Yaratıcı Yazarlık Öğrenilebilir mi?
(Önsöz)
Öykü, şiir ya da roman yazmak, sözgelimi otuz yıl öncekinden daha çekici bugün. Daha çok sayıda genç, edebiyatın içinde kendine bir yer bulmak, yazmak istiyor ve bunu gitgide daha nitelikli biçimde yapmaya çalışıyor. Bu arada bütün sorun, nasıl yazılacağı. Genç yazar, yazdıklarının nasıl olduğunu merak ediyor ve bunun karşılığı iyi mi, kötü mü değil yalnızca, bunun çok ötesini arıyor o.
Kendisi karar veremiyor daha; bunu yapabilseydi, soruyu başkasına değil, kendisine soracaktı elbette. Asıl amaç iç eleştiri gücüne sahip olmak, o olduğunda da, yazdıkları bambaşka görünecektir, bambaşka olmuştur da. Değil mi ki, yazınsal bir metnin nasıl olması gerektiğini görmeye başlamıştır, yazdıklarının niteliği de bu arada kendiliğinden yükselmiştir. İşte o iç eleştiri gücüne, başkalarının düşüncelerine gerek kalmadan kendi yazdıklarını değerlendirecek düzeyde eleştirel donanıma sahip olana dek, yazdıklarının tamamlanması olanaksızdır.
Peki bu aşamada başkalarından ne öğrenilir? Sözgelimi yaratıcı yazarlık çalışmalarından? Yeni yazar adayı, çeşitli nedenlerle usta bildiği, kendisinden daha deneyimli gördüğü kişilere ya da kurumlara başvurur. Elbette başvuracaktır. Gelgelelim, kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz bir kişi olduğuna göre, onun öznel yorumları ve yargılarıyla belirlenmiş bir yola girmeye gönül indirmişsiniz demektir. O yolda kendi anlayışınızı ve yazarlık kimliğinizi kuşanabilirsiniz belki, ama bu zorluğun üstesinden gelemezseniz, başvurduğunuz kişinin yolundan çıkmanız olanaksızlaşır. Nedir bunun sakıncası?
Bir başka kişiye başvurmuş olsaydınız, belki bambaşka bir yol önerilecekti size ve böylece kime başvurmuşsanız, kendi seçimlerinizin dışında, o kişinin ustalığı yanı sıra öznelliğiyle de belirlenen bir yola girmiş, kendinizin değil de başkalarının edebiyat anlayışının, beğenisinin gölgesine sığınmış olacaktınız.
Yaratıcı yazarlık çalışmasını, bir grubun parçası olarak, kolektif biçimde yürütmek, sözünü ettiğim sakıncayı önemli ölçüde giderebilir. Yazar adayının bir değil, birçok kişinin düşünceleri içinden geçerek bir yol bulması, hiç kuşku yok ki daha nesnel seçimler yapmasını sağlar. Demek ki kolektif çalışma olanağı, bire bir ilişkilerden daha geniş, esnek, dolayısıyla daha olması gerektiği gibi çalışma fırsatları sunar.
Seçtiğiniz konu yeterince size ait mi, yoksa başkalarının da hemen aklına gelip yazdıklarını mı yineliyorsunuz;
kullandığınız sözcükler konuşma dilinin kısıtları içinde mi kalmış, yoksa her sözcüğü ölçüp biçerek mi kullanıyorsunuz;
yaratmaya çalıştığınız kişi gereksiz konuşup duruyor mu, yoksa konuşma cümleleri onun kişiliğine göndermeler yapacak tutumlulukta mı;
yalın bir dille yazdığınızda bile farklı anlamları yoğunlaştırıyor musunuz, yoksa söylenecek her sözü yayarak dümdüz anlatmayı mı seçtiniz;
diliniz kendinize yakın gördüğünüz yazarların ve kitapların etkisinde mi, yoksa kendinize özgü olmaya başladı mı…
Yani yazınsal bir metnin biçime ve içeriğe ilişkin öğeleri nelerse, yazdığınız metinle onların bütününe verdiğiniz karşılıkları bulmak için kolay bulunmayacak bir fırsat geçmiştir elinize. Değil mi ki kendiniz karar veremiyorsunuz, birçok düşüncenin çarpışmasından, yazdıklarınız için dilediğiniz sonuçları çıkarabilirsiniz.
Hiç kuşku yok ki, yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı yazarlık okullarında ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Yazarlık, bütün bütüne bireysel bir uğraş. Sonunda her sorununa çözüm arayan yazar adayı, bu beklentisinin tam karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır. Ne ki, belki daha önemlisini, yazınsal bir metnin nasıl yazılacağına ilişkin yolları ve yordamları kavrayabilir, böylece kendi yolunu kendi bulabilir.
Yazarlığın yolu ve yordamı, önce yazar adayının yazıyla kurduğu ilişkiyi etkiler. Sözgelimi yazılacak metnin önceden tasarlanması gerekiyorsa, bu tasarının nasıl yapılması gerektiği anlaşılır. Bir öykü için bile çatı kurarken, çok oylumlu bir roman için ayrıntılı bir tasarı yapılmasının yazara daha başlangıç aşamasındayken neler kazandırabileceğini anlamak, ilk itkinin adamakıllı güçlü verilmesini sağlar.
Bu arada yazar adayının elindeki en etkili ve asıl silahın dil olduğunu anlamasıysa, yaratıcı yazarlık çalışmasının kolektif kazanımlarının belki en önemlisidir. Dilin, yazınsal bir metni varsa var, yoksa yok edecek kertede önemli olduğunu anlamak; dolayısıyla Türkçenin yazınsal dil olarak olanaklarının neler olduğunu öğrenmek, depoyu temiz yakıtla doldurmak gibidir.
Yazınsal dilin ne olduğu, olanaklarının nasıl kullanılabileceği de bunun bir basamak üstünde bekler. Diyebiliriz ki, yazınsal dilin anahtarını eline almak, sorunların üçte birini çözer; ondan sonra ne yazdığınıza değil, nasıl yazdığınıza bakılır artık ve siz bu sınavdan geçer not almaya çok yaklaşmışsınız demektir.
Peki bu arada ne okuyorsunuz?
Hemen verilecek yanıtlarınız vardır elbette, ama okuduklarınızın okumanız gerekenlerin çok azı olduğunu ve okunmazsa olmaz sayılabilecek pek çok yazarı daha okumadığınızı biliyorsunuzdur.
Bütün yaratıcı yazarlık çalışmalarında karşılaştığım, kendini hemen gösteren en önemli eksiklerden biridir bu. Değil geçen kuşakların usta yazarları, günümüzün pek çok vazgeçilmez yazarı okunmadan yazılmaya başlandığını açıkyüreklilikle belirtebiliriz. Bu niçin önemli? Yazar adayının içinden çıktığı edebiyatı tanıması için mi? Bunun için değil de, daha somut ve uygulamaya dönük nedenler yüzünden.
Yazar adayının, tamamıyla kendi başına, kendi beğenisine ve amacına yakın bulduğu yazarları ve kitapları seçmesi, onun bütün yazarlık yaşamını etkileyecek kertede önemlidir. Yaptığımız seçimle başucumuza çektiğimiz kitapları, kendi yazdıklarımızı sınamak için kullanmaya başlayabiliriz. Değil mi ki
başucumuza çektiğimiz kitapları, kendi yazdıklarımızı sınamak için kullanmaya başlayabiliriz. Değil mi ki usta bir yazarı kılavuzumuz olarak seçtik, onun neyi-nasıl yazdığına bakarak, kendi yazdıklarımızı onunkilerle karşılaştırarak bir yaratım sürecine girmeye başlamışızdır ki, burada başucu yazarı artık bizim yazdıklarımız için kaldıraç işlevi görmeye başlar.
Bu ilişki o yazarın etkisi altına girmeme, sonra onun özelliklerine öykünmeme de yol açar mı, diye sorulur çoğu kez. Böyle bir gölge altından çıkmak zor olabilir belki, ama bunun çaresini de kendi dışınızdan bekleyemezsiniz. Okuduklarınızdan, nasıl yazılacağını öğrenmeye başlayınca, okuduklarınız gibi değil de kendinize özgü biçimlerde yazmaya da çalışacaksınız – başka türlü nasıl davranabilir bir yazar.
Yaratıcı yazarlık çalışmaları, bu arada herkesin kendi başına edindiği ve olasılıkla çoğu yanlış olan alışkanlıkların yerine, daha doğru alışkanlıkların konmasını da sağlayabilir. Önemli bir kazanımdır bu.
Sözgelimi en çok görülen kötü alışkanlık, süslü yazmaya eğilim. Yaygın hastalıkların en bulaşıcılarından olan süslü yazma, her cümlede bir marifet gösterme, ağdalı bir dil kulanma, akla gelen birçok benzetmeyi o cümlelerin taşıdığı anlamla nedensellik bağları aramadan savurma, söylenmek isteneni onu güçlendireceği sanılan benzetmelerle tamamlama gibi biçimlerde kendini gösterir.
Hemen yanı başında da duygu var. Yazar adayını yatağa seren hastalıklardan. Başlangıçta duyguya ve içtenliğe nedense çok önem verilir. Oysa bunlar yalnızca yazarın kendisinde aranabilecek, yazdığı metindeyse kapıdan içeri sokulmayacak özelliklerdir.
Çoğu kez tersi düşünüldüğü için, yaratıcı yazarlık çalışmalarında ilk refleksler kendini şöyle gösterir: Dili ve öteki biçimsel özellikleri öne çıkarırken, yazdığımız metnin duygusunu ve ruhunu yok etmiyor muyuz?
Neyse bu duygu ve ruh, onlar sizin yazarlık tutumunuzda vardır herhalde, ama bir de yazdığınız metnin diline, sözcüklerine, cümlelerine sızdırmaya kalkışmayın onları. Kaldı ki, kaygı duymaya gerek yok, yazınsal metin, duygusunu ve ruhunu kendisi yaratır. Edebiyatın duyguyla değil, akılla okunup yazıldığını da bu arada unutmadan. Kendisi metnin dilini kullanarak, öykünün ya da romanın kişileri, hikâyesi, olayları, ilişkileri üstünden içeri girerse, o başka elbette.
Yaratıcı yazarlık çalışmalarında motoru ateşleyen bu ilk deneyler, sonunda doğru yolun önünü açmaya başlar, yeter ki yürürken kararlılık gösterilsin. Sonra?
Sonra her şey kitaplardan öğrenilir. Kitaplar, yaratıcı yazarlık çalışmalarında öğrenileceklerle karşılaştırılmayacak kadar zengin bilgi depoları değil midir? Yazılanların bir bölümü gerçek hayattan alınıyorsa, öbür bölümü de gene başkalarınca gerçek hayatlardan süzülmüş kitaplardan çıkar. Demek ki kitaplardan yararlanabilmek için onları doğru okumak gerekir. Doğru bir okuma biçimi edinmekse, yaratıcı yazarlık çalışmalarının başlıca iki yüzünden birini anlatır.
Şuna inanıyorum: Doğru bir okuma biçimi edinmiş, dolayısıyla okuduklarının anlamlarını kendi başına sökebilen ve kendi yazdıklarını bütün yazınsal öğeleri soyutlayarak çözümleyebilen, eleştirebilen yazar adayı, aynı zamanda okumayla yoğun ve sürekli bir ilişki içinde yaşamayı başarabilirse, yazmayı da er geç başarır.
Yaratıcı Yazının Yolları, Yordamları
Yaratma eyleminin yalnızca gerçek hayatın içine
batıp çıkarak yaşandığını, dolayısıyla üstünün başının
sürekli kirli olduğunu düşünmemeliyiz. Gerçek
hayat, kurmaca metinler için kullanılıp atılacak
bir malzemedir. Bir gereksiz fazlalık yığınıdır. İşe
yarayacak olanları seçip içinden çıkarmak gerekir.
Hemen yaratıcı yazıya giriş yapalım. Asıl sorunumuz hep bu olacak. Şu soru her zaman anlamlıdır sanırım:
Roman ya da öykünün, okuyanları etkileme gücü nereden gelir?
Okuduğumuz hikâyelere üzülmek, anlatılan kişilerin kara yazgılarına ağlamak pek çok okurun düştüğü durumlarsa, biraz geri çekilerek düşünelim: Bütünü de yazarın kurguladığı bu hikâyeler ve yarattığı kurmaca kişiler, gerçek olmadıkları da bilinmesine karşın, niçin okurun derin üzüntüler duymasına neden olur? Nasıl olur da sözcüklerle yaratılmış dünyalar okuru bu denli etkileyebilir?
Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları’nda Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nın kahramanı Werther’in bahtsız aşkı yüzünden intihar etmesinden sonra, romanı okuyan pek çok genç okurun da onu taklit ettiğini hatırlatıyor. Bu tuhaf durumu yalnızca geçmiş zamanların duyarlığına bağlayamayız. İnsan doğası, fiziğiyle de ruhuyla da, iki yüz elli yılda herhangi bir değişikliğe uğramaz. Sokağa çıkıp Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin nerede yaşadığını sorun; pek çok kişi İnce Memed’in gerçekten yaşamış bir eşkıya olduğunu söleyecektir, buna gerçekten inanmıştır çünkü. Demek yazınsal metinle ya da yazının yazınsal niteliğiyle ilgili bir durum var burada, anlaşılması gereken.
Yazınsal metin, her durumda, dümdüz anlatımlar içinde bile kurmaca olduğu için, “her zaman gerçeğe aykırı bir şey söyler”. Gelin görün ki, o gerçek olmayan şeyi okurları gerçekmiş gibi okur. “İlk önce bir kurmaca okurken onun yazarıyla sözsüz bir anlaşma yaparız,” diyor Eco, “yazdığı şey doğruymuş gibi yapan ve bizden de onu ciddiye alıyormuşuz gibi yapmamızı isteyen yazarıyla.”
Sanırım şu ayrımla: Kurmaca yazarı, elbette gibi yaptığını bilmektedir, ama yaratım sürecinde başlangıçta kendini bağladığı bu bilgiden uzaklaşarak yazarken, yazdıklarının gerçek olduğunu düşünür. Son kertede inandırıcılığı sağlayan da yazarın bu tutumudur.
Bir romanı ya da öyküyü kurgulamanın yollarından biri, anlatılacakları ayrıntılı biçimde tasarlamak ve bu tasarıyı gözlerinin önünde canlandırmaktır. Akıp giden bir gerçek yaşantının canlandırılması gibidir bu ve yazma sürecinde görüntünün ayrıntıları ve eksikleri tamamlanırken, fazlalıkları da çıkarılır.
Sonunda, bildiğimiz hayatları anlatıyor yazar. Bir şehrin sokaklarını anlatıyorsa, o sokaklar bildiğimiz sokakların benzeridir, başka şeyler değil. Görüntü yazarın önünde gerçeğe uygun bir tasarımla belirdikten sonra, yazmak da kolaylaşır. Dolayısıyla yazarın yaptığı tasarımla okurunki kolayca örtüşür.
Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı’da kendi yaratma biçiminin tam da böyle olduğunu anlatıyor. Bu arada Umberto Eco’nun da Genç Bir Romancının İtirafları’nda aynı anlayışa uygun düşünceleri var. Eco, Gülün Adı’nın pek çok okurunun, romanı okuduktan sonra, yeri de krokisi de uydurma olan manastırı gezmeye gittiğinden ya da başka bir okurunun, anlattığı yerlerin ve olayların tarihte tam öyle olmadığı uyarılarını yaptığından söz ediyor.
Öte yandan, görüntüleri canlandırarak yazınsal gerçeğe sahicilik kazandıran yaratım biçimi yanında, sözcüklerin anlamlarına dayanarak yazınsal yapıyı kuran anlayış da sahici bir yazınsal gerçeklik kurmaya çalışır, ama bu ikinci anlayıştaki yazar, görüntülerin değil, anlamların izlenmesini bekler. İster istemez kişilerin yükü çoğalır, anlatılanlar kişilerin çevresinde oluşurken, iç dünyaların taşıdığı ağırlık artar. Dil, sözcükler üstünden anlam üreten bir dolaşım kanalı olarak çalışırken, daha yoğun bir anlatım biçimi ortaya çıkar.
Bin bir türlü roman anlayışının iki ana yolu: yaşadığımız dünyaları bilmenin yolları. İlki için Tolstoy’u da örnek verirsek, ikincisi için hemen Dostoyevski’yi belirtebiliriz.
Gerçeği, tam gerçekten olduğu gibi bilmenin olanaksızlığı üstüne pek düşünmeyiz. Orada bir yer vardır ya da geçmişte ve bugün bir şeyler yaşanmıştır ve biz onları tam da oldukları gibi bildiğimiz kanısını sorgulamayız. Görmediğimiz yerler iletişim araçlarıyla gelir önümüze; en azından, 18., 19. yüzyıldan apayrı olanaklara sahibiz. Kitle iletişim araçlarının bulunmadığı yüzyıllarda yazılan romanlar, anlatılanlara okuru inandırmaya çalışır, okur da inanmaya hazırdır.
Demek bugün, bir zamanlar kuşku duyduklarımızı kuşkusuzca bilmemizi sağlayan araçlara da sahibiz. Gene de şu var: Modern zamanların sağladığı bu olanaklar bile bizim gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü tanımamızı sağlar. Sibirya’yı görme şansımız mı çoktur, yoksa Sibirya’yı anlatan kitapları okuma şansımız mı? Soruyu başka türlü soralım: Görüneni ve geçmişten bugüne bilinenleri anlatan kitaplardan mı daha iyi öğrenilir gerçek, yoksa kurmaca anlatılardan mı? Kesin bir yanıt vemek zor mu?
Gerçeğe ulaşan en sağlam yol, herhalde kitaplarla döşenendir. Edebiyat, tek bir yaratıcının ürünü olsa da, o gerçeği herkes adına da anlatır ve anlatılan somut gerçeğin ta kendisi değilse de, soyutlanmış bir biçimidir. Hayal ettiklerimizi öyleymiş gibi dile getirir. Okurunu öteki yazı türlerinden, tarihten bile daha çok inandırır edebiyat.
Umberto Eco, tarih ile edebiyatın gerçeklerini karşılaştırıyor ve, Anna Karenina’nın kendini trenin altına atarak intihar ettiği türünden bir kurmaca savın, Adolf Hitler’in intihar ettiği türünden bir sav kadar gerçek olup olmadığını soruyor.
İlkinin uydurma, ikincisinin yaşanmış bir gerçek olduğu hemen gelir akla. Gelgelelim, yazarın sözcüklerle yarattığı anlatı dünyasında, Anna Karenina’nın intihar ettiği yalın bir gerçek olarak okunur. Anna’dan ve Tolstoy’un romanındaki öteki kişilerden ve onların yaşadıklarından gerçekmiş gibi söz eder, onların gerçekten öyle yaşayıp yaşamadıklarını sorgulamayız.
Öte yandan, yalnızca kurmacaya ait savların değil, tarihe ilişkin savların da de dicto (söylenmiş) olduğunu belirtiyor Eco. Tarih kitapları, Hitler’in Berlin’de bir yeraltı sığınağında öldüğünü yazıyor
demek “ansiklopedik bir gerçek” de sonunda varsayılan bir gerçektir bizim için: tanık olmadık, doğru olduğu yazılagelmiş. Oysa “Anna Karenina trenin önüne atlayarak intihar etti” savından asla kuşku duyulamaz.
Edebiyatın, yaşandığını belirttiği gerçekler için metin içi meşruluk kavramını belirtiyor Eco. Metin içi meşruluk, İnce Memed’i Toroslar’da yaşamış bir söylence kişisine dönüştürür, Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesinin ünlü kahramanı Aysel’in Cumhuriyet’in onuncu yılından 1980’lerin karmaşasına dek yaşamış aydın bir kişilik olduğunu da gerçek gibi anlatır. Dahası, okuduğumuz yazınsal kişilerden etkilenmekle yetinmeyip tanıdığımız kişilerin o yazınsal kişilere benzediğini de düşünmez miyiz?
Bütün bunlardan, yaratma eyleminin yalnızca gerçek hayatın içine batıp çıkarak yaşandığını, dolayısıyla üstünün başının sürekli kirli olduğunu da düşünmemeliyiz. Gerçek hayat, kurmaca metinler için kullanılıp atılacak bir malzemedir. Bir gereksiz fazlalık yığınıdır. İşe yarayacak olanları seçip içinden çıkarmak gerekir. Daha inandırıcısı olmadığı için, yaratıcı yazarın içinde dolaşmaktan kendini alamadığı bir orman, yaşanmış olandan çıkarak yeni hayaller kurulmasına da neden olur elbette. Daha zengini var mı? Yaratıcı yazarın iki hazinesinden ikincisi olan, bizim gerçek hayat olarak bilebileceğimizden çok daha büyük dünyaları içeren, kitaplar var. Değil mi ki bütün yaratıcı yazarlar gerçek hayatın içinden geçerek yazar, o zaman bizim bir başımıza edinebileceğimiz deneyimin milyonlarca kat fazlasını bulabileceğimiz bir dünyayı saklar kitaplar.
Kitapların, yaratıcı metnin nasıl yazılacağını gösteren özelliklerini cömertçe dışavurmaya yatkınlığı bulunmaz bir olanaktır elbette. Sözcüklerden başlayıp cümlelere, oradan yazınsal dilin olanaklarına, bir metni bütüne kavuşturan yapımbiçimlerine… kitaplardan daha iyi öğretici bulunmaz. Bu bir yanı.
Kitapların öbür yanıysa, yazarların bir başlarına ulaşmalarının elbette olanaksız olduğu hayatın bütün gizlerine ve ayrıntılarına daha önceden girip çıkarak oluşturdukları yazınsal bilgidir. Bu bilgi öyle çoktur ki, yazarı bazen ümitsizliğe düşürür: Yazar, yazılmamış hiçbir şey kalmamış duygusunu, kendi durduğu noktadan bakabilme yetisini geliştirdikçe yenecektir elbette. Öte yandan, öylesine iyi örnekler okuyacaktır ki, Nasıl olsa öyle yazamam, demek de ikinci engeldir önünde, ama kendi olmayı başarabilen yazarlar onun üstesinden de gelir. Tam tersine, asıl sakınca, yazılanları yinelemektir ki, bunu yaptığınızda sizinkine gerek kalmaz.
Yaratıcı yazarların deneyimleri, bir romana nasıl başlayıp nasıl geliştirdikleri, niçin o anlayışı değil de bunu seçtikleri, bu arada küçük sırları, ritüelleri, edebiyatı çekici kılan ayrıntılardır. Öyküneceksek bunlara öykünelim, etkilenmekten kaçınmamız zaten olanaksız.
İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.
Jean-Paul Sartre
İlk Adım ve Ne Yazmalıyım?
Ne yazacağım sorusunun karşılığı, her şey’dir.
Ne yazarsan yaz. Hem de önemli şeyler yazma
zorunluluğunu hiç mi hiç hissetmeden; tam tersine, en
önemsiz görünen şeyleri yaz ki, o önemsiz şeyler içinde
has edebiyatın değerleri kendilerini bulsun,
basit şeylerin aslında hayatımız için ne denli
önemi olduğu anlaşılsın.
Bundan bir otuz yıl önce kitap okumaya daha çok zaman bulunurdu. Yayımlanan bütün kitapları izler, dilediklerimizi seçer, ayrıca ne bulursak okurduk. Edebiyat dergilerini orasından burasından seçtiğimiz yazıları okuyarak tüketmez, başından sonuna dek kitap okur gibi devirir, bununla da yetinmez, bir süre sonra yeniden elimize alırdık. Türk Dili, Yeni Dergi, Yeni Adımlar, Türkiye Defteri önce gelirdi; ilk ikisinin yazınsal beğenilerimizi belki farkında olmadan incelttiği sırada öteki ikisi edebiyata siyasetin mürekkebini verirdi.
Şimdi eskisi gibi okumanın olanaksızlığını bilmiyor değilim. Yayımlanan kitapların çeşitliliği karşısında başı dönüyor insanın. Otuz yıl önce bir yılda yayımlanan kitap çeşidi dört-beş binken, bugün kırk bine dayandı. Otuz yıl önce popüler sözcüğünü bilmiyorduk, dilimizde böyle bir sözcük yoktu. Oysa şimdi çok konuşulan, ünlenen kitaplar daha çok okunuyor. Sevdikleri romancılara toz kondurmuyor okurlar ama şiir ya da eleştiri kitaplarını kendi dünyalarına uzak görüyorlar. İlk bakışta çok satışlılığın yapıtın değerinden eksiltmeyeceği düşünülür. Ne denebilir?
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Eskimeyecek bir söz. Geçerliğini yitirdiğinde hiç kuşku yok ki yaşam biçimimiz de ölmeye yüz tutmuştur. Geleceğini yazının geleceğinde gören genç yazar adayı kendini ilkin bu basamakta bulur.
Kendine özgü bir yazarlık kişiliği oluşturmaktan söz etmiyorum. Bu ilk aşamada ona varılması olanaksız. Oraya çıkan merdivenin daha ilk basamağına adım atılmıştır. O merdivenin önüne gelmekse… işte bu sağlam bir sezgiyi gösterir.
Sonra ne yazılacağına karar vermeye gelir sıra. Şiir mi, roman mı, öykü mü? İkisi ya da üçü birden mi? Eleştiri ya da denemenin arka sokaklarına gireceklerin pek çıkacağını sanmıyorum, ama ne şiir ne de öykü ya da roman yazmaya gönül indirmeyen az sayıdaki yazardan biri olarak, sonunda bütün yaptıklarınızın karşılıksız kalacağını göze almadan o sokaklara girilmesini önermem.
Eleştiri ve deneme romandan bile daha çok zaman gerektirir. Çünkü kişisel yaratma gücünün epeyce ötesinde gerçekleşen yoğun ve kesintisiz okuma ve yorumlama etkinliği ne çok zaman alır, düşünün. Okunup yararlanılacak kitapların sayısını bile bilmiyoruz. Öte yandan, bir de mizacınız yatkın olmalıdır düşünce üretimine. Eleştiri ve deneme düpedüz düşünce üretimidir ki, karşınızdaki yazınsal metni ya da bütün kültürel olguları yeniden yorumlamanın biricik yolu olan soyutlamayı kendiliğinden kullanacak kertede içselleştirmiş olmanız da gerekir. Roman, öykü ya da şiire gelince, onlar konumuzu deneme ve eleştiriden daha çok ilgilendiriyor.
Yazarlığın ilk dönüm noktası burada. Genç yazar adayının bütün geleceğini etkileyen karar verilecektir. Pek çok yazarın şiir yazarak başladığı ama çoğunun da sonradan bıraktığı söylenir, gerçektir. Elbette iyi şiir yazamadıkları için. Ama roman da şiirden çok farklı bir tür.
İkisinden birini seçerseniz, genç yaşta iyi kötü ün sahibi olabilirsiniz. Daha çabuk tanınır, şiirlerinizi dergilerde, romanınızı yayınevlerinde daha kolay yayımlatabilirsiniz. Maddi karşılıkları olmasa da, şiirin genç şairler arasında öne çıkaran bir yanı vardır; roman da, elbette siz iyi yazdıkça önünüzü daha kolay açar. Öykünün güçlüklerini aşmak kolay değil, o daha sabırlı olanların işi ama onun da şansı nitelikli öykü dergilerinin kesintisiz biçimde yayımlanması. Gene de orada bir iki adımdan ileri çıkmak da yok, yazarlığı bir uğraş olarak edinmek için yeterli olanaklara sahip olabilmek de.
Bana kalırsa, ne yazmaya karar verirseniz verin, önce iyi düşünüp taşının. Yapabileceğinizi seçmekten kaçınmayın ve öteki her şeyi bir süre dışarıda tutarak ona yoğunlaşmaya karar verin. Seçiminizi yaptıktan sonra maymun iştahlılık yapmak yerine, tuttuğunu koparacak bir kararlılıkla yazmaya başlayın.
Bir de şu var ki, kulağa küpe sayılır: Genç yazarımız toplumsal ya da siyasal sorumluluk duygusuyla heves etmişse yazarlığa, üzülerek söylemeliyiz ki, sonu gelmez. Sözgelimi, Kemal Tahir gibi yazıp verili tarih düşüncesini tersine çevirecek özgün tezlerimi romanıma yediririm, diye düşünürse genç yazar, yazık olur ki, sözünü ettiğini Kemal Tahir bile yapamadı. Yayımlandıkları yılların siyasal ateşinde piştiği için çoğunluğa benzersiz gelen romanları, Kemal Tahir’in ideolojik-roman anlayışı içinde erimeye yüz tuttu ki, romanları bugün ideolojik yanlarıyla göz önünde tutulurken, yazınsal değerleriyle adamakıllı gözden düşmüştür. Çünkü asıl olan, nitelikli edebiyatın nasıl bulunacağını öğrenmek ve iyi yazmak, yazınsal değerlerin yanından ayrılmamaktır.
Kendisi siyasal bakımdan düpedüz tutucu olan ve Peronculuğun Latin Amerika’ya özgü sağ popülizmini ömrü boyunca benimsemiş, toplumdan kopuk bir yaşam sürmüş olan Jorge Luis Borges bunu çok daha ustalıklı biçimde, şu sözlerle dile getiriyor:
Kaygılanmamız gereksiz. Çağın yazarları olarak dönemimizin biçemine ve havasına ayak uydurmak zorundayız. Ben, diyelim ayda yaşayan bir adam üstüne bir öykü yazsam bile bir Arjantin öyküsü çıkar ortaya, çünkü Arjantinliyim; kaynağı da Batı uygarlığı olur, çünkü o uygarlıktanım. Bilinçli davranmak şart değil.
Yazının başlangıç noktası
Yazdıklarınızı kendinize saklamayıp dosyanızdan çıkaracak, er geç yayımlayacaksınız. Bunun tersini Salinger ya da Beckett bile yapmamış. Sonunda Bartleby ailesine katılıp yazmayı bırakabilirsiniz, ama yazıp yayımlamış olmak, her türlü sonucunu göze aldığımız eylem, yazar kimliğini üstümüze geçirdiğimiz bu duruş biçimi, “dünyaya karşı derin bir ret duygusu” içinde olmayı seçen Bartleby’lerden biri olmaya karar vermedikçe, içinde olmaktan mutluluk duyacağımız bir yaşam biçimidir de.
Yazmak ya da yazmayı reddetmek gibi, epeyce özel oldukları belli olan tutumlar, ancak yaratıcı yazarların, romancıların, öykü yazarlarının, şairlerin içselleştirdiği duygusal ve düşünsel durumları anlatır. Okurları da onların bu seçimlerinden bir biçimde etkilenir. Yoksa bir siyaset bilimcinin yazmayı ret etmesi pek düşünülemeyeceği gibi, düşünenlerin de bizi pek ilgilendirmeyeceği söylenebilir.
Demek ki yaratıcı yazarlık uzun zaman içinde verilmiş, her zaman ve tamamıyla bireysel bir karardır. Öte yandan, yaratıcılık son kertede bireysel bir etkinlik olduğuna göre, nasıl öğrenilir? Yalnızca kendi başına mı?
Yazarlığın okullarda öğrenilemeyeceğine kuşku yok. Varsa yazarlığı öğretmeye aday öğretmenler ya da birtakım ustalar, onlardan öğrenilmeyeceğini de hemen belirtebiliriz. Bunları en başta da belirtmiştik.
Yazarlığa hangi yoldan yürüneceği, o yolun yordamları, sonunda varılacak yere nasıl varılacağına ilişkin sağlam ipuçları… bunlar elbette verilebilir. Bir bakış açısı, içgörü, sonunda kendimize göre bir okuma biçimi edinebiliriz ki, doğru okumakla yazmak arasındaki paydanın gitgide büyüdüğünü de düşünüyorum. Okumakla yazmak, birbirinin içine geçmiş süreçler olarak yaşanmadıkça, yaratıcı yazarlığın uzun soluklu olması düşünülemez bile.
Sözcük bilinci
Asıl sorunun dil olduğunu, çünkü dilin dışında edebiyattan söz edilemeyeceğini de baştan saptıyor muyuz? Öyleyse yazarın kendine özgü bir dil, ona bağlı bir üslup oluşturma amacının yanı sıra, bu düzeyde atlamaması gereken bazı basit çabalar da gerekir.
Aynı sözcüğü art arda gelen cümlelerde kullanmamak;
aynı anlama gelen farklı sözcüklere aynı metin içinde seçici olmadan yer vermemek;
kendi dilimizin aynı zamanda kendimize ait sözcüklerden oluştuğu bilinciyle hangi anlamı hangi sözcükle karşılayacağımıza bilerek karar vermek;
yazdıklarımızda hiçbir sözcüğün rastlantısal biçimde yer almamasını sağlamak;
kısacası, tam bir sözcük bilinci edinmek. Bu bilinci edinmeden yazınsal bir metni tamamlayabileceğimizi düşünmeyelim.
Bu sıkıdenetim içinde yazma çabasının sonunda bir alışkanlığa dönüşmesi gerekir; öyle ki, kendi sözcüklerimiz, yazarken kendiliğinden dile gelmeli. Bir yazım kılavuzu ile bir Türkçe sözlük hemen elimizin altında bulunmalı. Kendi metinlerimizin, gönderdiğimiz dergi ya da yayınevinin editörlerince düzeltilmesini bekleyemeyiz. Yazdığımız öykü ya da romanı yazım ve dil kuralları bakımından yanlışsız yazmak, bizim görevimizdir.
Bu arada, ara sıra sözlük okumayı düşünür müyüz? Bunu tuhaf karşılamayalım. Sonunda beş-on bin sözcükle yazıyor olabiliriz, ama Türkçe sözlükte en az yüz bin sözcük var. Demek ki bizim yazarken kullandığımız sözcüklerden neredeyse on kat fazlası orada, etkisiz durumda bekliyor. Türkçe sözlüğü düpedüz okumak, sözcüklerin dünyasını daha iyi kavramanın yollarından biridir.
Tanıdığım kimi yazar arkadaşlarımın, hep yanı başlarında bulundurdukları Türkçe Sözlük’ü rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladıklarını, buldukları parlak bir sözcüğü hemen bir yere not ettiklerini, sonra da o sözcüğü yazdıkları romanın ya da öykünün uygun bir yerinde kulanmaya çalıştıklarını görmüşümdür. Kendiliğinden akla gelmeyen pırıltılı, büyülü sözcükleri not edip yazdığınız metnin uygun bir cümlesinde kullanmak, böyle çalışmayı alışkanlığa dönüştürmek size çok şey kazandırır. Çünkü sözcükler, çok şeydir.
Gözlemleri yazıya aktarmak
Üstelik yazarlar herkesten daha iyi gözlemcidir. Güçlü gözlemleri yazıya aktarmak da her yazarın kendi sözcük dağarcığını zenginleştirmesini gerektirir. Çocukların ne kadar iyi gözlemci olduğunu düşünelim. Çocuklar, bebeklik dönemlerinden başlayarak sürekli çevrelerini tarayıp bellek kaydı yapmaya başlar. Biz hiç farkında olmadan, onlar bir küçük davranışımızı, mimiklerimizi, ses tonumuzu ayırt edip kaydeder ve yeri geldiğinde, tam taşı gediğine koyar gibi kullanır. Yazabilselerdi, çocukların yaratıcılık düzeyi çok yüksek olurdu herhalde. Yaratıcı yazarlığın gerektirdiği gözlemcilik de böyledir. Birisinin caddede karşıdan karşıya geçişi, birbirini tanımayan insanların göz göze gelişi sırasında yaşanan anlık gerilim, bir dudak bükme ya da çeşitli mimikler, köpeğin kediyi kovalayışı, kokular, kendilerini hemen göstermeyen nesneler, imgeler…
Bunların tümü hem gerçek halleriyle, hem yol açtıkları imgelerle yaratıcı metinleri kurmacaya dönüştüren gereçlerdir. Bu arada elbette düşsellik girer araya, kurmaca metnin öğelerini birbirine yapıştıran yazınsal bir tutkal gibi. Hayalleri ve düşleri boğulmuş, düşlem (fantezi) yetisi sürekli bilenmeyen yazar, yaratıcılığı paslanmaya yüz tutan bir çaresiz olarak, bu kez yalnızca gerçeğe, gerçek hayatın bir krema gibi yazarın önüne sürdüğü tatsız ve ortalama değerlere sarılır.
Ben ne yazacağım, sorusunun yanıtları böylece kolaylaşır. Bazen sanılır ki, bazı şeyler yazılır, bazıları yazılmaz: doğru-yanlış, iyi-kötü, gerçekçi-biçimci, haklı-haksız, ahlaklı-ahlaksız gibi ayrımlar edebiyatın konusu olarak alınınca, kalıplar da oluşmaya başlar. Oysa, edebiyat bu: kalıplara, kurallara sığdırılması olanaksız; kurmaca, dolayısıyla imgesel ve düşsel suların içinde keşfedilmeyi bekleyen dipdünya.
Ne yazacağım sorusunun karşılığı, her şey’dir. Ne yazarsan yaz. Hem de önemli şeyler yazma zorunluluğunu hiç mi hiç hissetmeden; tam tersine, en önemsiz görünen şeyleri yaz ki, o önemsiz şeyler içinde has edebiyatın değerleri kendilerini bulsun, basit şeylerin aslında hayatımız için ne denli önemi olduğu anlaşılsın.
Kendisince ya da çevresince dayatılmış önyargılarla yazmaya başlayanlara, hem de Borges, “Ne yazarsam yazayım, Arantinliyim…” demiyor muydu. Öte yanda, Dostoyevski ya da Yaşar Kemal, onlar kendilerine “niçin yazıyorum” diye sormamışsa, siz de sormayın, yalnızca yazın. Yazdıkça yazmayı öğrenir insan, başlı başına en etkin okul gibi yazarı eğitmeye, yenilemeye başlar yazmak. Yeter ki içimizdeki merak böceği ölmesin. O kıpırdadıkça, kendi özgünlük yolunu da kazıp döşemeye başlar yazar.
Her gün yazın, özgürce yazın, ama daima büyük yazarların büyük yazılarıyla karşılaştırın
Yazmak ya da yazmayı reddetmek gibi, epeyce özel oldukları belli olan tutumlar, ancak yaratıcı yazarların, romancıların, öykü yazarlarının, şairlerin içselleştirdiği duygusal ve düşünsel durumları anlatır. Okurları da onların bu seçimlerinden bir biçimde etkilenir. Yoksa bir siyaset bilimcinin yazmayı ret etmesi pek düşünülemeyeceği gibi, düşünenlerin de bizi pek ilgilendirmeyeceği söylenebilir.
Demek ki yaratıcı yazarlık uzun zaman içinde verilmiş, her zaman ve tamamıyla bireysel bir karardır. Öte yandan, yaratıcılık son kertede bireysel bir etkinlik olduğuna göre, nasıl öğrenilir? Yalnızca kendi başına mı?
Yazarlığın okullarda öğrenilemeyeceğine kuşku yok. Varsa yazarlığı öğretmeye aday öğretmenler ya da birtakım ustalar, onlardan öğrenilmeyeceğini de hemen belirtebiliriz. Bunları en başta da belirtmiştik.
Yazarlığa hangi yoldan yürüneceği, o yolun yordamları, sonunda varılacak yere nasıl varılacağına ilişkin sağlam ipuçları… bunlar elbette verilebilir. Bir bakış açısı, içgörü, sonunda kendimize göre bir okuma biçimi edinebiliriz ki, doğru okumakla yazmak arasındaki paydanın gitgide büyüdüğünü de düşünüyorum. Okumakla yazmak, birbirinin içine geçmiş süreçler olarak yaşanmadıkça, yaratıcı yazarlığın uzun soluklu olması düşünülemez bile.
Sözcük bilinci
Asıl sorunun dil olduğunu, çünkü dilin dışında edebiyattan söz edilemeyeceğini de baştan saptıyor muyuz? Öyleyse yazarın kendine özgü bir dil, ona bağlı bir üslup oluşturma amacının yanı sıra, bu düzeyde atlamaması gereken bazı basit çabalar da gerekir.
Aynı sözcüğü art arda gelen cümlelerde kullanmamak;
aynı anlama gelen farklı sözcüklere aynı metin içinde seçici olmadan yer vermemek;
kendi dilimizin aynı zamanda kendimize ait sözcüklerden oluştuğu bilinciyle hangi anlamı hangi sözcükle karşılayacağımıza bilerek karar vermek;
yazdıklarımızda hiçbir sözcüğün rastlantısal biçimde yer almamasını sağlamak;
kısacası, tam bir sözcük bilinci edinmek. Bu bilinci edinmeden yazınsal bir metni tamamlayabileceğimizi düşünmeyelim.
Bu sıkıdenetim içinde yazma çabasının sonunda bir alışkanlığa dönüşmesi gerekir; öyle ki, kendi sözcüklerimiz, yazarken kendiliğinden dile gelmeli. Bir yazım kılavuzu ile bir Türkçe sözlük hemen elimizin altında bulunmalı. Kendi metinlerimizin, gönderdiğimiz dergi ya da yayınevinin editörlerince düzeltilmesini bekleyemeyiz. Yazdığımız öykü ya da romanı yazım ve dil kuralları bakımından yanlışsız yazmak, bizim görevimizdir.
Bu arada, ara sıra sözlük okumayı düşünür müyüz? Bunu tuhaf karşılamayalım. Sonunda beş-on bin sözcükle yazıyor olabiliriz, ama Türkçe sözlükte en az yüz bin sözcük var. Demek ki bizim yazarken kullandığımız sözcüklerden neredeyse on kat fazlası orada, etkisiz durumda bekliyor. Türkçe sözlüğü düpedüz okumak, sözcüklerin dünyasını daha iyi kavramanın yollarından biridir.
Tanıdığım kimi yazar arkadaşlarımın, hep yanı başlarında bulundurdukları Türkçe Sözlük’ü rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladıklarını, buldukları parlak bir sözcüğü hemen bir yere not ettiklerini, sonra da o sözcüğü yazdıkları romanın ya da öykünün uygun bir yerinde kulanmaya çalıştıklarını görmüşümdür. Kendiliğinden akla gelmeyen pırıltılı, büyülü sözcükleri not edip yazdığınız metnin uygun bir cümlesinde kullanmak, böyle çalışmayı alışkanlığa dönüştürmek size çok şey kazandırır. Çünkü sözcükler, çok şeydir.
Gözlemleri yazıya aktarmak
Üstelik yazarlar herkesten daha iyi gözlemcidir. Güçlü gözlemleri yazıya aktarmak da her yazarın kendi sözcük dağarcığını zenginleştirmesini gerektirir. Çocukların ne kadar iyi gözlemci olduğunu düşünelim. Çocuklar, bebeklik dönemlerinden başlayarak sürekli çevrelerini tarayıp bellek kaydı yapmaya başlar. Biz hiç farkında olmadan, onlar bir küçük davranışımızı, mimiklerimizi, ses tonumuzu ayırt edip kaydeder ve yeri geldiğinde, tam taşı gediğine koyar gibi kullanır. Yazabilselerdi, çocukların yaratıcılık düzeyi çok yüksek olurdu herhalde. Yaratıcı yazarlığın gerektirdiği gözlemcilik de böyledir. Birisinin caddede karşıdan karşıya geçişi, birbirini tanımayan insanların göz göze gelişi sırasında yaşanan anlık gerilim, bir dudak bükme ya da çeşitli mimikler, köpeğin kediyi kovalayışı, kokular, kendilerini hemen göstermeyen nesneler, imgeler…
Bunların tümü hem gerçek halleriyle, hem yol açtıkları imgelerle yaratıcı metinleri kurmacaya dönüştüren gereçlerdir. Bu arada elbette düşsellik girer araya, kurmaca metnin öğelerini birbirine yapıştıran yazınsal bir tutkal gibi. Hayalleri ve düşleri boğulmuş, düşlem (fantezi) yetisi sürekli bilenmeyen yazar, yaratıcılığı paslanmaya yüz tutan bir çaresiz olarak, bu kez yalnızca gerçeğe, gerçek hayatın bir krema gibi yazarın önüne sürdüğü tatsız ve ortalama değerlere sarılır.
Ben ne yazacağım, sorusunun yanıtları böylece kolaylaşır. Bazen sanılır ki, bazı şeyler yazılır, bazıları yazılmaz: doğru-yanlış, iyi-kötü, gerçekçi-biçimci, haklı-haksız, ahlaklı-ahlaksız gibi ayrımlar edebiyatın konusu olarak alınınca, kalıplar da oluşmaya başlar. Oysa, edebiyat bu: kalıplara, kurallara sığdırılması olanaksız; kurmaca, dolayısıyla imgesel ve düşsel suların içinde keşfedilmeyi bekleyen dipdünya.
Ne yazacağım sorusunun karşılığı, her şey’dir. Ne yazarsan yaz. Hem de önemli şeyler yazma zorunluluğunu hiç mi hiç hissetmeden; tam tersine, en önemsiz görünen şeyleri yaz ki, o önemsiz şeyler içinde has edebiyatın değerleri kendilerini bulsun, basit şeylerin aslında hayatımız için ne denli önemi olduğu anlaşılsın.
Kendisince ya da çevresince dayatılmış önyargılarla yazmaya başlayanlara, hem de Borges, “Ne yazarsam yazayım, Arantinliyim…” demiyor muydu. Öte yanda, Dostoyevski ya da Yaşar Kemal, onlar kendilerine “niçin yazıyorum” diye sormamışsa, siz de sormayın, yalnızca yazın. Yazdıkça yazmayı öğrenir insan, başlı başına en etkin okul gibi yazarı eğitmeye, yenilemeye başlar yazmak. Yeter ki içimizdeki merak böceği ölmesin. O kıpırdadıkça, kendi özgünlük yolunu da kazıp döşemeye başlar yazar.
Her gün yazın, özgürce yazın, ama daima büyük yazarların büyük yazılarıyla karşılaştırın gün yazın, özgürce yazın, ama daima büyük yazarların büyük yazılarıyla karşılaştırın Her gün yazın, özgürce yazın, ama daima büyük yazarların büyük yazılarıyla karşılaştırın yazdıklarınızı.
Yazarlığın Çekim Gücü
En iyisi yazdıklarınızı kimseye göstermeden, kendi
kendinize geliştirip parlatmaktır. Kendi eleştirmeni
kendisi olanların işidir yazarlık. Her yazdığına usta
bellediklerinden onay alanların yazarlık kumaşı
gevşek dokunur.
Yazar olmanın başlangıç dönemlerinde en az anlaşılan ya da en güç öğrenilen yanı kendini bilmektir. Edinmekte en çok zorlandığımız özellik.
Yazar olmaya karar verilmiştir elbette. Güçlükleri ne olursa olsun, yeni yazar adayımız gönlünü kaptırmıştır yazarlığa. Öyle ya da böyle, seçimini de yapmıştır. Şimdi sıra şundadır: Tutkuyla yazmaya başlayan genç yazar, iyi yazmaya başladığını, yazdıklarının tamamlandığını nasıl anlayacaktır? Öyle ya, iyi mi yazıyorum, kötü mü; yazdıklarım oldu mu, olmadı mı? Bunun kolayca anlaşılabileceği hiçbir zaman düşünülmemeli. İlk adım atıldı ya, atılacak ikinci adım da buraya doğrudur işte.
Yazdıklarınızı adı sanı bilinen, sevdiğiniz, usta bildiğiniz yazarların yazdıklarının yanına koyuyorsunuz: doğrusu, hiç de fena değil ya da umut kırıcı.
Bir dergiye göndersem mi, sorusu takılır hemen aklınıza. Yazdıklarınızı bir dergiye göndermenin nelere yol açacağını daha sonra da konuşacağız. Şimdi bu aşamada siz, yazdıklarınızı bir yerlere göndermeden, kendi kendinize bir kez daha okuyup bir kez daha yazın, bir kez daha okuyup bir kez daha yazın. Yazılmış en büyük yapıtı yazıyormuş gibi yapmadan, ama kendi yazdıklarınızın en iyisini yazdığınızı düşünerek, yazdıklarınızı bekletip yeniden ele alarak…
Dostoyevski Ecinniler’i yazarken 400 sayfa, kullanmadığı not tutmuş. O, Dostoyevski böyle yazmalıdır, diye yapmamış bunu. Başka türlü bir çabayla roman nasıl yazılabilir ki. İlk hayranlarınıza aldanırsanız, iş baştan bitmiştir. Yakın çevrenizde yazdıklarınızı çok beğenen, hemen yayımlatmanızı isteyen arkadaşlar, ablalar, yakınlar pek çoktur. İster istemez etkilenirsiniz. Kendini bilmek, işte burada dayatır kendini.
En iyisi yazdıklarınızı kimseye göstermeden, kendi kendinize geliştirip parlatmaktır. Kendi eleştirmeni kendisi olanların işidir yazarlık. Her yazdığına usta bellediklerinden onay alanların yazarlık kumaşı gevşek dokunur.
Şimdi yazarlık, demek arkadaş çevresinde yüksek saygınlık kazandırıyor. Bizim kuşağımız içinde edebiyatla uğraştığımızı, yazdığımızı söyleyemiyorduk bile. Gizlilik içinde uğraşıyordum ben de. Yapacak o kadar önemli iş varken, edebiyat da neyin nesiydi. Okunacak o kadar önemli kitap varken, şiir ya da roman okumaya zaman olur muydu. Demek ki böyle geçmesi gerekiyordu o yılların, bugün farklı elbette.
İnsanın aklına neler gelir yazmaya başladığında. Herkesi şaşırtacak şeyler yazacaktır elbette. İlgi görecek, konuşulacak buluşlar… İç dünyasında başkalarında bulunmayan zenginlikleri irdeleyerek dökecektir yazıya. Ben de o yıllarımda roman yazsaydım, ne zenginlikler bulurdum iç dünyamda, ne yaratıcı buluşlarım olurdu, düşlerimin sınırına hâlâ varamadım üstelik.
Boşa çaba oysa. İlk okuduğumda bana şaşırtıcı gelmişti, ama Borges de, “Yıllarca, çeşitlemeler ve yeni buluşlar aracılığıyla iyi bir şeyler yazabileceğimi umdum; şimdi, yetmişimi aştıktan sonra kendi sesime kavuştuğuma inanıyorum,” diyor.
Bunu anladıktan sonra bilgiçlik ve gösteriş yapma telaşından uzaklaşmayı da öğrenecektir genç yazar. Ama anlamak için de epeyce zaman yitirerek. Gayretkeşlik boşunadır. Demek ki yazarlık sürekli kendini sorgulamakla tamamlanıyor. Daha doğrusu, tamamlanması olanaksız bir süreç içinde yaşanıyor. Denir ya, en iyiyi yazması olanaksızdır yazarın: en iyiyi yazdıktan sonra yazması anlamsızlaşır artık.
Sorunumuz bu değil elbette. O en iyi, belki pek çoğumuzun kıyısına bile gelemeyeceği bir yerde, Kaf Dağı’nın ardında duruyor. Yoksa en iyi yazardan geçilmezdi ortalık. Asıl olan iyi yazmaktır elbette. Belli bir düzeyde, demek ki ortalamanın dolaylarında yazmak yeterli gelir mi? İnsan, parçası olduğu toplumun sıradan bir bireyi olmak yerine, kendine özgü bir kişiliğe, kimliğe sahip olmayı amaçlamaz mı? Nerede, nasıl yaşıyorsa yaşasın, her insanın aklından geçirdiği düşüncedir bu. Öyleyse, yazdıkları için amaçları nelerdir?
Edebiyat dergilerinin yöneticileri, gönderilen binlerce üründen sıkıldıklarında, İlle de yazmak zorunda mısınız kardeşim, diye hayıflanır. Elbette hiçbir karşılığı yoktur bu sözlerin. Herkes, ille de yazmak zorunda.
İnsanı yazmaya bu denli güdüleyen nedir acaba? Yaşadığı küçük obasında saygın bir yer edinmek mi? Ünlenip hiç tanımadığı insanlar arasında okunup sözü edilmek mi? Para kazanmak mı?
Bunların tam karşılıklar olacağını sanmıyorum. Kiminizde belki itici bir rol oynamıştır bunlar. Asıl olan, yazının çekim gücü. Yazan, yazdıkları edebiyat dergilerinde yayımlanan genç insana arkadaşları gıpta etmez olur mu? Yakınları onunla gurur duymaz mı?
Bunları tam olarak açıklamak olanaksız. Yazının bütün bunların üstünde bir büyüsü var. O büyü insanın elini, kolunu önüne geçilmez bir tutkuyla bağlar, aklını başından alır. Gerçekten yazar olma yoluna giren insanı gözü başka hiçbir şeyi görmeyecek hale getiren, tedirgin eden, başka hiçbir aşkla ölçülemeyecek güçle sarıp sarmalayan yazı, ancak onu anlayabilene gösterir gerçek yüzünü.
Tolstoy Savaş ve Barış’ı tam sekiz kez yeniden yazmış ve orada burada hâlâ düzeltmeler yapmaktaymış. Bunun gibi şeyler, ilk taslağı kötü olan benim gibi yazarlar için yüreklendirici olmalı.
Nasıl Yazmalıyım?
Yazmaya başlayınca usta bilinenlere, Yazdıklarım
nasıl olmuş, diye sorulur ya, işte bunun yerine
o yolun üstünde karşımıza çıkan kitaplar, usta
bildiklerimizden çok daha önemlidir. Başkasının
düşüncesi, başkasınındır sonunda; oysa kitaplarla
aramızda hiç kimse olmaz.
İnsanı yazarlığa götüren yolun başlangıcında olacaklar belli değildir. Orada yalnızca okumak var, ama sıkı okumak. Hiçbir genç bu başlangıç okumalarını kusursuz biçimde tamamlayamaz. Kusursuz okuma var mıdır, diye sorulursa hemen, Elbette yoktur, diyebiliriz.
Neden sonra birkaç şiir eleştirisi dışında şiir üstüne yazmadığımı düşününce, ilkgençlik yıllarımda en çok şiir okumuş olmayı bir eksiklik, kayıp mı saymam gerekiyor? Elbette hayır. Okumak, hele şimdi, yayımlanan kitap çeşidi içinde kaybolduğumuz koşullarda dizgesel biçimde nasıl yapılabilir sorusuna, ancak şu öneriyle karşılık verebilirim:
Değil mi ki kendi kendimizi eğitiyoruz, önce dili kusursuz biçimde kullandığını düşündüğüm, Türkçeyi en iyi, ama aynı zamanda olanaklarını en açık biçimde kullanan yazarları okurum. Vüs’at O. Bener, Adalet Ağaoğlu, Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Tomris Uyar, Necati Tosuner, Selim İleri, daha yeni kuşaklardan Murathan Mungan, Cemil Kavukçu hem Türkçeyi kullanma biçimleri hem de genç yazar adayının kendini sıkı bir okuma eğitimi içinde bulmasına yol açabilecek özellikleriyle iyi seçimler olabilir.
Onları okurken bir cümleden ötekine nasıl geçtiklerine, hangi sözcükleri nerede kullandıklarına, bölümleri birbirine nasıl bağladıklarına, diyalogları nasıl yoğunlaştırdıklarına, kişilerin davranışlarını ayrıntılar içinde nasıl verdiklerine, bütün metni nasıl kurguladıklarına özen göstererek okurum. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan.
Her okumadan sonra da kısa bir süre için kendi yazdıklarımı gözden geçiririm. Belleğimde ustaca kurulmuş sözlerin rüzgârı daha dinmemişken yazdıklarımı okumak, bir tür kendi sözcüklerimi bileylemek yerine geçer. Bunun, hem de çok yararlı olacağından hiç kuşkumuz olmasın. İşte bu gerçek bir eğitimdir ve böylece kendi yaratıcı yazarlık atölyenizi kendi başınıza kurmuş olursunuz.
Değil mi ki edebiyattan söz ediyoruz, orada dil ile yaratılmış metnin yapısına ve doğasına bakmak gerekir. Kutsal sözler oraya indirilmiştir ve orada yazılı ölçütler insanın bin bir türlü haline işlemek içindir.
İnsan, binlerce yıldan beri özünde aynı insan değil midir aslında, ne genetik kodlarında olmuştur bizi bugün etkileyecek bir değişme ne de acıyı, hüznü, mutluluğu yaşama biçiminde, ama onu binlerce yıldan beri anlatanların hâlâ keşfedemediği sayısız yeni yüzü çıkıyor ortaya. Bunun içindir edebiyat, insanın sayısız yüzünü her yazarın kendi gördüğü biçimde anlatmak için.
Demek ki yeni yazar şu soruyla yüz yüze gelir: İnsanı, başkalarının daha önce görmediği biçimde görebiliyor ve başkalarının yazmadığı biçimde yazabiliyor muyum?
Bu gözlem ve sezgiye sahip olmadıkça, yazılanlar sizden önce yazılmış olanların yinelenmesinden başka ne olabilir? Hayata uzak, insanlarla ilişkilerimde başarısızsam, kendi hayatımı ve iç dünyamı yazdığım başlangıç metinlerinden sonra ne yazacağım?
Yazmaya başlayınca usta bilinenlere, Yazdıklarım nasıl olmuş, diye sorulur ya, işte bunun yerine o yolun üstünde karşımıza çıkan kitaplar, usta bildiklerimizden çok daha önemlidir. Başkasının düşüncesi, başkasınındır sonunda; oysa kitaplarla aramızda hiç kimse olmaz. Kendimiz okur, bilgi ve görgümüze göre değerlendirir, alacaklarımızı alarak bizi etkileyecek bir başka kitapla karşılaşmak için yola devam ederiz.
Demek ki önce iyi okur olmak gerekiyor. Hem çok okumak hem de okuduklarımızı nitelikli okuma diyebileceğimiz bir etkinlik içinde yaşamaktır iyi okumak. Yolun üstünde iyi yaşamakla da karşılaşacağız.
Kısacası, yazarlık öteki yazarlardan değil, kitaplardan öğrenilir. Bu ders, bütün yazarlık yaşamımız boyunca alacağımız ilk büyük derstir. Evet, kitaplardır yazarın okulu, ama onlara öykünmekten kaçınarak, kendi anlatım biçimimizi, dilinmizi, üslubumuzu, yolumuzu yordamımızı bulmaya çalışarak. En zoru da bu…
Genç yazarın kendi yazınsal dünyasını bulması hiç kuşku yoktur ki uzun süre alacak. Başlangıçta olmadığını görecek, bir türlü istediği düzeye gelemediğini gördüğünde yeniden kitaplara dönebilenler kazanacak. İşte bu arada, nasıl olsa yayımlayacak bir yer bulurum, düşüncesi belirir de kendini dayatırsa, iç alarmımız devreye girsin, yoksa erken yayımlamaya kalkışmak, en azından daha başlangıçtayken yazıyı gevşek tutmaya neden olur ki, kolay yayımlamak ve hak ettiğinin ötesindeki yalan ilgiler, yola çoktan çıkıp birkaç kitap yayımlamış yazarları bile yoldan çıkarır.
Ne ki, şimdi yaratıcı yazıya daha içerden bakmaya başlamak en doğrusu. Yazınsal bir metni yaratma biçimlerinin en önemlilerinden başlayarak.
Programa göre çalış, havana göre değil. Belirlediğin zamanda dur… Programı canın istediğinde çöpe at ama ertesi gün ona geri dön.
Gerçeklik ve Kurmaca
Gerçeğin bilinen halleriyle kendini sınırlayan
yazınsal metinlerin değeri kendiliğinden düşer.
Sözgelimi birçok kereler yazılmış bir konunun
yeniden yazılmasının o metnin yayımlanma değerini
düşüreceğini varsayabiliriz, yazılmamış, yeni olanınki
kendiliğinden artarken.
Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğinize mahkeme duvarlarına bakarak yemin edebilirsiniz, ama yaratıcı yazının dünyasında verilmiş bu söze kendinizi inandırırsanız, gerçeğin gerçekten yaşandığı gibi anlatıldığı metinlerin yazınsal değeri konusunda ister istemez yanılırsınız.
Edebiyat, bizim de gördüğümüz gerçeği anlatmak yerine, yazarından kendi yaratma eyleminin özgün sonuçlarını bekler. Yalnızca gündüz rüyaları’ndan çıkabilseydi yazdıklarımız, gözleri açık dolaşan yazarların doğuştan gelen yaratıcılıklarıyla birbirlerine yaklaşması gerekirdi.
Acıma, şiddet, iyilik, kötülük, duygusallık, hüzün ya da mutluluk insanın toplumsal hayatından çıkan gündüz rüyalarının başlıca izlekleridir, ama burada genç yazarı bekleyen şu tehlike var ki, bunlar da bugüne dek bıktıracak denli çok işlenmiştir ve aynı konunun aynı biçimde yeniden yazıldığı her metin yok sayılabilir. Bu düzeyde bulunan iki öykü yan yana konduğunda, önceden yazılanın yanında, sonradan gelen geride kalır.
Oysa birbirinin aynı görünen bütün duygu durumları yeniden ve bambaşka biçimlerde yazılabilir; bazen tersi söylense de, en azından birkaç bin yıldan beri her şeyiyle yazıldığı sanılan insanın hâlâ hiç kimsenin yazmadığı yanları vardır ve bu arada onun iç dünyasına girdikçe dünyanın sonuna dek tükenmez bir madenle karşı karşıya geleceğimiz de apaçıktır. Çünkü insana ilişkin her yeni buluş, yazarı gece rüyalarına gönderir ve orada gerçek, bir yere mıhlansa da, düşlemlerin sınırları çizilemez.
Alışılmış, onlarca yıldan beri işlenmiş konuları yineleyen öykülerin dergilerde kendilerine yer bulması haklı olarak güçleşir. Demek ki genç yazar yazmaya başladığında ilkin, “Ne yazmalıyım?” sorusunu sorar. Yazmayı okumakla özdeşleştiren, dolayısıyla masa başında düşünmenin dışarıda yaşamanın doğal uzantısı olduğunu bilen genç yazar için, yazılacak olan yalnızca hayatın içinde, yaşadığımız gerçekliğin parçası olarak duranlar değildir. Öte yanda Thomas Bernhard, “Gerçeklik öyle kötüdür ki tarifi imkânsızdır, hiçbir yazar onu gerçekten olduğu haliyle tarif edemedi, korkunç olan da bu,” diyor. Değil mi ki edebiyat da dış dünyanın gerçekliğini anlatmaya çalışmaktan değil, yazınsal yazının içinde oluşmaya başlayan gerçekliği alımlanabilir kılmaktan geçer, üstelik boşuna çabadır bu.
Belki klasik gerçekçiliğin büyük romanları gerçekliği bütüncül bir kavrayış içinde anlattı, gerçekliğin tipik özelliklerini romanların öyküsünde ya da tipik kişilerinde yansıtmayı başardı. Elbette gerçeğin somut bilgisinin edebiyatın önüne açtığı tuzaklara düşmeden, yazınsal bilginin olanakları ve her zaman insanın tuhaf yazgısıyla birleşme amacı içinde.
Ne ki gerçeğin o güne dek olduğu gibi kavranmasının zaman içinde olanaksızlaşıp parçalanması yüzünden yazınsal gerçekliğin bütünü temsil etmek yerine parçaları önemsemesi, kurmaca yapıları da değiştirdi.
Önemli gerçeklerin yanı sıra önemli kişilikler yaratma sürecine bağlanan roman, çoğu kez alışılmamış, sıradan kişilerin, bazen de antikahramanların bütünü temsil etmeyi amaçlamayan tekil yaşantılarına yönelirken, gerçekliğin parçalanmış, kavranması zor halini roman kişilerinin iç dünyaları çevresinde oluşturmaya başladı.
İç-konuşmanın birdenbire öne çıkan anlatım tekniklerinden biri oluşu; modernizmin ilk öncülerinden sonra gelen büyük yaratıcıları Joyce, Woolf, Faulkner, Musil gibi yazarlarca bilinçakışının çok sık kullanılması, roman anlayışını adamakıllı değiştirdi. Sonra da Kafka’nın Gregor Samsa’sı bilinen biçimleri tersyüz ederek geldi. Yeni roman anlayışı, doğrudan anlatılması neredeyse olanaksızlaşan hayatın dolayımlı biçimde nasıl anlatılacağını araştırırken, dışarıdaki dünyayla kişilerin iç dünyasını iç içe geçirerek yeni bir gerçeklik yaratmayı asal sorunu seçti.
Dolayısıyla gerçeğe katkısız bağlılığın yazınsal gerçekliğe değil, ideolojik yanılsamalara götüreceği düşüncesi edebiyatın değerini artırdı.
Gerçeğe dolaysız bağlılık, değil mi ki o gerçeğin tek gerçek olduğunu veri alır, yazarı kendi yaratım sürecinin çevresinde bir kalıp örmeye koşullarken, bütün zihinsel süreçleri de yalnızca kendine akmaya zorlayıp okurun yazınsal metnin anlamını zenginleştiren yaratıcı katkısını gereksizleştirir.
Toplumsal dilin içinden gelip yalnızca bir yapım ürünü olarak ortaya çıkan yazı kendiliğinden yararcıdır, dolayısıyla okuruyla edilgin bir ilişki kurar; ne ona öne sürdüğünden daha çoğunu vaat eder ne de alıcısı okuduğu o metne verilmiş anlamlardan daha çoğunu yükleyebilir.
Bu tür metinleri yazınsal yazının içinde saymak olanaksızdır elbette. Öte yandan, bugün tek bir anlamla kendini sınırlandırmış metinler de yazılmıyor. Yazarın bir anlamla yetindiği metinler bile değişik okuma biçimlerine sahip okurların zihinlerinde farklı anlamlar üreterek yaşatılıyorsa, günümüzde gerçekliğin sanılandan daha karmaşık olmasındandır.
Gerçekliğin yaratıcı imgesi, bu kez okurun yaratıcı zihinsel sürecinde ikinci bir serüvene çıkmaktadır. Bilincin ve zihinsel süreçlerin yeniden üretim dolayında alınabilecek yazınsal sorunlar getirdiği bellidir. Böylece karşılığı metin içinde saklı her yeni anlam, o metnin gece rüyaları içinde yeniden kurulmasına, dolayısıyla yaşayan bir organik yazı olarak zenginleşmesine yol açar.
Gerçeğin bilinen halleriyle kendini sınırlayan yazınsal metinlerin değeri kendiliğinden düşer. Sözgelimi birçok kereler yazılmış bir konunun yeniden yazılmasının o metnin yayımlanma değerini düşüreceğini varsayabiliriz, yazılmamış, yeni olanınki kendiliğinden artarken.
Gerçek dünyaya bağlılıkla yazılan metinlerin kendiliğinden yalın bir anlatım biçimi, kurgu ve dille oluşacağı da öngörülebilir. O yalınlık içinde görünen anlamların ardında, metnin susku noktalarında saklı anlamları çözmek, yazınsal dilin aslında ne olduğunu daha doğrudan gösterir. Sözgelimi bu anlatım
biçiminin iki büyük ustası, Çehov ve Hemingway, genç yazar için anlatım tekniğini sınamanın en iyi denektaşları olarak kullanılabilir.
Öte yandan, Edgar Allan Poe ile başlayıp düşlerden ve düşlemden yararlanarak gerçeğin ötesini kurcalayan bütün yazarlar da yaşadığımız hayatın gerçekliğini alışılmamış yanları ve yüzleriyle anlattı. Bu yazarların tümü önce görünen dünyayı anlamak ve yorumlamak, sonra da onun yerine başka dünyalar geçirebilmek için hayal gücü ve yanılsamanın olanaklarından yararlandı. Bilimkurgunun, ütopyaların, simgelerin, düşlemlerin dünyasında anlatım olanaklarını geliştirdiler.
Bu yazınsal serüvenin içinde bulunmak düşe-yatmakla başlar. Düşlerin zenginliği içinden süzülenler elbette gerçeği anlatma amacını güder. Kurmaca içinde gerçekten söz ederken düşler girer araya, yazarın hayal gücü yazılan metnin motoru gibi çalışır, kurgunun yarattığı kahramanlardan, hayallerden oluşan bir dünya yaratılır ve bütün bunlar yüzünden de kimi yazarlar edebiyatı bir “oyun”, yazılanları “uydurma” olarak niteler.
John G. Fitzgerald, “Eğer yalan söylemeyi ve abartmayı beceremiyorsanız, kurmaca yazamazsınız,” derken yaratma eyleminin yönünü gösteriyor. Çünkü düş, gerçeküstü ya da fantazma, has edebiyatın içinde hiçbir zaman gerçekten kaçış için kullanılmadı. Tam tersine, içinde bulunulan koşulların zorunlulukları nedeniyle, gerçeği başka biçimlerde dışavurma biçimleri olarak edebiyatı zenginleştirdiler. Değil mi ki gerçekmiş gibi görünen her şey sonunda kurmaca içinde bir düş olarak yaratılır, gerçek ile düşü birbirinden ayırt edebileceğimiz sınır çizgisi de gitgide incelir.
Bu arada edebiyatın insan zihninin kapasitesini sınamasına gerek kalmaz. Yaratım süreci içinde yazarın zihinsel sınırlarının nerede biteceğini yazarın kendisi bile bilmez. Toplumsal gerekler yüzünden onu sınırlamaya çalışmaksa, yalnızca kurmacayı güdükleştirir. Bu sürecin sonunda bekleyen okurun zihinsel olanakları sınırsızdır; kaldı ki zaman içinde okuma kültürü sürekli yukarı çıkan okurun hangi metni anlaşılmazlıktan çıkarıp herkesçe anlaşılır bir metne dönüştüreceğini baştan saptamaya çalışmak da yersizdir. Edebiyat, kurmaca dünyanın gerçekliğinden başka bir gerçeğe inanmaz, inanırsa yoldan çıkmaya başlar.
Gerçek, Düş, Kurmaca
Artık yazınsal metni, gerçekliğin yaratım sürecinde
bozuşarak aldığı biçimler değil, yazarın imgelem ve
düşlem dünyası da belirlemeye başlamıştır. Edebiyat
dış dünyanın gerçekliğinden çıkarken insanın
iç dünyasını, bireylik sorunlarını kurgulayarak
yaratmaktadır yeni dünyaları.
Geçmişte yaşanan hayatın sınırlılığı edebiyatı sınırlamış değildi. Yoksa yüzyıllardan beri taşıdığı ilk anlamların ötesine geçerek bugünlere gelen romanlar çoktan unutulmuş olurdu. Gerçek hayatın kendini düşünsel düzeyde gösterme biçimi olarak gerçeklik, ilkkaynaklık ettiği yazınsal gerçekliğin hamuruna karışırken edebiyat anlayışını da kendine odaklayan bir çekim merkezi yaratarak ilerledi. Onu yazınsal gerçeklik içinde bütünüyle kuşatabilmenin bir zamanlar var olan olanakları, yazarları gerçek hayatın bütün boyutlarını yansıtma düşüncesine itmiştir. Hayat neredeyse bütünüyle kavranabiliyorsa, onun edebiyatı da yapılabilirdi.
Ne ki hayat aynı yerde durmuyor, demek bile anlamsız sayılır; çünkü sözgelimi roman sanatının birkaç yüz yıllık tarihi içinde yaşanan hayatın çok yönlü değişimi günümüze yaklaştıkça hızlanırken, değişim dönemlerinin tümüne edebiyatın yaratıcı karşılıklar verme endişesini de çoğalttı.
Özellikle bilimsel-teknolojik ilerlemeler hayatı bir zamanların gerçekliğinden bambaşka bir gerçeklik olarak önümüze getiriyor. Şimdi yaşadığımız yeni zamanların imparatorlarından medyanın, insanla yaşanan gerçeklik arasında kurduğu bölgeyi, Jean Baudrillard’ın hipergerçeklik olarak tanımlaması boşuna değil. Hipergerçekliğin tanımlanması da, bütünüyle kuşatılıp anlaşılması da olanaksızken, yazınsal seçimler için gerçekçiliğin olanaksızlaştığı da belirtilebilir mi? Bütünüyle değil elbette, ama gerçekçilik, artık ne bildiğimiz tanımlara sığdırılabilir ne de edebiyatın yücelteceği bir anlayış olarak ısrarla öne çıkarılabilir. Çünkü hemen, hangi gerçek sorusunun sorulmasına neden olacaktır.
Modernizmin edebiyat düşüncesi, özellikle roman sanatında gerçek ile iç dünyayı iç içe geçirip kendisi için yeni bir dünya yaratma biçiminde oluşmaya başladıktan sonra, bireyin hem toplumsal kimliğiyle hem iç dünyasıyla oynadığı rol, yazınsal metinlerin taşıması gereken anlamları çoğaltmaya başladı.
Gerçek, karmaşıklığı ve çok katmanlılığı yüzünden bütünüyle anlaşılabilir olmaktan uzaklaşmaya başladığında, yazınsal metinlerin tek bir anlam çevresinde kurduğu dünyalar da yıkılmış oldu. Gerçeği olduğu gibi anlatmayı amaçlayan metinlerin kurduğu edilgin (nesne konumunda) ilişki biçimi yerine, tek bir anlam verilmesi olanaksız gerçekliğe her yazarın kendi görme biçimine ve edebiyat anlayışına göre çok çeşitli anlamlar verdiği etkin (özne konumunda) bir ilişki biçimi geliştirildi.
Yalnızca gerçeği anlatma amacı yazarın yaratıcılığına pek de gereksinim duymazken, okurun yazarın bıraktığı yerden yazınsal metni alıp götürmesine de uygun değildi. Bir tek gerçeği yansıtan edebiyatın neden sonra anlamı kalır mı? Oysa sürekli değişim içindeki yeni gerçeklik, okurların yazınsal metni yeniden ve yeniden üreterek çoğalttıkları zihinsel süreçlerinde taşınmaktadır. Edebiyatın bu düzeydeki sorunları karmaşıktır artık. Yazınsal gerçekliğin alacağı biçimler alabildiğine çoğalırken, yazınsal buluşlar yaratıcılığın sınırlarını kaldırmaya başlar; özgünlük içi boş bir özellik olmaktan çok, yazınsal gerçekliğin etkinliğini artırmaya yönelir.
Artık yazınsal metni, gerçekliğin yaratım sürecinde bozuşarak aldığı biçimler değil, yazarın imgelem ve düşlem dünyası da belirlemeye başlamıştır. Edebiyat dış dünyanın gerçekliğinden çıkarken insanın iç dünyasını, bireylik sorunlarını kurgulayarak yaratmaktadır yeni dünyaları.
Borges, “Düş görmek, uyanıkken gördüğümüz nesneleri bir araya getirmek, onlardan bir öykü ya da öykü dizisi örmektir,” diyerek, düş ile öyküyü özdeşler.
Bu yaratıcı tanımı, Rust Hills’in, “Birçok kurmacanın temel sorunu, çok fazla gündüz rüyası olmasıdır,” sözü tamamlar.
Demek kendini gerçekle özdeşleştirmeye çalışmak, kurmaca yapının gevşek dokunmasına ya da düzeyin aşağı çekilmesine; hep gerçek hayata bağlı kalma çabası yazılanların renginin kaçmasına, güdük kalmasına neden olabilir.
Uyanıkken herkesin rüyasının ortak oluşu da gerçekle özdeşleşmeye benzer. Önümüzde olup biten ve birlikte tanık olduğumuz gerçek, ortak yaşantımız olarak paylaşılabilirken rüyalar kimseyle paylaşılmaz. Herkesin yalnızca kendi rüyasını görmesi, rüyaların başka hiç kimseyle birlikte görülmemesi, kurmaca yazarın gördüğü, kurguladığı dünyanın özgünlüğünü anlatır.
Genç yazar, düş ya da hayal ile yazınsal metnin nerede gerçekle bütünleşebileceği düğümünü çözmekte her zaman zorlanır. Aslında gerçeğin bütünüyle kuşatılamaz oluşu düşüncesinin modernizmle birlikte geliştirilmesi, bu nedenle gerçeği her yazarın kendi alımlama biçimine göre yeniden yaratma bilinci, yaratıcılığın sınırlarını alabildiğine genişletmiştir.
Proust, Joyce, Woolf ya da Faulkner’dan daha önemli bir sıçramayı Kafka ile yaşadı modernizm. Kafka’nın, gerçekliğin taşıdığı belirsizliği ve anlaşılma güçlüğünü Einstein’dan aldığı esinle çözdüğü belirtilir. Zürih’te birlikte bulundukları arkadaş toplantılarında, Einstein’ın dünyanın ve evrenin belirsizliği ve göreceliği üstüne düşünceleriyle karşılaşmak, Kafka’nın yazınsal buluşlarını ve gerçekliği görme biçimini etkilemişti. Einstein’ın çalışmalarının yayımlanmasından yaklaşık on yıl sonra da Kafka’nın yapıtları ortaya çıkmaya başladı.
Değil mi ki hayat geçmiştekinden farklıydı, yazınsal gerçeklik de artık geçmiştekinden daha farklı biçimde yaratılmak zorundaydı. Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini bir böcek olarak buluşu, bu yeni gerçekliğin sonucudur ve düş ya da hayalin yazınsal metindeki karşılıklarının neler olabileceği sorusuna verilmiş en somut ve çarpıcı karşılıklardandır.
Kafka’nın, gerçekliği düşsel bir dünya içinde yeniden üretme yaratıcılığının, modernizmin başlangıç döneminden sonra gelen büyük yaratıcı kuşağı içindeki yazarlardan daha önemli olduğunu düşünenler pek çoktur. Bu arada bilinçakışı ya da benzeri teknik buluşlar da keyfi tutumların ürünü değildi elbette.
Düşlerle hayallerin gerçekliği dışavurma olanakları arasında oluşu, insanın iç dünyasının deşifre edilmesini gerektirir. Bilinçakışı yazarın düşlem ve imgelem yetilerinin işlemesini ve dışarıdaki hayattan kopmuş, ona yabancılaşmış bireyin iç dünyasında oluşan süreçleri taşımasını sağlar.
Hiç kuşku yok ki öteki sanatların gerçekliği yeniden üretme nedenleri ve sonuçlarıyla edebiyatınki de birbirinden farklı sayılmaz. Chagall’ın bulutlar arasında uçan figürleri nasıl gerçekliği bir yorumlama biçimiyse, bilinçakışı içinde oluşan düşlemler, imgeler, Kafka’nın Gregor Samsa’yı böceğe dönüştüren metaforu da aynı yorumlama biçiminin ürünüdür.
Borges de öykücünün “bir mit yazarı” olduğunu belirtir. Yaşadığımız gündelik hayatın gereksinim duymadığı mitler, öyküyü ya geçmişe götürür ya da insanın ruh dünyasının derinliklerine. Sözgelimi Yer Demir Gök Bakır’da köylülerin, aradıkları miti Taşbaş ile yarattığı belirtilir. İnce Memed de bir mittir elbette, Kimsecik üçlemesinde çocuk Mustafa’nın kapıldığı korku da.
Gene de şu söylenebilir: Bizim edebiyatımız başından bugüne dek süren geleneksel-gerçekçi çizginin dışına çok az çıkabilmiş, düşler ve hayallerle gerçek hayat arasındaki ilişkiye çekingen bir tanıklık edebilmiştir. Belki bu da bazen öne sürüldüğünün tersine, edebiyatımızın sözlü edebiyat kalıtından, masallardan ve destanlardan aldığı etkinin sınırlılığını gösterir. Edebiyatımız geleneksel kaynaklardan çok Batı edebiyatlarından etkilenerek kendini yenilemiş, sözgelimi yakın geçmişi içinde Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm ile Berci Kristin Çöp Masalları’na da ancak Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğinde karşılık bulabilmiştir.
Edebiyatın, sonunda fizik, yani katkısız gerçek değil; katkısız kurmaca, yani metafizik oluşu üstünde de durup düşünülmeyen koşullarda, gerçekliğin kavrayabileceğimiz sınırlarında dolaşmanın güveni hiç kuşku yok ki edebiyatımızın yaratıcılığını, yenilikçi arayışlarını kısıtlamıştır. Sanırım bu yüzden genç yazarların geçmişten koptukça kendileri olacağını savunuyorum. Sonunda düş, gerçeküstü ya da fantastik, ne zaman gerçekten kaçış için kullanılmıştır ki? Ancak gerçekliği başka bir biçimde yaratmanın yollarıdır bunlar.
Yazma eylemine nasıl başlamalı?
Genellikle bir bölümü tamamlayana kadar çalışır ve devamını bulduğumda da dururdum. Böylece ertesi gün kaldığım yerden sürdürebileceğimden emin olurdum. Ancak bazen bir hikâyeyi başlayıp da devamını getiremeyeceğimi anladığımda portakal kabuklarını şömineye atarak yanmalarını seyreder ya da ayağa kalkıp Paris’in damlarına bakarak şöyle düşünürdüm: “Merak etme. Şimdiye kadar hep yazdın ve bundan sonra da yazacaksın. Önemli olan, bir tek doğru cümle yazabilmektir. Bildiğin en doğru cümleyi yaz.” Sonunda doğru bir cümle yazar ve oradan devam ederdim. Bu kolay bir yöntemdi, çünkü her zaman bildiğim, okuduğum ya da duyduğum doğru bir cümle olmuştur.
Ernest HemIngway
Dört Aşamalı
Okuma Önerisi
I
Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan (öykü)
Vüs’at O. Bener, Dost-Yaşamasız (öykü)
Barış Bıçakçı, Baharda Yine Geliriz (öykü)
Yaşar Kemal, Kuşlar da Gitti (roman)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman)
Sevgi Soysal, Şafak (roman)
Nâzım Hikmet, Son Şiirler (şiir)
Orhan Veli, Bütün Şiirleri (şiir)
Italo Calvino, Yeni Bir Sayfa (deneme)
Giorgio Manganelli, Düzyazının İnce Sesi (deneme)
II
Raymond Carver, Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen! (öykü)
Ferit Edgü, Doğu Öyküleri (öykü)
Onat Kutlar, İshak (öykü)
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan (roman)
Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi (roman)
Demir Özlü, Bir Uzun Sonbahar (roman)
Oktay Rifat, Bir Aşka Vuran Güneş (şiir)
Cemal Süreya, Üstü Kalsın (şiir)
Rainer Maria Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar (deneme)
Murathan Mungan, Hayat Atölyesi (deneme)
Yazarın Kuramı (Derleyen: İshak Reyna) (deneme)
III
Orhan Kemal, Önce Ekmek (öykü)
Füruzan, Parasız Yatılı (öykü)
Cemil Kavukçu, Perişanız Gecenin Karanlığında (öykü)
Ferit Edgü, O/Hakkâri’de Bir Mevsim (roman)
Yusuf Atılgan, Aylak Adam (roman)
İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası (roman)
Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı (şiir)
Behçet Necatigil, Eski Sokak (şiir)
Philip Gourevitch, Yazarın Odası (deneme)
Ferit Edgü, Ders Notları (deneme)
IV
Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken (öykü)
Mehmet Günsür, İçeriye Bakan Kim? (öykü)
Emrah Serbes, Erken Kaybedenler (öykü)
Orhan Pamuk, Sessiz Ev (roman)
Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler (roman)
Faruk Duman, İncir Tarihi (roman)
Edip Cansever, Gelmiş Bulundum (şiir)
Gülten Akın, Kuş Uçsa Gölge Kalır (şiir)
Virginia Woolf, Yazarlık Dersleri (deneme)
Semih Gümüş, Öykünün Bahçesi (eleştiri)
İlk taslağı çarçabuk yazarım. Bu iş genellikle gelişigüzel yapılır. Sayfaları elimden geldiğince hızlı bir şekilde doldururum. Bazı zamanlarsa kişisel notlarım olur, o bölüme geri döndüğüm zaman yapacağım şeylerle ilgili kendime yazılmış notlardır bunlar. Bazı sahneleri bazen eksik, bazen yazılmamış bırakmam gerekir; daha sonra, oldukça yoğun bir özen gösterilerek yazılması gereken sahnelerdir bunlar. Bütün iş derin bir özen gerektirir – ama bazı sahneleri ikinci ya da üçüncü taslağa bırakırım, çünkü onları ilk taslakta işlemek ve doğru olarak işlemek oldukça fazla zaman alır. İlk taslak öykünün ana hatlarını, iskeletini ortaya çıkarma safhasıdır. Ondan sonraki taslaklarda öykünün geri kalan bölümleriyle uğraşırsın. Gelişigüzel yazılmış taslağı bitirdikten sonra öyküyü bu haliyle daktiloya çeker ve işe burdan devam ederim. Daktiloya çekildikten sonra öykü bana hep daha değişik, kuşkusuz daha iyi görünür. İlk taslağı daktiloya çekerken öyküyü tekrar yazmaya başlar, şuraya bir şey ekler, buradan bir şey çıkarırım. Asıl iş sonra, öykünün üç dört taslağını yazdıktan sonra başlar. Şiirlerle de aynı şey olur, yalnız şiirlerde taslak sayısı kırk elliye ulaşır.
Raymond Carver
MARIO VARGAS LLOSA’DAN ÖĞÜTLER
• Her zaman sabah saatlerinde çalışırım çünkü günün erken saatlerinde daha verimli olduğumu hissediyorum. Bana göre işin en zor yanı bir yapıtı yazmaya başlamaktır. Ben her gün öğleden sonra ikiye kadar büromda kalarak çalışıyorum.
• Her şeyden önce kafamda, bir kişiyle ya da bir olayla ilgili bazı düşler oluşur. Daha sonra not alırım. Kişiler sahneye girer çıkar ve yavaş yavaş küçük film kareleri belirir. Böylece kitap üzerine çalışmaya başlarım. İlk önce öykünün genel bir şemasını oluştururum. Bu şema sonraları defalarca değişmesine rağmen yazma eylemimi başlatan bir tür kıvılcımdır. Daha sonra ara vermeden, üstelik üsluba, tekrarlamalara ve hatta bazen birbiriyle çelişen cümlelere dikkat etmeden yazarım. Bu ilk metin bir tür hammadde niteliğindedir. Bu hammaddeyi düzgün bir müsvedde haline getirdikten sonra –ki bu bence işin en zor yönüdür– her şey yerli yerine oturur. Artık anlatacağım hikâyeyi yakaladığımdan emin olurum.
Kurmacanın Bazı Öğeleri
Sözgelimi masada duran bir bıçak, anlatının sonuna
dek hiç kullanılmasa bile, oradaki varlığıyla da bir şey
anlatır. Duvara asılı tüfek, sonra patlatılmadığında da
bir anlam, dahası bir işlev taşıyor olabilir. Asıl olan,
büsbütün nedensiz bir ayrıntıya yer vermemek ve
ayrıntıları süsleme öğeleri olarak kullanmak.
Yazmak için edebiyat kuramını anlatan kitaplar ve eleştiri kitapları da okumak gerekir mi? Yazar adayları bu soruyu sorar. Öyle ya, nasıl yazılacağını öğrenmek için, yaratıcı yazının nasıl olması gerektiğini anlatan kitapların da yararlı olacağı düşünülür.
Ben öyle olduğunu pek sanmıyorum. Belki akademik öğretim tam bu anlayışa uygundur, kurallar üstüne bir yazı kurulabileceğini de düşünür akademi. Ama adı üstünde, yaratıcılık, onun ne işe yaradığını ve nasıl yazılacağını öğrenmenin yolu her zaman yaratıcı yazının, öteki edebiyat yapıtlarının içinden geçer.
Öte yandan, yaratıcı yazarların kurmaca metnin yaratım biçimleri üstüne yazdıkları kitaplar, somut yaratım süreçlerinin içinden çıktığı için, kayda değer deneyim aktarımları olabilir. Gene de yazarın kendi bakış açısı, edebiyatı edebiyat olarak görüp yazınsal metnin içinde nasıl yaşadığıdır önemli olan. James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler? kitabınınsa, yazınsal metni adamakıllı içeriden yaşayan bir yazarın kitabı olarak, yararlı olacağını sanıyorum.
Hangi kişi ağzı
Kurmaca Nasıl İşler? her bölümünde kurmaca metnin öğelerine çözümler getirmeyi, neyin nasıl yapılacağını irdelemeyi amaçlayan bir kitap. Sözgelimi anlatımın birinci kişi ya da üçüncü kişi ağzından yapılması arasındaki farklara bizim gözümüze görünmeyebileceğini düşündüğü açılardan yaklaşıyor. Birinci kişi anlatımı yakın zamanlara dek güvenilmez görülürken, bugün daha güvenilir oldu. Niçin? Üçüncü kişi anlatımı en sıkıdenetimli yazarı bile metnin içine sızdırırken, birinci kişi anlatımı yazınsal kişilikle özdeşleşip yazardan büsbütün bağımsız kalmanın en geçerli yolu olduğu için.
Hangi kişi anlatımının kullanılacağı, yazarın ilk çözmesi gereken sorunlar arasında, belki bazı yanılmalardan sonra, zor olmayan bir seçim olarak gelir önümüze. Birey, toplumun bir parçası olmanın ötesinde, özel bir kimlik olarak öne çıkmaya başlayınca, edebiyatın onu anlatma biçimleri de değişti elbette. Geçmiştekinden çok daha derin ve karmaşık bireyliği, onun iç dünyasına girmeyi zorunlu kıldı. İç dünyalar ayrıca yazınsal metnin yaratım biçimlerini zenginleştirecek niteliklere ulaştı. Sözgelimi bireyin iç dünyasını kendisi dışa vurmadıkça bilemeyeceğimize göre, onu anlatmanın biçimleri olarak bulundu içkonuşma ya da bilinçakışı.
Birinci kişi anlatımı, anlatı kişisini öylesine öne çıkardı ki, onun yazardan büyük kopuşunu gördük. Artık anlatının asıl kişisinin bakış açısı, bütün metnin dilinin nasıl olacağını da belirliyor. Aynı zamanda anlatıcı konumunda da bulunuyorsa anlatının kişisi –birinci kişi olmak zorunda değil–, kendi dilini her şeye egemen duruma getirir.
James Wood bu durumları, “Bir yandan, yazar kendi kelimelerine sahip olmak, şahsi bir üslupta ustalaşmak isterken, diğer yandan anlatı, karakterlere ve onların konuşma alışkanlıklarına doğru meyleder,” sözleriyle anlatıyor.
İkincisi kazandıkça yazılanın niteliği de yükselir – demek yazar, metni özgür bırakmalıdır ki, yazınsal metnin doğası, baştan yapılmış tasarıların duvarlarını kendine göre örsün. Yazdığı metni çivilemek, öteki alanların yazarlarına özgüdür, tarihe, siyasete ya da bilime…
Ayrıntıların değeri
Metnin özgürce gelişimi ya da çivilenmesi çoğu kez kişiler çevresinde konuşulur ve bir metnin ayaklanıp yürümesinde doğal olarak kişiler baş rolü oynar. En azından, ben bir romanı ya da öyküyü önce kişilerine bakarak okuyorum, diyebilirim.
Öte yandan, hemen o araya ayrıntılar sıkışır. Okurun bir metinden aldığı tadı çoğaltır ayrıntılar, o ayrıntıların anlamına varacak düzeyde okuma kültüründeyseniz. Ondan da önce, yazarın yaratma gücünü gösterir. James Wood, romancıların Flaubert’e şükran duyması gerektiğini belirtirken, ayrıntıların gerçeği dile getirme yeteneğinden söz ediyor ki, gerçekten de hayat ayrıntıda gizlidir. Yukarıdan ya da bütüne bakmak, aslında gerçeğin belirsizliği ve genelliği üstüne kurmaktır edebiyatı – romanın en zayıf noktası bu değil midir?
James Wood, “Edebiyatın hayattan farkı,” diyor, “hayatın sınırsız detaylarla dolu olması ve dikkatimizi nadiren bu detaylara çekmesidir. Oysa edebiyat bize dikkat etmeyi öğretir…”
Seçmeyi öğretir edebiyat, ayrıntıların değerini, üstelik önce kendisi seçerek. İnceliği burada.
Dahası, edebiyat ayrıntıda gizlidir. Ne zaman bir ayrıntıya takılırsanız, bilin ki orada edebiyatın inceliği vardır. İster gerçek hayattan çıkmış olsun, ister gerçeğin dışında duran yazının yaratıcı doğasınca üretilmiş olsun, kendimi bildim bileli, ayrıntı olmadan edebiyat olmaz, diye düşündüm.
Ayrıntıların yazar ile kişileri arasındaki geilimi artırması, kişilerle onların yaratıcısı arasındaki yaratım sürecinin bütününü değil, dilin yaratma serüvenini ortaya çıkarır. Dolayısıyla sözcüklerin birbirleriyle ilişki içinde anlamları taşıyabilmesine ve doğrudan söylemedikleri anlamların çıkarılabilmesine olanak veren yazınsal dili kurabilme yetisidir gerilimin yaratıcısı. Anlatılan olumlu ya da olumsuz, ne olursa olsun, onu anlatan dil içinden çıkan bir gerilimden söz ediyoruz.
Flaubert’in, “Her şeyde keşfedilmemiş bir bölüm vardır,” sözüdür yüz yıldan beri yaratıcı yazarın güdüsü.
Dolayısıyla bir ayrıntı ve hayatın en sıradan ve önemsizmiş gibi görünen küçük kesitleri de büyük hayatları anlatabilme gizilgücüne sahip olabilir. Geleneksel, gerçekçi edebiyat, büyük roman kişileri ya da büyük anlatıların temsil yeteneğini yarattı, sonunda büyük bir edebiyat da ortaya koyarak. Oysa
günümüzde, küçük kesitleri ve ayrıntıları, yaşanan büyük hayatın atomları gibidir, onlara dayanmak da büyük bir edebiyatın kurucusu olabilir.
Yazınsal metni ayrıntılar üstüne kurulmuş bir tekne gibi düşündüğümüzde, iki ayrı yaklaşım belirir. Biri, Çehov’un duvara asılı tüfeğini kesinkes patlatmaktan yana; öbürü, sonra kullanılmayacak tüfeğin duvara asılı duruşundan söz edip geçmenin de anlatıda yeri olduğunu düşünüyor. Doğrusu ilkini daha güçlü bir düşünce olarak görüyorum, ama sonradan patlamayan bir ayrıntı da kişileri, hikâyeyi, anlamı güçlendiren, tamamlayan işlevler taşıyabilir.
Sözgelimi masada duran bir bıçak, anlatının sonuna dek hiç kullanılmasa bile, oradaki varlığıyla da bir şey anlatır. Duvara asılı tüfek, sonra patlatılmadığında da bir anlam, dahası bir işlev taşıyor olabilir. Anlatılan mekânı, eviçi yaşantının kültürünü, yaşayanların kimliğini anlatmakta bir işlevi olduğu söylenemez mi? Asıl olan, büsbütün nedensiz bir ayrıntıya yer vermemek ve ayrıntıları süsleme öğeleri olarak kullanmak.
Sanırım şu önemli: Roman ya da öykü yazarı, hiçbir zaman boşlukta durmamalı. Cabrera Infante ya da Georges Perec’in bile, sözcükleri savururken, başkalarını değil de o sözcükleri seçmelerinin nedenleri olduğunu düşünüyorsak, yazarı dipsiz bir boşluğa düşüren kâbuslarından uyandıracak olan, gene yazdıklarıdır.