Yumruk Sıkkını | Barış Aydoğdu


“Çiftçilikle geçinemeyip tarımı bırakan, tarladan madene inmek zorunda kalan tüm insanlarımıza” ithafen…

IÇINDEKILER

Yumruk Sıkkını / 9
Şirinyer Hayal Sineması / 19
Guang Dong’da Sarışın Devrim / 23
Tebriz’de Bir Deniz / 31
Anastasia Düşerken / 39
Başkalarının Yazdıkları / 43
Hayali Âşıklara Mey Ücretsizdir / 63
Sözlerindeki Sır / 69
Kapıyı Sırlamak / 75
Otuz Şiir Önce / 81
Şirinyer Hatıra Ormanı / 83
Barış Adlı Çocuk / 89

Yumruk Sıkkını

Pablo Neruda’nın şiirine ithafen… 

Gölgelerinin boyunun insanlardan daha uzun olduğu şehirlerde, en çok yapılan iş madencilik, en sevilmeyen renk de beyazdır. Kışları dağlarına kar düştüğünde de pek sevinen görülmez. Güvercinlere, kedilere bile Kar Beyaz ismi verildiği görülmemiştir. Maden şehirlerinin marketlerinde en çok deterjan ve beyazlatıcılar satılır. Beyaz renge karşı içten içe, dışa vurulmayan bir kıskançlıkla karışık hayranlık duyulur. Genç kızların beyaz gelinlik giymiş madenci karısı olmak gibi düşleri de yoktur. Oralarda sarı renk de çok öncelerden seslenir, eski bir türkü gibi. Erkeklerin parmak araları her mevsim sarı renklidir ve tütün kokar. Onların babası da, dedesi de tütüncüdür. Tütünde bereket vardır. Ama o unutulmuş, değersizleştirilmiş bir sarı altındır. Dedelerin, adını duyduğunda eski bir sevgiliyi hatırlamış gibi hüzünlendikleri, külleri savrulan bir hatıradır.

Madencilerin hepsi çiftçi çocuklarıdır. Rençber çocuklarının hiçbiri, “Ben büyüyünce çiftçi olacağım” diyememiştir. Tütüne gelen kotalarla tütün ekememişler, hayvancılık ve pamukla da geçinemeyince tek çare madene inmek zorunda kalmışlardır. Toprağın üstünde bir verirsin iki alırsın, üç alırsın… Çiftçiliğin bereketi vardır. Ama toprağın altı öyle mi ya? Yıllarını, gençliğini verirsin, o istediği kadarını istediği zaman alır. Soma’da üç yüz bir alır Bartın’da kırk bir… İnsanlar beyaz renkli elbiselerini ancak kendi cenazelerinde giymek zorunda kalabilirler.

Güneşi çocukların batırdığı ve kadınların doğurduğu madenci şehirlerinde, ifade edilemeyen duygular, söylenemeyen, içe doğru yutkunulan sözler, hastanelerin iç hastalıkları servislerinde kuyruklara ve acil servislerde iç kanamalara sebep olur. Tüm dünyadaki hastanelerde en çok kolonya bu şehirlerde hediye edilir. Kolonyanın bu kadar çeşidini başka ülkelerde bulamazsınız. Tütün ekiminin yasak olduğu bu yerlerde tütün kolonyası gibisi yoktur.

Kokusu sizi alır çocukluğunuza, tütün hasadının imeceyle yapıldığı yıllara götürür. Toprak, onur ve yaşam size uzaklardan seslenir, tüm unutulmuşlukları ve kırgınlıklarıyla. Oysa kırların çiçekleri, ekinleri olmasa, kentlilerin perakende sevgilileri aç, sofraları boş kalır. Gecenin en uzun gece olmasının istendiği, sabahın olmasının hiç istenmediği madenci şehirlerinde, tüm insanların içinde anlam veremedikleri, hiç durulmayan bir eskiye özlem hissi duyulur. Gelecek korkusu öyle bir hal almıştır ki insanlar zamanın geçmesini hiç istemezler ve olabildiğince geç yatarlar. İnsanlar şehirlerinin üzerlerindeki gece örtüsünü, gündüzün resminden çok daha iyi hatırlar.

Yıldızların yerini güneşin yerinden daha iyi bilirler. En çok söylenen şarkılar en eski olanlardır. En çok dinlenen radyolar da nostalji radyolarıdır ki şarap içilmeden dinlenemezler. Gündüz olduğunda bağbozumlarında bile yüzü gülmeyen bu insanlar “Üzüm değil, üzüm üreticisiyiz! Ezilmek istemiyoruz!” diye bağırsalar da dertlerini kimseye duyuramaz, anlatamazlar. Tohum bir başkaldırıdır. Ve üreten köylü sevilmez, başkaldırmayan memurlar, maden şirketleri ve plazalar kadar. Çiftçinin bağı da bozulur düzeni de, iner en sonunda asansörle yerin yedi kat dibine de. Kadınların gölgelerinin gündüzden akşama kısaldığı şehirlerde, insanlar açıklayamadıkları, adını koyamadıkları bir his duyarlar. Eksikliği duyulan bir şey, bir boşluk hissi. Elinden tutuncaya, sarılıncaya kadar geçmeyen bir his. Bu ancak aniden bastıran yağmurda sığınabileceğiniz güvenli bir saçak altı bulunca kaybolabilecek bir duygudur.

Kadınlar tarlada, bağda, bahçede, evde çalıştırılan ücretsiz aile işçileridir. Onlar için sarılmak kavuşmayı hatırlatmaz. Geçtikleri tüm köprülerde babalarının ya da kocalarının gençliklerini hatırlarlar. Yoldan geçen çocukları beklerler, büyüsünler, sevsinler, âşık olsunlar, gitsinler diye. Eve dönen bir otobüsü beklerler, sarılmak kavuşmayı hatırlatmadan. Erkeklerin gölgelerinin olmadığı bu şehirlerde aşk, kavuşana kadar geçen süreden ibarettir. Kavuştuktan sonra ise gittikçe büyüyen bir boşluktur. En çok sorulan ve cevabı bir türlü alınamayan soru, “Beni seviyor musun?” sorusudur.

Herkesin içinde aynı terk edilmiş çocuk, defalarca sorarlar bunu, kanıt ve kömür arayanların şehrinde. Onların her zaman mavi bir gömlekleri ve onun sol cebinde unuttukları sigara paketleri olur. En başından bilirler sigara paketlerine yazılan şiirler hiçbir zaman basılmazlar ve hep sol taraflarında unutulup giderler. Onlar daha çok kadınlarla şiirlerde konuşur, şarkılarda karşılaşır ve filmlerde dans ederler. Bu şehirlerde erkekler, kadınların arkasından şiir yazar, güzel şiirleri de şarkı yaparlar ardından. Bir madencinin en değerli olduğu an göçük altında kaldığı andır. Çıkardığı kömürden de kıymetlidir o anda. Vatandaş, üçüncü sayfa haberlerine geçmeden gözucuyla okur grizu patlaması haberini, hafifçe büker dudağını ve çevirir sayfayı.

Dosya kapanıverir halkın vicdanında. Madencinin bahtı baştan karadır. Onlara kuyulara inmeden önce “Memleketi siz kalkındırıyorsunuz, siz olmasanız vatanın yeraltı zenginlikleri toprak altında hapis kalacak. Sizsiniz bu ülkeyi özgürleştirenler” denir. Her madenci inanır birer özgürlük savaşçısı olduğuna şüphe duymadan. Grev ve sendika kelimelerini, baskıyla, vatan haini dinamitleriyle vardiyaların ve rayların arasına öyle bir döşerler ki… Madenci vatan haini olmak ve hakkını aramak arasındaki ince çizgiye basmamak için akülü fenerlerle, ciğeri elinde öksürerek, kan kusarak, karanlığa hızla iner kırk kişilik asansörlerle. Madenci evlerinin en güzel yanı, kimse kimseyle vedalaşmaz, uğurlamaz, ardından su dökmez. İnsanlar güle güle, hoşça kal, Allahaısmarladık, kendine iyi bak gibi cümlelere alıştırılmaz, beklentiye sokulmaz. Eve dönüşlerde sade bir “Geçmiş olsun” denir, uzatılmadan orada bırakılır. Bir madenci babasının duygularını kimse anlayamaz.

Ciğerleri kararan insanlar belli etmezler hislerini. Ancak analar anlatır size mutsuz olmamayı ya da olmayı. Onların mutlulukla işleri yoktur. Şirket patlamada ölen ağabeyinin diyeti için küçük kardeşi işe aldığında ancak anlarsınız onların duygularını sorgulamamayı. Bu evlerde önce babalar ölür. Çocuklar babalarını kaybettiklerini ancak anneleri öldüğünde idrak edebilirler. Anaların gidişihepsinden karanlık olur. Artık madenci en karanlık kuyuda tek başına kalmıştır. Madencilerin mavi gömleklerinin sol cebinde takılı tükenmezkalemleri vardır. O kalem için en istenmeyen tükeniş, sigara paketinin üstüne, elveda şiirini ya da son vedasını yazmasıdır.

Bu kimsenin aklına getirmek istemediği ama her gece rüyalarında yazdığı bir nottur. Adam aylar boyu rüyasında düşünür, “Son notu kime yazacağım?” diye. “Babam zaten madende kaldı mezarı yok, anama mı, karıma mı, oğluma mı yazsam? Bilemedim ki. Hanıma kırgınım geçen anama yaptığından sonra. Oğlan da tutturdu yazar olacağım, edebiyat öğretmeni olacağım diye. Ona zaten hepten bozuğum. Aman canım hepsinin adını yazarım işte. Acaba ölüm anında insanın ne kadar vakti kalır ki? Suna’yı istediğimde babası madencisin sen diye vermediydi… Suna’ya gizli bir not yazsam mı ki? Tövbe de be Ömer Ali, askerlik çağına gelmiş oğlun var senin, tövbe tövbe…” Bu rüyayı sevgilisi olan daha renkli, nişanlısı olan daha farklı, evli olan bambaşka görür…

Ömer Ali işte yıllarca bunu düşündü. Rüyasında düşündü, kahvede düşündü. O her daim hüzünlüydü. Daraldığı hemen anlaşılır, çünkü yanakları kıpkızıl olurdu. Durduk yerde ter basar, aklına gençliği, babası, çocuğu gelirdi. Yumruğunu sıkar otururdu. Arkadaşları onu böyle kızarmış, yumruk sıkkını görünce, “Nolüye ulen sene durduk yerden?” der, dalga geçerlerdi. Bozulur, “Yerin yedi kat dibine insem de şunların ilişmelerinden bir kurtulsam!” diye kendi kendine kızardı. Amcasını kahvede gördüğünde yine babası aklına düşerdi. Amcası da madenciydi, hem de babasının ikizi. O zamanki vardiya müdürü bu iki kardeşi aynı vardiyaya koymazmış. “Bu adamlar aynı gün doğmuşlar, garipler aynı gün ölmesinler, bir kaza olur, yukarıda Allah var şimdi, farklı saatlerde insinler kuyuya” dermiş.

Gün geçmiş korkulan olmuş, babasının vardiyasında grizu patlaması gerçekleşmiş. Babası yirmi iki yaşında göçük altında kalmış, bir mezarı bile olamamış. Anası “Kök oldu onlar, sade kök…” derdi. Kocasının bir zamanlar ektikleri tütün yapraklarında tekrar yeryüzüne çıkacağına inanırdı. Ah, o tütün kokusu yok mu? Yaprakları el kadar el kadar, yumruk gibi topraktan fışkıran, önce yeşil sonra limon sarısı tütünler. Kocasıyla, gece gündüz demeden yorgunluk bilmeden ipe dizdikleri, çuvaldızladıkları, düz ve kuru olan her yerde dizi dizi, güneş altında sararınca avuç içi avuç içi tütünler. Alınteri yasaklanır mıydı hiç? Kim yasakladı niye yasakladı bilmezdi analar. Ama Ömer Ali’nin babası gelecekti bir günlük de olsa yeryüzüne. Ben ölmedim dercesine yumruk gibi çıkacaktı topraktan. Açacaktı avuç içini içinde altın sarısı tütünlerle. Gülecekti çocuklarına ve karısına. Anası öyle inanmıştı. Torununda kocasının gözlerini görürdü yaşlı kadın.

Ömer Ali, oğluna babasının adını koymuştu. Hasan’ın hayali edebiyat öğretmeni olmaktı. Küçük yaşlarından beri şiirler yazıyordu. Ömer Ali kızıyordu oğluna. “Oğlum sen büyüyünce mühendis ol. Maden mühendisi ol. Geç ocağın başına, giy beyaz gömlekleri, tak kırmızı kravatını. Baban gibi olma, inme yerin yedi kat altına. Katlarda mühendis ol. Bak o zaman istediğin kız da âşık olur sana.” Hasan gülerdi, “Yok baba, ben şair olacağım” derdi. Babaannesi bilmezdi şair ne demek, yazar ne demek? “Torunum istediğini olsun” derdi. “Ama şair olduktan sonra senin büyükşehirlerde tanıdığın olur oğul, unutma köyün yolunu da yaptır” da derdi. Bir gün Ömer Ali çok kızdı oğluna, “Vallahi şair olursan, mühendis olmazsan hakkımı helal etmem sana, bilesin!” dedi. Kestirip attı. Rengi kızıla döndü, yine sıktı yumruklarını, “Yerin yedi kat dibine insem de şunların çalımından bir kurtulsam!” dedi. Pablo Neruda’nın madencilere şiir yazdığı şehirlerde, kuyuların dibinde kaçış odaları vardı. San Jose’de otuz üç kişi orada altmış dokuz gün beklemişlerdi. Kimi Neruda kimi Nâzım okumuştu altmış dokuz gün ve gece. Ezgiler, şiirler, öyküler yankılanmıştı yaşam odasının içinde. Yerin üstünde And Dağları’ndan Pasifik’e bilmediğimiz zafer türküleri söylenmişti. Ömer Ali’nin altmış dokuz günü yoktu belki ama altı saniye doksan koca salisesi vardı…

Ve umutla yazdı tek dizelik şiirini. Yazdığı şiir dünyanın en hızlı ve en anlamlı şiiri olmalıydı. Şilili madencileri on hafta sonra ilk defa güneşe çıkarmışlardı. Ve onlar ömürlerinde ilk defa gökyüzünün bu kadar onlardan uzak, bu kadar geniş, bu kadar mavi olduğuna şaşarak kımıldamadan durmuşlardı. Sonra hepsi beraber saygıyla toprağa oturup sırtlarını duvara dayadılar.

O anda, onlar için ne düşmek dalgalara, ne kavga ne hürriyet, ne düşmek dalgalara, ne hürriyet ne kadınları vardı. Toprak, güneş ve onların hepsi, tüm Şili bahtiyardı. Nâzım Hikmet de böyle dememiş miydi? Nâzım Hikmet’in şiir yazdığı maden şehirlerinde, kuyuların dibinde kan kardeşlikten öte yeraltı kardeşliği vardır. Onlar tıpkı kaderdaşlar gibi “kader-taşlardır” da. Kardeşler kaçmamak üzere yemin etmişler ve sokulmuşlardır birbirlerine… Ne kaçış odaları ne de yaşam odaları vardır. Gömleklerinin sol ceplerinde, o da kaldıysa son sigaralar içilir. Son sözler yazılır sigara paketinin üstüne. Toprak, onur ve yaşam onlara uzaktan seslenir.

Yerin üstünde bir ağıt çoktan yakılmıştır. Önce Pasifik’in kıyısından bir gözyaşı gibi düşen ülkenin türküsü duyulur. Gözyaşları Şili’den Akdeniz’e düşer, sonra Soma’dan Zonguldak ve Bartın’a. Kızların elleri analarının yüzlerinde bırakılmış. Yerin altında oğlunun başı babasının göğsünde unutulmuş gibi, uyuyorlardır. Somalı madencileri iki gün sonra ilk defa güneşe çıkarmışlardı. Onlar ölmediler yok, ateş fitilleri gibi, dimdik ayakta, barut ortasındalardı. Analar, onlar da ayakta. Tütün içindeler, onlar, yücelerden yüce dururlar: Dünyayı doruktan seyreden bir öğle güneşi gibi. Ey can evinden vurulmuş, toz duman olmuş bacılar! İnanın oğullarınıza. Kök oldu onlar. Sade kök: Kan suratlı, taşlar altında. Karışmadı toprağa, dağılmış kemikçikleri. Ağızları ısırır hâlâ kuru barutu. Ve demir bir okyanus gibi, titreşirler hâlâ. Ben ölmedim der yumrukları, yukarı kalkık yumrukları, daha…

“Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar
Doğan ulu günün ortasına bakın
Bu topraktan güler ölüleriniz
Kalkık yumrukları titrer
Buğdayın üstünde
Bilesiniz…” demişti ya Pablo Neruda daOn üç mayıs iki bin on dört tarihinde, Soma’daki patlamadan iki gün sonra, cenazeler teslim alınırken, insanların gözü sedyelerin birine takıldı. Sedyelerdeki yüzleri örtülü onlarca cenaze ambulanslara taşınıyordu. Çoğunun elleri, parmakları açık boşlukta sallanıyor ya da vücutlarına yapıştırılmış örtülere sarılmışlardı. O kar beyazı sedyede ise sağ elini sıkkın bir yumruk yapmış, diğer eli göğsünün üstünde bir adam yatıyor ve avucunu açmamaya ant içmiş gibi duruyordu. Yakın bir zamanda öldüğü çok belliydi, parmak araları sapsarı, kolları capcanlı duruyordu. Adamdan bir tütün kokusu geliyordu. Ağzı ısıracak, sıkılmış yumruğu bir balyoz gibi inecek yer arıyordu sanırsın. Adamın elini saatler sonra adli tıp uzmanı makasla açabildi. Ömer Ali’nin avuç içinde, sigara kâğıdının üstünde mavi tükenmez ile “Oğlum hakkını helal et” yazıyordu.

Şirinyer Hayal Sineması 

Gri renkleri dönüştürebilen gözlerin vardı. Cansız renkli bir şal, senin boynunda güller açardı. Beraber baktığımızda o sonbaharı anlatan yağlıboya tablo papatya kokardı. Birlikte tuttuğumuz o renksiz kumbalığı, nergis çiçekleri dolu masanda tadından yenmezdi. Nergislerin deniz koktuğunu senin nefesinden anlardım. Köhne mahallenin sokakları seninle ışıl ışıl, kalp kalbe karşı ve sıcacık olurdu. Seninle yaşadığımız o silik, gri hatıraları gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. O siyah beyaz günler, eski bir Türk filmi havasında, bir açık hava sineması tadında. Senin gözlerinle, sonradan renklendirilmiş. O güzel bakışların; griyi tonlarına bölen, ondan yeni renkler çıkaran, yıldızların tozunu çarpan, denizden ay toplatan yakamoz bakışların. Seni ilk defa yedi sekiz yaşlarımda hayal etmiş, insanların hayallerinin beyaz bir perdeye sığabileceğini o zamanlarda öğrenmiştim. Gözlerin evin önünden akşamki filmin tabelasını taşıyan kamyonet gibi geçerdi. Önce gözlerini görürdük afişte, bizde şimşek hemen çakar, hoparlörden filmin müziği sonradan gelirdi. Gözlerinin, şarkının, kamyonetin arkasında koşan âşık…

Benzer İçerikler

Süper Gazeteciler-5 Son Baskı | Aytül Akal

yakutlu

Savrulmuş Çocuklar – Çocuk Şiirleri

yakutlu

Uçan Halı 2 – Kaf Dağı Padişahı | Melek Çe

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy