Efsanelerin sizlere geçmişten seslenen yol göstericiler olduğunu hiç düşündünüz mü?
Peki ya, o efsaneleri yaşayan siz olsaydınız?
Futbola sevdalı Ateş, oynadığı son maçta bacağını kırıyor ve uzun süre sahalardan uzak kalacağını öğreniyor. Ama bu haksızlık! Somurtuyor, söyleniyor, sızlanıyor. Ta ki dedesinden dinlediği Simurg efsanesine kadar. Bir gün beklemediği şekilde, Kafdağı’nda yaşayan Simurg’un küllerinden doğuşunu izliyor ve gizemli yedi vadiyi onunla dolaşıyor. Ateş, bu unutulmaz gezinin ardından eskisi gibi kalabilir mi?
Sınıf arkadaşlarını güldürmeyi seven Murat’ın çok zengin olmak gibi bir isteği var. Okul bahçesinde kitap okuduğu derslerden birinde Kral Midas’ın hazinesine dokunuyor ve belirlediği hedefe adım adım yaklaştığını düşünüyor. Bu hedef, gelecekte onu gerçekten mutlu edebilir mi?
Arif’in hayalini herkes biliyor: ileride ünlü bir arkeolog olmak ve Büyük İskender’in kayıp mezarını bulmak. Bunun için ona uzun yıllar çalışması gerektiği söyleniyor. Arif’in şimdi bir karar vermesi gerek. Hayran olduğu yazardan dinlediği efsanedeki gibi. Tüm dünyaya hâkim olmak isteyen Büyük İskender yola çıkıyor. Şimdi gözler onda… Gordion Düğümü’nü çözebilecek mi? Daha da önemlisi Arif, bu çabada neyin eksik olduğunu bulabilecek mi?
Birbirinden farklı üç efsane ve üç ayrı hikâye…
Efsanelerin içine birer hazine gibi gizlenen kendine inanmak, çalışmak, pes etmemek, hedef belirlemek ve sabretmek temalarını yolun sonunda keşfedeceksiniz.
****
SİMURG VE ATEŞ
Efsaneye göre Simurg, diğer adıyla Zümrüdüanka kuşların en güçlüsü, en büyüğüdür. Ölümünün yaklaştığını hissettiğinde kendisine kuru dallardan bir yuva yapar. Sonra da kendi ateşiyle kendini yakar. Küllerinden ise yeni bir Simurg doğar.
Simurg, öyle uzun yaşayan bir kuştur ki dünyanın yıkılışına üç kez şahit olur. Bu yüzden Simurg, bilge bir kuştur. O, Kafdağı’nın zirvesindeki Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar. Kafdağı o kadar büyük ve yüksek bir dağdır ki etekleri, bulutların üzerindedir. Bu yüzden hiç kimse oraya ulaşamaz. Simurg da hiç kimseye görünmek istemez. Ta ki o kuşlar, Simurg’u arayana kadar…
BÜYÜKBABAMIN HİKÂYELERİ
Bugün her zamanki gibi erkenden uyandım. Ağır adımlarla odamdaki pencereye yürüdüm. Perdeyi araladığımda beklediğim manzara karşımdaydı: Hava bulutlu, gökyüzü kendine yakışmayacak kadar griydi. Oysa ben bir an önce havanın ısınmasını istiyordum. Kış, hiç bu kadar uzun gelmemişti bana. Baharı ve tabii ki arkadaşlarımı çok özlemiştim. Perdeyi açtığımda dışarıda gördüğüm şey, gökyüzünde özgürce uçan kuşlardı. Keşke onların yerinde olsam, dedim kendi kendime.
Gözüm, bu kez ilerideki, günaşırı maç yaptığımız sahaya takıldı. Orada attığım goller aklımda canlanırken takımdakilerin “Yaşa Ateş! Şampiyon Ateş!” diye yükselen tezahüratlarını yine duyar gibiydim.
“Neyse çok az kaldı,” diyerek odama döndüm. Dolabımı açtım ve formamı giymeye karar verdim. Dolaptaki futbol topumu çıkardım ve ona odamda daha görünür bir yer buldum. Sonra karşısına geçip “Seninle daha ne gollere imza atacağız, bekle beni! Her şey yeni başlıyor!” dedim. Topum, sanki beni duymuş, söylediklerimi anlamış gibi yerinde hareket etti.
O zor günler geride kaldı. Çünkü kendime iyi gelecek şeyleri artık biliyorum. Herkes bana bugünlerin geçici olduğunu gayet güzel anlatmıştı. Bahar yine gelecek, okulda arkadaşlarımla yine beraber olacaktım. Sadece biraz zaman gerekiyordu, biliyorum.
Evde zamanımı iyi geçirmek için pek çok yöntem geliştirdim fakat biri var ki hepsinden daha güzel. Büyükbabamın hikâyeleri… Hele son anlattığı o hikâye… İşte onun sayesinde eskisinden daha iyiyim.
Neler olduğunu merak ettiniz öyle değil mi? Biraz karıştığının farkındayım. Onun için en baştan başlıyorum anlatmaya.
Bundan üç ay önce bizim takımın çok önemli bir maçı vardı. Şampiyonluğa oynuyorduk. Bu maçta alacağımız puanla ya bizim takım ya da karşı taraf şampiyonluğu garantileyecekti. Bu yıl takımın en çok gol atan oyuncusu bendim. Karşımızdaki takım da epey güçlüydü. O gün zorlu bir mücadeleye girişmiştik. Kendimi maça iyice kaptırmıştım. Var gücümle koşarak topu kaleye atmaya çalışıyordum. Koşarken sanki etrafımdaki her şey donuyor, herkes bana bakıyordu. O an topu kaleye atmaktan başka hiçbir şey düşünmedim. Kaleye iyice yaklaşmıştım. Soluk alıp verişimle kalbimin sesi birbirine karışmıştı. Kaleci, tam karşımdaydı. Ona yaklaştığımı fark edince bir sağa bir sola geçerek kaleyi korumaya çalışmıştı. Fakat kendine olan güvensizliğini gözlerinden okumuştum. Ne
yaparsa yapsın o golü atacaktım. Benden kaçmazdı, o da bunu biliyordu. Bu heyecanla hızıma hız katmıştım ki o anda olan oldu. Bacağımın altından, önce ne olduğunu anlayamadığım, rüzgâr gibi hızlı, bıçak gibi keskin bir şey geçti. Yere düştüm. Acı içinde kıvranmaya başlamıştım. Yerde iki büklüm yatarken gördüğüm tek şey, bana doğru koşan ayaklardı. Görüntü gittikçe bulanıklaştı ve sonrası koca bir boşluk…
Üşüdüğüm anlar dışında başka bir şey hatırlamıyordum. Gözümü açtığımda bir hastane odasındaydım. Bacağım alçıya alınmıştı. Annem, babam ve kardeşim yanımdaydı. Herkes, olayın nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu. Daha sonra ziyarete gelen takım arkadaşlarımdan öğrendim ki karşı takımdan biri, gol atmama engel olmak için bilerek ve isteyerek beni yere düşürmüş. Yani futbol terimiyle faul yapmış. Tabii ki yaptığı yanına kalmamış hakemden kırmızı kart görmüş. Ama bana da olan olmuştu. Doktorların dediğine göre bacağım kırılmıştı. Üç ay gibi bir sürede alçı ve diğer tedaviler sürecekti. Tabii sonrasında dikkatli de olmam gerekiyordu. Bu da, istemediğim kadar uzun bir vakit futboldan uzak kalacağım anlamına geliyordu. İşte bu, benim için çok kötü bir haberdi. Her şeye katlanabilirdim ama sahadan uzak kalmak benim için tam bir kâbustu. Bunu yapan her kimse bir gün karşısına geçip hesap sormak istiyordum. Çoğu zaman kendimi bu hâle gelmeme sebep olan o çocukla konuşurken buluyordum.
“Yaptığın bu hareket, hem sana hem takımına zarar verdi! Söylesene eline ne geçti? İyileştiğim zaman yine….