YILANLARIN ÖCÜ-FAKİR BAYKURT

GÖK GÖVERTİ EKİMİ
Gün ışığı, köyü köşeyi sardı, kapladı toprağı…
Bir çelik öküzle bir ince inek koşulu kağnı, gıcırtılı sesler çıkararak, Sazlıyer’deki harıma doğru, ağır aksak ilerliyor. Evin küçük sarı köpeği Tornan, başını yere dikmiş, kağnının yanı sıra tin tin koşuyor, ikide bir rasgeldiği otun dikenin dibine siyiyor, yeniden koşuyor.
Karataşlı köylüler, bir haftadır “gök govern” ekimini hızlandırdılar. Sabahlan erken kalkmaya, akşamları işten geç dönmeğe başladılar.
Kara Bayram; karısı, kendisi ve yavaş yavaş işe yarar çağa gelen oğluyla iki gündür gidip geliyor harıma. Ekilecek toprağı aktardılar. Arıkları emmenleri hazırladılar. Patatesle fasulyeyi ekmişlerdi. İş ötekilere kalmıştı.
Gıcırtılı sesler çıkaran kağnının üstünde gene gidiyorlar. Kara Bayram bir ineğe bir öküze dürtüyor övendereyi. Anası Irazca, iki küçük torunuyla evde kaldı. Evin de ona göre işleri var.
Harım, Çakır’ın köprüyü geçer geçmez sol kolda kalır. Değirmensuyu’ndan kolayca sulanabilir. Üç evlek. Bir evleğine fasulye, bir evleğine patates ekiyorlar. Öteki sebzelere kala kala bir evlecik yer kalıyor. Çok azdı. Ama buralar iyi topraklar. Her yanını birer adam boyu kazsan, küçücük bir taş çıkmaz. Derin topraklar. Biterli. Hem de köye yakın.
Karataş’ın gündoğusundaki dağların başına yağan kar, baharda erir; bir görülmemiş gürültüyle yuvarlanır yürür; taşını çakılını daha yukarılarda bırakan seller, buraları ince, tatlı bir mille, bir iki kez doldurdu mu, biterli topraklar daha biterli olur.
Ufacık ufacık tarlacıklardır. Köyde sadece Ağali, Kosa, Muhtar Hüsnü, Ekiz İsmail, Üye İbrahim gibi varsılca kişilerinki bir dönümden, iki dönümden fazlaydı; geri kalanlarınki, yarım dönüm, bir. evlek! Hiç olmayanlar bile vardır. Beş parmağın beşi, Karataş’ta da bir değildir.
Karataş’tan ve çevredeki köylerden çıkan küçük sular bu topraklarda birleşir, aşağılara doğru, dolaylarındaki harımları, fasulye, mısır tarlalarını, bahçeleri, bostanları sulayarak köyleri geçer, sonra çanak gibi küçük bir göle dökülür. Yaz geldi mi göl uçar. Göl bir damla suya özlem çeker. Millet çayın suyunu göle düşürmez. Başında kırılırlar.
Bayram’in harımı küçüktü ama Değirmensuyu denen suyun Köysuyu denen suyla birleştiği açının tam içine düşerdi. Bu açıdaki üç harımdan biriydi. Bayram için, yaz boyunca Muhtarın önünde, “Su! Su!” diye kargalar gibi bağırmak yoktu. Hemen elinin altındaydı; çevir sula, devir sula; sulaması kolaydı.
Bayram, harımını düşündü mü, “Kaderim iyiymiş!..” der saf saf. “İyi bir harıma düşmüşüm! Koşum’um kötü, bir yanı öküz, bir yanı inek, ama harım da iyii, karım da iyi!..” böyle der, kendi kendine güler. Ortalık ıssızsa hafif hafif okşar karısı Haçça’yı.
Sabahın kıpırtıları yeni yeni başlıyordu. Kulpundan tuttuğu işleri eğile doğrula yürütmeğe başlamıştı insanlar. Karataş’ın insanları evlerini izbelerini bırakıp güne güneşe açılmıştı.
Çoğunluk harımlara, bahçelere yürümüştü.
Bayram, kağnının önünde oğlu ile yan yana oturuyor. Övendereyi oğluna verdi. Kendisi konuşuyor:
“Bu yıl patatesi en iyi tohumdan ektik. Hem de fazla ektik. Eğer yıl iyi gelirse, Çelik Paşa’nın yanına bir tosun alacağım Ahmet!” diyordu. “Gözel gözel tarar, tımar edersin, tüylerinden top yaparsın!..” Yepiyor oğlunun sırtını.
Sonra, arkada oturan karısına dönüyor:
“Ulan Haçça; Aymelek’i de temelli sana havale ederim gayri! Buzağı besle, süt biriktir, yağ yap, asla karışmam!..”
Kucağında tohum çıkılarıyla dolu bir kalbur tutan Haçça: “Eğer hasat zamanı sel gelip her şeyi silip süpürmezse…” diye gülümsüyor.
“Asla silip süpüremez!” diyor Bayram; “Bütün bentleri kavileştirdim! Ekim işini bitirdik mi biraz daha toprak çekeriz, olur biter. Önceki yıl herkesinki sele getti, bizimki kurtuldu, gördün…”
“Gördüm dee…” diyor Haçça. “Sel gelmezse başka bir aksilik icadolur… Aman olmaz diyelim olmasın! Çelik Paşa’nın yanına bir tosun alalım, evet! Bir uçtan da kendi düvemiz yetişir. İlk buzasını aldık mı, Aymelek’le birlikte onu da sağarız…”
Ahmet, övendereyi bir öküze, bir ineğe dürtüyor:
“Ben de çizmemi isterim haa! Geçen yıl alacaktın, almadın! Gayri bu yıl sağlam alırsın!..”
Bayram, oğlunun elinden övendereyi aldı:
“Sağlam!” dedi. “Ben çizmeyi sana geçen yıl da alırdım, ama bir yıl daha beklesin, ondan sonra alayım dedim!”
“Niçin?”
“Niçin’i var mı? Biraz daha büyümen için! Eğer büyümeden alırsam, birdenbire büyürsün, ayakların çizmeye sığmaz! O zaman çizmeler hiç işe yaramaz. Bu nedenle, senin bir yıl daha büyümene karar verdim!”
“Ben büyüdüm gayri!” dedi Ahmet. Omuzlarını dik tutmağa, gövdesini yükseltmeğe çalıştı. “Tamam mı, başka büyümeyecek misin?”
Düşündü: Büyümez olur muyum? Sarı Ellez’in Hasan kadar olmayı isterim. Tuttuğum zaman bütün bilekleri bükmek, dibek başında sokuyu en iyi sallamak, düğün oyunlarında ödül almak, davulun önünde en iyi “Heey!” çekmek isterim…
Babası yeniden sordu:
“Tamam mı, bu kadarla kalacak mısın?” Mırıldandı:
“Kalmayacağım ama çizmelerim olursa biraz kalırım…” Bayram, oğlunun başını yeniden okşadı:
“Sen büyümene bak ulan! Güz gelende bir çizme, bir şapka, bir de “delme yelek” alacağım sana! Giyip köy içinde göründüğün zaman bütün kızların gözü kalacak! Hem de dosta düşmana bir gösteriş olur, lazımdır!..”
Ahmet, övendereyi kaptı babasının elinden. İneğe keyifle dürttü. Kağnı hızlandı.
Kara Bayram’ın karısı Haçça:
“Ahmet bir de çakı ister o zaman!” dedi kocasına. “Kemik saplı, zincirli! Ben de bir çevre işlerim. Oğlum onu da takındı mı, o zaman kızlar göt atar ardından!”
Ahmet, altı yaşın sevimliliğiyle güldü. Sağlam, süt beyaz dişleri parladı: “Alır mısın?” dedi babasına.
“Alır mısın da söz mü? Elbet alırım…” Çocuk, ellerini apışarasına soktu, kıkırdadı. Bayram, oğlunu bir daha okşadı:
“Bir yandan da Ortaköy’ün okuluna yazdırırız seni. Ayağında çizmeler, belinde çakı, gözel şapka, gözel kitaplar, gözel bir ceket…”
Haçça:
“Oğlunu bir gözel donattın hey’erif!” diye söylendi. Belli belirsiz bir titreme vardı sesinde. “O zaman, görenler, “Bu oğlan kimin oğlu?” diye soracak…”
Bayram, ardına döndü:
“Sana da bir kuşak alacağım ulan, şalkuşak!..” Haçça yutkundu:
“Şalkuşağa para mı kalır?”
“Kalır!” dedi Bayram. “Kuşakla birlikte bir de basma!..”
“Ben basma kesme istemem! Sen bana dört metre kaputla bir top “alaca” aldın mı, yeter…”
Karataşlılar, Köysuyu’nun iki yanına söğütleri, kavakları sıralamıştı. Batak yerler kurumuş, eski sazlıklar farımıştı. Bayram, sorumsuz politikacılar gibi sesini kabartarak bol keseden atmaya başladı:
“Bugünkü gününe kadar yamalı “alaca” giydiğin yeter! Bundan sonra dal güllü pazenler alacağım, kutnu kumaşlara beleyeceğim ulan seni! İrezilliğe paydos gayrik!..”
Çakırın köprüyü geçtiler. Değirmensuyu durgun, aktığı belli olmadan akıyor. Kağnının köprü ağaçlarında çıkardığı gürültüden yüzlerce kurbağa ürküp suya daldı. Öteden, kofalıktan bir leylek havalandı. Bir böcek uzata uzata öttü. Belki yılandı. Kofalıktan bir leylek daha havalandı.
Bayram atladı. Kağnıyı yedeğine alıp harımın çatma kapısına doğru döndürdü, sonra, hemen oradaki söğüdün dibine çekti. Durdurdu. “İşte bizim harım!” dedi kendi kendine. Kucaklayıp Ahmet’i indirdi.
“Haydi bakalım avrat, sen de in!” dedi Haçça’ya.
Haçça, kucağında kalbur, dikkatle indi. Kalburu kapının kıyısına bıraktı. Heybeyi torbayı indirmeğe başladı. Testiyi, tası taşıdı kapının oraya.
Bayram da öküzle ineği saldı. Kofalığa doğru sürdü: “Bunlar sana teslim Ahmet Çavuş!” dedi. “Zarara ziyana sokmadan güt şuralarda! İyi tanı, kofalığın içine kadar gidip öze möze düşmesin mallar!..”
Bu kofalık, köyün hergelesinin yayıldığı önemli yerlerden biriydi. Camızlara, danalara, sıpalara iyiydi. Uçları iğne gibi uzun dikenli, diz boyu yükseklikte, gür, bir işe yaramaz, yenmez içilmez, mala maşata yaramaz kofaların dibinde çayırlar gelişirdi. Çayırlar tel yapraklı, ince ince olurdu. Hayvanlar buraları kemirir. Değirmensuyu’nun altında bir geniş düzlüktü. Geniş, uzar gider. İşe yaramaz kofalar, yararsa bir dam topraklarken saçaklara, pardıların arasına koymaya yarar. Ev yapanlar gelip kazarlar, kağnı kağnı götürür. Gene farımazdı. Köyün kırında bayırında çalışan çırpınan insanlar, dağdan odun indiren eşekler, çifte koşulan öküzler, evler, damlar farır, kofalıktaki kofalar sapasağlam durur. Yıl yıldan yenilenir, tazelenirdi.
Geniş kofalığın ortaları özlüktü. Özlüğe bir mal düştü mü çıkamaz. Çabalar, çabaladıkça çökerdi.
Bayram, oğlunu sıkı sıkı bir daha öğütledi: “Aman babam, mallarımızı öze düşürme!”
Ahmet, öküzle ineği sürdü. Kafasında; zincirli, kemik saplı bir çakı, bir çift lastik çizme, bir şapka, boynunda allı çevre, okul, ceket; şimdikinden elli kez daha mutlu bir çocuk, başka bir Ahmet… Öküzle ineği koşturdu gitti. Hem giyinecek, hem büyüyecekti. Düğünlerde “heey!” çekecekti. Dibek başında keşkek dövecek, meydanlarda Sepetçoğlu oynayacaktı. Kızlar… Kızlar göt atacaktı ardından. Kızlar da büyüyecek. Saçı anasının saçı gibi kokan ince bir kızı kovalayacak. Filik saçlı Irazca ninesi de görüp mutlanacak.EVYERİ
“Öhho, öhho, öhho!..”
Karataş Köy Kurulu’nun ikinci üyesi Haceli, öksüre öksüre kalktı yataktan. Çok işi var bugün. Kerpiç kestiriyor. İşçi, taşçı bakacak. Kardeşi Mevlüt’ün kaynatası, hem de köyün yapı ustası Taşkelle Mehmet’le konuştu, sağlam söz aldı. Yakındaki Gökçekaya’ya varıp bir usta daha bulacak. “Bir usta daha bulursan ikimiz yaparız!..” diyor Taşkelle. Yeni bir ev yaptıracak. Yarın olmazsa öbür gün temeli atacak.
Bu yönü batıya bakan, hem de akmıyor gibi yayıla yayıla akıp geçen Köysuyu’nun dibindeki eski evden kurtulacaktı. İyice bıktı artık. Dini imanı gevriyor, mahvoluyor bu evde.
Bıkmaktan öte, hiç dayancası kalmadı.
Öksüre öksüre uyanıp bakıyor, yastık ıpıslak! Yorgan ıpıslak! Ipıslak üstü başı! Yazın, güzün, ıpıslak! Kışları da var anla sen. Su çıkıyor. Babasına Deli Mehmet derlerdi Karataş’ta. Kara, posça bıyığının altından güldü Haceli: “Deli olmasa buraya ev yapar mı? Adı üstündeymiş rahmetlinin! Bu evde yıllardır oturmağa razı olduğum için benim de adım Deli Haceli!..”
Giyinirken hafiften gülerek düşünmeyi seviyor.
“Bu bizim takımda var bir sakatlık! Bak, kardeşim Mevlüt’ün de eksik bir tahtası. Buradaki benim hissemi alıyor! “Çıkıp gideyim bir uygun yere, yapayım yeni bir ev!” demiyor! Buraya yaparmış ilerde, yıkıp! Ulan gene su çıkar serseri! “Haney yaparım çıkmaz!” diyor. Peki mallar ne olacak altta? Malların samanı ne olacak? Şimdi de ıpıslak olmuyor mu?
Küflenmiyor mu, kokmuyor mu sası sası?” Kardeşi Mevlüt’ün karısı, Taşkelle’nin kızı. “Belki kaynatasının ustalığına güveniyor bizim bilader! Belki fıs fıs konuşmuştur: “Verin üç kuruş, Haceli ağanızı çıkarın, yıkıp bir haney yapalım yerine!” demiştir Taşkelle. Yarın Muharrem’i de teziktirir bakarsın. Ömer’i de teziktirir. Mevlüt biladerim cinsoyludur biraz.
Ama isterse cinin kendi olsun, nasıl huzur dirlik bulur batağın üstünde? Bana bir piyango vurdu.
Büyük piyango. Bir düşeş yani. Muhtar Hüsnü Ağanın bir iyiliğini gördüm sonunda. Evyeri verdi köy içinden. Kardeşim Mevlüt’ten güzün alacağım paranın yedi yüzünü verdim mi sandığa, tamam! Köy içinde mis gibi bir evyeri! Nemsiz! Çeşme burnumun dibinde. Cami karşımda. Sığır hergele hemen kapımın önünde toplanır. Bir işim olsa Bakkal Hüseyin yakın. Nuri’nin Kahve yakın. Bu evyeri gibisi kimseye düşmez. Benim için haggaten düşeş burası. Oh! Öyle bir ev yaptırayım, iki katlı, haney olsun, bir! Yönü güneye olsun, iki! Önü turalı olsun, üç! Tahta raflı, oyma dolaplı! Yazlık tahta sekili gözel bir ev olsun! Ardında bir hela.
İki odanın arasına küçük bir hamamlık. Ön duvarına bir öküz başı gömdürdüm mü yakışır. İlerde üstüne kiremit de yaptırabilirim. Borçlar bitti. Satılan Necip Bey çiftliğinden sekiz binlik toprak, oh oh oh! “Haceli ağam, saf, çok saf!” diyormuş bizim dangalak Mevlüt: “Bin beş yüze bıraktı hissesini, çekip gidiyor enayi!” Haha haha! Sesini çıkarma Haceli. Ürkütme serseriyi. Varsın enayi desin, avunsun…”
Kuşağını bağladı, çağşırını çekti. Çekti çoraplarını. Posça bıyıklarını düzeltti, bastı üstlerine, yatıştırdı. Şapkasını eğdi hafiften. Kapının dibine vardı. Araladı. Aynada bir daha elledi burnunu bıyığını; düzeltti.
Çıkacaktı. Dönüp karısına baktı. Yatıyor soluna devrilmiş. Kolunun biri dışta. Yorgan göğsünden aşağıda. Saçları boynuna, göğsüne dökülmüş. Dolgunca sarkmış göğsünün biri iç gömleğinin altından. Karaca benizli, yuvarlak yüzlü, dolgunca dudaklıydı Fatma. Geceleri yanında yatarken olduğundan çok, böyle karşıdan çekiciydi. Ama huysuz. Neden? Belki bu batağın üstündeki gün görmez evi sevmiyor. Burada yatıp kalkmalardan hiç tat almıyor belki. Tat almayınca bir karı niçin yatıp dursun kocasıyla? Sabah akşam yatıp kalkmak isterdi Haceli. “Nur içinde yatsın anam, ‘Sizde köpek cinsi var!’ derdi. Demek babam rahmetli de düşkündü!.. Neyse! Köy içine ev yaptırıyorum. Diyeyim bizim Mevlüt’ün kaynatasına: ‘Pencere bırak günden yana!’ Gün yatağın üstüne doğsun. Açınca da püfür püfür essin. Peder Gediğinin yelleri içine dolsun anında. Şöyle mis gibi bir ev olsun. Altta hasır, üstte çul, Gemiş çullarından hem de! Onun da üstünde bizim göklüzili habalarından. Fatma, üzerlik assın duvarlara. Kalaylı tabakları, sahanları dizsin raflara. Dolu Kızılhisar testisini koy kapının ardına. Yeni gelin gibi, dastarını sıkıp bağlasın başına. “Gel gıı!” diyeyim canım çekince. Çocuklar köy içinde oynasın…”
Yüksek gönlü söndü çocuklarını düşününce. Bumburuşuk oldu içi. “Nedir bunların hali?” diye sordu kendi kendine. “İki koca baş, iki ince boyun. Boyunlarının üstünde birer koca tokmak. İki tavşan başı. Saz gibi de sarı yüzleri. Öhho! Güya evde inek var. Ağaransız, görevensiz kalmıyorlar güya. Deriye peynir bile basıyorum bunlar için. Ama işte benizleri. Bu evden beni kurtaran Allah, kardeşim Muharem’i, Boz Ömer’i de kurtarsın. Ama Mevlüt kurtulmaz, hırslı dürzü! O kalır! Bunu yıkar yerine haney yapar. Haney biraz iyi olur belki. Taşkelle usta bilir!..” Birden aklı karıştı: “Ev yaparsa benim 1500’ü veremez! Yooo; ancak güze kadar sabrederim! Güzün vermedi mi, varır tünerim başına; “Haydi bakalım bilader! Allah kardeşi kardeş yaratmış, ama geçimlerini ayrı yaratmış! Benim de borcum var, haydi bakalım!.. Köy sandığı sıkıştırıyor; haydi!..” Ümüğüne basar alırım, hiç tanımam!..”
Çıktı avludan. “Sağ olsun Muhtar Hüsnü! Hoca Dumlu gibi duruyor ardımda! Ulan şu adamdaki insanlığa bak! Hem beni Kurul’a aldı, hem köy içinden evyeri verdi. O komşulara fisıldamasa, kim beni seçerdi Kurul’a? Hem de tırak para demedi şükür! Uzaktan yakından akraba da düşmez, ama elin iyisi iyi oluyor! Şunun yaptığı adamlığa bak: Köy içinden 700’e mis gibi yer veriyor, 1700’e alamazsın! Parasını yaza ver, güze ver! E gayri, biz de adamlığımızı esirgemeyiz yeri gelince. Öhho!.. Kurul’da Ekiz İsmail, Üye İbrahim çemkirip duruyor ara sıra. Ben desteğimi esirgemem. Öhho!..”
Yürüdü Kosa’nın evin önünden. “Ev dediğin işte böyle olacak. Dürzü Kosa, babadan varsıl. Birinci adamıydı babası Necip Bey’in! Kosa’ya kaldı varlığı. Ağali de varsılca. Ali İzzet de…”
Köy içine çıktı. Ta Yukarı Mahalleye yürüdü. Halil İbişle oğlu İsmail’e gitti. Söyledi, evyerine temel kazınanda çalışsınlar, işçi olarak. “Günlüğünüzü üçer liradan veririm!..” İkişer buçuktu geçen yıl. “Aaah; şu sıra her işin ağzını çula kuşu gibi açtığı sıra! Hiç de ev yapacak zaman değil, ama bıktım Aşağı Mahalle’den! Kardeşlerim de söz verdi. Yardım edecekler. Ben de onlara ederim… Kerpicin bin kalıbını 125’e kesiyorlar. İki bin kalıp, çok çok iki bin beş yüz, yeter benim eve. Taşı da Çapar Kâzım’la oğullarına kırdırdım mı, tamam.
Velakin çok para gidiyor! Dayan Deli Haceli! Sıkı dur haa! Olmazsa bir iki koyun satarım canım! Muhtara da dersin: “Heey Hüsnü Ağa, biraz destekle bizi! Ağaç eşiklinin gümüş eşikliye muhtaç olduğu gün gelirse biz de seni destekleriz. Hem de eşşek eşşeği ödünç kaşır, haydi bakalım!..” Destekler mutlaka…”Muhtargile uğramadı. İlçedeydi Hüsnü Ağa. Kaymakam toplantıya çağırmış. Heykel işi için. Çok para gerekiyormuş. “Az gerekmez zaten! Benden alacağını oraya yatırmak isterse kötü!..” Birden neşesi söndü. “Benden 700’ü hemen isterse yandım!” dedi. Kovdu bu düşünceyi kafasından. Biraz da bu yüzden uğramadı. Karısı Yılık Atiye’ye bir haber bırakmış olabilirdi. Yılık Atiye, “Haceli şunu getir, bunu götür!..” diye yeni işler buyurabilir. “Parayı da getir, aman abam!..” diyebilir. Hızla aşağıya kıvrıldı.
Taşkellegile uğradı biraz. Usta, sigara içiyor. Karısı Kâmile katmer ediyor. Hemen sokuldu. Birinin yarısını böldü teklifsizce. Bıyıklarını batıra batıra yerken konuştu yapı ustasıyla:
“Kaç vereyim taşın bir kağnısına?”
“Deli misin sen yahu! Taşı Asar’ın, Eski Kale’nin oradan kendin çek hazırca! Nerden şimdi dinamit bulup, küskü bulup, kırdırıp patlatıp şu bu diyeceksin?..”
Nerdeyse eline sarılacaktı Taşkelle’nin. “Herif haggaten iş biliyor! Bilmese usta derler mi?”
“Asar’ın, Eski Kale’nin oradaki yıkıklarda çok taş var! Yüz ev yaptırır! Hazır düzülmüş taşlar! Hökümet kızar ama Muhtarın kolundasın. Hökümetin haberi olasıya biz temelleri çıkarız. Biraz da çamur sıvarız, belli bile olmaz. Üstü de kerpiç olacak nasıl olsa…”
Gün ışığı köyü köşeyi sarıyor. Katmeri yiyip bitirdi:
“Sizin kağnı, bizim kağnı bu işi görür. Ben kendim çekerim doğrusu budur Ustam!..”
“Hee he!.. Ayrıca taşçı tutup boşuna para verme! Çapar’ın oğlanlar aza uza kanmaz! Kaşık kepçe sığmaz dürzülerin ağzına! Bırak dursun paran kuşağında. İşçiye ustaya verirsin yarın…”
“Canııım! Şu diyecek bir para da yok belimde şimdi. Olsa sandığa vermem gerekir. Kaymakam bugün toplantıda para derse, Muhtar da yarın bana para diyecek…”
“Yedi yüz mü alıyor evyerine?”
“Hee…”
“Âlâ, mis gibi!..”
Biraz daha böldü Kâmile yengesinin katmerinden. “Hee, mis gibi, valla billa!..” dedi.
“Elini çabuk tut çabuk! Köy içi onun orası! Başka bir dürzü çıkar, bin verir, Muhtar dönüverir! İki bin bile eder orası. Hem de her zaman evyeri satılmaz köy içinden…”
Katmeri tepti ağzına, gidiyordu. “Beri bak Hacelii!..” dedi Taşkelle. “Beytullah Hoca’ya da bir uğra demiştim, uğradın mı?”
“Unutmuş değilim onu! Çok zor vakit buluyorum. Halil İbiş’le oğlu, yarın geliyor. Bizim biladerler de öyle. Bugün kesin uğrarım Beytullah Hoca’ya…”
“Bugün ne zaman?” “Akşamüstü!”
“Yooook! Hoca işini savsama! Hemen şimdi uğra! Camidedir. Çıkıp gitmeden yakala. Akşamüstü evyerine gider temel kazıklarını çakarız. Huyumu bilirsin, Hoca’dan sağlam cevap almadan çakmam kazıkları! Öyle öğüt aldım ustam Ethemce’den. Beytullah Hoca’ya mutlak gideceksin Haceli!..”
“İyi ya! Şimdi gideyim madem. Nasıl olsa taşçı bakmayacağım. Dediğin gibi yapayım, Mehmet Usta; hoşça kal…”

DUŞTAN AKAN ILIK SULAR
Bayram, kapı yerinde birbirine çatılmış üç ahlat dalını çekip yol açtı. Öte beriyi içeri taşıdılar. Bir yanı ekilmiş, bir yanı ekime hazır edilmiş toprak, bir güzel renk içinde yatıyordu sabah sabah. Tatlı uykusundan uyanmak istemeyen yiğit bir gelin gibiydi.
Bakımlı bir harımdı burası. Çevresi çitle çevrili. İçinde bir tek ayrık, bir tek arsız ot arama. Toprak irmik gibi işlenmişti. Eğri böğrü sınırlarında yer yer karamuklar gelişmişti, tortop ve yüksek! Beş on kök de saz görünüyor.
Bayram:
“Bu çite biraz daha çöyür getirmeli!” dedi.
“Sağlamca bir de kapı!” dedi Haçça. “Üstü örtülü, tokmaklı!.. Her yanını çöyürle iyice germeli ki kimseler giremesin! Ondan sonra da fidan dikmeli. Köşelerine çiçek…” Durdu. Kocasına baktı: Boylu boslu, ama zayıftı. “Bu yıl borç ödemek yok artık değil mi?”
Bayram döndü:
“Yok!” dedi. “Bitti! Necip Bey’i doyurup başettik!..”
“Öyleyse tosunu hemen alalım. Güzün. Tosunu hemen alalım ki, Aymelek’i sağabilelim.
Kursağımıza iki kaşıcık yağ girsin. Koyunların yanına dört koyun daha aldık mı, bize yeter…”
“Yeter…” dedi Bayram.
“Çocuğun benzi sapsarı! Cansız! Ketum kalacak yavrum…”
“Yedirelim. İneği sağalım, koyunların yanma dört koyun daha alıp sağalım, yağ peynir yapalım…”
“Bir diremini satmayalım.” “Satmayalım…”
“Yesin çocuklar…” “Kendimiz de yiyelim…”
Haçça kalburu kucaklayıp söğüdün dibine koydu. Hıyar, acur tohumlarını ayırdı. İki gün önce ıslayıp çıkılara sarmıştı ayrı ayrı.
Kan koca, çapaları ellerine alıp emmenlere doğru yürüdüler. Emmenleri dün hazırlamışlardı. Kıyılarına yanık gübre dökmüşlerdi.
Bugün karıştırıp karıştırıp ekecekler. Çöktüler. “Sen şu sıraya dur, ben buna!” dedi Haçça. “İki baştan alıp çıkıp gidelim…”
Bayram, karısının gösterdiği sıraya geçti. Başladılar.
Haçça, gübreyi çapa ile çekiyor, karıştırıyor, hıyar tohumunu eliyle bırakıyordu. Bayram ise çapayı ilk başladığı emmende unuttu. Gübreyi eliyle çekiyor, eliyle karıştırıyor. Önüne ufalanmamış kesek çıkarsa onları da ufalıyor, sonra bir oyuk yapıp üç acur tohumu bırakıyor, elleriyle üstünü örtüyor. Elleri kuru, ama güzeldi. Çapadan daha uygundu bu işe elleri. Oynadıkça yakışıklı bileklerinde mor damarlar beliriyor. Çalışıyor, kendini işe kaptırıyor. Boyun damarları kasılıyor. Alnından, göğsünden yavaş yavaş ter yürüyor.
“Bayram!” dedi Haçça. Bayram baktı.
“Sen bana güzün kuşak muşak alma! Basma da istemem. Başka bir şey al…”
“Ne alayım gıı?”
“Bir leğen al! Büyücek bir leğen! İçine bir insan girdi mi sığsın! Geniş geniş su dökünebilsin…”
Bayram, karısına ilgiyle baktı. Dudakları titriyor Haçça’nın. Yüzüne ince bir kırmızılık gelmiş. Gözleri parlıyor: “Kış gününde hep içerde yıkanırız, sıcacık! Giysiyi de içerde yıkarım. Küllü suyu yukarı taşıdım mı, tamam… Evin içinde, tertemiz; mis gibi…”
Bayram:
“Askeriyede duşlar vardı!” dedi. “Zabitler yıkanırdı.” Haçça, hâlâ dalgın, Bayram’a bakıyordu.
Bayram:
“Parıl parıl… Temiiiz… Geniş…” dedi.
“Duş dediğin ne ki Bayram?” diye sordu Haçça.
“Duş; yıkanılır! Duş; yani hamam gibi! Sen hamam da bilmezsin; nasıl anlatsam? Ulan, iki tane kurnası var. Yukarıya bir boru çıkıyor. Süzgeçli teneke gibi ağzı var. Dökülüyor.
Kurnayı çevirdin mi sıcak, çevirdin mi soğuk! Ayarlayıp giriyorsun altına. Hiç kesilmiyor. Kendiliğinden akıyor. Allah tarafından gibi. Yani öyle bir şey… Çok hoş… Bize birinde temizlik nöbeti geldi. Bak anlatayım sana! Acıpayamlı Ali oğlu Hasan Tuna ile sildik süpürdük. Sonra aklımıza geldi temizlerken. Dedik: “Yıkanalım!”
Hasan Tuna kapıya durdu, ben soyunup girdim. Önce bir yaktı! Anladım tabii: Soğuk kurnayı açmamışım! Hemen açtım. Su iyice ılıştı. Yeniden girdim altına. Aksilik bu ya, şimdi de sabun yok! Hasan Tuna’ya bağırdım:
“Ulan hemşerim, çabuk bana/sabun bul!”
Aradı taradı, dolabın birinden bir kalıp sabun getirdi, ama nasıl sabun? Sabun dediğin dünya da bu kadar olur! Koku gibi kokuyor! Bir ovdum, bir ovdum başımı, göğsümü, bağrımı! Bir ovdum, ooh!.. Hasan Tuna, diyor: “Haydi hemşerim, çık gayri!”
Ben diyorum: “Ulan dur biraz!..” Hasan Tuna diyor:
“Ulan teğmen geliyor!”
Ben diyorum usuldan: “Ulan işte tamam!..”
Valla Haçça, hiç çıkası gelmiyor o duşun altından insanın! Ondan sonra bak sana anlatayım. Ben çıktım. Kurulanmadan filan giydim gömleği. Neden? Neden olacak; havlu yok da ondan. İşte bu iyi olmadı. Bir insan duşta yıkandı mı, gözelce silinip kurulanacak. Sonra kirli giysilerini yeniden giymeyecek sırtına. Temiz giyecek. Hem de biraz uyuyacak yıkanmanın ardından… Ha, ne diyordum? Hasan Tuna da girdi. Bu kez de kapıya ben durdum. Beklerim ha şimdi çıkacak, ha şimdi çıkacak… Bekle Allahım bekle; bir türlü çıkmaz bu eşşek sıpası!
Dedim: “Ulan Acıpayamlı! Valla teğmen geliyor!” Kulağı bile duymuyor dürzünün! Habire övünüyor!..” Haçça sordu: “Sular hiç bitmiyor mu?”
“Biter mi gıı? Askeriyenin suyu!” “Kim ısıtıyor peki?”
“Sular ısınık ulan!” “İyi ya kim ısıtıyor?”
“Yukardan dökülüyor!” “Kim döküyor?”
“Kendi dökülüyor!”
“Allah Allah!.. Damda kazan mı var da kendi dökülüyor?”
“Damda değil! Acıpayamlı derdi ki: “Aşağıda, ta bodrumda kazan var. Kocaman bir kazan. Tanker kazanı gibi. Gazyağı, benzin, mazot taşıyan tankerler vardır. Sular bodrum katta bu kazanın içinde kaynıyor!” Acıpayamlı böyle derdi…”
“Aşağıda kaynıyor da dama nasıl çıkıyor?”
“Çıkar! Askeriyenin suyu dedin mi çıkar! Kuvvetli su! Basınçlı! Fışkırıyor! Bahçe suluyorlar. Şimdi burası bahçe değil mi? Gök gövertiyi, hem de çiçekleri sulamak için kürek lazım değil.Eline lastik bir boru alıyorsun, ucunu suyun ağzına taktın da havaya tuttun mu, selvi boyu fışkırıyor. Yukardan yağmur gibi yeşil yeşil dökülüyor!..”
Haçça baktı baktı, dudaklarını devirdi: “Git adam!..”
“Ne git’i gıı? Askeriyenin her bir işi kolayına! Komutanların evinde bile su varmış! Evinin içinde! Baya odasının içinde! Urfalı bir çocuk vardı, emir eri. Öyle anlatırdı. Yüzbaşı her sabah yıkanırmış karısıyla. Hem de üçüncü kattaki evinde! Ak taştan, ak ama nasıl ak, süt gibi ak bir taştan yalak varmış. Önceden sıcak suyla doldurur, ılıştırırmış bu ak yalağı.
Sonra girer otururmuş, uzun uzun yıkanırmış biliyor musun? Bıkasıya kadar! İnsan yıkanmaktan bıkar mı gıı?”
Haçça, saf saf sordu: “Etli miydi yüzbaşı?”
“Etli tabii! Etli ki, kıpkırmızı! Etli olmaz mı yüzbaşı? Mancar! Karısı da etli! Bir gün gördük. Nasıl kırmızı? İnsanın dudağının içi gibi kırmızıydı avradın yüzü! Allah seni inandırsın, hem ak, hem kırmızı!”
“Hiç kir yok mu?”
“Ne gezer kir ulan! Hiç yok tabii!..” “Elleri kuru değil mi?”
“Kuru mu olur? Hep sıcak su, hep sabun!..” “Çatlak değil mi?”
“Hiç, hiç!..” Haçça durdu:
“Dünya da en büyük kim, yüzbaşı mı?”
“Yüzbaşıdan büyükleri var! Yüzbaşı ne ki? Albay var, boynu benim belim gibi! Maaşı da yüksek. Onun karısı daha* ak! Hem de kırmızı! Paşalar maşalar var, kapılardan sığmaz… Büyük adamlar böyledir, anladın mı?”
Haçça baktı, yeniden devirdi dudaklarım:
“Bayram; bak sana ne diyorum? Tosunu aldıktan sonra dört de koyun alalım, başka bir şey almayalım. İki yıl sabredelim, ondan sonra sen git Burdur’a, o duştan al gel!..”
“Olur ama duşa para mı yeter gıı?”
“Yeter! Başka bir şeycik almayız iki yıl!.. Bütün paraları irkeriz. Ahmet oğlana bir çizme alırız alırsak, yeter! Yağın da birazını satarız…”
“Nasıl getireceksin o yalağı, kazanı ta Burdur’dan?” “Eşekle gelmez mi?”
Cık etti Bayram: “Asla gelmez!..” “Kağnıyla getirirsin…”
“Ulan!.. Olmayacak işlere boyun kösersin! Atının ayağında nal yok, gider döşemede koşturursun! Köylü milletine göre değil duş! Onu ancak askeriye yapar! Yüzbaşılar, albaylar, ve paşalar… Haydi kazanı aldın, yalağı da aldın diyelim, basınçlı suyu nerden bulacaksın köy yerinde? Bulabilir misin? Haydi söyle bakalım?..”
“Kuyu kazarız evin önüne!”
“Gülerler ulan! Kuyunun suyu fişkırmaz!..” Haçça, üzgün:
“Eh madem leğen alalım! Büyücek bir leğen! Geniş… Ben her gün İğdeli Pınar’dan taşırım suyu. Tenekeyi ateşe koydum mu ısınır. Birimize bir teneke yeter. Önce sen dokunursun, sonra ben. Askeriyeninki gibi olmasa da gene iyi olur! Giysiyi de içerde yıkarım. Giysiden giysiye külle suyla gözelce ovunursak, bizim de derimizde fazla kir olmaz.”
Karısına baktı, bu kez Bayram devirdi dudaklarını: “Olmaz olur mu?” dedi. “Ne de olsa köylüyüz!..”
“Olmaz!” dedi Haçça. “Ben adamakıllı ovarım! Çorabın içine sabunu koydum da bütün kuvvetimle ovdum mu, kir mir, bir şeycik kalmaz…”
“Ne kadar ovsan duşun yaptığını asla yapamazsın avradım, uğraşma! Köylünün kiri, öyle giysiden giysiye ovmakla filan çıkıverse daha ne istersin gı!..” Dudaklarını yeniden devirip güldü Bayram: “Çok safsın be Haçça!..” dedi. “Hem köylünün kirini bir kezcik temizledin diyelim, öyle kalacak değil ki! Gene kirlenir! İnsan köy yerinde boyuna terler, toza toprağa batar, öyle değil mi? Ama onlar hiç terlemez, hiç toza toprağa batmaz. Onları sen ne bileceksin? Bir yıkandılar mı, kirlenmeye kalmadan bir daha yıkanır onlar! Yaa, akıllım!..”

KOCA KİTAP NE DİYOR?
Taşkelle Mehmet Ustanın dediğini yapacak Haceli. Ama ondan önce kerpiç kesilen yere uğramalı bir de. Toptan pazarlık edip götürü vermişti. Uğradı baktı. Çok iyi gidiyor iş. Oh! oh! oh! Küçük kardeşi Boz Ömer başlarında duruyor. Güzel çiğnemişler, aktarmışlar, sakız gibi yapmışlar çamuru. Böylece kerpiç kaygısı bitiyor. Sevinç içinde ayrıldı oradan. Yürüdü.
Köy içinden geçerken başını döndürüp övünçle baktı yeni evyerine. Düşgücünü işleterek orda yükselecek haney’i gözünün önüne getirdi. Ak toprak ıslamış, hayatın duvarlarını sıvıyor karısı Fatma. Diplerine, kırmızı toprakla kuşak çekecek. Cumaları camiye gidecek kendisi. Köy içinde evi olur da gitmez mi insan? Düzmeşe’den, Gökçeyaka’dan, Alanköy’den, Küçük Çardak’tan gelenlerin birini ikisini alıp evine getirecek. Çiçekli basmadan yün minderler yaptıracak. Hayatın ucundaki tahta sekiye oturmak, oradan cami çeşmesine baka baka kahve içmek, sonra karısının sahanda pişirdiği yumurtayı yemek, pekmeze ekmek banmak, bulgur aşını kaşıklamak çok hoş olurdu.
“Piyangodan da ileri; düşeş!” dedi. “Elimle atıp, zarımla getirdim düşeş bu evyeri bana! Öhho!.. Zaten öteden beri bahtım iyidir. Ara sıra ters gider işte. Şimdi Kurul üyesiyim, Muhtar Hüsnü ardımda. Ters giden işi doğrusuna döndürürüm. Zor değil artık. Öhho!..”
Tam caminin avlu kapısından girerken bir öksürük geldi. “Aşağı Mahalle’deki ev temelli çürütmüş bizi! Çaba gösterip biladerim Muharrem’i de çıkarayım oradan. Kıyıdan köşeden, Söke’ye gidip gelmeyenlerden bir yıkık alıp oraya bir ev de Muharrem’e yaptırayım. Hazır kardeşimiz Mevlüt’ün kaynatası usta. Kendim de yardım ederim. En küçük biladerimiz Boz Ömer’i de yanıma alırım. Bırakıvermem ortada. O da yardımcı olur, kolu gücü yerinde delikanlı. Askerliğini yapıp gelsin, beğendiği kızı alacağım ona. Kamber’in kızlardan birini bile alabilirim. Öhhoo!..”
Kapının dibinde pabuçlarını çıkardı. Beytullah Hoca caminin içinde inil inil Kur’an okuyor. Sesi geliyor. Kapı hafif aralı. “Bismillâhirrahmanirrahim!” çekti bütünce. Sağ adımını attı. “Öhho!..” Namaz kılmağa geliyor gibi, şapkasının siperliğini ardına döndürdü. Upuslu yürüdü kapıdan dört beş adım.
Yüksek tavanlı, kireç sıvalı, alçı işlemeli, bezemeli bir yapıydı Karataş camisi. Harfi, noktası birbirine binmiş yazılarla, çiçekler içinde, peygamberlerin, saygıdeğer halifelerin adları yazılıydı…
Mihraba ardını dönmüş, sırtına hırkasını geçirmiş, başına yeşilli beyazlı beresini giymiş, önüne ufacık rahlesini koymuş, durmadan okuyor Hoca. Gerçekte kitaba bakmıyor. Çoğunu belleğinden okuyor, gözlerini tavanda, duvarda, kapıda gezdirerek, ara sıra yumup açarak, bilgin bilgin sallanıyor.
Haceli’nin girip geldiğini, orta yerde saygılıca durduğunu gördü. Bir bağlantı yapıp keser birazdan. Haceli’yle göz göze geldiler. Okumasını sürdürdü Beytullah Hoca. Haceli eşek değil, anladı, üç adım kadar önünde diz çöküp oturdu. Elini dizine koydu. Dinlemeğe başladı. Arapçaydı Hoca’nın okuduğu. Bunları anlayacak derecede bilgili değildi Haceli. Ama korkuya yakın bir saygıyla, hakkını vererek dinliyor. Her halde bunca saygının, diz çökmenin gereğini anlar Hoca. Fırsat bu fırsat deyip uzattıkça uzatmaz.
Çok eskilerin hocasıydı. Kırk yılı geçmiş, belki elliye devrilmişti, şu köyün camisine emek veriyor. Ta Yemen’de savaşmış, Kanal çarpışmasında, Kutulamare’de bulunmuştu. Tutsak olmuştu. Yoksulluklar ve yoksunluklar içinde geçti yılları. Subaya aylık, askere tayın yok. Askerlik denmez, savaş denmezdi, bir dipli sefillik. At gübrelerinden arpa seçip karın doyurmuştu çok. Şam’ı, Halep’i o sayede görmüştü. Askerlik, tutsaklık derken tüm kutsal toprakları dolaşmış, Mekke’yi, Medine’yi “ziyaret” etmişti. Gene de çok talihsiz bir hoca sayar kendini. Yok denecek kadar azdı cemaati. Hele bahar patlayıp işin gücün ağzı açılınca, tek kişi kalmaz köyde. Vakit namazlarını iki üç kişiyle, bazan tek kişiyle kılar. Oğlu vardı, çok istemişti hoca olsun. İki kez “hatim” indirmişti. Sabırsız, sebatsız çıktı. Dünya işleri daha tatlı geldi. Hovardalık yaptığı çalınıyor kulağına. Çok seviyor, bir türlü ayrılamıyordu kadınların ak baldırından, göğsünden, dudağından. İzledi birinde, gözüyle gördü Gedikdiş’in Hörü’yle, tahta ambarın üstünde avkaladıklarını. Sözde evlendi, mevlendi, gene boşlamadı Kıllıbacak Hörü’yü. Gençliğine, cahilliğine verdi uzun süre. Sabretti. Hoşgörmüş gibi davrandı. Vaktinde kendi de az çok o taraklara bez germişti: Hatta Arabistan’da! Hatta daha yakın zamana kadar Fatmaca’yla! Fakat aktı aktı, duruldu içindeki deli su. Ama oğlu dur durak bilmedi, hep dörtnala gitti şer yolunda. Şimdi de rakı içiyor kopuk arkadaşlarıyla. Bir hoca için bundan büyük talihsizlik olur mu? Ve karısı. Söz dinlemez, gem almaz.
Vaktiyle boşayıp atsa ne vardı. Talihsizliği acılı bir çörek gibi oturup durur içinin derinliğinde. Kızları da başka başka yüzkaralarıydı… Yuta yuta verem olmaktansa temelli hocalığa verdi kendini. “Hakk”ımı az verdiniz, camiye az geldiniz demeden, köylüye kafa tutmadan, Muhtarın, Kurul üyelerinin arkasından atmadan götürüp gidiyor bunca yıldır. Daha kaç yıl götürecek kimbilir?
Birden sesini değiştirdi, “Sadagallahülaziiim!..” dedi. “Süphane rabbike rabbil izzetü amme ya süfuun!..” Bitiriş duasını tamamlayıp “Fatiha!” dedi. El kaldırdı havaya, okuyup üfürdü, elini yüzüne çaldı.
Fatiha’dan sonra Haceli de el kaldırdı, okuyup üfürdü, elini yüzüne çaldı. Sonra dizin dizin gitti. Hoca’nın eline kavuştu, saygılıca öptü, alnına götürdü.
Mutlandı, ansızın bir gönenç duydu Beytullah Hoca, Köy Kurulu’nda üye, gençten bir adam, olağanüstü saygı gösteriyor, aferin!.. İçinden içinden gülerek, hem de göz ucuyla süzerek, “Hoş geldin evladım Haceli Efendi!” dedi. “Nasılsın bakalım, iyi misin?”
“Sağlığına duacıyım Hocam! Allah ömrünü uzatsın…” “Hayrola? Bir derdin mi var?”
“Sağ ol! Hiçbir derdim yok Sayın Hocam! Var gerçekte, çok derdim var, ama şimdi onların sırası değil! Hiçbir derdim yok çok şükür! Yalnız, Aşağı Mahalle’nin batağında çoluk çocuk neler çektiğimi biliyorsun. O yüzden yeni bir ev yaptırmaya niyetlendim. Kerpicim kesiliyor. Allah izin verir, hem de nasip ederse hemen başlatacağım. Yeri, sahipli mi, değil mi, bir anlayıver diye zatına geldim…”
Dikkatle dinledi, içinden içinden gülmesini sürdürdü Beytullah Hoca. Sonra usulca sordu: “Hayırlı uğurlu olsun! Cenaballah erdirsin, vardırsın, çoluk çocuğunla güle güle oturmayı nasip etsin; nereye yaptırıyorsun evi?”
“Köy içine yaptırıyorum değerli Hocam. Bilmem haberin var mı, köy sandığı sıkışık biraz. Bir heykel davası var il merkezinde. Vali salma salmış. Kaymakam para istiyor. Muhtar Yeşilova’ya gitti. Bana bir evyeri verdi. Hemen aldım. Çünkü bir yandan çok lazım, oturduğum evden su çıkıyor, bir yandan da köy sandığının durumu. Alıvereyim dedim. Borç harç. Ne yapayım Hocam? Allahın büyük desteğiyle Muhtar Hüsnü’nün gölgesinde gün gören bir tünek sahibi olayım diyorum. Taşkelle’ye temelinin kazıklarını çaktırmadan sana geldim, benden ilmini esirgeme gözel Hocam…”
“Allah tuttuğun taşları altın etsin Haceli! Sıra saygı bilen insana canımı esirgemem! Hele söyle bakayım, köy içinin neresi oluyor senin evyeri? Karşıdan bakınca uygun mu önce?”
“Uygun Hocam, birinci! Düzmeşe yoluna çıkmadan…” “Kara Bayram’ın evinin yanı mı?”
“Biraz önüne düşüyor Hocam…” “Kaça aldın oğlum orasını?”
“Yedi yüze aldım değerli Hocam! Güze dedik Muhtarla, ama belki hemen isteyecek! Yeşilova’ya Kaymakamın toplantısına gitti bu sabah erkenden…”
“Gözel yer oğlum; camiye karşı, ve birinci! Bu Kara Bayram’ın babası Kara Şali biraz saftı, ama temiz adamdı. On dört yıl askerlik yaptı. Yaralandı, sakatlandı, tutsak düştü, çile çekti, Yemen, Yunan, hiç kaçmadı! Dönüp geldi, “Madalya verelim gel!” diye çağırdılar, gitmedi.
Kaçanlar şimdi şeref aylığı alıyor. Kendisi ölüp gitmişlerin çoluk çocuğu, karıları… Kara Şali, “Ben vatanım, Allahım için savaştım!” dedi, dönüp bakmadı. Pek sinerli savaşlar değildi o savaşlar be oğlum! Üstümüzde Allah var, her ayıbımızı gördü, şimdi de konuştuklarımızı duyuyor; bir yandan din kardeşlerimize silah çekmeyelim diye, bir yandan bıkkınlıktan, bezginlikten hep kaçtık! Cebelibereket’e kadar yirmi üç günde geldim ben. Gündüzleri bir çalının, bir dikenin dibinde saklandım, geceleri yürüdüm. Çöl köylerinden dilendiğim ekmeği günde kurutur, suda ıslatır yerdim. Dişlerimin dibinde et kalmadı be oğlum. Cebelibereket’ten bu yana da sürüne sürüne on günde kavuştum. Doğruyu ahrette mi söyleyelim, hep kaçtık! Yemen savaşları ölüm savaşlarıydı! Baban Deli Mehmet’le Pendik iskelesinden binmiş idik vapura. Çanakkale’de yaralandı. Selimiye’de bitlendi. Asker biti aklı karalı, sıvandı kolumuza belimize. Ben onu süpürdüm, o beni. Ben de Yunanda yaralandım. Gene kaçacaktım. Kemal Paşa tabancasını çekti, “Kaçanı kendi elimle vururum! Karınız kızınız düşman elinde! Siz düşünmüyor iseniz ben düşünüyorum; kaçmayın!” dedi. Bir yandan aç, bir yandan çıplak, bir yandan da kurşun korkusu; atıldık düşmanın üstüne. İstersen atılma. Allaah, öldürmedi mi öldürmüyor.
Bayram’ın babası Kara Şâli’yle aynı günde dönüp geldik. Allahtan bir engel yoksa, şimdi oğluyla komşu olacaksın. Onu ardına alacaksın. Çoluk çocuğun Bayram’ın çoluk çocuğuyla uzluk edebilir mi? Karın Fatma geçimli mi Haceli Efendi?”
O kadar uzatmış, hem de dağıtmıştı ki sözü, sabrı bitiyordu Haceli’nin. Karakol soruşturması yapar gibi, “Karın Fatma geçimli mi?” diyor. Caminin içinde, Kelâmı Kadim’in başında Fatma’nın sözünü filan ne açıyorsun be Hoca?
“Fatma senin iyi bildiğin insandır. Uzluk yönünden Allanın meleğidir, bu kadar derim…” “Aferin maşallah!..”
“Sağ olasın Hocam…”
“Yeri de Muhtar verdi değil mi?”
“Sandık namına Muhtar verdi. Yedi yüze…” “Kazık çaktıracaksın, danışmağa geldin?” “Danışmağa geldim, sahipli mi, değil mi?” “Hayhay! Açar kitabı bakarım. Ancak…”
Hoca’nın yüzüne derin bir yalvarmayla baktı Haceli: “Çabuk bak gözel Hocam!..” dedi.
Beytullah Hoca, sol eliyle ak sakalını tuttu, sağ eliyle önündeki Kelâmı Kadim’i kapattı. “Ancak akşama bakabilirim diyecektim, ama öğlen namazından sonra uğra! Bakar araştırır, söylerim inşaallah!..”
“Şimdi baksan olmaz mı Sayın Hocam?”
“Şimdi hemen olmaz oğlum! Okuyup üfürmem, kitapları açıp ince ince araştırmam lazım… Bu da biraz sürer…”
“Peki öğlene olsun saygıdeğer Hocam! Yarın Halil İbişle oğlunu alacağım. İki de bizim bilâderler; dört! İşbaşı yaptıramazsam boşu boşuna para vermem gerekir, yazık değil mi Hocam! İşler ağzını açtı, biliyorsun! Elini öpeyim çabuk bak da kazıkları bugün çaktırayım Taşkelle’ye. Yarına hazır olsun aman Hocam!”
“Allahtan bir engel çıkmazsa akşamüstü çaktırırsın Haceli. Yarına gene hazır olur!..” dedi Beytullah Hoca, kalktı. Haceli’nin önü sıra çıktı camiden. Gün ışığı her yeri kaplamıştı.
“Yedi yüz lira verecekmiş! Muhtarla anlaşmış…” diye söylene söylene gidiyordu Karataş’ın kadim hocası. “Ardında Muhtar, Koca Dumlu dağı gibi destek! Evet, eveeet!..” diyor, Kara Bayram’ın evine doğru bakıyor. Bayram’ın anası filik saçlı Irazca, eşeği, danayı çıkarmış, hergeleye sürüyor. “Deli Haceli’nin ardında Koca Dumlu gibi Muhtar Hüsnü…”
Kitabullah’ı açıp bakacaktı… Bakıp da ne diyecekti Beytullah Hoca? Yerlerin, yeraltında yatan eski sahiplerini, yenilerden takan olmadığını çok iyi biliyor. “Allaaah bin bin razı olsun Taşkelle’den! Ustası Ethemce’nin yolundan çıkmıyor. Temel kazıklarını çakmadan bir sorduruyor gene!..” Kendi de uygun bir karşılık bulup söylüyor. “Ardında Muhtar…”
“Yok oğlum Haceli, sahipli değil! Yok! Cenaballah, evelinden ahirinden sana uygun görmüş orayı! Çaktır kazıklarını!..” diyecek. Ardında Koca Dumlu gibi Muhtar vardı…

Benzer İçerikler

Kırık Hayatlar

yakutlu

Üç – Sarah Lotz – Online Kitap Oku

yakutlu

Dil-Küşâ

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy