Hizmetçi kız önde, Ahmet arkada taşlığa girdiler. Taşlık genişti, loştu, serindi. Bu kız da niye böyle ayaklarının ucuna basarak yürür? Evde hasta mı var? Bir de ne görsem, ben de öyle yürüyorum. Allah kahretsin, birilerini uyandırmaktan çekiniyor-muşum gibi. Ahmet iskarpinlerinin nalçalı topuklarını taşlarda şakırdatmaya başladı. İnadına.
Büyük bir salona girdiler. Burası taşlıktan da loştu.
— Az beklesinler, dedi beyefendi sizin için. Sofradalar.
Ahmet keten kılıflı, kocaman koltuklardan birine oturdu.
Kılıfın altında ne var, biliyorum : Yaldızlı tahta oyma, kırmızı kadife. Büyükbabamın Üsküdar’daki yalısındakiler gibi.
Sağdaki duvar buzlu camekân, yemek odaları onun arkasında. Karnım da bir aç, bir aç. Ahmet’in açlığını yemek kokusundan çok çatal bıçak sesleri artırıyordu. Karşıda bir, iki, üç, dört, beş… beş çekmeceli ceviz bir konsol duruyor… aynasının içinde gözlerimi bir açıp bir kısıyorum. Burnumu da kaşıyorum. İnce bıyıklarımı, bıyıklarıma kaytan dersem övünmek gibi mi olur, boyuna çekiştiriyorum, Allah kahretsin.
— Safa geldiniz, Ahmet Bey evladım.
Ahmet ayağa kalktı.
— Safa bulduk, enişte.
Şükrü Bey ince uzundu ve kır saçlıydı.
Ahmet’le Şükrü Bey eniştesinin son buluşmaları, bundan iki yıl kadar önce, 1923 kışında Moskova’da oldu. Bir halı işi dolayısıyla Moskova’ya gelen Şükrü Bey, bilmem ne yüzünden, tevkif edilince, o zamanlar orda üniversitede okuyan Ahmet’in
7
yakın akrabası olduğunu söylüyor. Ahmet’e, bir akşam, saat yedi sularında, Çeka’dan telefon ediyorlar. Evet, akrabamdır, dedim, evet, eski ittihatçılardandır. Ajan değildir. Sanmıyorum. Kefil olabilirim. Şükrü Beyi bir saat sonra Ahmet’in odasına getiriyorlar. Kara havyarından votkasına kadar borç harç, şahane bir sofra donatmıştım. Şükrü Bey yiyor, içiyor. “Ahmet Bey evladım, bu iyiliğinizi ömrümün sonuna kadar unutmam,” diyor.
— Nasılsın, Ahmet’çiğim?
— Teşekkür ederim, teyze, !y!yım.
Cemile Teyze hâlâ güzel. Şeytanın dişisi olsa, bu dişi şeytan da güzel olabilse, işte öyle bir güzellik.
Cemile Teyzeye çocukluğumda sevdalıydım. Büyükbabamın Üsküdar’daki yalısının hamamında beni, üç yaşımdayken, bacaklarının arasına sıkıştırıp nasıl yıkadığını hâlâ anlatır, ben de hâlâ kızarırım.
Şükrü Bey öksürdü.
— Sorması ayıp olmasın amma, Ahmet Bey evladım, İzmir’i teşrifinizin sebebi?
— Bir iş bulabilirim diye düşündüm, enişte. Yapabileceğim bir İş. Herhangi bir İş… İstanbul’da iş bulmanın yolu yok artık.
Şükrü Bey öksürdü. Ne diyeceğini biliyorum.
— Vallahi, Ahmet Bey evladım, iyiliğinizi unutmuş değilim. (Hiç ummadığım bir şey yaptı, sağdaki pencereye gitti, bana da yaklaşmamı işaret edip kapalı perdeyi azıcık araladı. Güneşli manolya ağacının dalları arasından, bahçe duvarının üstünden sokak görünüyor.) Şu karjı.^ köşede çömelmiş herife
bakın. Dilenciye. Taharri kerata… Göz hapsindeyim. Enişteni rahat bırakmıyorlar, Ahmet’çiğim. Politikadan elini ayağını çekti, ama onlar hâlâ peşindeler. Dönün İstanbul’a, Ahmet Bey evladım. Ortalık biraz durulsun, ben size haber yollanın. Dönüş paranız yoksa vereyim. Moskova’dan borçluyum.
— Param var.
— Sizin gazeteleri filan da kapattılar mı?
— Kapattılar.
— Tevkifata başladılar mı, sizinkilerin de arasında?
— Hayır.
— Fotoğrafınız vardır, bura polisinde.
— Sanmıyorum.
— Vardır, vardır. Bana geldiğiniz duyulursa ikimizin de başı nara yanar. Tevkif edecekler sizinkileri de, edecekler. Beni de verecekler İstiklal Mahkemesi’ne. Verecekler. […]
Sokak kapısının önüne çıkınca Ahmet’in gözleri kamaştı. Köşedeki dilencinin yanından geçmemek için sola saptı. Herif gerçekten de taharri mi? Yoksa Şükrü Bey beni atlatmak için mi uydurdu bunu?
Yokuşu İnıneye başladı. İzmir’in bu zenginler semtinin kapalı pancurlarında, manolyalarında, kiremitlerinde çok sıcak gün ışığından başka kimseler yoktu, bir de karşılarda, aşağılarda İzmir koyu, geniş, durgun, kapalı. Bu koya neresinden girilir? Bu koyun neresinden çıkılır açık denize? Bu sulara 1919’da Yunan donanması demirledi. Yunan orduları bu kıyılardan bastı ayağını Anadolu toprağına İngilizin emriyle ve arpalar biçilip buğdaya başlanırken ve yine burdan 1922 sıcaklarında döküldüler denize, arkalarında yaktıkları şehri bırakarak. Yukardan böyle bakılınca, yangın yerleri, şehrin içinde öbek öbek ve karmakarışık boşluklardı. Ahmet, alevlerin arasından İzmir’e giren Türk atlısını gördü. Her nedense bir tek atlıyı, her nedense Adana köylüklerinden bir atlı. Niçin Adana köylüklerinden? Bir elinde al sancak, bir elinde yalın kılıç… 1922 sıcaklarında İzmir’e ilk giren Adanalı atlı şimdi, 1925’te nerelerdedir? Ne yapıyor? Hangi beyin çiftliğinde ırgat? Yarıcı? Ya Yunan komünistleri? Yunan ordusunu isyana çağırdıkları için kurşuna dizilenler değil; onlar Anadolu toprağında yatıyor, Mehmetçiklerle yan yana, ötekiler, hapse atılanlar? Hâlâ bir. Yunan adasında, demirlerin arkasındalar mı?
Ahmet indi yokuşu. Aşağıda, Kordon’un arka taraflarında bir kahveye girdi. Kaşar peyniri, simit, çay, nargile ısmarladı. Ben Şükrü Beyin beni adatacağını söyledirndi bizimkilere. Yok, ille de git gör. İş bulur enişten sana. Buldu… Legal imkânlardan sonuna kadar yararlanmalı. Yararlandık. Bari polise haber vermese bizi Şükrü Bey eniştemiz. Yine kaşar peyniri ısmarladı. Bir yağlı simit daha. Yemeğe bile çağırmadılar. Nargileyi getiren garsona bir çay daha ısmarladı. Gidip haber verecek. Telefon eder. İttihatçıları da sıkıştırdıklarına göre Şükrü Bey gerçekten de listenin başındadır. Ahmet ömründe iki kere, İstanbul’da nargile içmişti. İzmir’in
nargilesi çarpar derler alışık olmayanı. Gerçekten de öyle. Başı dönüyor-. Gözlerini yumdu. Güneşli bir saman sarısı doldurdu karanlığını. Merhaba, Anuşka. Sol böğründen bıçak yemiş gibi bir acı duydu. Açtı gözlerini. Hoşça kal, Anuşka. İçeri bir herif girdi. Birisini arıyormuş gibi bakındı. Soldaki masaya oturdu. Kabarık, koskocaman, yarı inik gözkapakları altından beni gözetliyor. Kahvesini içip gitti. Şu soldaki masadan kalkan herif kimdi diye soracaktım garsona az kalsın.
Ahmet kahveden çıktı. Vakit ikindiye dönmüştü, ama İzmir’in taşlarında hâlâ öğle sıcağı tütüyor.
Bir yangın yerinde, Ahmet, ansızın denizle karşılaştı. Çıplak bir deniz. Yangın yeri de çıplak. Kendim de çırılçıplak ortaya düşmüşüm. Gözetliyorlar beni.
İç sokaklara saptı, bir mahalle camiine girdi. Çürümüş hasırla içyağı kokuyordu. Mimberin yanında üstübaşı yırtık pırtık, iki gözü akmış genç bir adam dizleri üstünde sallanarak Kuran okuyor. Çıplak ayakları tertemiz ve tabanları nasırlı.
Ahmet oturdu, başını duvara dayadı.
Bebekken Ahmet’i Mesneviyle uyuturdu dedesi, ninni yerine.
Yatılı okuldan çıktıktan sonra — orada namaz, oruç zorunluydu — namazı da, orucu da bıraktım. Kuran’ı da hiçbir zaman doğru dürüst okuyamadım. Esresi, üstünü, şeddesi, yardım edeceğine, hep şaşırttı beni. Ama dindardım. Daha doğrusu, Allah’ın var olmayabileceğini düşünmemiştim. Sonra bir gün Allah’ın varlığını, yokluğunu değil de, dindar adamın Tanrıdan mükâfat beklediği için, cennete) girmek için, ölümsüz bir hayata kavuşmak için sevap işlediğini–ve cezadan, cehennemden korktuğu için günahtan kaçındığını düşündüm. Dindar adamın bu hürriyetsizliği, bu bencilliği, hiç dindar olmamışım gibi şaşırttı beni. Ahmet o gün bu gündür bütün işlerini mükâfat kaygısıyla ceza korkusunun dışında yapmaya çalıştı. Yakamı Tanrının elinden kolayca sıyırmamın nedenlerinden biri de, Anadolu din adamım, işinin üstünde görüp tanımamdır. Bu adam, ne Mevlevi dedeme, ne de yatılı okulda dinbilgisi öğreten, kravatlı, penseli hocamıza, hatta ne de bizim Üsküdar’daki mahalle camiinin nüktesever imamına benziyordu. Bu adam, masallardaki ejderha gibi çeşmenin önüne oturup suyunu kesmişti. Yanında, cahilliğin, batıl itikatların, ikiyüzlülüğün, hoşgörmezliğin, karanlık bir terörün sancağı dalga-
lanıyordu.
Ahmet, başı hep böyle duvara dayalı, uyudu. Uyandı. Saatine baktı. Cami iyiden İyiye kararmıştı. Üç ihtiyar girdi içeri. Belki ak sakalları, belki de inanılmayacak kadar yamalı hırkaları yüzünden birbirlerine üçüzmüşler gibi benziyorlar. Kör hafız hâlâ Kuran okuyor. Bir de kederliyim, Allah kahretsin. “Dinle neyden ki hikâyet kılmada, ayrılıklardan şikâyet kılmada.”
Ahmet dışarı çıktı. Cami avlusunun kapısındaki fenerin aydınlığında duraladı. Eşikte biri oturuyor. Şükrü Beyin gösterdiği dilenciye benziyor. Belki de benzemiyor. Demek ki, bal gibi takip edilmişim. Dilencinin önünden geçti. Demek Şükrü Bey ben çıkar çıkmaz… Ama belki Şükrü Bey haber vermedi de, herif kendiliğinden takıldı ardıma. Akşam buluşacakları yeri, sabahleyin İsmail iyice tarif etmişti. Ardı sıra yürüyorlarmış gibi geldi Ahmet’e. Dönüp bakmak eşeklik olur. Yüreğinin böylesine küt küt atmasına içerledi. Köşede ansızın durdu. Geri döndü. Kimseler yok. Evlerin kafeslerinden dökülen ışık parçaları ortalığın kimsesizliğini bir kat daha ortaya çıkarıyor. Sola saptı. Ya atlattım herifi, ya da
evhama kapılıyorum, Allah kahretsin.
İsmail, bir taş merdiven kalıntısının alt basamağında, cıgarasını avucunun içinde içerek oturuyordu. Yola koyuldular. Ay doğdu. Tahtaları kararmış, çoğu da cumbalı, evlerin arasında, daracık sokak, eğri büğrü, bir başına sürünüp gidiyor. Bir de sessizlik, bir de yalnızlık. Küçücük bir balığım. Böyle bir duyguya, yine böyle ay ışığında, karanlık bir trenden inip bilmediğim, tanımadığım Harkof’u dolaşırken de kapıldımdı.
Şehrin dışına çıktılar. Ay ışığının ıssızlığı derinden derine güm güm eden bir motor sesiyle dolmaya başladı. Telaşlandım. Tozlu bir şosede ilerliyorduk. Görünürlerde ne ev, ne ağaç. Sağdaki çıplak tepenin eteğine vardık. Motor gümbürtüsü iyice arttı. Tepenin yamacında, tek başına, taş bir kulübe. Penceresiz.
— Bu motor neyin nesi, İsmail?
— Gece gündüz su çekiyorlar. Bir saat ötede.
İsmail kulübenin tahta kapısındaki kocaman asma kilidi açtı.
Il
Gaz lambasını yaktı. Ahmet iki portatif karyoladan birine oturdu.
— Geleceğimi bilmişsin gibi.
— Biri Ziya’dan kalma.
Yer topraktı. İsmail tel dolaptan ekmek, beyaz peynir, domates, hıyar, tuz, bir şişe de su getirdi.
— Takip edilmediğimize emin misin, İsmail?
— Herifler ruh değil ya be kardeşim, çakardık.
Ahmet kalktı, bir yandan hıyarı ısırıyor. Ayaklarını yere vurdu :
— Toprağın altı taş çıkmaz inşallah.
— Niye taş çıkacakmış be kardeşim. Kazma, kürek de var, Ziya’dan kalma. Tahtaydı, testereydi, neydi, teker tüker taşının.
— Sende kalacağıını bilen yok, değil mi, İsmail?
— Geldiğini bile daha söylemiş değilim arkadaşlara. (Ağır ağır soyunmaya başladı.) Senin bavulu ben alının emanetçiden, sen şehirde pek gözükme.
Paçadan bağlı patiska donu, düğmeleri kopuk iç gömleğiyle kamıştı. Ellerinin iriliği, esmerliği, gençliği büsbütün çıkmıştı ortaya.
Ahmet yine yeri ayaklarıyla yokladı.
— Yarın burasını ölçer, biçer bir pl\ln çizerim.
— Bence derinlik de, genişlik de iki buçuk metreden az olmamalı. Karakalem bir de resmimi döktürürsün artık.
— Senin fabrika çok mu uzak burdan, İsmail?
— Bir saat çeker. Şafakla kalkıyorum. (Zilinin kapağı kendinden büyük bir çalar saati kuı\uyordu.) Ziya’dan kalma. (Saati yastığının altına. soktu.) Seni_.ı/yandırmasın diye.
Ahmet soyunmaya başladı. İsmail çekti battaniyeyi çenesine kadar.
— Teldolapta çay şeker filan var. Ahmet, – gazocağı da köşede. Ziya’dan kalma. Şimdi şu lambayı üfleyiver.
— Kapıyı kapatayım mı?
— Ay ışığında uyuyabilirsen kapama. Hava alırız… Ziya uyuyamazdı.
Ahmet kısa donu, kolsuz ten fanilasıyla kalmıştı.
İsmail’in çenesine battaniyenin sert tüyleri batıyor. İsmail’i bundan 13 yıl sonra, 1938’de, Ankara’da, Askeri Hapisane’de, altı ay tecritte tutacaklar. Tecrit dediğin taş bir oda. Penceresi demir
parmaklıklı ya, camları yok. Kar içeri yağacak. Yer de çimento. İsmail hatırlayacak bu geceyi, bu gece battaniyenin çenesine batışını, Ahmet’in lambayı üfleyip de bir türlü söndüremeyişini.
-— Şunun fitilini kıs be Ahmet.
Ahmet fitili kısmadan üfleyip söndürdü lambayı.
Ay ışığı açık kapıdan içeri akıyor. İsmail inceden inceye horlamaya başladı. Motor sesi güm güm de, güm güm.
Ahmet sağa döndü, sola döndü, gözlerini sımsıkı yumdu, gözlerini açtı. Oturdu yatağın içinde. Ay ışığı olduğu gibi yüzüne vuruyordu. Motor sesi güm güm de, güm güm. Üsküdar’da, yalıda, yatağıının içinde oturur, denizde, başı sonu olmayan bir yolculuğa çıkmış motorlu teknelerin geceyi döven gümbürtüsünü, içim burkularak dinlerdim.
Ahmet kalktı, arkalıksız, hasır iskemleye atılmış pantolonundan cıgara paketiyle kibriti aldı. Arka cepteki tabanca az kalsın düşüyordu. Şunu atmasını beceremem de yine taşının, Allah kahretsin. Kapının eşiğine oturdu. Bir cıgara yaktı. Aşağıda bir başına uzayan şose motor sesiyle ürperiyordu.
Oturduğum yerde arada bir başımı kaldırıp, karşımda, benim gibi patates ayıklayan mavi gözlü kıza bakıyorum. Vakit öğleye yakın. Dışarda Moskova’ya kar yağıyor, ama Üniversite mutfağı sıcacık. Karşımdaki kız, başına, omuzlarına sardığı şalı niye çıkarmaz? Solumda ekonomi politik profesörüm; sağımda İranlı Hüseyinzade, öğrenci; onun yanında Çinli Sİ-YA-U, öğrenci o da; onun yanında Üniversite direktörümüzün yumurtası ve karbonatı fazla kaçmış pandispanya karısı; onun yanında tanımadığım biri, Rus olacak, burnundan belli; onun yanında başımı kaldırıp baktığım mavi gözlü kız; onun yanında boynundan ilikli gömleğinin göğsünde Kızıl Bayrak nişanıyla Petrosyan, Üniversite parti hücresi sekreteridir; hepimiz koskoca bir kovanın başında, tahta sıraların üstünde, halka olmuşuz, mutfak nöbetimizi tutuyoruz. Çuvallardan aldığımız patatesleri, birbirinden yamru yumru, birbirinden topraklı, Allah kahretsin, ayıklayıp kovaya atıyoruz. Ara sıra iki kişi kovayı götürüp su dolu bir teknenin içine boşaltıyor.
— Sıra sende, Ahmet.
Kalktım.
Sİ-YA-U, mavi gözlü kıza döndü :
— Sen de, Anuşka.
Kalktı. Uzun boyluymuş. Kovaya bir kıyısından 6, bir kıyısından ben yapıştık. Bacaklarının biçimini anlayamadım. Keçe çizmeler giymiş. Kovayı tekneye boşalttık. Muslukta ellerini yıkadı. Tombulca uzun parmaklı, ak eller.
— Nasıl olsa yine kirlenecek, Anuşka.
Karşılık vermedi.
— Sen kalemde mi çalışıyorsun?
— Senli benliliğimiz neden?
Eski parti üyelerinin, hele aydın Russalar, sizli biziiliklerini biliyordum : ama Üniversitede gençler, birbirimizi tanıyalım tanımayalım, senli benli konuşurduk. İçerledim:
— Eski aristokratsın, anlaşılan.
— Siz de proletere pek benzemiyorsunuz…
Öğle yemeğinde, yemekhanede aradım Anuşka’yı, bulamadım. İçine kara ekmek doğradığım yağsız lahana çorbasını silip süpürmeme engel olmadı bu. Bulaşık suyuna benzeyen ılık çayı da aynı oburlukla içtim.
Moskova’da, şafakla lapa lapa yağan kar, akşamüstü dindi, gece bastırınca yine başladı incecikten. Bugün nöbet üstüne nöbet tutuyorum. Üniversite avlusuna çekilmiş kamyonda kuru balık sandıklarının tepesindeyim. Kamyon geç vakit geldi, boşaltamadık. Asker postailanmın içinde ayaklarım buz kesiyor. İnip tepinmeli karın üstünde. Öyle de yaptım. İndim. Tepindim. Isındım. Sıtrasnoy Manastm’nın kuleiini görüyorum avludan. Bir kızak geçti. Kızakçının acayip kavuğu kar içinde. Kızaktakiler Nepman olmalı. Kürklerinden, kalpaklarından belli. Nöbet yerinde türkü söylenmez herhalde. Oysaki, Budyonni Marşını avaz avaz haykırmak geliyor içimden : Dayoş, Varşova! Dayoş, Berlin! Ver elini Varşova! Ver elini Berlin! Sıkı sıkıya tuttuğum tüfekten olacak, yahut Nepmanlardan. Sıtrasnoy Bulvan’na baktım. Karanlıkta, kar içinde uzayıp gidiyor. Bir kımıldanma işittim. Aklıma en olmaz şey geldi : Belki Anuşka’dır. Döndüm. Fenerin ışığında, yanıba-şımda, bir Bespirizorni, yani yersiz yurtsuz çocuklardan biri duruyor. Tepeden tırnağa çaputlar içinde. Bir lokmacığı açık kalan,
alabildiğine kirli yüzünde gözleri pırıl pırıl. Minicik burnu kırmızı. On iki yaşlarında var yok.
— Merhaba, amcacığım.
— Merhaba.
— Balık kokuyor, amcacığım.
— Kokabilir.
— Kamyon balık mı yüklü?
— Balık yüklü.
— Çoktan mı nöbettesin, amcacığım?
— Çoktan.
— Balık kokuyor.
— Kokabilir…
— Bana bir balık versen olmaz mı, amcacığım?
— Olmaz.
— Karnım aç.
— Bugün hiçbir şey çarpamadın mı?
— Bir çantacık. Boştu.
— Sizi bir yerlere topluyorlar. Yemek de, üst baş da veriyorlar. Niye gitmiyorsun?
— Ben hürriyete düşkünüm, amcacığım.
— Nerelisin?
— Volga boyundan.
— Nasıl geldin buraya?
— Yürüyerek. Trenle de. Yataklıda.
— Vagonların tekerlekleri arasındaki sandıkta yani.
— Öyle olsun… Bir balık, küçücük bir balık versen, kıyamet mı kopar?
— Veremem.
— Balıklar sayılı mı? Bir fazla, bir eksik, kim çakar?
— Ben,
— Vallahi karnım aç.
— Para versem?
— Ver.
Para verdim. Çapudarının bir yerine soktu.
— Bir de balık ver.
‘ — Para verdim ya.
— Bu saatte bütün dükkanlar kapalı. Para her zaman işe yarar mı sanıyorsun? Karnım aç. Bir minicik balık.
— Olmaz.
— Neden olmaz, amcacığım?
— Herkese bir tane versem, balık kalmaz kamyonda.
— Ben herkes miyim?
— Değil misin?
— Değilim. Ben Altıparmak Fedya’yım.
— Niye Altıparmak?
Sağ elini uzattı. Serçe parmağının yanında bir et parçacığı sarkıyordu.
— Cıgaran var mı, amcacığım?
Cıgara verdim.
— Ateş de ister misin?
— Aç karnına cıgara içmek olmaz. Balığı da ver.
Volga boyundan Altıparmak Fedya’ya bir balık verdim.
— Bir tane daha versen, amcacığım.
— Yooo… Çok oluyorsun artık.
— Kızma. Bunu al, bir büyüceğini ver.
Aldım. Bir büyüceğini verdim. Bir yerlerine soktu.
— Niye yemiyorsun? Hani açtın?
— Sanka’yla yeriz.
— O da kim?
— Oynaşım.
— Kaç yaşında?
— Benden küçük. Bir balık da ona…
— Haydi, haydi, bas bakalım…
— Kızma, gidiyorum.
Kollarını göğsüne kavuŞb,ırup kamburunu çıkararak uzaklaştı, durdu, döndü : )
— Burda balık dağıttığını söylemem kimseye, dedi. Nöbetçilerin hepsi senin gibi olsa, yandı Sovyet hükümeti… Hoşça kal, amca…
Avludan çıktı. Sıtrasnoy Bulvan’nın karlı karanlığında kayboldu.
Koğuşa döndüğüm zaman herkes uyumuştu, bir Sİ-YA-U’nun yatağı boş benimkisinin yanında. Ayaklarıma çorap yerine sardığım bezleri açarken, Sİ-YA-U girdi içeri. Sİ-YA-U, üniversitenin setre pantolonlu biricik öğrencisi. Rugan iskarpinleri, papyon
boyunbağı bile var. Fötür şapkası da var, ama giymiyor artık. Bir kere fötürle çıkmış sokağa, çocuklar, Sivetnoy Bulvar’da, “Burjuy, Burjuy!” diye ardına düşmüşler. Fransızcası çok güzel. Moskova’ ya Paris’ten gelmiş sanırsam, ama iyice bilmiyorum. Buraya resmi pasaportla gelmeyenler, ben de öyleyim, birbirlerine kimi şeyleri sormaz.
-— Sİ-YA-U, bak ne diyecektim? Anuşka neyin nesi oluyor?
— Müdürün daktilosu.
— Onu öğrendim. Anası babası kim yani?
— Babası mühendismiş. Kolçak kurşuna dizmiş. Annesi tifüsten ölmüş. Bonne nuit.
Motor sesi geceyi dövüyordu. Ahmet çıplak ayaklarını sürüye sürüye karyolasına gitti. Sırtüstü uzandı. Hoşça kal, Anuşka!
Uyandığım zaman kulübenin alacakaranlığına kapının aralıklarından yol yol gün ışığı sızıyordu. İsmail giderken kapıyı kapamış, açtım. Çok ince camdan bir bardakta, bu da Ziya’dan kalma olacak, çay içtim.
Ahmet lambayı yakıp kapıyı kapadı. Motor gürültüsü yine de duyuluyor. Bizim kazma sesi de duyulur mu dışardan? Tabancayı yatağın üstüne koydu. Şu kapıyı desteklemenin yoluna da bakmalı. Ne olacak? Kazarken basılırsam, kol demiri mi dayanır? Saatine baktı. Sekizi çeyrek geçiyor. Kulübenin orta yerini kazmaya başladı. Saatine baktı. Dokuz buçuk. Bir saat bir çeyrekte soluğumuz kesildi. Allah kahretsin. Su içti. Cıgara yaktı. Kapıyı açtı. Aşağıda şose hep öyle bir başınaydı, katkısız gün ışığı altında, toz içinde.
Ahmet kapadı kapıyı. Kazdığı toprağı arada bir köşeye atıyor. Saatine baktı. On ikiye on. var. Avuçlarım kabar kabar olmuş. Kulübe hamam gibi sıcak.
Moskova’nın soğuğu kurudur, çarpmaz insanı. Zenciler bile kolayca dayanıyor. Doğu Enstitüsü öğrencilerinin suaresine asker postallarım, dolaklarım, kalın bezden Rus gömleğimle gittim. Hoş, istesem de başka kılıkta gidemezdim. Büyük. salonda dans ediyorlar. Bir de kalabalık, bir de kalabalık. Sİ-YA-U’yu gördüm. Çok iyi dikilmiş lacivert kostümüyle, maskeli bir baloya, kılık değiştirip gelmişe benziyor. Beni görmedi.
Terlemeye başladım, Allah kahretsin. Ahmet şıpır şıpır terleyen yüzünü, gözünü çıplak koluyla sildi. Gömleğini çıkarmıştı. Kazmaya dayanıp belini doğrulttu.
Vay anasını, Sİ-YA-U dans ediyor, hem de Anuşka’yla. Kız beni gördü. Gülümsedi. Saçları saman sarısı. Boynu uzun, yuvarlak. Bacaklarına baktım. Kalın. Güzel olmayan bir yerini buldum diye sevindim.
Ahmet kapının önüne çıktı. Ceketini omuzuna atmış. Sucuk gibi de terliyim, saniyesinde de nezle olurum, Allah kahretsin. Öğle nevalesini, pastırmayı, ekmeği, domatesleri silip süpürdü. Şoseden tozu dumana katarak bir otobüs geçti. Ahmet kapıyı kapadı. Biraz dinleneyim, dedi, uzandı karyolaya yüzükoyun, bir de gözünü açtı ki İsmail başucunda :
— Canın çıktı anlaşılan.
— Kaç saat uyumuşum?
Kulübenin kapısı açıktı. Dışarda tertemiz bir akşam kararıyor.
Ahmet bavulu açtı.
İsmail sordu :
— Plan hazır mı?
— Plansız başladım. Ama çizerim. Moskova’da Devrim Müzesi’nde gördüm bir örneğini.
— Toprağı ben taşının dışarı, ortalık !y!ce kararsın da. Bir küfe var kulübenin arkasında. Ziya’dan kalma. Ne diyecektim, toplantı yarın akşam.
Eşiğe oturdular. İsmail tahinhelvası da getirmiş.
— Sen bana her gün bir \I stanbul, bir de İzmir gazetesi al.
Kulübedeki toprağı, küfenin bir kıyısından Ahmet, bir
kıyısından İsmail tutarak (Anuşka’yla patates kovasını taşıdığımız gibi) tepeye taşıdılar.
— Yarın ayrı ayrı çıkalım, İsmail, toplantıdan. Sende kaldığımı yine de bilmesinler.
Ertesi gece toplantıdan geç döndüler, ama Ahmet’in kazdığı toprağı tepeye taşımadan yatmadılar.
Yağmurlu bir akşam (İzmir yaz yağmurunun İstanbul’unkin-
den ne kadar ayrı olduğunu ilk anlayışım), İsmail getirdiği gazeteleri Ahmet’e uzatırken :
— Polis seni arıyor, dedi. Bir haftadır arıyormuş. İstanbullu iki Ahmet Kadri’yi tutup sorguya çekmişler. ,
— Şükrü Beyin işi.
— Belki de… Ama eşkâlini de verirdi. Karşılarına çıkan her Ahmet Kadri’nin yakasına yapışmazlardı.
— Yakalananlar bana benziyordur. Eşkâlimi İstanbul’dan sormuşlardır elbet. Mesele, İzmir’e geldiğimi kimden haber aldıklarında. Hem ne diye böyle sıkı arıyorlar beni?
— Tevkifler başlamış.
— Ne diyorsun?
Yüreğim tıpkı o takip edildiğimi sandığım akşamki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler, İstanbul’da, Ankara’da komünistlerin yakalandığını, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenlerin de şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasında ben de varım.
— Senin buraya geleceğini kimler biliyordu?
. — Bilenler ele geçmemiş… Burda bizimkileri polis…
— Tanımaz… Hüsnü’yü belki sorguya çekerler. Şimendifer İşçileri Cemiyeti’ni kapatırlarsa…
— Kapatacaklar.
Yağmur dindi. Motor sesi, nemli, sıcak karanlıkta boğuk, baygın yayılıyor.
Eşikte oturup zeytin, ekmek, tahinhelvası yediler.
— Ne ceza keserler bizimkilere dersin, Ahmet?
— İstiklal Mahkemesi bu, belli olmaz.
— Asacak değiller ya be kardeşim?
O gün kazılan toprağı taşımak için karanlığın iyice basması yetmedi, vaktin de iyice ilerlemesini beklediler. Çukurun ağzı bir metre kare kadardı, iki günde örtmeyi kararlaştırdılar. Tahta bir kutu yapacak, toprakla silme doldurup çukurun ağzına yerleştireceklerdi. Kapaktaki toprakla yerin toprağı karışacak, çukur istendiği vakit açılıp, istendiği vakit gizlenecekti.
Ahmet artık gündüzleri kapıyı açıp eşikte oturmuyor. Bütün gün gaz lambasının ışığında Ziya’dan kalma kitapları okuyor. Bir
tanesi de şiir kitabı.
— Şurdaki şiirlerden aklında ne kaldı, İsmail?
— Bir tek satır. Hangi limana gider bu yüz direkli gemi?
— Niye bu satır kaldı aklında?
— Direklerinden.
İzmir Şimendifer İşçileri Cemiyeti kapatıldı. İdarecilerini, Hüsnü’yü de sorguya çekip bıraktılar.
Aradan bir ay geçti. Bu bir ayda bir kere bile dışarı çıkmadım. Toplantıları bir süre geri bıraktım. Ziya’dan kalma kitaplar bitti. Gazeteleri ilanlarına kadar okuyorum. Resim yapmaya çalıştım, yüz direkli geminin resmini, beceremedim.
İsmail getirdiği nevaleyi masanın üstüne ağır ağır yaydı, sonra Ahmet’e döndü :
— Bizimkiler, dedi, Bursa’da “Yoldaş” diye bir gazete çıkarmışlar.
— Nasıl? Ne zaman?
— Tevkifattan önce. Bugün haber aldım.
— Peki, sonra?
— Kapatılmış…
Ahmet İzmir’e gelirken, İstanbul’dakiler ona : “Sen gizli matbaanın yerini hazırlarsın, dedilerdi, ama yalnız yerini. Sonrasını biz sana bildiririz.” Arkadaşların niçin böyle dediklerini, Ahmet, şimdi anlıyor. Legal imkânlardan sonuna kadar yararlanıp “Yol-daş”ı çıkaracaklarmış. Peki ama legal imkânlardan yararlanıp gizli matbaanın kâğıdını, harflerimi, mürekkebini, pedalını, bokunu püsürünü de depo etmek^yok muydu? Şimdi burda bir kuru çukurla kalakaldık işte. Anayasaya mı güvendi bizimkiler? Bizim burjuvazinin Anayasa filan taktığı var mı? Kürt isyanı patlak verince, “Bu öyle basit bir eşkiya hareketi değildir,” diye bir biz yazdık. “Kürt beylerinin, şeyhlerinin toprağını Kürt köylüsüne hemen dağıtmalı,” dedik. “Bu işte İngilizlerin, halifecilerin parmağı varsa, bu parmak kökünden ancak böyle kesilir,” dedik. “Kürt halkıyla Türk halkının arasına kan girmemeli,” dedik. Dedik oğlu dedik. Dedik de ne oldu? _
Ahmet’in aklından geçenleri işitiyormuş gibi konuştu İsmail :
— Hergeleler kökümüzü kurutmaya yeminliymiş be kar-20
deşim.
— Ne sandın ya… Bizim ağalar devrimci karakterlerini çoktan kaybetti. Yüzde seksenini hiç değilse… Bunu anlamalı, Allah kahretsin.
On yıl sonra olsaydı, yani 1935’te, Ziya, bir de canlı örnek verebilirdi İsmail’e, Ahmet’in bu iddiasını ispat için :
“İsmail,” diyebilirdi Ziya ona, “dün bir yerde kime rastladım biliyor musun? 925’te Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargıçlık etmiş mebuslardan birine; Herife sordum :
“— On yıl önce bizimle alıp veremeyeceğiniz neydi? dedim.
“Kurnaz kurnaz baktı suratıma :
“— Ziya Beyim, dedi, esmayı siz kendiniz üstünüze sıçrattınız. Benim iki çiftliğim var. Kürdün köylüsüne Kürt beyinin toprağını verseydik, bizim ayılar da bizim toprakları isterdi. Yol olurdu, Ziya Beyim, yol olurdu…”
Ahmet masaya, dayanarak kalktı :
— İstanbul’a gideceğim, İsmail.
— Delirdin mi be kardeşim?
— Kağıdın, pedalın filan yoluna bakmalı. Arkadaşlarla da bağı sağlamalı.
— İstanbul’da kimseler kalmamıştır. Hem trenlerde, vapurlarda kontrol nasıl biliyor musun?
Yine Hüsnü’nün evinde toplandılar. Ahmet’in gitmemesine karar verildi. Başka birisi de, İstanbul’daki adrese (Ahmet pek güvenemediğinden) yollanmadı.
Gündüzleri gaz hmbası yakmıyorum. Kapalı kapının aralıklarından sızan güneş ışınlarındaki tozların oyununu, cilvesini, cümbüşünü, çılgın canlılığını seyrediyor, “Hangi limana gider bu yüz direkli gemi?” diye Anuşka’ya soruyorum. Geceleri karşıma oturtup, iki portresini yaptım İsmail’in. Birini beğendi, kendine benzemeyenini…
Aradan üç hafta geçti.
Kapıyı açıp güneşe çıkmak, çukurun toprağını yaymış olduğumuz tepede sırtüstü, on dakikacık yatmak!.. İsmail’in dönme vakitlerini, ilkönce saatlerini, sonraları yirmi dakika, on dakikalarını hesaplamaya başladım. Anılarımı yitirdim diyebilirim. Hapiste, tecritte, münferitte yıllarca yatanlar vardır. İyi ama, onlar kapılarını açıp dışarı çıkamayacaklarını önceden biliyor. Bense kapıyı şimdi açıp çıkabilirim istersem. Açabileceğimi önceden bildiğim kapıyı açarnamanın çilesini çekiyorum.
Aradan bir hafta daha geçti.
Ahmet belki bir saattir gözünü kapı tahtalarının aralıklarına uydurup dışarıya bakıyor. Yüreğim de çarpıyor küt küt. Kötü bir iş yapacağım, biliyorum. Kapıyı açacağım, biliyorum. Eşeklik bu yaptığım. Biliyorum. Usulca açtım kapıyı. Tepenin öbür yüzüne inerken koşmamak için kendimi zor tuttum. Bıyıklarımı tıraş etmiştim. İsmail’in eski tulumunu da giymiştim. Yüzümü de karala-mıştım biraz. Bu kılık kıyafetimle demirciye filan benzediğimi sanıyorum. Şosede yürüdüm bir çeyrek kadar. Karşıdan gelip şehre giden otobüse yol verdim. Sağımda temeli taşla örülmüş yüksekçe bir setle karşılaştım. Setin üstünde bir çınarla iki kişi. Yine setin üstünde, bir çardağın altında, dizi dizi tütün yaprağı asılı. Setin dibinde bir çeşme vardı. Yalağın kıyısına basarak oluğa dayadım ağzımı. Göğsüm, sağ kolum ıslana ıslana, üst dudağımdaki bıyıksızlığı — bıyıksızlık alt dudakta olmaz ya — büsbütün, çırılçıplak duyarak kana kana su içtim. Doğruldum, ağzımı sağ elimin tersiyle silerken, sol baleağırnın baldırına demir bir çubukla vurulmuş gibi oldu. Dön-tlp baktım. Sarı bir köpek. Dişlerini göstererek sırıtıyor; belki sırıtmıyor da, sırıttığını sonradan düşündüm. Salyası aka aka; belki akmıyor da salyası, sonradan düşündüm aktığını; sarı bir köpek bacaklarının arasına kuyruğunu sıkıştırarak, sessiz sedasız, yani hirlamadan, sanki gözlerimle karşılaşınca korkmuş gibi, uzaklaştı. Baldırımı yokladım, avucuma baktım : Kan. Olan işi settekiler de görmüş. “Aldırma delikanlı, tütün basıver, nasıl etti bu işi, zararsız hayvandır,” diye seslendiler. Fırlattıkları fakfon tabakadan tütün alıp bastım yaraya, mendilimle d” sıkıca sardım. ,
Ahmet’in bıyıksızlığını İsmail o gece neden sonra fark etti. Ahmet gaz lambasının fitilini tırnak makasıyla kesip alevi ayarlamaya çalışıyor, dalgın yüzünde isli pırıltılar dolaşıyordu.
— Neden tıraş ettin bıyığını be kardeşim?
— Değişmiş mi yüzüm?
— Önce farkına varmadım, ama değişmiş mi diye bakarsan, değişiklik var. Bıyıksızlık yaraşmıyor sana.
— Burnum uzuyor bir kat daha, değil mi?
Ahmet o gün başından geçenleri İsmail’den 9;izledi. Hem yediğim halt, hem de onu İsmail’den gizleyişim rezillik, ama gizledim.
Aradan dört gün daha geçti.
Ahmet bir yandan kocaman domatesi tuza banıp ısıra ısıra yiyor, bir yandan da İzmir gazetesini okuyordu. İsmail teldolabın raflarına serili gazete kağıtlarını değiştiriyor.
— İsmail!
— Ne o?
— Baksana, gazetenin yazdığına göre kuduz. köpekler dolaşı-yormuş ortalıkta.
— Dolaşıyor. Bir iki çocuğu ısırmışlar. Evveli gün de bizim fabrikanın kapıcısını.
— Peki, ne olacak şimdi, İsmail?
— Ne, ne olacak? Isırılanları İstanbul’a yolluyorlar. Kuduz hastanesi bir orda.
— Kuduran var mı?
— Olmaz olur mu?
— Kuduz köpek sahiplerini de cezaya…
— Kim sahip çıkar kuduz köpeğe be kardeşim?
— Hay Allah kahretsin… Yarın toplanalım, İsmail.
Olup biteni anlattım.
— İşte böyle, İsmail…
İsmail : “İşte böyle…” diye tekrarladı. Sonra :
— Köpek sette gördüğün tütüncülerin, dedi. Ziya’yla kaç kere kahve içtik o çınarın altında. Yarın gidip bakanın. Köpek oradadır. Kuduz olsa senden önce birini ısırırdı. Tütüncüler de hayvanı çoktan yok ederlerdi.
— Benden önce ısıracağı niye ben olamıyorum? Niye benden
başlayamıyor ısırmaya?
— Başlayabilir. Olabilir. Ama niye olabileceklerin en kötüsünü düşünmeli be kardeşim?
Toplantı yine Hüsnü’nün evinde yapıldı. Altı taşlık, üstü iki göz oda, boyasız, tahta bir ev. Pencereleri kafesli. Gelenler, ayak-kaplarını yine taşlıkta, idare lambasının ışığında çıkarıp yukarı katta, soldaki odaya giriyor. Bu patiska örtülü sedirlerin temizliğine bayılıyorum. Yıkanıp ovularak silinmekten sakız
gibi ağarmış döşeme tahtaları ıslakça yine. Yine ak sabun — Edirne sabunu sanırsam — lavanta çiçeği, ıslak çam tahtası kokuyor. Bitişikteki odada Hüsnü’nün altı aylık kızı ağlıyordu. Toplantıyı Hüsnü açtı. Ben işi anlattım. Sözü İsmail aldı :
— Tütüncülere gittim, köpeği otobüs çiğnedi, diyorlar.
Hüsnü, tıraşı yine bir karıştı, pazen gömleği yine tertemiz,
sordu :
— Ne zaman çiğnemiş?
— Bu sabah.
— Otobüsün çiğnediği ne malum? Belki de para cezasına çarpılmaktan korkuyor herifler, başlarını belaya sokmaktan. Yalan söylüyorlar belki de.
— Köpek kuduz muydu demek istiyorsun?
Hüsnü karşısında oturan Ahmet’in gözlerini görmemezlikten gelip İsmail’e döndü:
-:-:-Olabilir… Sen, heriflerle konuşurken, köpeklerinin Ahmet’i ısırdığını söyledin mi?
— Deli misin be kardeşi^?
Ak başörtülü taze, yine kahve getirdi. Bol entarisinin göğsünü yine sütlü memeleri dolduruyordu her öne eğilişinde. Ve insan bu kadına karşı saygıların en güzelini duyuyordu.
Ahmet kahveyi höpürdeterek yudum yudum içerken, sanki sözünü ettiği işle bir ilgisi yokmuş gibi konuşmaya çalıştı :
— Köpek kudurarak öldü de, sahipleri para cezasına çarpılmaktan korktukları için mi otobüs çiğnedi, diyorlar? Olabilir… Hüsnü’nün dediği gibi, olabilir… Ama köpek belki kuduz değildi de, gerçekten otobüs çiğnedi hayvanı. Beni de köpekliğinden ısırdı, kuduzluğundan değil, bu da olabilir. Değil mi, İsmail?
— Olabilir… Bak, şimdi aklıma geldi, bir keresinde de
Ziya’nın elini ısırmaya kalkıştıydı.
Hüsnü sordu :
— Neden?
— Ziya getirdiği kemiği bir atıyordu önüne, bir alıyordu, oynuyordu hayvanla.
Ahmet konuşulanları sabırla dinledi, sonra :
— Ben köpeğin önünden kemiğini almadım, dedi. Ama sırf köpekliğinden ısırabilir beni. İş böyleyse, disiplinsizlik ettim, dışarı çıktım, diye bana ağır bir ihtar cezası kesersiniz. Mesele kapanır. (Derin bir soluk aldım, kederle karışık yürek çarpıntım gitgide artıyordu.) Ya köpek kudurarak öldüyse? Beni ısırdığı zaman da kuduzdu demek? Demek ben de kuduracağım. (İçimden gülmek geldi, “Kuduracağım” sözünde komik bir şey var, Allah kahretsin.) Kudurmamak için kuduz aşısı yaptırmalıyım İstanbul’a gidip… Kuduz Hastanesi’nin başdoktoru tanır beni…
Hüsnü konuştu :
— İstanbul’a gitmemene karar verdik. Ama olan işler bu kararı bozuyor. Belki İstanbul’a polisin eline düşmeden kapağı atabilirsin, sonra, madem doktor da ahpabın, polise haber vermez belki…
Ak başörtülü kadın kahve fincanlarını toplamak için girip çıktı. Söze ben başladım :
-— İşi, şöyle özetleyebiliriz : (Herkes işi çoktan anlamıştı, ama ben onu bir kere daha ortaya seriyorum. İnadıma.) Üç ihtimal var. Birincisi : Köpek kuduz. Ben, ya İstanbul’a giderken yakalandım, ya da doktor haber verdi polise. İstiklal Mahkemesi’nin aradığı bir adama gizlice aşı yapmayı göze alamadı. Ben kudurmadım. Ne de olsa aşıları yaparlar. İstiklal Mahkemesi’ni boyladım. ihtimallerin birincisi bu… İkincisine gelince : Köpek kuduz. İstanbul’a giderken yakalanmadım. Doktor da yiğit çıktı. Aşıları da oldum, kudurmadım, buldum selameti. Gelelim üçüncü ihtimale : Köpek kuduz değil. İstanbul’a giderken yakayı ele verdim, yahut doktor telefon etti polise. Boku bokuna boyladım İstiklal Mahkemesi’ni. Eşekçe teslim oldum. Ha, bir ihtimal daha var : Köpek kuduz, İstanbul’a gidip aşı olmadım. Kudurdum burda. Gitmeli miyim, gitmemeli miyim?
Karar vermediler. “Nasıl istersen öyle yap,” dediler.
Ahmet yine önden çıktı, İsmail motor sesinin başladığı yerde
yetişti yine Ahmet’e. Konuşmadan yürüdüler.
Gaz lambasını yakıp soyunurlarken, Ahmet :
İstanbul’a gitmiyorum, dedi.
İsmail ses çıkarmadı. Yatağa girdi. Ahmet, iskemleye attığı pantolonuna eğildi. Art cebinden tabancayı çıkardım, İsmail’in, öteki iskemleye atılı elbiseleri üstüne koydum.
— Tabancayı sana devrediyorum, İsmail.
— Neden?
— Yüzde elli ihtimalle kudurabilirim…
— İstanbul’a gitmeyi denesen?
— Hayır. Köpeğin kuduzluk ihtimali yüzde elli. Doktor beni ele verir, yüzde yüz. Yollarda yakalanmak da var. İstanbul’a gitmiyorum… Kudurursam, beni vurursun… atarsın şu çukurun içine… örtersin üstümü toprakla… kokum duyulmaz… (Bütün bu “vurursun”ları, “atarsın”ları, “çukurun içine”leri, hele “kokum duyulmaz”ı İsmail’e inatmış gibi söylüyorum.) Benim burda kaldığımı bilen yok zaten. (Gülümsüyorum.) Ama ne olur ne olmaz, kağıt da yazarım, bir devasız sevda yüzünden kıydım canıma, derim. (Bu kadar bayağılığa ilk düşüyorum, Allah kahretsin.) İşte böyle, İsmail…
— Delisin vallahi…
— Delisini ne? Ne yani? Üstüne atılıp ısırmaya kalkışırsam?
Ha?
İsmail karşılık vermedi.
— Tabanca atmasını bilir mısın, İsmail?
— Bilirim.
— İyi nişancı mısın? \
— Oldukça… )
Yukarı aşağı dolaştım, teldolabın önünde durdum, kapağını açtım kapadım.
— Haydi yat artık be kardeşim.
— Yarın bir doktorluk kitabı al, getir.
— Ne olacak?
— Kuduz belirtilerini okuruz. Benim bildiğim bir günde kudurmuyorsun elbet… Krizi mrizi var bokun… Kudurup saJdır-madan önce, salyaların aka aka ulumadan önce…
— Ulumayı da nerden çıkardın be kardeşim?
— Bir piyes seyrettimdi İstanbul’da… Muhsin oynadıydı.
“Fener Bekçileri” mi, ne… Bir deniz fenerinde, kıyıyla bütün bağların koptuğu bir gece, fırtınalı bir gece, fener bekçilerinden biri, oğul sanıyorum, kudurup öteki bekçiye, babasına saldırıyor… İşte orda uluyordu.
— Haydi yat. Lambayı da söndür…
— Kitabı getirmeyi unutma…
— Olur, bulursam…
— Bulursam ne demek? Bul getir…
— Peki, peki… ‘ ,
Motor sesi bu gece odanın içinde atıyordu.
— İsmail…
— Ne var?
— Uyuyor musun?
— Tutmuyor.
Kulübenin karanlığına kapının aralıklarından ay ışığı sızdı.
— Ne düşünüyorsun, İsmail?
— Hiçbir şey… (Oysaki düşünüyordu. Ama şimdi Ahmet, bütün dünya, hele İsmail, bir onun halini düşünsün ister. Haklı da oğlan. Ama İsmail’in aklında kendi anası…)
Altına çizgi
İsmail’in uzattığı kitabı, Ahmet yatağın üstüne şöyle atıverdi. Yemeği konuşmadan yediler. Cıgaralarını içerken Ahmet sordu :
— Kitaba baktın mı, İsmail?
— Baktım.
— Nasıl, insan köpek gibi ulur muymuş?
— Ulurmuş.
— Daha neler yazıyor?
— Oku, anlarsın.
— Kırkıncı gün…
— Öyle, kırk, kırk bir diyor…
Ahmet kitabı açmadan elbiselerinin üstüne koydu. Lambayı üfledi. Bir süre susuldu. İsmail :
— Numaran kime be kardeşim? dedi. Lambayı yak da oku… Lambayı yaktım. Okudum. Şurdan burdan işittiklerimden
başka bir şey yok. İlkönce baş ağrıları, mafsal ağrıları, halsizlik filan, derken iştahsızlık, derken korku sebepsiz yere, derken sudan,