Tek Aşk, İki Farklı Göz…
Meryem Nart, altıncı romanı #YOKMUSUN ile okurlara alışılmışın dışında bir okuma sunuyor ve okurları Esra ile Dünya’nın gözünden tek hikâyeyi iki taraftan okumaya davet ediyor. Esra’nın “dünya”sını okuduktan sonra kitabı ters çeviriyorsunuz ve Dünya’nın “esra”rlı ve tutku dolu bakış açısına geçiyorsunuz.
Metrobüste tanışarak başlayan hikâyeyi iki karakterin gözünden tek kitapta ve bir solukta okuyacaksınız!
ESRA:
“Okula erken gitmem gereken bir günde onu metrobüste görmüştüm. O günden sonra onu görmeye devam edebilmek için her gün bir saat erken kalkıp metrobüse binmeye başlamıştım. Sefer saatleri çok sık olan bu toplu taşıma aracında onunla aynı metrobüste nasıl karşılaşabilirdim ki? Edebiyat okuyan ben, artık rakamlarla haşır neşir olmuştum. Altıyı elli beş geçe… Bu seninle tekrar karşılaşmak için binmem gereken metrobüsün saatiydi Dünya.”
DÜNYA:
“Bir daha görmeyeceğin biri için bu kadar savaş verilir mi? Hadi gördün diyelim… Sırf oturarak gidebilsin diye her gün ona yer tutup üstüne bir saat ayakta yolculuk edilir mi? Senin için edilirmiş Esra. Sadece bir iki kaçamak bakışlar attığım seni görebilmek için saatlerce ayakta yolculuk edebilirdim.”
Her taşın altından çıkan aşka…
*
ESRA YÜKSEL’İN PENCERESİNDEN
HİKÂYEYE BAKIŞ
GİRİŞ
İstanbul’da yaşayan insanlar metrobüsü bilir. Ne otobüs gibi yavaş ne de metro kadar hızlıdır. Metrobüstür işte. Kendine ait bir yolu olan, fiyatı otobüs ve metrodan pahalı ve aktarma indirimi kabul etmeyen bir toplu taşıt. Akbilinizi aylık dolduruyorsanız metrobüs iki basım kullanır. O kadar da özeldir. Ev ilanlarında da görürsünüz, ‘Metrobüse beş dakikalık mesafede,’ yazarlar. Çünkü gerçekten metrobüse yakın olmak bir ayrıcalıktır. Özel aracınla iki saatte gideceğin yeri trafiğe girmeden yarım saat öne çekebilirsin. Bir de ilk duraktan binip oturuyorsan sen seçilmiş kişisin!
Maalesef ben seçilmiş kişi değildim.
İlk duraktan binmiyordum ve evim metrobüse yakın değildi. Oraya gidebilmem için bir otobüse binmem gerekiyordu. Bindiğim durak aşırı kalabalık olmazdı ama yine de yoğunluk olurdu. Her sabah iş saatinde biner iş çıkış saatinde eve gelirdim.
Hayır, çalışan değildim.
Ben, herkesin on dört lira bastığı metrobüse dört küsur basan bir öğrenciydim. Ayrıcalıklıydım, kabul ediyordum. Hayatımın büyük bir kısmının toplu taşımalarda geçtiğini de kabul ediyordum. Evim ile okulum arasında iki buçuk saatlik bir mesafe vardı. Yani günün beş saate yakını yollarda geçiyordu. Bunun bir saat on beş dakikası da metrobüste geçiyordu.
Bu kadar matematik yeter. Sonuçta ben, fiziği ile değil aklı ile gündeme gelmek isteyen bir sözelciydim. Ben Esra, Gündoğan Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisiyim. Yirmi yaşında değilim. Hayır, kabul etmiyorum. Doğum günüme daha yedi ay var. Ağustos ayının sonunda doğmuş biri olarak bu yaşı kabul etmeme imkân yok!
Neyse, konumuz ben değilim.
Yani benim ama ben değilim. Konumuz ben ve metrobüsteki sarışın çocuk.
Tamam, kumrala kaçık sarışın çocuk. Saçları Sahra Çölü’nü andıran; dudakları, keşke benim de dudaklarım böyle büyük ve pembe olsa dedirtecek güzellikte, gözleri yeşil ile sarı arasında gidip gelerek bana adeta gece gündüzü yaşatan o çocuk.
Metrobüsteki çocuk.
İşte bu da onunla hikâyemiz. Bir metrobüse ne kadar aşk sığdırabilirseniz o kadar büyük bir aşktı.
Yani, kendine ait bir yolu vardı.
METROBÜSTE 1 ve 2. GÜN
Tamam, işte o klasik laflarla başlıyorum cümleye. Sabah, gözüme çarpan güneş ışınlarıyla gözümü açtım.
Açtım açmasına da benim gözüme güneş ışınlarının vurmaması gerekiyordu! Çünkü gün aymadan yola koyulan bir canlıydım ben! Saatler ileriye alınmadığı için karanlıkta yola çıkanlardandım, güneş ışınlarının gözüme vurması imkânsızdı. Hafta sonu oldu desem, zaten hafta içinin yorgunluğunu atabilmek için tüm gün uyuyordum. Top patlasa uyanmazdım. Yani bir şeyler farklıydı.
Geç kalmıştım.
Beynim bu sinyalle uyanırken gözlerimi sonuna kadar açarak yataktan fırladım. Makyaj, diş fırçalama, kıyafet deneme filan… Geçin onları! Üzerime ne bulduysam geçirdim, makyaj çantamı aldım ve ağzım kokmasın diye mutfaktan iki karanfil alıp dağınık bir hâlde evden koşarak çıktım.
Koşmak mı? Fırladım fırladım!
“Esra, akbilini düşürdün!” Annem arkamdan seslenince korkuyla bağırıp geri döndüm. Akbiliuzatan anneme doğru ağzımı açtım. Annem başta ne yaptığımı algılayamadı ama daha sonra kollarımı dolu görünce anladı ve yüzünü buruşturarak akbilimi ağzıma koydu. O şekilde fırladım.
Durağa varınca otobüsün yolcuları alıp kalktığını gördüm. Ağzım dolu olduğu için bağıramıyordum, bu yüzden elimi kolumu sallayarak dikkatini çekmeye çalıştım. Şoför yanımdan geçerken eliyle arkayı işaret etti. Bu onların dilinde yeni otobüs hemen arkamdademekti. Durakta beklerken yarım yamalak giydiğim montu düzgünce giydim. Kuş yuvasına dönen saçlarımı topuz yaparak gizledim. Ağzımdaki akbili insani bir şekilde elime aldıktan sonra otobüsün durağa yanaştığını fark ettim. Doluydu ama durakta tek ben vardım. Bunun mutluluğu ile otobüse bindim.
Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra metrobüs durağındaydım.
“Yoğunluk yok, Allah Allah,” diye mırıldandım durağı boş görürken. Merakla akbilimiokutup geçtim. İki üç dakikalık beklemeden sonra gelen metrobüse bindim. Yani alt tarafı dört ya da beşinci duraktan binmeme rağmen her zamanki gibi doluydu. Bir kere de boş olsun be.Bir kere! İlk dersi kaçırmıştım, ikincisine yetişmeyi ümit ediyordum. Genelde bu bir saatimi başımı cama vura vura uyuyarak geçirirdim, şimdi uykumu almış olduğum için ders notlarını tekrar ettim.
Altunizade durağına gelene kadar birçok bağırış, telefon konuşması ve yer kavgasına şahitlik etmiştim. Her zaman yaptığım gibi sessiz kalarak kulaklık takıp ders notlarını tekrar ettim. Altunizade durağına geldiğimde inip Kısıklı çıkışından çıkarak okula doğru koşmaya başladım.
Üniversitenin kampüsü Kısıklı’nın tepesine kurulduğu için metrobüsten sonra büyük bir yokuş tırmanmam gerekiyordu. Bu da beni oldukça yoruyordu ama yapacak bir şey yoktu.
Eğitim, her ne koşulda olursan ol şart!
Okula vardığımda kimliğimi okutarak kampüse girdim ve direkt dersimin olduğu binaya yöneldim. Koridorda ayakkabımın ve nefes alışverişlerimin sesi yankılanırken amfiye varmıştım. İçeriden hocanın sesi geliyordu.
Evet, ikinci dersi kaçırmıştım.
Bu kötü olmuştu. Ercan hoca dakikliğe takık bir adamdı. Ne kadar başarılı olursan ol seni dersinde bırakacak kadar takıktı.
“Allah’ım yardım et,” diyerek kapıyı tıklatıp içeriye girdim. Başımı eğerek hocaya tatlı tatlı gülümsemeye çalıştım. Amfinin en sonunda oturan arkadaşım Evrim bana olumsuz bakışlar atarken Ercan hocanın iki dersi birleştirdiğini anladım.
“Geç bakalım Esra,” dedi Ercan hoca anlayamadığımız bir anlayışla. Herkes birbirine şaşkınca bakarken ben bundan istifade edip koşarak Evrim’in yanına oturdum ve Ercan hocanın XVIII. yüzyıl İngiliz Romanı dersini işlemesini dinledim.
Kırk beş dakikalık bir dersten sonra Ercan hoca, “Evet, bu kadar,” demeyi başarmıştı. Üzerimizden tır geçmiş gibiydi. Yorgunlukla boynumu hareket ettirdim. Herkes toparlanmaya başladığında Ercan hoca da notlarını toplayıp düzenleme yapıyordu.
“Hadi, bir kahve içip kendimize gelelim,” dedi Evrim.
“Olur. Açlıktan ölüyorum!” dedim gözlerimi kocaman açarak. “Ama önce tuvalete gidelim de ruh gibi duran yüzümü renklendireyim.”
“Kız bir an tanıyamadım seni. Dedim bu Esra mı değil mi?” Evrim neşeyle gülerken ona baygınca bakıp yerimden kalktım.
“Hayatın yorgunluğunu anca gizleyebiliyorum,” dedim kapıya doğru giderken.
“Esra.” Ercan hoca seslenince korkuyla ona döndüm.
“Buyurun hocam.” Korkuyla kapıdan çıkan Evrim’e bakış attım. Ercan hocanın durdurması hayra alamet olamazdı.
“Eğitim herkesin hakkı olduğu için dersi dinlemene müsaade ettim ama seni derse girmedi olarak yazıyorum.”
Ne demiştim? Bu adamın size seslenmesi hayra alamet olamaz. Bu dersten yok yazılmam geçememem ya da başka hocadan tekrar dinlemem demekti. Bunu istemiyordum!
“Hocam dönem boyunca bir kez bile geç kalmadım. Tek seferlik affetmeniz mümkün müdür? Ekstra ödev verin, bir şey yapın ama beni dersten bırakmayın.” Yalvarma evresine geçmiştim. Maalesef buna mecburdum! Üniversiteyi tam vaktinde bitirmek istiyordum. Bir dönem bile uzamasına tahammül edemezdim. Bazı arkadaşlarım alttan ders alarak yılı kurtarmaya çalışabilirlerdi ama ben alttan ders almamak için haddinden fazla çalışıyordum.
Yarım saat!
Sadece yarım saat geç kalkmıştım ve sonuç buydu. Yetişebilmek için taksiye verecek param da yoktu. Yani toplu taşımayı kullanarak gelmek zorundaydım. Ayrıcalıklı bir dünyada yaşamıyordum.
“Hocam. Lütfen,” dedim gözlerinin içine bakarak. Şimdi şöyle renkli gözlerim olsaydı hocanın dikkatini çekerdi ama bizimki herkeste bulunan kahverengi gözlerdi. Hem de koyu kahverengi olarak en çok rast gelen rengiydi. Koyu kahverengi saçlarımla gözlerim aynı renk tonundalardı. Saçlarımı eskiden açık renklere boyamıştım fakat bir süre sonra kendi renginde kullanmaya karar vermiştim.
Neyse, konumuza dönelim. Ercan hocaya yalvarma konumuza.
Elimden geldiğince yalvaran bakışlar atarken beni anlamasını diledim. “Hocam, dönemin başından beri bir kez bile derslerinizi kaçırmadım, ödevleri ilk teslim eden oldum, derse katılım gösterdim. Lütfen, ilk defa yaptığım hatayı telafi edeyim.”
Ercan hoca uzun uzun baktı bana. Nefesini vererek eşyalarını çantasına koydu. Kabul etmeyecek sanıp pes ettim. Ama o yanımdan geçerken, “Bir kez daha geç kalırsan benden aldığın tüm derslerinden kalırsın,” dedi.
“En erken gelen olacağım, hocam! Söz veriyorum!”
“Biz ne sözler duyduk, Esra,” diye mırıldandı. Hiçbir şey demedim. Ben almam gereken cevabı almıştım.
Gönül rahatlığı ile kafeye gittiğimde Evrim’i tek başına kahve içerken buldum. Beni görünce el salladı. Yanına gittim, benim için de kahve ve simit almıştı. Kafein bağımlısı olan bedenime istediği kahveyi sunarken simidi kenara koydum.
“Beş lira verdim kız ben o simide! Okula gelirken simitçiden aldım. Günlük, taze.”
“Vücudumda beliren simitler kadar taze mi bari Evrim?” dedim belimde yer edinmiş kalınlığı tutup ona göstererek. Evrim’in gözleri sonuna kadar açıldı.
“Yuh! Bu ne Esra? Kız biraz spor yap.”
“Telefonum her akşam spor hedefinizi doldurdunuz, tebrikler diye mesaj atıyor bana! Spor salonlarına paralar döken insanlar inan bana onca paraya rağmen hedeflerinidolduramıyorlardır.” Otobüse koşmak, otobüste ayakta beklemek, otobüsten metrobüsekoşmak, metrobüste ayakta beklemek, metrobüsten inip tepeyi aşarak okula varmak. Bunun bir de geri dönüşü vardı. Ben daha eve varmadan hedefe ulaşıyordum ama bununla birlikte vücudum kilo da alıyordu çünkü her sabah simit yiyip kahve içiyordum. En son doktora gittiğimde düzensiz beslenmeden dolayı kolesterolümün çıktığını söylemişti. Kırmızı et yememi söylemişti. Kırmızı et, bizim aile için lüks sayılan bir yiyecekti. Kurban Bayramı’nda akrabaların gönderdiği etler sayesinde biraz yiyebiliyorduk. Onun haricinde kazancımız, evin kirasına ve faturalara zor yetiyordu. Yani, kolesterol biraz daha benimle birlikte olacaktı ki bir daha ne zaman doktor randevusu bulurdum, Allah Kerim.
“Hareketler var onları yapman gerek ve simide birazcık ara vermelisin,” diyen Evrim benim simidimi de ağzına attı. Karnımı sadece kahveyle doldurdum. Öğle arasında yemekhanede güzel bir yemek yemeyi umut ediyordum.
“Ercan Hoca ne dedi?”
“’Eğitim herkesin hakkı olduğu için dersi dinlemene müsaade ettim ama seni derse girmedi olarak yazıyorum,’” dedim hocanın taklidini yaparak. Evrim’in gözleri sonuna kadar açıldı.
“Ama yalvardım ve sonunda kabul etti. ‘Bir daha geç kalırsan benden alacağın tüm derslerden kalırsın,’ diye tehdidini de eksik etmedi,” dedim gözlerimi devirerek. Çantamdan makyaj çantamı çıkardım. Aynamı masaya bırakıp yüzümü renklendirmeye başladım.
“Esra söylemek istemedim ama yüzünün hâli ne? Yine makyajını silmeden mi yatıyorsun? Yapma lan. Yüzüne yazık.”
“Ne yapabilirim, Evrim? Okuldan çık, işe git. Eve dön, ders çalış. Saat zaten geç oluyor.”
“Ulan beş dakikanı bile almaz silmek be! Yapma.”
“Ay, hiç nasihat çekecek durumda değilim Evrim! Lütfen,” diyerek yüzümü renklendirdim. Makyaj malzemelerini ve çantasını geçen sene doğum günümde Evrim almıştı. Hor kullanınca kızma hakkını elinde tutuyordu.
“Hadi, sonraki ders Amerikan Edebiyatı. Geç kalmayalım,” diyen Evrim eşyalarını toplamaya başladı. Ruju dudaklarıma sürüp eşyalarımı topladım.
“Tamam, sen git. Ben ellerimi yıkayıp geliyorum,” dedim. Evrim gidince ben de ellerimi yıkayıp ardından sonraki dersime girdim.
…