvet henüz olmayan bir şeye odaklanır; bunların nesnelerinin hepsi gelecekte yer alır ve gelecek, duygularla yaklaşılamayan, irdelemekle bulunamayan, hiçbir ampirik testle saptanamayan ve bütün hesaplamalara meydan okuyan mutlak ötekiliktir. Aklın bu tür nitelikleri olan nesneler hakkında söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Akıl, değerler ringe çıktığında sevinçle havlu atar; seçimler hakkındaki bütün savların kendi sahasının dışında olduğunu ve dolayısıyla itibarını zedelediğini ilan ederek geri çekildiğini açıklar: de gustibus non est disputandum −zevkler ve renkler tartışılmaz. Değerlerin ne “meselenin gerçekleri”nden çıkarılabileceğini, ne de bu gerçeklerle doğrulanabileceğini ya da yalanlanabileceğini ikrar ederek elinde hiçbir alet olmadığını itiraf eder. Değerler ringde tek başına kalır. Görünürde ne bir rakip ne de destek vardır. Her şey kendi elindedir artık. Dolayısıyla aşkın sahiden de tükenme tehlikesi yoktur. Ama aynı zamanda dinlenme umudundan da yoksundur. Finalin nasıl olacağından asla emin olmadan ve ilk hamlenin ne kadar tesadüfi ya da kritik olabileceği konusunda sonsuza dek şüphe içinde kalarak bir hamleden diğerine geçer durur.
Scheler şöyle bir gözlemde bulunur: “Bir insanın bütün yaşamını ya da yıllar ve olaylar silsilesini incelediğimizde, aslında her tekil olayın tamamen tesadüfi olduğunu görebiliriz. Bununla birlikte gerçekleşmeden önce bütünün her parçası öngörülemese dahi, bu olayların bağlantıları, ilgili kişinin özü telakki etmemiz gereken şeyi yansıtır kesinlikle.”27 Mesaj gayet açıktır: Sahip olduğumuzu hepimizin bir şekilde bildiği ancak ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım neye benzediğinden asla emin olamadığımız şeye, yani kişinin karakterine indirgenir mesele (eğer emin olduğumuzu kabul edersek elbette yanılırız…). Bir bireyin kaderi onun talihi değildir. Pontius Pilatus’un kötü şöhretli jestine öykünerek, “bizim eylemediğimiz” bir şeyi yadsımak amacıyla “talih” olarak adlandırdığımız şey, gerçekte yaşamımızın seyri içerisinde, büyük ölçüde bireyin yaşamında ama bütünsel olarak türlerin yaşamında şekillenir. Bilerek veya bilmeyerek sen, ben ve hepimiz kaderlerimizi tek tek, ayrı ayrı veya hep birlikte şekillendiririz ve şekillendirme ya da yeniden şekillendirme işine devam etmek için gerekli kaynaklar ve/veya istencimiz tükendiğinde de, bu “talih” olup çıkar.
Uzun lafın kısası, kişisel kaderimizi, gayri şahsi talihin eşiğinde bırakmaya çalışırız ki bunun sebebi de seçimlerimizin, yaşamlarımızın seyri üzerinde hiçbir etkisi olmaması değildir; böyle yaparız çünkü etkide bulunduğumuz anda ne tür bir etkide bulunduğumuz ya da bulunmak üzere olduğumuzun farkında değilizdir (ve tamamen farkında olamayız). Başka bir deyişle, bir fark yaratırız, ama ne tür bir fark yarattığımızdan emin olamayız. Yaptığımız ya da yapmaktan vazgeçtiğimiz her şey bir fark yaratacaktır –bu konuda elimizden hiçbir şey gelmez.

Benzer İçerikler

USTADIR ARI-YAŞAR KEMAL

yakutlu

Deniz Duası

yakutlu

Biz Aslında Neyiz? | Hüseyin Tunç

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy