Yoksulların Savaşı | Éric Vuillard


On altıncı yüzyıl Avrupa’sı: Protestan Reformu Katolik Kilisesi’ne, güçlülere ve ayrıcalıklılara karşı bir isyana girişir. Böylece, kendilerine yalnızca cennette eşitlik vaat edilen köylüler ve yoksullar, bu eşitliğe neden burada ve hemen sahip olmadıklarını sorgulamaya başlar. Bunun neticesinde, muktedirlerle aralarında kısa sürede alevlenen şiddetli bir mücadele patlak verir. Tarihe damgasını vuracak bu mücadeleye bir ilahiyatçı önderlik edecektir:

Thomas Müntzer. Kendisi Almanya’yı ateşe verecek olan kişi. Ne Martin Luther’in ne de Katolik Kilisesi’nin yanında. Yoksulların Savaşı onun ve sıradan insanların hikâyesi. Eşitsizliğin uzun ve korkunç bir tarihi var. Ve henüz son bulmadı. Éric Vuillard, kurmacanın imkânlarından faydalanarak okuru bir kez daha tarihin yazıldığı anlardan birine götürüyor. Yaklaşık 500 yıl önce gerçekleşmesine karşın günümüze dek uzanan eşitsizliklerle ilişkisini hâlâ koruyan bu isyanı kendine özgü üslubuyla yeniden yorumluyor. “Yeniden tahayyül edilen tarihin, devrimci bir vaazın göz kamaştırıcı bir parçası, eşitsizliğin öfkeli bir ifşası.” Uluslararası Booker Ödülü Jürisi “Sanatsal… sinematografik… [Vuillard], ’iktidarın büyük safsataları’ üzerine güçlü, öfkeli bir yorumla örüyor hikâyesini.” The New Yorker

THOMAS MÜNTZER’İN HİKÂYESİ

Babası asılmıştı. Bir tahıl çuvalı gibi boşluğun içine düşmüştü. Gece vakti, omuzda taşımak zorunda kalmışlardı onu, sonrasında öylece sessizce durmuştu, ağzının içi toprak dolu. Ardından her şey alev almıştı. Meşeler, çayırlar, ırmaklar, bayırlardaki yoğurtotları, yoksul toprak, kilise, her şey. On bir yaşındaydı. On beş yaşındayken, Magdeburg Başpiskoposu’na ve Roma Kilisesi’ne karşı gizli bir birlik kurmuştu. Clemens’in “Mektuplar”ını, “Polikarpos’un Şehadeti”ni, Papias’ın “Parçalar”ını okuyordu. Birkaç arkadaşıyla Tanrı’nın harikalarını terennüm ediyor; ev kıyafetiyle Erden’i geçiyor1 ve yere tebeşirle, toplanma işareti olan felek çarkı çiziyor, hepsi sırayla bu çarkın içine uzanıyor, Tanrı’nın yeryüzüne inmesi için kollarıyla haç işareti yapıyorlardı. Sonra babasının cesedini hatırlıyordu, kuruyup kalmış tek bir söz misali kocaman dilini. “Neşeliydim fakat ancak korkunç acılar ve umutsuzlukla ulaşılır Tanrı’ya.” İnandığı buydu. Stolberg’de, Barthol Munzer adlı bir bağcı olduğu anlatılıyor; Monczer Berld ve Monczers Merth diye birilerinden de söz ediliyor ama haklarında bir şey bilinmiyor. Ayrıca, bir kumarhane kavgası sırasında ölen bir Thomas Miinzer var.

Ağzının ortasına bir yumruk mu yoksa odun darbesi mi yedi bilinmiyor. Diğer Thomas Müntzer’le, babası 1500 civarında Stolberg Kontu’nun emriyle, meçhul sebeplerden idam edilen –kimilerine göre asılan, kimilerine göreyse yakılan– Thomas Müntzer’le akrabalığı var mı, o da bilinmiyor.

Bundan elli sene önce yakıcı bir macun akmıştı, Mainz’den Avrupa’nın geri kalan her yerine, her kentin tepeleri arasında, her ismin harfleri arasında, olukların içinde, her düşüncenin kıvrımları üzerinde akmıştı ve her bir harf, her bir fikir zerresi, her bir noktalama işareti, kendini bir metal parçasının içinde bulmuştu. Onları ahşap bir çekmecenin içine yerleştirmişlerdi. Eller, içlerinden bir tanesini seçmişti, sonra bir tanesini daha ve böylece kelimeler, satırlar, sayfalar meydana gelmişti. Bunlar mürekkeple ıslatılmıştı ve müthiş bir güç, harfleri yavaşça kâğıdın üstüne bastırmıştı. Kâğıtları dörde, sekize, on altıya katlamadan önce, onlarca kez tekrar tekrar yapılmıştı bu. Sonra da kâğıtlar art arda yerleştirilip birbirine yapıştırılmış, dikilmiş ve meşinle kaplanmıştı. Bir kitap olmuştu bu. Kutsal Kitap. Bu yöntemle, üç yılda yüz seksen Kutsal Kitap yapıldı, bir keşişin yalnızca tek bir nüsha yazabileceği sürede.

Ve kitaplar, cesetteki kurtçuklar gibi çoğaldı. Küçük Thomas Müntzer de Kutsal Kitap okuyordu. Hezekiel, Hoşea ve Daniel’le büyüdü fakat Gutenberg’in Hezekiel’i, Gutenberg’in Hoşea’sı ve onun Daniel’iydi bunlar. Küçük Müntzer zemini raspalayarak açılıp kapanan çürük kapıyı geçtikten sonra, uzun süre aşağıda, eskimutfakta vakit geçirip gözlerini ovuşturuyordu. Ne gördüğünü veya ne görmesi gerektiğini bilmiyordu. Bir hırsız gibi yalnız ve masumdu. Zaman akıp gitti. Annesiyle birlikte yaşadı, tutumlu bir hayattı muhakkak. Yüreği acı içindeydi. Meşelerin, köknarların altında, Harz’ın yoksul topraklarının üzerinde diğer çocuklarla birlikte domuzların arkasından koşarken aniden kendini gülünç hissedip duruyor, tek başına ağlıyor olmalıydı. Evet, küçük, siyah çakıllı bir derenin kıyısında hayal ediyorum onu, Wipper ya da Krebsbach (fark etmez) yahut Bode ya da Oker vadisinde, kasvetli kayaların, aşınmış tepelerin yamaçlarında, berbat turbalıklarda kederle sevgi harmanı içinde boğulurken. Nihayet Leipzig’de okudu, sonra Halberstadt’ta, Brunswick’te papazlık yaptı, ardından şurada burada katedral sorumlusu oldu ve Luther taraftarı avamın arasında yaşanan onca meşakkatin ardından, 1520’de Zwickau’ya vaiz tayin edilmesiyle deliğinden çıktı.

ZWICKAU

Zwickau, Saksonya sınırlarının dışında pek tanınmaz. Burası, yeryüzündeki kıraç yerlerden sadece biridir. Zwicker burun üstü gözlük, Zwickel koltukaltı, Zwiebel soğan, zwiebeln ise acı çektirmek, eziyet etmek anlamına gelir. Fakat Zwickau’nun hiçbir anlamı yoktur ya da daha doğrusu sebze meyve kabuğu, pipo başı, kelepir anlamı vardır, evet, bu anlama gelir Zwickau: pipo başı ve kelepir.

Çünkü Zwickau’da kumaş dokunur, çok fazla dokunur, Frankfurtlular için, Dresdenliler için, herkes için kumaş dokunur; hatta Paris’te bile, vaktiyle kimilerinin Zwickau çarşaflarında uyuduğu anlatılır. Ayrıca toprak kazılır, maden işletilir. Bu yüzden, Welser’ler ve Fugger’lerin1 hemen arkasından Zwickau burjuvaları gelir. Burjuvalar, Müntzer’in St. Marien Kilisesi’nde verdiği vaazları dinliyorlardı fakat yerine geçtiği Egranus geri dönünce, Müntzer’i St. Katharinenkirche Kilisesi’ne atadılar. Bu, dokumacılarla madencilerin yaşadığı bölgenin kilisesiydi. Müntzer burada Storch, Stübner, Drechsel’den oluşan Zwickau kâhinleri topluluğuyla yakınlaştı. Bu üç hayalet, vecd içinde hayaller, rüyalar içinde yüzerek, Yüce Tanrı’nın kendileriyle doğrudan konuşacağı ânı kollayıp var güçleriyle çırpınıyorlardı.

Büyük tartışmanın konusu, gönüllü ve bilinçli bir vaftizi savunmaktı. Eh! Bu vaftiz fikri, bu azılı meczupların akılcılığı, bu ayin vazolarının Aufklärung’u1 biraz demode görünebilir. Fakat söz konusu durum Kilise’nin çürümüşlüğüne, öğretinin ve ayinlerin akıldışılığına karşı bir tepkidir. Çünkü onlar, Zwickau’nun azılı meczupları, Augustinus’tan ve Aquino’lu Tomas’dan başka şeyler, Erasmus ve Kues’li Nikolaus okurlar; Ramon Llull ve Jan Hus okurlar, polemik yaparlar, tartışırlar, hakikatin karşısında çırılçıplak durmak isterler. Bu yüzden kent ikiye bölünmüştür. Bir tarafta, yani St. Marien’de soylular, diğer tarafta, St. Katharinenkirche’de ise halk vardır. Akıl ve saflık yoksulların olacaktı;

Müntzer onların önünde harekete geçmeye başladı, o noktada yarası depreşti. Konuştu. Onu dinlediler. İncil’ den alıntılar yaptı: “Hem Tanrı’ya hem paraya kulluk edemezsiniz.” Metinlerin tamamen basitçe, harfi harfine okunabileceğine ve sahici, saf bir Hristiyanlığa inanıyordu. Aziz Paulos’ta ak üzerine karayla her şeyin yazılı olduğuna, gereken her şeyin dört İncil’de bulunduğuna inanıyordu. İşte inandığı şey buydu. Yoksul dokumacılara, madencilere, onların karılarına, Zwickau’nun bütün biçarelerine vereceği vaaz buydu. İncil’de yazanları aktarıyor, sonuna bir ünlem işareti koyuyordu. Ve onu dinliyorlardı. Böylelikle tutkular alevlenmeye başlıyordu çünkü dokumacılar, bir iplik çekildiğinde bütün halının çözülüvereceğini; madenciler ise yeterince ileriye doğru kazılırsa bütün galerinin göçeceğini gayet iyi biliyorlardı. Sonra kendilerine yalan söylendiğini fısıldamaya başladılar.

Uzun süredir huzursuz edici, can sıkıcı bir etki altındaydılar, anlayamadıkları bir yığın şey vardı. Tanrı’nın, iki hırsızın arasında çarmıha gerilen dilencilerin tanrısının neden bunca pırıltıya ihtiyacı olduğunu, onun papazlarının neden bunca şatafata ihtiyaç duyduklarını anlayamıyorlardı, içlerini sıkıntı basıyordu bazen. Yoksulların tanrısı niçin böyle tuhaf biçimde zenginlerin tarafındaydı, sürekli zenginlerle birlikteydi? Her şeyi bırakmak gerektiğini niçin her şeyi almış olanların ağzından söylüyordu?

Benzer İçerikler

Süper Gazeteciler-4 Belalı Davetiye | Aytül Akal

yakutlu

Kaçak Robot | Frank Cottrell-Boyce

yakutlu

Süper Gazeteciler-3 Likörlü Çikolata | Aytül Akal

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy