Yeşil Kiraz

Kiraz, ailesinin sürdürdüğü yaşam biçimini beğenmeyen, gözü yükseklerde bir genç kızdır.

Çevresiyle sürekli olarak, sosyal, kültürel ve ruhsal çatışma içindedir. Çocukluğundan beri hep toplum içinde sınıf atlamayı düşlemektedir Bunlar yetmiyormuş gibi bir de coşku, yalan ve korkularla örülmüş, doyumsuz bir aşk serüveninin içinde bulur kendini…

Tutkularının tutsağı olan Kiraz, toplumun değişik kesimlerinde, birbirinden ilginç yaşam biçimlerini denerken, türlü türlü insan tiplerini gözlerken, kısacası kabuğundan kurtulup yükseklere kanat açmaya çabalarken, onunla birlikte olmak ister misiniz sevgili gençler?

***

Yeşil Kiraz

Kiraz, o gün, yaşama dört elle sarılmakla, yaşamdan kopma durumunda, bocalıyordu. Kıldan ince, kılıçtan keskin bir çizgi üzerindeydi.

Hiç kimseyle konuşmak istemiyordu. Rulısal, zihinsel, hatta bedensel yönden, tükenmiş gibiydi. Bu yüzden, sabahın erken saatinde, evden fırlayıp çıkmış, sokaklara vurmuştu kendini. Yavaş yavaş, düşüne düşüne, yürüyordu.

Kendisiyle, içsel bir hesaplaşmaya girişmişti. Dünüyle bugünüyle yaşamını irdeliyor, yarınları, omuzlarında taşıyıp taşıyamayacağını, kestirmeye çabalıyordu.

Caddenin taşıt gürültüsünden kaçmak için, ara sokakları yeğlemişti. İlkokula giderken, her gün, o sokaklardan geçerdi. Saç örgülerini savurtarak, hoplaya zıplaya, okula koştuğu günleri anımsadı.

Küçükken, çok düş kurardı. Ama, hiç, bugünkü duruma düşmeyi düşlememişti. On sekiz yıllık yaşamında, yaptığı yanlışlıkların dökümünü yapmaya çalışıyordu.

Yalan söyleme tutkusu dışında, pek suç bulamadı üstlenebileceği.

Yalanı, çokluk, toplumun çarpık değer yargılarına karşı, sığınak edindiğinin bilincindeydi. Kendini, bu tuzaktan koruyamadığı için üzgündü.

Ama, yaşamının, böylesinc tepetaklak olmasında, yalan tutkusu tek neden değildi kuşkusuz. Daha neler vardı, neler!..

Belleğinin en belirgin anıları, ÖZGÜR’lü günlerdi.

Ne denli kaçsa, ne denli unutmaya çalışsa, bir türlü geçmişin derinliklerine, gömemiyordu Özgür’ü. Onunla yaşadığı, aşk serüveni süreciinde beynine çakılan, öylesine güzel, öylesine çirkin ve acı anıları vardı ki!.. Birgün:

“Biliyor musun”, demişti Özgür, “sana tanıştığımız gündenberi bir şey söylemek istiyorum. Öteki kızlar gibi değilsin. Bir başka esinti var üstünde. Gün oluyor, seni, ışık gibi gözlerimden içime akıtasım geliyor. Gün oluyor, ah, diyorum, Kiraz’ımı, bir solukta ciğerlerime çekebilsem! Oradan hücrelerime işlese. Ben o olsam, oda ben…

Ama sen, ne ışıksın nc de hava. Kiraz’ımsın benim. Hem de Yeşil Kiraz’ım. Beni, elektrik gibi çarpan esintin, YEŞİL KİRAZ oluşundan. Çok düşündüm bunu, benim gözümde henüz, kızarmamış bir kirazsın. Seni, ben erdireceğim. Benim olduğun zaman, yüreğimde, yanardağ gibi kaynayıp duran sevginin, sıcacık ışıklarıyla erecek, kızaracak, kiraz olacaksın. Şimdi, küçücük, yeşil bir kirazsın.

Seni tanıdığım gündenberi, söylemek istediğim buydu işte!”

“Onun Yeşil Kiraz’ı olmak, onun sevgisinin sıcaklığıyla erip kızarmak, ne güzel düşlerdi!” diye geçirdi Kiraz.

Sonra, yüreği buz kesti. Özgür’ün, tükürür gibi yüzüne karşı söylediği, ÇÜRÜK KİRAZ sözleri, ağılı bir yılan gibi sardı benliğini.

Yine, başı döndü. Kulakları uğuldamaya başladı. Sırtını duvara verip kendini toparlamaya çabaladı. O sırada, genç bir kadın belirdi karşısında. Utana sıkıla, bir şeyler söylüyordu:

“Bak hele güzel bacım! Buralarda bir okul varmış. Yerini biliyor musun?” Kiraz, anılarla öylesine sarmal olmuştu ki! Onun dediklerini anlamadı bile.

O sırada gözleri, kadının yanında duran, siyah Önlüklü, beyaz yakalı kıza takıldı. Kız da ışıl ışıl parlayan, kara gözleriyle Kiraz’a bakıyordu.

Kadın, onun suskunluğunu görünce, sorusunu yineledi:

“Okulun yerini soruyordum. Kızımı birinci sınıfa yazdıracam da. Köyden yeni geldik. Yabaııcısıyız buraların. Kızın aşısını yaptırdım. Resimle nüfus kağıdı da tamam. Ah, bir de şu okula ulaşabilsem!..”

Kiraz’ın buz kesmiş yüreğine, inceden bir sıcaklık yayıldı, Hemen toparlanıp küçük kızın elini tuttu:

“Yürü”, dedi kadına, “okul hemen şuracıkta.”

Üçü birden, koşarcasına, okula vardılar. Kiraz, kapıda çocuğun elini bıraktı:

“Haydi, girin içeriye. Aradığınız okul burası.” dedi.

Kadın, Kiraz’ın davranışından, pek hoşnut kalmıştı:

“Seni yorduk bacım. Emme, sevaba girdin ha! Cahillik zor. Beni okutmayı akıl etmemiş kimse. Olsun varsın, ben kızımı okutacam. Okusun, her bir şeyi öğrensin de bencileyin, yetilmedik kabak gibi, dangırdayıp durmasın insan içinde. Yol yordam öğrensin. Hanım olsun, insan katarına katılsın, diyorum.”

Kiraz onu dinlerken, dudaklarında, buruk bir gülümseme belirdi:

“Dilerim, her şey umduğun gibi olur.” diyerek, ardını dönüp gidiyordu. Kadın fırlayıp koluna yapıştı:

“Vallaha, korkuyorum içeriye girmeye! Ne de olsa, köylüyüz. Cahillik yetmiyor gibi, yoksulluk da cabası!.. Kapıdan girenlere bak bir yol! Tümü de hanım, bey! Ya biz neyiz? Kızı okula yazacak kişi, horlar mı ki bizi? Kovulur movulur muyuz acep?”

Kiraz, geri döndü. Küçük kızın elini tuttu yeniden. Birlikte, içeriye girdiler. Kayıt yerinde sıra beklerken, ilkokula yazıldığı günü anımsadı. Ana kız, nasıl da umut ve sevinç yüklüydüler!

Habibe Kadın da bilgisizliğin, görgüsüzlüğün acısını, Kiraz’ı okutarak çıkarmak istiyordu. O gün, kayıt yapan öğretmene söylemişti bunu.

Anasının sesi doldu kulaklarına. Sonra, okul yaşamından, sevinç, coşku ve onur verici anılar ayaklandı belleğinde. Ödüller, övgüler, kutlamalar, alkışlar!.. Art arda, göğüs geçirdi.

Ötelerden biri:

“Kiraz, Kiraaaz!” diye seslendi.

Bu sesle birden, belleği, altüst oldu. Dönüp baktığında, ilkokul öğretmeninin, kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Önce, ne yapacağını bilemedi. Sonra, fırlayıp koştu. Öğretmenin kollarına attı kendini. Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı…

O sırada, çocukluk günlerinin, sevinci ve coşkusu sardı benliğini. Yüreğini körduman gibi bürüyen kaygılar, çıyan gibi kemiren kuşkular, dağ gibi yolunu kesen korkular, küskünlükler ve umutsuzluklar, eriyip yok oldu. İçinde sanki, şafak söküyordu…

O anda, taaa birinci sınıfı okuduğu, umut yüklü yıllara uçtu gitti…

Ziller Çalar, Çalar, Çalar!..

Kiraz, masanın üstündeki deftere abanmış, özene bezene; “Evimiz üç odalı”, “Babam bana palto aldı”, “Annem reçel yaptı”, tümcelerini yazıyordu. Yarı yarıya ayakta ve hep tetikteydi. Çünkü, katlara bağlı çağrı zilleri, ikidebir çalıyor, çalıyor, çalıyordu…

Kiraz’lar, bir yıl önce, köyden kente göçmüşlerdi. İstanbul’un, Nişantaşı semtinde, lüks bir apartmanda, kapıcıydılar. Yaşadıkları odada katlara bağlı ziller vardı. Bu ziller, gece gündüz demeden çalardı. En çok da sabahları, Kiraz ödev yapmaya oturduğunda, basılıyordu zillere.

Kiraz, tam yazıya dalmışken, zil zırıltısıyla yerinden hoplayıp kalkardı. Baş parmağıyla damağını kaldırır: “Sesi kesilcsice ziller” diye homurdanırdı. Ödev yapmaya başladığında; zillerden biri, ha çaldı, ha çalacak, diye beklerken, tepeden tırnağa, yay gibi gerilirdi.

Tam “Sonbahar geldi.” cümlcsini yazarken birden, “Kiraaaz, Kiraaz!” bağırtısıyla irkildi. Ziller bozuk olunca, katlardan, bu yöntemle çağırıyorlardı…

“Anaaa! Yukardan çağırıyorlar, duymuyor musun?”

Anası, kalorifer kazanının önüne çömelmiş, patates soyuyordu. Öfkeyle çıkıştı kızına:

“Bana diyeceğine fırlayıp gitsene. Zaten beni değil seni ünlüyorlar.”

Kiraz’ın zamanı azalmıştı. Ödevini bitirmeden, okula gitmek istemiyordu. Oysa, sabahtan beri, ikidebir, ödevin başından kalkıp zil çalan hanımların, hizmetlerine koşmuştu.

Kiraz, okuma yazmayı çabucak sökmek istiyordu. Öğretmen:

“Okumayı çabuk sökmek isleyenler, ödev olarak verdiğim cümleleri, iyice bellemeli. Bunun için tümceleri bir kez bakarak, bir kez de üstlerini kapatarak, bakmadan yazmaya çalışmalısınız. Yanılma olursa, cümleler yeniden yeniden yazılmalı. İlle de belleğe, eksiksiz yerleşmeli.” diyordu. Kiraz da bunu yapmaya çabalıyordu. Ama, ziller yüzünden bu iş uzayıp gidiyordu.

Annesi tersleyince, kalemi bıraktı. Aydınlığa bakan pencereyi açtı. Yukarıya seslendi: “Geliyorum, geliyorum!..”

Sonra, homurdana homurdana koşarak, merdivenlere atıldı.

Semra Hanım, Kiraz’ı karşısında görünce bir güzel payladı: “Neden, sesimi duyunca hemen koşup gelmiyorsun? Bu yaşta bunca uyuşukluk niye anlayamıyorum. Bizim zil bozulmuş. Babana söyle de hemen yaptırsın. Mahalle kadınları gibi bağırırken, sesim sokaklara yayıldı.”

Kiraz onu yumuşak bir sesle yanıtladı:

“Ödevimi yapıyordum da… Geldim işte, de, buyur.”

Kapı açıktı. İçerden istek kabartıcı kokular yayılıyordu. Semra Hanım, Kiraz’ın, çevreyi kokladığını görünce, sabırsızlıkla atıldı:

“Ne demeye oyalanıp duruyorsun? Al şu parayı. Köşedeki kuruyemişçiye git. Alacaklarını bu kağıda yazdım. Konuklar neredeyse gelirler. Fırla çabuk!..”

Kiraz, merakla elindeki kağıda baktı. Baştaki “fıstık” sözcüğünü görünce, ilgiyle kağıdı gözlerine yaklaştırdı. Parmağıyla sözcüğü hecelerine ayırarak, okumaya yeltendi. “F” ile ”I” “FI” ”FI”…

Semra Hanım, içeriye giriyordu. Onun sahanlıkta oyalandığını görünce, öfkeyle geri döndü:

“Kızım sen deli misin nesin? Bırak şimdi hece sökmeyi. Bu işi okulda yaparsın. Çabuk git, istediklerimi al gel.” diyerek, Kiraz ı omuzlarından tutup merdivene doğru iteledi…

Kiraz, kuruyemişleri almış, dönüyordu. Kapıda postacıyla karşılaştı. Postacı onu pek severdi:

“Hah,” dedi, “iyi oldu da sana rastladım. Şu mektupları katlara dağıtıver.

Kiraz bu işi daha okula başlamadan başarıyordu. Zarfların üstündeki sayılarla kapı numaralarını karşılaştırarak, hiç yanlışsız, mektupları sahiplerine ulaştırıyordu. Postacının kendisine duyduğu güven, onu pek onurlandırıyordu. Ama, o gün, bu işi üstlenmek istemedi:

“Ödevimi yetiştiremeyeceğim postacı amca. Bugün sen dağıt zarfları. Başka zaman yardım ederim olmaz mı?” diyerek hızla merdivenlere tırmandı.

Postacı arkasından sevecenlikle seslendi:

“Akıllı Kiraz’ım benim. Allah zillin açıklığı versin.”

Kiraz, bodruma inerken, burnuna, patates yemeğinin, istek kabartıcı kokuları doldu. Ocağın önünden, yutkunarak geçti. Odaya girip yeniden defterine yumuldu. Derse oturunca, mutlu oluyordu. Kapıcı Mahmut’un, kızı olmaktan çıkıyor, kat çocuğu sayıyordu kendini.

Ödev cümlelerini, artık bakmadan yazabiliyordu. Sevinçle istekle ve de özene bezene doldurmaya başladı defterin satırlarını. Birden, yine zil sesiyle sıçradı. Zorlu biriydi düğmeye basan. Zil kesiksiz çalıyordu. Kiraz, kaç numaradan çağırıldığını anlamak için varıp zil kutusuna baktı. Beş numaranın ışığı yanıp sönüyordu. Bu çağrıyı, duymazlıktan gelmeyi çok isterdi. Ama, anası olanca sesiyle bağırmaya başladı:

“Kiraaaz! Adı batasıca kız! Zile basıyorlar, fırlayıp gitsene!”

Kiraz, odadan çıkmadan, anasına diklendi:

“Bu kez de kendin git. Ödevimi yetiştiremeyeceğim.”

Ananın sesi derinden geliyordu:

“Bakın hele, şu arsıza! Bir de karşılık veriyor. Oraya varırsam, yırtarım ağzını. Gel de gör bakalım, ne iş yapıyorum. Küle kömüre bulandım. Nasıl çıkarım insan içine?”

Kiraz anasının, ne durumda okluğunu biliyordu. “Kül kömür işini babam yapsa ya!” diye geçirdi. Ama, dışa vuramadı bu düşüncesini. Zil kutusuna uzanıp bcş numaralı düğmeye bastı. Sonra fırlayıp yukarıya çıktı. Bu kez, Nevin Hanım hizmet isliyordu:

“Koş git, bir demet maydanoz al gel!” diyerek Kiraz’ın eline para tutuşturdu.

Kiraz bir solukta sokağa attı kendini. Maydanozu Nevin Hanıma teslim ettikten sonra, odaya döndü.

Birkaç satır daha yazdı, çabuk çabuk. Sayfa dolunca, defteri kapattı. Çantasını hazırladı. Önlüğünü giydi. Saçlarını taradı. Odadan çıktı.

Kalorifer kazanının önündeki, sahanlığa geçti. Raftaki plastik tabaklardan birini aldı. Tenceredeki yarı pişmiş patates yemeğinden doldurdu. Ekmek kabında, akşamdan kalma bölük ekmekler vardı. Onların birkaçını alıp tahta masaya taşıdı. Yemeğin suyuna ekmek bana bana, istekle karnını doyurdu. Ağzını yıkayıp çantasını yüklendi. Merdivene varınca, anasına seslendi:

“Anne, ben okula gidiyorum! Zile mile kendin bakarsın!”

Anasının canı burnundaydı:

‘’Cehenneme kadar yolun var. Git köpek dölü, sen de git. Zile de bakarım küle de kömüre de. Yazgım bu benim. Gidin, hepiniz gidin.”

Kiraz, çoktan yola koyulmuştu. Okul, dört sokak ötedeydi. Kapıdan çıkınca, kendini özgür sayardı. Zil seslerinden, ardı kesilmeyen buyruklardan sıyrılmak, ona ölçüsüz bir coşku verirdi. Bu nedenle kelebek gibi uçuyordu okul yolunda!

Yılbaşına yakın, okumayı söktü. Eline geçen her şeyi, büyük bir istekle okuyordu.

Öğretmeni onu beğeniyor; “Bir de,” diyordu, “şu yazını düzeltsen. Aritmetiğin ve okuduğunu anlayıp, anlatman çok çok iyi. Ama, böyle giderse, yazın başarını gölgeleyecek.”

İkidebir böyle uyarıyordu Kiraz’ı. Ama, Kiraz bir türlü güzel yazı yazmayı beceremiyordu.

Öğretmen birgün:

“Velini çağır,” dedi, “Yazını düzeltmen için evde, bazı özel çalışmalar yapman gerek. Veline anlatacağım bunları.”

Kiraz’ın aklı gitti. O güne değin birkaç kez, öğretmen, anasını ya da babasını, veli toplantılarına çağırmıştı. Ama. Kiraz, atlatmıştı onu.

Toplantının gününü, saatini, tahtaya yazıyordu öğretmen. Çocuklar defterlerine çekip velilerine gösteriyorlardı. Kiraz, hiç göstermemişti bu çağrı yazılarını, ana babasına ve de ağabeyine.

Bu kez yine evdekilere bir şey söylemeyecekti. Öğretmenin, ana babasıyla tanışmasını kesinlikle istemiyordu. Anasının, kara çarşafının altından sarkan güllü şalvarından, ağzına burnuna doladığı kirli tülbentiden, babasının derme çatma ceket ve pantolonundan, yağlı kasketinden, kara lastik ayakkabılarından, sakallı suratından, utanıyordu. Kapıcı kızı olmak da ona utanç veriyordu. Bu nedenle öğretmene babasının işini söylemiyordu.

Öğretmen, okulun açıldığı günlerde, not defterini doldururken, öğrencilere, babalarının ya da analarının ne iş yaptığını, tek tek sormuştu. Kiıaz, “Babam kömür filan alır satar.” diye uydurup atmıştı. Öğretmen, onun babasının meslek bölümüne ‘kömür tüccarı’ diye yazmıştı.

Ana-babasının tersine, Kiraz’ın üstü başı düzgündü. Giyim kuşam yönünden, kapıcı çocuğuna pek benzemiyordu. Dört numarada oturan Candan Hanım, kızı Dilek’in az giyilmiş, ufak tefek lekesi olan ya da biraz solmuş giyisilerini Kiraz’a veriyordu.

Dilek, Kiraz’dan iki yaş küçüktü. Ama iri yarı bir çocuktu. Kiraz’ın annesi gerektiğinde, giysilerin eteklerini uzatarak, yanlarını açarak, kızına uydurmasını biliyordu.

Kiraz, ilkokula başladığında, sekiz yaşındaydı. Ama kimliğinde, altı yaşında görünüyordu. İki yıl, okula almamışlardı bu yüzden. Babası da nüfusa gidip durumu düzelttirmeye üşenmişti.

“Kız çocuğu, nüfus kağıdında iki yaş küçük görünse ne çıkar? Okula geç başlarsa kıyamet kopmaz ya! Varıp da bu kız Konya’ya kadı mı olacak?” diyerek işi hep savsaklamıştı.

Dilek de Kiraz gibi ilkokul birinci sınıfa gidiyordu. Bakımlı, sağlıklı, gösterişli bir çocuktu. Ama okuma yazmaya pek aklı ermiyordu. Candan Hanım, Kiraz’ı sık sık kızının yanına çağırıyordu. Hele Kiraz okuma yazmayı söktükten sonra, ona tümden sahip çıkmıştı. İki çocuğu akşamları Dilek’in odasına kapatıyor, “Haydi bakalım, uslu uslu oturup ödevlerinizi yapın!” diyordu.

Kiraz önce kendi derslerini bitiriyordu. Sonra Dilek’e okuma alıştırmaları yaptırıyordu. Bu işi yaparken hiç sıkılmıyordu. Çünkü Dilek’le çalıştığı süre, bodrumdaki yarı karanlık kapıcı odasından, ikidebir zırlayan zillerden uzak kalıyordu.

Dilek’in annesi, giderek, Kiraz’a el koyuyordu. Ödev işi dışında, gecc gezmelerine çıkarken de Kiraz’ı Dilek’in yanına çağırmaya başlamıştı.

Kiraz’ın annesi Habibe Kadın, bu ilişkiden çok hoşnuttu. Kızının Dilek’lerde yol yordam öğrendiğini sezinliyordu. Kiraz’ın konuşması, oturup kalkması, temizlik anlayışı, hatta yemekte çatal kaşık kullanması bile değişmişti. Anası kızının bu hanımca davranışlarına bakıp bakıp seviniyor. “Biz dünyaya ağaç geldik, odun gidiyoruz. Bari kızımız yontulsun da insana benzesin.” diye geçiriyordu.

Geceleri, Candan Hanımın hizmetçisi evine gidiyordu. İki kız yalnız kalıyorlardı. Böyle günlerde biraz kitap okur, sonra televizyon izlerlerdi. Kiraz, Dilek’lerin evini çok beğeniyordu. Işıl ışıl kristal avizeler, pırıl pırıl gümüşler, renk renk çiçeklerle bezenmiş halılar, yumuşacık kadife koltuklar, kuş tüyü minderler, ayna gibi parlayan parkeler, mutfakta, banyoda, çiçekli fayanslarda beliren görüntüsü, içini coşkuyla dolduruyordu. O evin kendi evi olmadığını bile bile, odalarda, salonda salınırken, şişinmekten kendini alamıyordu.

Candan Hanım, nerede olursa olsun, akşam saat dokuz buçukta, eve telefon ederdi. Dilek’e hemen yatmasını, Kiraz’a da evine gitmesini söylerdi.

Kiraz’ın, ölüsü giderdi yeraltındaki odaya. Dilek’lerden dönüşte, daha bir karanlık, nemli, soğuk hatta mezar gibi korkunç görünürdü bu oda. Kapıdan girerken, yüreğinin üstüne bir kalıp buz konmuşçasına, içi üşürdü.

Ana-babası, uyumuş olurlardı çoğu kez. Ağabeyi Hasan ise ders çalışırdı o saatlerde. Beş adım boyunda, dört adım enindeki odayı, basma perdeyle ikiye ayırmıştı annesi. Odanın bir yanı iki karış pencereyle, sokağa bakıyordu. İnsanların yalnız bacakları görünürdü bu pencereden.

İlk günler, eğlence edinmişti Kiraz bu garip görüntüleri. Pantolonlu, çizmeli, ince, kalın, çarpık, düzgün, esmer, beyaz bacaklar, uzun, kısa, renk renk etekler, şemsiyeler, kimi zaman da kediler köpekler…

Sonradan alıştı, bakmaz oldu o yana. Ana-babasının yattıkları yatak, odanın o bölümündeydi. Karşı duvarın önündeki divanda, gündüzleri oturulur, geceleri Hasan’a yatak yapılırdı. Kiraz, kapıya karşı konan sedirde yatardı. Babası, elma sandıklarından yapmıştı bu yeri. Sedirin yanında, üstü güllü basmayla örtülmüş, tahta bir masa vardı, Hasan’la Kiraz, ödevlerini bu bu masada yaparlardı.

Hasan kardeşinin Dilek’lcre gitmesine ikidebir karşı çıkardı.

“Kiraz kızı, onun bunun evine salıp durma. Yüzsüz olacak.” diye çıkışırdı anasına. Ama söz geçiremezdi. Arada, Kiraz’ı da paylardı:

“Dilek denen o kızın çobanı mısın? Az yesinler de kızlarına bir öğretmen bir de gece bakıcısı tutsunlar.”

Kiraz, ağabeyinin bu çıkışlarına olumlu ya da olumsuz hiç tepki göstermezdi. Hasan, onun içinden geçenleri, öylesine merak ederdi ki!..

Okulların kapanmasına birkaç gün kala, öğretmen,

“Çocuklar” dedi, “cuma günü karnelerinizi vereceğim. Tatil ödevlerinizi anlatacağım. O gün, velileriniz de okula gelsinler.’’

Kiraz’ın içi hop etti. Hemen parmak kaldırıp söz istedi,

“Öğretmenim, velisi gelmeyene karne vermeyecek misiniz?”

Öğretmen,

“Neden sordun?” dedi.

Kiraz, yine kuyruklu bir yalan uydurdu,

“Babam burada yok. Şeye… İzmir’e gitti. Annemin de karnı ağrıyor. Sağ böğrünün orda bir kese varmış. Onun içine taş dolmuş. Çok ağrıyor orası.”

Öğretmen hoşnutsuzlukla dudak büktü,

“Zaten koca kış, hiç yüzlerini görmedim ki!,. Ne denli geniş insanlar! Bir kez olsun gelip de kızımızın durumu nasıl, diye sormadılar. Senin çalışkan bir öğrenci olmana güveniyorlar besbelli. Neyse, onlar gelmese de karneni alacaksın.”

Kiraz’ın yüreğine su serpildi. Anasına kaç kez:

“Ana, çıkar şu çarşafı. Güzel yüzünü, öcü gibi sarıp sarmalama!” demişti.

Hasan da çıkışıyordu aradabir:

“İstanbul’a göçeli, bir yılı geçti. Sen hâlâ, köyden dün gelmiş gibisin. Korkarım, bin yıl da geçse, hep böyle kalacaksın. Bizimle birlikte buraya göçenlerin çoğu, öylesine değişti ki!..”

Habibe Kadına bu sözler, sinek vızıltısı gibi geliyordu. Ne olursa olsun, bildiğinden şaşmıyordu.

Kiraz, bunları geçirirken, ayaküstü uydurduğu yalanı da pek beğendi. Yalan değildi aslında söyledikleri. Ama, İzmir’e giden Dilek’in babasıydı. Safra kesesi sancısı çeken de mal sahibinin karısı, Hacı Necmiye Hanımdı.

Çoban Mektupları(Yeni sekmede açılır)

Bir de Baktım Yoksun(Yeni sekmede açılır)

Onlar Da İnsandı(Yeni sekmede açılır)

Benzer İçerikler

Kimse Acınacak Kadar Masum Değildir – Cindy Gerard Online Kitap Oku

yakutlu

Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı – Mustafa Armağan – EPUB ve Online Kitap Oku

yakutlu

küçük yalan büyük gerçek

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy