Yoksa Hayat Gençken Daha mı Zor? | İpek Ongun


Kalp çarpıntıları her şeyin önüne geçerken, Arayışlar şaşkına çevirirken, Sevgiler, ilgiler, beğeniler birbirine karışırken, Bu arada sıkı dostluklar sınanırken, Yoksa Hayat Gençken Daha mı Zor?..

***

Öğretmenlerimize…
Bin bir türlü
zorluğa karşın, aklın yolunu,
ıdüşünebilen insan olmanın, dolayısıyla bilimin önemini,
sevgi ve saygının değerini,
ve bir de, her türlü
sanatsal çalışmanın ve kültürün
yaşamımıza kattığı aydınlığı ve ufku öğreten
öğretmenlerimize;
bir başka deyişle,
“fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür nesiller yetiştirme gayreti içinde olan Cumhuriyetin öğretmenlerine, derin bir sevgi ve sonsuz saygılarımla…

***

Gönülden Teşekkürler

Artemis grubu…

Tüm kitaplarımı büyük bir yaratıcıkla ve dinamizmle derleyip toparladılar. Yeni yeni fikirlerle sarıp sarmaladılar.

Dile kolay, tam yirmi beş kitaptı üstünde uğraştıkları…

Ve sonuçta, gerçekten muhteşem bir set koydular ortaya.

Emekleri büyüktür.

Onlara, emeği geçen herkese ama en başta kitapları bunca seven ve destek veren Faruk Bayrak’a, tüm bu dinamizmin lokomotifi Ilgın Sönmez’e, değerli editörler Yeliz Üslü, Alp Özalp ve Alkım Özalp’e, grafik ekibi As min Ayşe Gündoğdu, Karen Yardımlı ve Murat Yıldırım’a teşekkürler…

Ve yine teşekkürler

Bu kitap yazılırken pek çok kişiden destek aldım.

Onlara teşekkür borçluyum.

En başta da fikirleri, düşünceleri ve anlattıklarıyla sevgili gençlerimize, özellikle de Amy Başak Kamp, Miray Atakan, Mehmet Bülbül, Pelin Sap­maz, Yunus Emre Bülbül’e ve değerli öğretmenlerimize, İleri Orta Okulu öğretmenleri, Seda Çiçek, Meltem Günay ve Bülent Ferhatoğlu na, on­larla tanışmamı sağlayan İlçe Eğitim Şube Müdürü Aziz Demir e, fikirle­rinden sıklıkla faydalandığım, Mersin’in kültür ve sanat hayatına büyük katkıları olan değerli insan, Semihi Vural’a, herkese her zaman yardımcı olmaya çalışan, Mersin’in simgesi Lina Nazif e ve beni kilisesine kabul edip, güzel bir düğün izlememi sağlayan, bilgiler veren Mersin Ortodoks Kilisosi Ruhani Reisi Peder Coşkun Teymur’a sonsuz teşekkürlerimi sun­mak isterim.

***

Hanginize daha kızgınım bilemiyorum,” diye yazdı Yağmur.  Gözyaşları kirpiklerinin ucunda.

“Sen, üç yıllık sevgilime mi; dostum diye bildiğim, tüm sırlarımı paylaştığım en yakın arkadaşıma mı… Göründüğü gibi değil sevgilim, diye başlayan o bildik savunmalardan birini daha dinlemek zorunda kalmak istemediğimden yazıyorum bu mektubu.

Zaten her şey ortada, yani birbirinize yazdığınız ve bilgisayarınız­dan silmeye kıyamadığınız mektuplarınızda. O nedenle, yüz yüze ge­lip konuşmaya gerek görmedim. Aradan çekiliyor, ikinizi birbirinize bırakıyorum.”

Yazdıklarını ekranda bir kez daha okuduktan sonra, ‘send’ tuşuna bastı Yağmur ve gözyaşlarını silerek kalktı bilgisayarın başından.

İyi ki onlardan uzaktayım, diye düşündü. O sırada ev telefonu çal­dı. Bu, kesin annemdir, diyerek telefona yöneldi; cep telefonundan aramaya bir türlü alışamıyordu annesi.

“Benim güzel kızım ne yapıyor bakayım Mersin’lerde.” Annesinin neşeli sesi yüreğini ısıtıvermişti. “Yerleştin mi evine? Okul nasıl gidi­yor? Öğrencilerin haylazlık yapıp seni üzmesinler, yoksa gelir hepsin­den hesap sorarım, ona göre.

Babası paralelden araya girdi, “Bırak kızı nefes alsın yahu. Bu senin annen işte beni de böyle soru bombardımanına tutar.”

Babasının sesi, özleminin daha da koyulaşmasına neden oldu. Onu görür gibiydi; üstünde kareli gömleği, ayağında yumuşacık ter­likleri… Bilgisayarının hemen yanındaki telefondan konuşurken, koltuğunda bir o yana, bir bu yana hafif hafif dönüşü…

“Sağ olsunlar, Ayşe Teyzeyle Semihi Amcanın çok yardımları oldu. En başta da daha ben gelmeden Çamlıbel semtinde bu küçük ama sevimli daireyi tutmaları… Gelir gelmez hazır bir eve geçmek bulunmaz bir nimet.”

Evet, gerçekten çok iyi oldu. İşin de rast gitti laf aramızda, kısa sürede senin düşündüğün gibi bir yer bulabildiler. Ayrıca, benim anımsadığım kadarıyla, Çamlıbel de güzel bir semttir.”

Ben çok sevdim, sokaklardaki turunç ağaçlarına bayıldım, bayıl­dım. O turunç ağaçları, dallarında turunçlarla, öyle hoş duruyor ki… süslü yılbaşı ağaçlarını hatırlatıyor insana.

Fazla eşyam olmadığından taşınmam da kolay oldu. Kilimlerimi serdim, kitaplarımı yerleştirdim, posterlerimi astım; iki saksı da bol yapraklı Benjamin alınca, oldu mu sana mükemmel bir öğretmenevi…” İkisi de emekli öğretmen olan annesiyle babası bu sözler üstüne uzun uzun güldüler.

“Okul nasıl gidiyor?”

“İyi, iyi,” diye yanıtladı babasını Yağmur, “öğrencilerimle anlaşacak gibiyiz. Son dakikada bir sınıf açmak zorunda kalmışlar, o nedenle kala­balık değil. Oldukça ilginç bir sınıf olduğunu da eklemeliyim bu arada.” “Mersin değişik kültürlerin bir arada huzur içinde yaşadığı bir kenttir. Tipik bir liman kenti. En azından bizim zamanımızda öyley­di,” dedi babası.

Annesi lafa girdi, “Son yıllarda çok göç aldı. Şimdi de Van’dan gelen depremzedelere kucak açmış durumda. Allah onların da yar­dımcısı olsun, evsiz barksız kalmak çok acı…”

“Özetle, bir terslik yok,” diyerek sorularına devam etti babası. Yağmur güldü, “Hayır babacığım, yok, her şey yolunda, odanız hazır, ilk fırsatta bekliyorum.”

Okul hakkında konuşurlarken bir huzursuzluk duygusu sarmıştı benliğini. Telefonu kapatırken, nedir beni tedirgin eden, diye sordu kendine.

Evet, evet, huzursuzluk nedeni müdür yardımcısıydı. Okulda her tanıştığı idareci ya da öğretmen ona güler yüzle yaklaşmış, yardımcı olmaya çalışmıştı. Müdür Yardımcısı Abdülkadir Bey dışında. Tanıştırıldıklarında, Yağmurun uzun saçlarını ve kısa eteğini hiçte onaylamayan bakışlarla süzmüş, bir şeyler mırıldanmış, etini bile sıkmamıştı. Pencereden dışarıya bakarken, bu da dert mi, diye mırıldandı. Yağmur

İhaneti ilk öğrendiğinde donup kalmıştı bilgisayarın başında tarafını ateş basmış, kulakları uğuldamaya başlamıştı. Ardından müthiş bir mide bulantısı.

Yaraya tuz basarcasına tekrar tekrar okumuştu iletileri İnanılmaz bir şeydi bu.

Tüm sırlarını paylaştığı arkadaşı…

Sevgilisini anlattığı arkadaşı…

Acaba bütün bunları dinlerken içinden gülüyor muydu ona Acıyor muydu ona.

Ah Tanrım, ne kadar utanç verici bir durumdu.

Saçlarını yolarcasına çekiştirdi.

Ya sevgilisine ne demeli…

Hangisi daha suçlu.

Can arkadaşı mı, günün birinde onunla evlenebilirim, diye düşün­düğü sevgilisi mi…

Acaba aynı gün içinde ikimizle de buluşuyor muydu, gibi bir soru uçup gitti zihninden.

Tabii bir de bunun sonrası vardı.

Kimselere belli etmeme çabası.

Ne kadar zordu Tanrım, ne kadar.

İçi yanarken, hiç kimseyi ama hiç kimseyi görmek istemezken, gi­yinip kuşanıp gündelik yaşamı sürdürmek…

Bütün bu cehennem içinde tek tutunacak dal, Mersine tayininin çıkmış olmasıydı.

Kendini Mersin e atana kadar da onlarla yüzleşmek istememişti.

Evet, öfkeliydi, hem de çok ama yine de yüzleşecek gücü yoktu henüz.

Yoktu!

Belki ona öyle geliyordu ama tüm çabasına karşın ikisi de bir şeyler sezmiş gibiydiler o süreçte. Yüzüne sorarcasına bakıyor, bugün keyfin yok galiba, gibi sözler ediyorlardı.

O suçlu bakışlar…

Soran bakışlar…

Tarık’ın aşırı ilgisi… onu güldürme çabaları.

İçinden yüzüne tükürmek geliyordu. Yapabilseydim ne hoş olurdu diye düşündü. Ama bunu yapabilecek biri değildi. Zaten oldum olası atak tiplere hayrandı. Şöyle milletin ağzının payını veren tiplerden olabilmek için neler vermezdi. Hele böylesi bir durumda.

Ama değildi işte.

Ancak Mersin’e gelip araya mesafeyi koyduktan sonra az önceki iletiyi gönderebilmişti.

Yavaş yavaş akşam oluyordu. Ayşe Teyze, “Sonbaharda Mersin’in gün batımına doyum olmaz,” demişti.

Balkona çıkıp denize doğru baktı. Güneş batıyordu, gerçekten de muhteşem bir manzaraydı. Kıpkızıl güneş öylesine büyük ve öylesine yakın duruyordu ki, elini uzatsan tutabilecekmişsin gibi bir duygu veriyordu insana. Böyle bir gün batımın) Yağmur ilk kez yaşıyordu. Ayşe Teyze haklıymış, diye düşündü. O kocaman güneş bir süre sonra denize doğru indi, indî ve dağların ardında yitip gitti. Geriye gökyü­zünü pembenin çeşitli fonlarına boyayan bir kızıllık kalmıştı. Yağmur büyülenmişcesine seyrediyordu.

Hava kararmıştı ama evde kalmak istemedi. Şimdi İstanbul’da olsam bir arkadaşımı arar, hadi bir yerde buluşalım. derdim, diye düşündü.

Sonra – birden. Neden burada da aynı şeyi yapmayım. Mersin uygar bir kent, hem bir yere ille de biriyle mi gitmek gerek. Akşam yeme­ğimi pekala da Cafe Betül’de yiyebilirim. diye düşünürken cep telefonu çaldı.

Arayan Tarık’tı. Şöyle bir bakıp, kapat tuşuna bastı.

Bir iki dakika geçmemişti ki, telefon yine çaldı.

Bu kez arayan Tülay’dı. Onu aldatan, ona ihanet eden can arkadaşı.

Yine ‘kapat tuşuna bastı.

Ve, ‘Bu gece kesinlikle dışarıda yemeliyim,” diye mırıldanarak çantasını kaptığı gibi fırlayıp çıktı.

Cafe Betül, evinin hemen yan tarafındaydı. Turunç ağaçlarının sıralandığı yoldan yürüyerek oraya vardığında, kafe dolmuştu bile.

Küçük, sempatik bir yerdi burası. Kafe çalışanları rahat tavırlı, güler yüzlüydüler. Yeni geldiğini öğrendiklerinde yardımcı olmaya çalışmış, isterse eve servis yapabileceklerini söylemişlerdi.

Nitekim bu kez de Yağmuru görür görmez, “İyi akşamlar Yağmur Hanım, bu gece biraz kalabalığız. Sizi şu köşeye alsak,” diyerek hemen ilgilenmişlerdi.

Yine telefon çaldı, yine Tarık ti. Bir Tarık arıyordu, bir Tülay. So­nunda telefonu bütün bütün kapattı.

Onca üzüntüsüne karşın bildiğini söyleyip ihaneti yüzlerine çarp­mış olmak onu rahatlatmıştı. Artık gizli saklı yoktu.

“Yağmur Hanım… Yağmur Hanım…”
“ Efendim…”
“Ne alırdınız diye soruyordum da…”
“Sahi, duymadım, dalıp gitmişim Çağatay.”

Çağatay gülümsedi, hâlden anlarcasına. “Bu gece içli köfteyi öne­rebilirim. Afçımız çok başarılı.

“Tamam, o zaman,” diye güldü Yağmur, “zaten beni de bu içli köfteye sizin o başarılı aşçı alıştırmadı mı…

“Yanına da bir ayran?”
“Tamam, yanına da bir ayran olsun.”
Gülüştüler karşılıklı.

Bu saatte cıvıl cıvıldı Cafe Betül. Az ileride Kültür Merkezi vardı. Eski halkevi binası Mersin halkının da katkısıyla restore edilmiş, ül­kenin dördüncü opera-balesini barındırır hâle gelmişti. Bu olay sanat düşkünü Yağmur u çok heyecanlandırıyordu.

Etrafına bakındı Yağmur. Temsile gitmeden önce uğrayıp bir şeyler atıştıranlar… Küçük kızıyla gelmiş, eşinin onlara katılmasını bekle­yen, bu arada kızına boyama vapuran bir baba… Mersin opera-balesinden genç sanatçılar… Bol kahkahalı sohbetleri… Pencere kenarına çekilmiş, koyu mu koyu bir sohbete dalmış iki genç kadın.

Bakalım Mersinde beni neler bekliyor, diye düşündü Yağmur.

İki Sıkı Arkadaş

Hazal’la Lila gülüşerek Hazal’ın evinin açıldığı avluya girince. seslerini duyan Leyla Hazal, kapının önüne çıktı, “Ben de nerede kaldı bunlar, diyordum”

“Hayırdır anne?”

Kızım hani sabah sana tembih etmiştim ya, Destine Teyzelere bir paket götürecektin. Okuldan çıkar çıkmaz oyalanma, gel demiştim o kadar”Hazal alnına bir tokat attı, “Hay Allah,,, Nasıl da unuttum. Ama hiç merak etme, hemen gidiyorum.” Sonra arkadaşına döndü, “Lila sen otur, ben hemen gider gelirim,”

“Yok, yok! Ben de seninle geleceğim.”
“Kızım yorulma sen bunun peşinde.”
“Birlikte anlamadan gider geliriz, Leyla Teyze,”
“İyi! Haydı öyleyse.,. Sakın gecikmeyin, çayın yanına sıkma yaptım,”
“Yaşasın!” diye bağırdı iki kız aynı anda.

Köy ekmeğiyle sarmalanmış, bol peynirli, bol otlu, soğanlı, domatesli dürüm gibini var mıydı,

“Ellerini uzat bakayım.” dedi Hazal’ın annesi, “hah şöyle, şimdi bu paketi eğip bükmeden götürüp Destine Teyze’nin kendisine teslim edeceksin.”

“ Tamam anne, merak etme, artık usta oldum bu konularda,” dedi arkadaşına göz kırparak.

İki kız avludan çıkıp dar sokakta yürümeye banladılar, “Destine Teyze’nin torunu kilisede vaftiz edilecekmiş bu da bebe­ğin giysisi…”

Hazal’ın annesi nakış işleriyle ünlüydü. Genç kızlara çeyiz gerekti­ğinde, bir gece kıyafetine nakış istendiğinde hemen akla Ieyla Hanım gelirdi.

Evleri, Mersin in artık tarihi olarak kabul edilen bölgesinde, eski mahalleler diye anılanlardan, Mahmudiye Mahallesi’ndeydi. Hazal büyüdüğü bu mahalleyi çok severdi.

Çok eskilerden kalma, otomobillerin bile geçemeyeceği dar, par­ke taşı kaplı sokaklara, birkaç evin açıldığı avlulara, bu tür avluların olmazsa olmazı fesleğenlere ve o fesleğenlerin kokusuna bayılırdı. Bir fesleğen saksısının yanından geçerken, dayanamaz, parmaklarını mi­nik yeşil yaprakların arasına sokup hafifçe sallardı bitkiyi, sonra da elindeki kokuyu içine çekerdi.

Bir de yaseminler vardı tabii ki. Onlar da özellikle akşam üstleri büsbütün belirginleşen kokularıyla hem bu avluların hem de dar so­kakların en güzel süsüydü.

Çiçeğe meraklı olan komşularının kimi, sokak kapılarının üstünü mavi yasemin sarmaşığıyla, kimi duvar dibini sarı yaseminlerle renklendirmişti. Ama beyaz yaseminlerin, o çok özel kokularıyla herkesin gönlündeki yeri bambaşkaydı.

Aile hayatının özelini korumak için yüksek duvarlarla çevriliydi avlular, içeri dar bir kapıdan girilirdi; kimi zaman tahta, kimi zaman demir olurdu avlulara açılan dış kapılar. Hazallarınki yeşil, tahta bir kapıydı. Avludaki evlerin sahibi hacca gittikten sonra yeşile boyatmıştı.

“Yeni gelen kız hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu Lila, mu­zip ışıltılarla yanıp sönen iri mavi gözlerini açarak.

“Henüz konuşma ortamı olmadı ama iyi bir kıza benziyor.”

“Bana sanki, ben İstanbul’dan geldim, büyük şehir kızıyım, havalarında gibi geldi.”

“Yapma Lila… Bence yeni olduğu ve kimseyi tanımadığı için uzak duruyor. Alışkın olmadığın, kimseleri tanımadığın bir ortamda olmak ne kadar zordur. Hatırlasana, hani ilk yıllarda seninle ayrı şubelere düşünce ne kadar mutsuz olmuştuk.”

“Nasıl hatırlamam,” dedi Lila, “ama yine de onu gözleyeceğim. Bize hava atmaya kalkarsa, alırım havasını.”

Lila’yla Hazal birinci sınıftan beri arkadaştılar. Aynı sırayı payla­şarak tanışmışlar, sek sek oynarken arkadaşlıklarını ilerletmişler, daha sonraki yıllarda da ders çalışmak, daha da çok oynamak ve rahat çene çalabilmek için birbirlerinin evine gider olmuşlardı. Ve o ilk günden bu yana birbirlerinin en yakın arkadaşı, sırdaşı, can dostuydular.

Oysa ne kadar da zıttılar birbirlerine.

Lila, mavi gözlü, açık sarı kıvırcık saçlı, yerinde duramayan bir kızdı. Hazal’ınsa gözleri elaydı. Açık kumral saçları beline kadar düm­düz inerdi, narin yapılıydı. Onu tarif ederken hep ‘saz gibi’ deyişi kullanılırdı.

Öğretmenleri bu iki arkadaş için, birbirlerini dengeliyorlar, derler­di gülümseyerek.

Aileleri bile farklıydı.

Lila yıllar önce Mersin e gelip yerleşmiş pek çok Levanten aileler­den birinin kızıydı. Hıristiyandı.

Hazal’ınsa dedeleri Türkmen boylarına dayanıyordu. Kim bilir kaç kuşak Mersinde yaşaya gelmişlerdi. Müslümandı.

Oylesine ayrılmaz ikiliydiler ki, bir ara Lila’nın ailesi Mersin’in yeni gelişen, büyük. modern binaların bulunduğu Pozcu semtine ta­şınmıştı. Doğal olarak Lila’yı da oradaki bir okula yazdırmak istemiş­lerdi. Birbirlerinden ayrılmak istemeyen iki kız günlerce ağlamış dur­muş. sonunda Lila’nın annesiyle babası onu eski okulunda bırakmak zorunda kalmıştı.

Aralarındaki dayanışma ise büyükleri bile kıskandıracak boyuttay­dı. örneğin, bu ara özel deri almaları gerekmişti. Hazal’ın ailesi o aralat kızlarına özel ders aldıracak durumda değildi. Lila, arkadaşının geri kalmaması için o keskin zekâsıyla hemen bir çözüm yolu buldu. Dersi verecek olan, üniversite son sınıfta bir kız öğrenciydi. Onunla bir pazarlık yaptı. Kendisinin istenen ücreti ödeyeceğini, öte yandan arkadaşının annesinin harika bir terzi olduğunu ve nakış işleri yaptığını anlattı. Derslere Hazal da katılırsa, Hazal’ın annesinin ona muh­teşem bir mezuniyet giysisi dikebileceği teklifini getirdi. Genç kız da bu öneriyi kabul etti.

Böylece Lila, arkadaşının da kendisiyle birlikte ders almasını sağla­mıştı, hem de onun gururunu incitmeden…

“Ya yeni gelen o Doğulu çocuğa ne dersin?”
“Çoook yakışıklı, derim.”
“Hele de gözleri… Yemyeşil, acayip bir yeşil.”
“Ya kirpikleri, ne kadar da gür.”
“Ama kimseyle konuşmuyor. Öylesine ayakta uyur gibi gelip gidi­yor. Bizim Nazire bile konuşturamadı onu.”
“Tabii konuşturamaz Lila. Çocuk Van depremzedelerinden. Kim bilir ailesinden kimler öldü ya da yaralandı. Baksana evleri bile kal­madı ki buraya gelip yazlıklara yerleştirildiler. Şimdi bir düşün, sen bu durumda olacaksın ve bizim çılgın Nazire karşına geçip, senin de sohbetine doyum olmuyor, diyecek.”

Bu sözler üzerine Lila kendini tutamayıp güldü. “Haklısın, şu bi­zim Nazire de âlem kız.” Sonra durup Hazal’ın yüzüne baktı. “Biliyor musun, bugün Cengiz yine gözünü senden alamıyordu.”

“Saçmalama Lila.”
“İki gözüm önüme aksın ki öyle.”

Hazal, Lila’nın hınzırlıklarına alışıktı ama yine de kendini tutama­yıp güldü.

“Sırf beni sinirlendirmek için böyle şeyler söylüyorsun, değil mi?” “Hayır yaa… Ben hayal görmüyorum ki.”

“Ben böyle bir şeyin farkında bile değilim Lila Hanım, bu olsa olsa sizin güçlü düş gücünüzün bir eseri olmalı.”

“Görmüyorsun çünkü sen o tarafa döner gibi olunca, hemen baş­ka yöne bakıyor. Yani -özetle-kısaca-bence- bu çocuk sana fena hâlde tutkun. Oh be, söyledim sonunda!”

Hazal yolun ortasında durmuş, kızgın kızgın Lila’ya bakıyordu. Lila’ysa hiç oralı değildi, “Kızacağını biliyordum. Bildiğim için de bir türlü söyleyemiyordum. Ama artık söyledim. Oh be!”

“Söyledin de boyun uzadı sanki,” diye homurdandı Hazal.

“Bak,” dedi Lila, “eğer kızmazsan bir şey daha söylemek istiyorum.” “Üff, yaa…”
“Bi’ söyleyeyim. Bırak bi’ söyleyeyim.”
“Aman… iyi. Söyle bakalım.”
“Abi, sen niye bu çocuğa karşı bu kadar ön yargılısın?”

“Ben mi ön yargılıyım. Haydaaa… Cengiz umrumda bile değil.” “Bak Hazal, işte tam da şu an, tam benim anlatmak istediğim bi­çimde tepki veriyorsun. Nedir alıp veremediğin…”

“Allah Allah, yok öyle bir şey. O da sınıfta herhangi biri. Benim için ha var, ha yok.”

“Off, seninle konuşulmaz zaten,” dedi Lila ve yürümeye başladı. Bunun üzerine Hazal, “Sinir oluyorum ona, sinir,” dedi bir hırs. “Alaylı bakışları, maço havaları, motosikletli arkadaşları, siyah deri pırtık montu… Sonra bizler sanki küçük çocuklarmışız da, o kendisi pek büyükmüş havalarında bizilerle dalga geçmesi… Hepsi ama hepsi sinirime dokunuyor Oldu mu, rahatladın mı şimdi.”

“Aşk ve nefretin birbirine çok yakın duygular olduğunu duymuş­tum bir yerlerde. dedikten sonra deli gibi koşmaya başladı Lila. Ha­zal da peşinden. “Seni bir elime geçirsem, var ya…”

Destine Teyzenin evine vardıklarında ikisi de soluk soluğaydı. Eski bir Mersin evinde oturuyordu Destine Hanım. Taş binanın girişindeki üç basamaklı merdiveni sıkıp, buzlu camla desteklenmiş ferforje kapının üstündeki el biçimi bronz tokmakla kapıyı çaldı.

Hazal.

Derken merdivenlerden inen kışının terlik sesi ulaştı iki kıza.

Şak… şak… şak…

Birbirlerine bakıp sessizce gülüştüler.

Kapı açılmıştı, Destine Hanım karşısında iki arkadaşı görünce pek sevindi.

“Hazalcığım, Lilacığım. ne güzel sizleği göğmek. Hadi geçin İçeği…” Destine Hanım, Y harfini yutarak konuşurdu.

“Yok Destine Teyze, çok teşekkür ederiz ama emanetinizi verip eve dönsek iyi olur. Ders çalışacağız da…”

“Pekâlâ,” diyerek paketi aldı Destine Hanım.

“Annem, bakıp kontrol etsin, dedi. Eksik filan varsa, bu gece tamamlayabilirmiş.”

“Ooo, Leyla yapağ da eksik oluğ mu… ama yine de biğ bakayım.”

Holdeki yuvarlak masanın üstüne koyduğu paketi, özenle açtı, içinden beyaz organze kumaştan uzun etekli, köpük gibi bir bebek el­bisesi çıkmıştı. Kızlara doğru tuttu. Minik giysinin etek uçlarına ipek iplikle mavi mineler işlenmişti.

“Çok güzel,” diye fısıldadı Lila.

“Bakın bu da başlığı,” diyerek bu kez yine üzerine mineler işlenmiş başlığı gösterdi Destine Hanım.

“Leyla’nın elleğine sağlık, çok beğendiğimi söyleğsin, emi,” diye­rek masanın üstünde duran beyaz zarfı Hazal’a uzattı.

Eve vardıklarında annesi çoktan hazırlamıştı ikindi kahvaltısını. Sıcacık sıkmalar ve çay. Kızlar resmen saldırdılar sıkmalara. Lila bir yandan yiyor, bir yandan da, “Leyla Teyze, senin sıkmaların bir baş­ka,” diyordu.

“Afiyet, şeker olsun.”
“Olsun da…” dedi Hazal üçüncü sıkmayı yerken, “kilo da olsun mu diyelim.”
“Aman canım, siz gençsiniz, yakarsınız. Hem her gün yemiyorsu­nuz ki…”

“Değil mi ama..Birer tane daha almak için uzandıklarında elleri birbirine çarptı ve anında kahkahalara boğuldular.

“Eee,” dedi Leyla Hanım, çayları tazelerken, “yeni öğretmeniniz hayırlı olsun. Nasıl, memnun musunuz?”

“Aaa, nerden biliyorsun anne?”

“Dün Ayten Hanım’a rastladım, malum o Okul Aile Birliği nde çalışmalar yaptığından, olan bitenden haberi var.”

“Evet,” dedi Lila, “bu yıl yeni bir Türkçe öğretmenimiz var.”

Nasıl, memnun musunuz yeni öğretmeninizden?”

Aynı anda konuşmaya başladılar.

“Fıstık… fıstık.”

“Leyla Teyze bir görsen, öyle güzel ki… Uzun sarı saçları var, vü­cudu da çok hoş.”

“Çok da genç, hem de güler yüzlü, bize daha ilk günden arkadaş gibi davrandı. Anne, veli toplantısına mutlaka gelip onu gör­melisin.”

“Vay, vay, vay. Şimdiye dek hiçbir öğretmeniniz için böyle konuş mamıştınız. Adı neydi?”

“Yağmur.”
“Hımmm… Pek de havalıymış.”
“Anne yaa…”

“Canım şaka da mı yapmayacağız. Peki, Selim ne diyor? İçinizde en aklı başında olan o da…” derken kızlara takıldığını belirten bir gülücük gelip oturmuştu Leyla Hanım’ın yüzüne.

Nitekim yine aynı anda bağrıştılar.

“Aşk olsun Leyla Teyze.”
“Anne!”

Selim ilkokuldan sonra katılmıştı Hazal’la Lila’ya. Okulda üç silahşörler diye anılırlardı. Selim adı gibi sakin ve efendiydi, başarılı bir öğrenciydi. Hem arkadaşları, hem de öğretmenleri tarafından sevilen o ender kişilerdendi. Yakışıklıydı üstelik.

“O da bizimle aynı fikirde bir kere…” dedi Hazal haklı olduklarını kanıtlamak istercesine.

“Sahi Selim nasıl? Uzun zamandır uğramadı bize.”

“Sınavlar başlamadı da onun için.

Hazal ın bu sözleri üzerine yine kahkahalara boğuldular. Çün­kü sınav zamanı zavallı Selim’in en büyük görevi kâh Lila’nın, kâh Hazal ın evinde onları ders çalıştırmaktı. Çalışma seanslarına bazen başka arkadaşlar da katılınca özel ders saati gibi bir şey oluyordu bu birliktelikler.

Farkında mısın, dedi Lila, Hazal a, “öbür şubeden Gülşah bayağı bayağı asılıyor bizim Selim’e…”

“Sahi mi?”

“Tabi’ya. Her teneffüste yanına gelip bir şeyler söylemeler, onu bunu sormalar… Aptal aptal sorular bana kalırsa. Sırf dikkatini cekmek için.”

“Hadi hadi görümcelik yapmayın,” dedi Leyla Hanım.

“Ne görümceliği,” dedi Hazal, “biz kaç zamandır Selim’in başını bağlamaya çalışıyoruz ama oralı değil mübarek.”

Kıkır kıkır gülüyordu Leyla Hanım.

“Öyle değil mi? Söylesene Lila.”
“Doğru valla, Leyla Teyze.”

“E, o zaman niye kızıyorsunuz hu Gül şah mı ne, ona? Belki Selim de beğeniyordur onu.”

Lilanın cevap vermesine fırsat bırakmadı Hazal. “Yok, yoook! Ben Gülşah’a razı değilim.”

“Nedenmiş?” Leyla Hanım kızlarla çok eğleniyordu.
“Bir kere o oğlumuza lâyık değil.”
“Neden lâyık değilmiş, söyle bakalım.”
“Çokbilmiş bir kız o,” diye atıldı Lila, “bizim Selim saf çocuktur, Öyle bilmiş kızın eline düşerse… yandık.”

“Çok doğru,” diye arkadaşını onayladı Hazal. “Biz ona kendisi gibi saf ve temiz birini düşünüyoruz. Daha doğrusu yaşının kızı olma­lı. Gülşah… nasıl anlatsam…”

“Koca bir kadın gibi…” diye Hazal’ın sözlerini tamamladı Lila. “Evet, evet, koca bir kadın gibi.”

“Âlemsiniz çocuklar. Yani şöyle, bizim eskilerin deyişiyle, helal süt emmiş biri olmalı, diyorsunuz,” dedi Leyla Hanım gülmekten yaşaran gözlerini silerek, sonra ekledi, “hadi siz derse, ben de akşamın yeme­ğini hazırlamaya.”

“Daha erken değil mi anne?”

“İlâhi kızım, babanı bilmiyorsun sanki. Acıkınca şekeri düşüyor, şekeri düşünce de ortalığı kasıp kavuruyor.”

Leyla Hanım tabakları, çay bardaklarını toplayıp içeri yollanırken, iki arkadaş da kitaplarını açtı, yüzlerinde az önceki eğlenceli konuşmadan arta kalan bir gülümseme…

Benzer İçerikler

Avuntular | Ömer Arslan | Birazoku

yakutlu

Papatya Falı – Rachel Gibson – Online Kitap Oku

yakutlu

Aradığını Bulan Kadın

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy