Aradığın şeyi bulana kadar bütün odalar senindir.
Eski bir tabloya hapsedilen soylu bir kız, tamamlanamayan efsunlu bir nakış, yaptıkları pahasına yok edilmeyi göze alan bir erik ağacı, çizdiği resim beğenilmediği için beş yüz yıl önce katledilen on altı yaşında bir ressam ve sabırsızlıkla gerçek bedenine kavuşacağı ânı bekleyen üç buçuk harfli Canan…
Ölüm âlemine gitmemek için uzun süredir direnen ve Ara Âlemde tutunmaya çalışan Canan yeniden dirilebilmek için her şeyi denemeye hazır. Tarlakoz’un tuzağına düşmeden bedenini bulmanın yollarını arayan bu çaresiz ruh artık titreşimlerden oluşan bir bulut olmak istemiyor. Bedensiz bir ruh neye yarar? Beden varsa hayat vardır.
Aradığı şey mi Canan’ı çağırıyor, yoksa o mu aradığını çağırıyor? Ayrı düşen ruh ve beden birbirine böyle mi kavuşur? Ölüme teslim olmamaya karalı görünen Canan umudu bazen mezarlıktaki bir ağaçta, bazen toprağı eşeleyip duran bir tırtılda, bazen anlamlandırılamayan harflerde, bazense eksik kalan bir nakışta arıyor. Yarı buçuk hayatıyla ölüme kafa tutarken kaderi Marlon adında genç yaşta ölen bir ressamınki ile kesişiyor. Peki, Ara Âlemdeki başka bir ruh ötekine nasıl yardım eli uzatabilir?..
Miyase Sertbarut’un, geceleri saat üç buçukta uyanıp yazdığı “Ara Âlem” dizisinin üçüncü ve son halkası, okurlarını, farklı yüzyıllara ait iki gizemli ruhun varoluş mücadelesine ortak ederek, efsanevi bir yeniden doğuş hikâyesi anlatıyor.
Kaan Demirçelik’in karakteristik çizimleriyle öykü ile son derece bütünleşik bir fantastik dünya yarattığı Ara Âlem 3 – Yeniden Doğuş, “İnsan yalnızca kendi hayatı için mi var?”,“Hayat dediğimiz şey ortaklaşa bir üretim değil midir?” gibi can alıcı sorular ekseninde, bilinmezliklerle dolu bir maceranın sırlarını açığa çıkarıyor.
Avucuyla havadaki cümleleri yakalayabilenlerin hayat verdiği bu hikâye, Ara Âlem’de yeniden canlanmayı bekleyen bütün yalnız ruhların yolunu aydınlatıyor…
1. BÖLÜM
HAYAT AĞACI
Yedinci sınıftayken Kubi, Derin, Nihal ve ben ruh çağırmayı denemiştik. Kubi, “Ben ruhlara inanmıyorum ki!” deyip masaya oturmayı reddetmişti. Onu Derin’le birlikte zorla çektik aramıza. Aslında Kubi olmadan, üç kişi olarak da gerçekleştirebilirdik bu seansı; belki de yalnızca elini tutmak istemiştik. Masanın ortasında ters duran bir fincan vardı. Nihal hiç üşenmemiş, yirmi dokuz harfi kartlara yazıp fincanın etrafına dizmişti. Gelen ruh, sorulara cevap vermek için bu harflere doğru fincanı hareket ettirecekmiş.
Nihal bir mum yakıp kitaplığa koydu, sonra elektrik düğmesini kapadı. Mum ışığında dördümüzün ve eşyaların gölgesi, fizik ötesi başka bir âlemdeymişiz duygusu uyandırdı. Nihal oturumu başlatmadan önce sanırım içimizdeki yarı inançsızlığı gidermek için fısıldadı: “Aslında insanlar ölmüyor, canlı gömülüyorlar; bu yüzden ruhlar var.” “Nasıl canlı?” dedi Kubi. “Yani bir insanın kalbinin durması, vücudunun soğuması öldüğü anlamına gelmez. Öyle olsaydı bir saat sonra kalp masajıyla insanı yeniden canlandıramazlardı. Hastanelerde bunu yapabiliyorlar.” Yarı karanlık odada, aklımızın yarısı bu düşüncenin mantıklı olduğuna inanmak üzereydi.
Canlı gömülme düşüncesi dehşet verici. Bulunduğumuz oda sıcaktı ama parmaklarımdan başlayan ve yukarıya ilerleyen bir soğukluk hissetmeye başlamıştım. Sanırım diğerleri de öyleydi; en erken Kubi toparlandı. “Saçmalama kızım yaaa!” Sonra gülmeye başladık ve birazcık rahatladık. Çağırdığımız üç ruh da gelmeyince Nihal, “Masada inanmayanlar olunca ruh falan gelmezmiş,” dedi. Bir daha da böyle bir seansa katılma şansım olmadı. İşte şimdi ben, Nihal’in bahsettiği o canlı gömülen insanlar gibi hissediyorum kendimi.
Ara Âlem’de yeniden dirilmenin yolunu arıyorum. Bir zombi gibi değil; eli yüzü yaralı, gözünün biri akmış, aksayarak yürüyen ölüler gibi değil, gerçek bir insan gibi. Nereye gideceğini bilen, karşıdan gelen arkadaşına gülümseyen, selam veren bir insan gibi… Bana destek olacak tek arkadaşım Kendal. Herkes geride ve sizinle kaldı. Şimdi onun sağ omzunun üzerinden esen bir rüzgâr gibiyim. Sinyal yollamasam o bile fark etmez, omzundaki üç buçuk harfliyi. Kendal’ı Antikacılar Sokağı’na yönlendirdim. Annesinin anneannesinden miras kalan ve bir türlü bitirilememiş büyülü nakışı tamamlamak için, modele ihtiyacım var. Bu yarım ağacı kim tamamlarsa ölüleri bile diriltme gücüne sahip olurmuş. Şimdiye dek kimse bitirememiş. İmkânsızı başarabilirim; bugüne dek yaptığım pek çok şey gibi, bunu da yapabilirim.
Ölüm âlemine gitmemek için direndim ve Ara Âlem’de tutunabildim. Yaşayanlarla bağ kurup onlara sinyaller yollayabildim. Yanlış tedaviyle kedi öldüren veterinerden bile intikam alabildim. Tüm bunlar bana cesaret veriyor, yarım ağacı sen tamamlayacaksın, diyor. Kendal ilk kez geliyormuş Antikacılar Sokağı’na. “Müze gibiymiş buralar,” diye mırıldandı. İşe yarar bir şeyler bulacağımızı umduğum dükkâna doğru yönlendirdim. Sağ omzuna dönüp havaya doğru pufladı. “Senin yüzünden başım belaya girecek.”
Onu görenler, boşlukla konuştuğunu sanıyor ama o benimle konuşuyor, çünkü boşluk sandığınız yerde ben duruyorum. Ben Canan… Bazen güçlü, bazen zayıf bir titreşim olarak arkadaşımın omzuna tutunuyorum. Çekinerek girdi sahaf dükkânına. Tozlu kitapların, dergilerin arasında iki üç adım attı. Raflardaki bakır, gümüş, cam objelere bakıp çevresindeki kâğıt dünyasını görmezden gelmeye çalıştı. İlkokuldan bu yana kâğıt, içine gıcıklık veriyormuş; öyle söylemişti bana. Okurken, yazarken dokunduğu yüzey, tüylerini diken diken ediyormuş. “Herkes beni tembel sanıyor ama alerjim olduğu için ders çalışamıyorum ki,” demişti. Annesi bu yüzden doktora bile götürmüş.
O da birkaç alerji ilacı vermiş ama işe yaramamış. Kâğıda dokununca böyle elleri kuruyor gibi oluyormuş. Daha sonra psikiyatr ile yarım saat baş başa kalmış. Görüşmenin sonunda psikiyatr, annesine şöyle demiş: “Sizin mahallede bir trafik kazası olmuş, kazada ölen kişinin üzerine gazete kâğıdı örtülmüş. İşte bu olaya tanık olmuş sizin çocuk. Galiba o günden sonra kâğıtlara dokununca böyle bir görüntü canlanıyor kafasında.” Kendal psikiyatrın ulaştığı bu sonucu mantıklı bulmuyordu. “Televizyonda da görüyorum zaten, üzerine gazete örtülen bir sürü ölü var. O zaman niye içim gıcıklanmıyor?
Herkesin bir şeye alerjisi olabilir. Benimki de kâğıt işte.” Bana bu problemini anlattığı zaman aklıma ağaçların bazen insanlardan intikam almak isteyeceği gelmişti. O kâğıt bir zamanlar ağaçtı. Yaprağıyla, çiçeğiyle, meyvesiyle kuşları ve böcekleri beslerdi. Bir gün bir insan geldi ve testeresiyle o koca gövdeyi yere devirdi. Kuş yuvaları dağıldı, yuvadan düşen yavruları tilkiler kaptı; ağacın özsuyu, kesilen yerinden kan sızıntısı gibi toprağa aktı. Böyle devrilen bir ağaç, bir gün insanlardan intikam almak için ant içmez mi? Böyle bir hayal kafamı meşgul etse de ağaçların intikam almak için Kendal’ı seçecek olması saçma tabii. Kendal ağaçları seviyor, buna çok tanık oldum. Mezarlıkta kova kova taşıdığı sularla onları kurumaktan kurtardı. Ağaçlar insanlardan daha iyi yürekli, bu saygısızlığı yapmazlar.
Neyse, şimdi bunu düşünmenin zamanı değil. Yarım ağaç nakışını tamamlamam gerek. Ancak o zaman sizin aranıza karışabilirim, ancak o zaman bir kitabın sayfalarını çevirecek gerçek parmaklarım olur, ancak o zaman kâğıda dokunmanın insanın içine gıcıklık mı, sıcaklık mı verdiğini doğru dürüst düşünebilirim. Şimdilik tek hedefim, bedenime kavuşmak; Tarlakoz’un tuzağına yakalanmadan bunu başarmak. Yarım ağacı tamamlamayı hedef olarak önüme koydumsa da nasıl yapacağımı bilmiyorum. İşte burada, eski kitaplardan bir ipucu bulmayı umuyorum.
Sahaf dükkânındaki yaşlı adam, Kendal’ı görmemiş gibiydi. Belki de yanlışlıkla girdiğini sandı ya da çay ocağına alınan yeni çırak, boş bardakları topluyor olabilirdi. “Eski nakışlarla ilgili kitabınız var mı?” Yaşlı kitapçı işaret parmağını kulağına soktu, biraz bastırıp oynattı. Çocuğun boş bardakları sorduğunu sandığı için umursamadı, nasıl olsa az sonra çıkıp giderdi. Kendal sesini yükseltti. “Amcaa!” Sinirlendi yaşlı adam.
Masasındaki iki bardağı Kendal’a doğru iteledi. “Görmüyor musun, al işte.” Kendal çay bardaklarıyla kendisi arasında bir bağlantı kuramadı. Adamın bunamış olduğunu sandı. “Nakışlarla ilgili kitap sordum ben.” Adam bunu duyunca daha dikkatli baktı çocuğun yüzüne. Sevindi, demek kitaplarla ilgilenen biri gelmişti, demek bir kitap daha tozlanmaktan kurtulup yeni yuvasına gidecekti. Adamın zihninde kitaplar, barınaktaki sahipsiz köpekler gibiydi. Bunu göz bebeklerinde gördüğüm tuhaf resimlerden anlıyorum. Barınak tellerine doğru heyecanla hamle yapan kitaplar sahip bulamadıklarında, sayfaları ciltten çıkıyor, rüzgârın önünde savrulup parçalanıyor. Adam emin olmak için Kendal’ı tepeden tırnağa bir daha süzdü ve asıl alıcının o olmadığını anladı. “Kim yolladı seni?”
Aklına gelen en kolay yalanı söyledi bizimki. “Annem.” Konu ‘nakış’ olunca adam buna inandı. Öyle ya, nakış genellikle kadınların ilgi alanına girerdi. Yavaşça sandalyesinden kalktı, dükkânın iç kısımlarında, eski kalın kitapların olduğu rafa yöneldi. Aralardan çekip çıkardığı ciltleri bir bir sandalyenin üzerine koymaya başladı. Kalın kitaplar pat pat diye birbirinin üstüne düştükçe havada bir toz bulutu oluştu. Nerdeyse ben bile hapşıracaktım. “Bak bakalım, hangisi annenin işine yarar?” Kendal elini yığının en üstündeki kitaba uzattı. Kapağı açtı ama sayfayı çeviremedi. İçinde engel olamadığı bir ürperti baş verdi. Sanki dişleri ağzına dökülecek gibi hissetti, ekşi bir erik ısırmış gibiydi. Ne hissettiğini çok iyi biliyordum, çünkü tam ensesindeydim.
“Ne oldu? Açıp baksana içine?” dedi yaşlı adam. Kendal doğruyu söyleyemedi. “Ama çok tozlu.” Adam çocuğun üstüne başına baktı, pek temiz görünmüyordu. Kendisi kirli olan biri, tozlu bir kitaptan neden çekinir ki? Sonunda anladı; çok insan tanımıştı, bazı insanlar kâğıda, kartona dokunamazdı. “Eldiven ister misin?”
Cevabı beklemeden cebinden bir eldiven çıkarıp uzattı. Bez bir eldivendi bu. Kendal’ın işi kolaylaştı. Kitabın sayfalarını rastgele çevirmeye başladı, ben de omzunun üzerinden resimlere ve başlıklara baktım. “İçindekiler sayfasını açsana,” diye fısıldadım. Kitaplarla arası iyi olmadığından ‘içindekiler sayfası’nın nerede olabileceğini biraz düşündü, işin içinden çıkamadı ama yaşlı adamdan yardım isteyecek kadar kafası çalışırdı. “İçindekiler sayfası yok mu bunun?” Adam kitabı kendine çekti, ilk sayfalara yönelip aradığım bölümü açtı. Satır satır göz attım yazılara. Sonunda işime yarayabilecek bir başlık yakaladım: Anadolu Nakışlarında Ağaç Motifi “125. sayfayı aç,” diye fısıldadım. Dediğimi yaptı. Açtığı sayfada hem fotoğraflar hem çizimli örnekler vardı. Eli iğne tutabilen birinin bu nakışları yapması hiç zor olmazdı. Bu örneklerden birini, en çok benzeyeni seçip aynısını yapabilirdim. Çok heyecanlanmıştım, yeniden capcanlı biri olarak hayatın içinde olacaktım.
“Fiyatı ne kadar?”
Bunu sormasını ben istememiştim.
“Beş yüz.”
“Beş yüz mü, bu fiyata kitap mı olur?”
“Ama bunlar nadir.”
“Nadir mi? Nasıl yani?”
“Baskısı tükenmiş, yeniden basılmayacak. Yani çok az kişide var.” “O kadar param yok,” dedi Kendal, bunu hem yaşlı kitapçıya hem bana söyler gibiydi. “Paran olunca gelirsin,” dedi adam ve kitaplarına barınakta kalmaya mahkûm köpeklermiş gibi acımayla baktı. Kendal ne yapması gerektiği konusunda kararsızdı, yaşlı adamın yanında benimle de konuşamıyordu. “Ben anneme sorayım da gelirim yine; kitap burda kalsın, karışmasın öbürleriyle,” dedi ve dükkândan çıktı.
Peşinden gittim. Kuytu bir köşeye çekildi, yanında olduğumu bildiren sinyali gönderdim. “Bu parayı bulamam Canan, daha tabloyu da satmadık ki.” “Merak etme, almamıza gerek yok. Burda kalıp o sayfaya baka baka ezberlerim.” Güldü, şaka yaptığımı sanıyordu. Oysa ciddiydim; yapacağım nakış bana bir beden sunacaksa, beni yokluktan kurtaracaksa onun en küçük motifini bile aklıma kazıyabilirdim. “Nakış ezberlenir mi? Sen fotokopi makinesi misin?” Kendal’a eve dönmesini söyledim. Bundan sonrası benim işimdi. Sen bilirsin, deyip uzaklaştı.
Yeniden dükkâna girdim. Yaşlı adam kitabı sandalyede olduğu gibi bırakmıştı, 125. sayfa açık duruyor. Nakışları görecek bir rafa tünedim. Bütün geceyi orada geçirip girintileri çıkıntıları ezberleyebilir, iğne deliklerini sayabilirim. Yaprakları, çiçekleri,kıvrımları, düzlükleri tek tek zihnime kazıyabilirim. Hayatla yeniden kucaklaşmak kolay olmayacak ama ben bütün zorluklarına razıyım. Büyülü nakışı tamamlamaya tepeden tırnağa hazırım. Tam küçük çarpı işaretlerini saymaya başlamıştım ki kapı açıldı. İçeriye kırklı yaşlarda bir kadın girdi, selamlaştılar. Kadın raflardaki kitapları incelemeye başladı ve sonra benim baktığım seçilmiş kitapların olduğu sandalyenin önünde durdu.
Sayfası açık duran kitabı eline alıp rastgele karıştırdı. Canım sıkıldı, o sayfayı yeniden açmak için enerji harcamak zorunda kalacaktım. Kadın sanki bu kitabı uzun zamandır aramış da şimdi bulmuş gibiydi. İçindeki resimlere baktıkça heyecanlandı, yutkunması çoğaldı. “Harika bir araştırma! Keşke daha önce elime geçseydi.” “Hangisi?” dedi yaşlı adam, bize doğru yaklaşıp. Kadının elindeki kitabı görünce başını salladı. “Onu bir çocuk ayırdı, annesi ilgileniyormuş.” “O vazgeçerse ben kesin alırım Nusret abi. Doçentlik tezim hayat ağacı üzerineydi, hatırlarsan senden epeyce kitap almıştım. Keşke bunu da fark etmiş olsaydım.” “O zaman yoktu ki, bir hafta oldu geleli.” Kadın onun dediklerini duymamış gibiydi, kitaptaki bir ağaç motifini inceliyordu. Parmakları ağacın dallarında gezindi. “Çalışmamda bu motifi de kullanabilseydim keşke. Kültürümüzde ağaç motifi büyük yer kaplıyor.” Yaşlı adam gülümsedi. “Her millette ağaç kıymetlidir.”
“Doğru söylüyorsun. Ayrıca olağanüstü bir gücü olduğuna inanırız. Düşünsene, Anadolu’da hâlâ ağaçlara bez bağlayıp dilek dileyenler var.” Kitapçı Nusret bıyık altından güldü. “Sen bir bilim kadını olarak ağacın bu dilekleri gerçekleştirdiğine inanmıyorsundur herhalde?” “Masalsı bir inanç olduğunu düşünüyorum. Ağaçların dilekleri gerçekleştirecek gücü yok ama üç âlemi de bilen bir varlık olduğunu inkâr edemem.” “Hangi üç âlem?” “Yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü. Hayat ağacı motifi bu açıdan değerlidir zaten.
Üç âleme de hâkimdir.” Kitapçı tozlanan gözlüklerini sildi. “Neden hayat ağacı demişler sence?” Kadın başka bir sayfada farklı bir ağaç motifini inceleyerek yanıtladı soruyu. “Belki uzun ömürlü oldukları için, belki mitolojide bazı Türk boyları ağaçtan türediklerine inandıkları için…” Onları dikkatle dinliyordum, kendim için ipucu bulmalıydım. Kadın kitabı kapayıp sandalyeye koydu. “Bak sana ne göstereceğim Nusret abi, beş kuruşun var mı?” Neden beş kuruş istediğini anlamadım, yani beş kuruş karşılığında mı bir şey gösterecek? Yaşlı adam masasına gidip çekmecesini açtı, bozuk paraları koyduğu kutudan beş kuruş alıp geldi, kadına verdi. Kadın parayı avucunun içine koydu ve kitapçıya doğru elini uzattı. “Bak, bu yüzünde ne var?”
…