Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı | Meltem Çıplak Nayır


Bosna’dan İnegöl’e, İnegöl’den Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir aile hikâyesi… Balkan Savaşları’ndan günümüze, yüz yıllık, dört kuşaklık bir serüven… Cumhuriyet’in kalbinde serpilen, genç Cumhuriyet’le birlikte adım adım büyüyen bir dünya markası…

Elinizdeki, Tuncer ailesiyle birlikte Eyüp Sabri Tuncer markasının, Türkiye’de yerli kolonya üretimini başlatan ilk şirketin, bir ülkenin medarı iftiharı olmuş bir ticari yolculuğun öyküsü.

Meltem Çıplak Nayır’ın aile ve şirket arşivinden, bu serüveni inşa edenlerle yaptığı sözlü tarih görüşmelerinden ve araştırmalarından elde ettiklerini damıtarak yazdığı Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi: Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı, sizi aile bağları ve şaşmaz prensiplerle büyütülmüş asırlık bir çınarın büyüme hikâyesine tanıklık etmeye çağırıyor.

***

Cumhuriyet’le birlikte büyümek…

Kıymetli okurlar, Ülkemiz için bir dönüm noktası olan Cumhuriyetimizin 100. yılı hepimiz için derin anlamlar içeriyor. Geçmişten bugüne biriktirdiklerimiz, memleketimizin değerlerini oluşturuyor ve hem bugünün refahını sağlayabilmekte hem de yarını öngörebilmekte önemli rol oynuyor. Tarihteki süregelen akışı kavradığımızda bugün daha anlamlı hale geliyor; üstelik hatalarımızdan ders çıkarmak, yaptıklarımızdan ilham almak da geleceğe doğru güçlü adımlarla yürümemizi sağlıyor.

Bu anlamın oluşması ve ileriye taşınması için markalara önemli bir görev düştüğüne inanıyorum. Bizim gibi yüz yıllık köklü markalara düşen en önemli görev, biriktirdiklerimizi kayıt altına almak ve paylaşmaktır. Elinizdeki kitabın yazım fikri bu bakış açısından doğmuştur. Köklü markaların arşivleri, belgeleri, eserleri, evrakları, fotoğrafları, kısacası hikâyeleri değerlidir ve gelecek nesillere aktarılmalıdır. Biriktirdikleri tecrübe ancak üzerine eklenerek değerini bulacaktır. Çünkü geçmişten taşıdığınız bir tavır, bir duruş, bir ilkedir sizi yüz yıl ayakta tutan. İşine gönlünü ve adını koyan dedem Eyüp Sabri Tuncer ve markamızın hikâyesi de birçok ilke, karar ve tutarlılıkla bugüne gelmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Bosna’da başlayan aile hikâyemiz, göçten sonra Ankara’da hayat buldu ve Cumhuriyetimizin 100. yılında biz de 100. yaşımızı kutlarken, genç Cumhuriyetimizle birlikte ilkleri yaşamış olmaktan, Cumhuriyet tarihine Ankara’dan şahitlik etmekten ve ikinci yüzyıla girdiğimiz bu dönemde, biriktirdiklerimizi tüm samimiyetimizle sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk ve onur duyuyoruz.

Kitabın yazım fikri ortaya çıktığında, değerli yazarımız Meltem Hanım ve bu konuda fikir alışverişinde bulunduğum dostlarımla tüm içerik, fotoğraflar, yazım ve düzenlemelere dahil olduk, yayın sürecini adım adım planladık. Elinizde tuttuğunuz kitap, mevcut yazılı ve sözlü kaynaklarımız ışığında, Meltem Hanım’ın samimi, gayretli araştırmaları ve yazımı eşliğinde oluştu. Başta Meltem Hanım olmak üzere, bizi bir kitap yazma hayaliyle bir araya getiren eşim Funda Tuncer’e, sürecin tasarımında gönülden katkılarını sunan Asude Alkaylı’ya, özverili çalışma disipliniyle Mundi Yayınevi ekibine, pazarlama ve proje ekibimizdeki tüm arkadaşlarıma, kitabın proje yöneticiliğini yürüten sevgili kızım Pelin Tuncer’e ve kitaptaki tüm gerçek kahramanlarımıza, ailemize, hikâyemizi oluşturan herkese yürekten teşekkür ediyorum.

Tarih bize ışık tutar, geçmişi hatırlarız, hafızamız bizi bazen yanıltır, bazen şaşırtır, bazen duygulanırız, bazen hüzünleniriz, bazen coşarız. Diliyorum bizim hikâyemiz de okurların hafızasını geçmişten günümüze tazeler, ışık tutar ve ilham verir.

İyi okumalar dilerim.

Eyüp Sabri Tuncer Yönetim Kurulu Başkanı

H. Engin Tuncer

***

Banja Luka’nın sert kuzey rüzgârlarını, Vrbas Nehri kıyısına kurulmuş şehrin nehre ad vermiş söğüt ağaçlarını, Zec Dağı’nın eteklerindeki çetin kışları, coşkulu baharları… unutmayacaktı. Denkler hazırlanmış, kağnılara yüklenmiş, yedi köyden, yedi köyün ağası Süleyman Ağa’nın yedi köyünden, evinden ocağından, tarlasından tapanından ayrılık vakti gelmişti. En son Eyüp Sabri tırmandı kağnının tepesine, böylelikle yol kader olmuş çizilmiş, yola, kadere yolculuk başlamıştı. On yaşındaydı. Kimse bilmez ama muhtemel, o an, o vakit hayallerinden çok korkuları vardı.

Balkan. Bu Türkçe sözcük sarp ve ormanlık sıradağlar anlamındadır. O dağlar aşılalı, ormanlar geçileli yaklaşık beş yüz yıl olmuştu. Bu sarp yükseklik, dünyanın başını kendi hızından çok daha fazla döndürüyordu şimdi, dünyanın kulakları uğulduyordu. Dağların başında yakılmış ateşler, etrafına çember olanları ısıtan munis alevler değildi, ormandan başlayarak her şeyi yakmaya, ilk dünya savaşının fitilini ateşlemeye hazırlanıyordu. Ormanın derininde, gecenin karanlığında korkuya perde bir ıslık duyuluyordu; acı bir ezgi, sarsak bir melodi…

7 Ekim 1908’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna Hersek’i ilhak etmesi tarihe “Bosna Krizi” adıyla geçecek, takip eden süreçteki Balkan Savaşları’yla Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki işte o beş yüz yıllık hâkimiyeti sona erecekti.

Özellikle Bosna Hersek’in ilhakıyla bölgedeki karışıklıklar, çatışmalar artarak devam ettiğinden buradaki halk Anadolu içlerine dalgalar halinde göç etmeye başlamıştı. Karahasanoğlu ailesinden Süleyman Ağa’yı önce İstanbul kıyılarına, oradan İnegöl’e sürükleyen de o dalgalardan biriydi. Değildi, hiç kolay değildi, günler geceler süren, öküzleri kıhlayarak atları dehleyerek süren yolculuk. Bitmeyecek gibiydi. Dizdeki derman yetmeyecek gibiydi.

İnsanın göçü, kuşlarınki gibi doğal bir döngü değildir, yükünü sırtlanmış kervanların seyrüseferinden ibaret değildir çünkü. İnsan ancak canı, malı, yarınları tehdit edildiğinde, çareleri tüketildiğinde… kuş olur, kervan olur. Ancak o vakit pencere önü çiçeklerini, sofra bezlerinde kuruttuğu naneleri kekikleri, duvara çivili yaldızı dökülmüş fotoğraf çerçevelerini, naftalinli lavantalı, kenarı nakışlı oyalı patiskalarını bırakır arkasında. Ancak o vakit meyve veren ağacını, tanelenmiş buğdayını, çocuklarının koşup oynadığı avluları terk eder. İnsan bu gönülsüz yolculuk için yanına en fazla elde avuçtaki paranın, bilekteki boyundaki altının kırk düğümlü mendilini alır.

Kağnılar, at arabaları bir tren istasyonuna vardı. Tren kara kara tüterek onları bir limana getirdi. Limandan bir gemi kalktı. Gemi beyaz beyaz tüterek yanaştı İstanbul’a. Oradan Bursa’ya, son bir gayretle İnegöl’e varıldı.

Anlatırken iki satır, yaşarken asır sürer bazı şeyler. Süleyman Ağa, çiftçilik de yapmakla beraber, mültezim olarak adlandırılan bir vergi memuruydu Banja Luka’da. Bosna dahil, tüm bölgedeki isyan hareketleri sonucunda, güvenliğin yanı sıra vergilerin toplanmasında da sıkıntılar baş gösterince çareyi Anadolu’ya gelmekte bulmuştu. Yeni hayatları için dağıyla, yeşiliyle, sakinliğiyle Banja Luka’yı anımsatan İnegöl’de karar kıldı. Eşi Şakire Hanım’ın ahşap ustası olan babasıyla, Bursa yolu üzerindeki Burhaniye Mahallesi’nde elbirliğiyle bir ev yaptılar. Nicedir göçmenlere kucak açmış bu bölgede, aile yeni hanesine yerleşti. Şimdi geçimi sağlayacak bir iş tutmak gerekiyordu. Süleyman Ağa bileklerini dirseklerine kadar sıvadı, elini alnına siper edip ömrünün ufkunu taradı: En iyi bildiği işi yapacaktı, bir tarla kiraladı. Toprak sürüldü, ekildi. Ancak ekini biçecek adam yoktu. Balkan Savaşı yıllarıydı, erkekler cephedeydiler. Kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mahsul çuvallara doldurulurken hasat tarlada kalmıştı.

Bildiğini yaptı, umduğunu bulamadı, zarar etti. Bilmediğine kalkıştı bu kez, evin altında bir bakkal dükkânı açtı. Tam da işler yoluna girerken, yeni düzen kurulurken epeydir sürmekte olan mide ağrıları artmaya başladı. Şiddetlenen hastalık yatağa düşürdü onu. Bu süreç uzun sürmedi, ektiği buğdayın ekmeği kursağına girmeden vefat etti. Göçüp geldiği topraklardan göçüp gitmişti. Kızı Azize ve üç oğlu; Eyüp Sabri, Muharrem, Mehmet, yalnızdılar artık.

***

Eyüp Sabri, bir çocuk olarak uyandığı günün akşamında aile reisi olarak buldu kendini. Hayat bazen yasınızı tutmanıza, acınızı sessiz ya da avaz avaz yaşamanıza müsaade etmez. Üzerinize uyar uymaz roller keser biçer, ya kolları uzun gelir, ya paçası yere sürünür, ya omuzları düşer.

Ama hayat devam etmektedir, herkes ağız birliği etmişçesine bunu söyler; sofraya ekmek, ayağa potin, sobaya odun gerektir. Eyüp Sabri giyindi kuşandı. Bir boy aynası var mıydı ki kendini boydan boya görsün? Sanmıyoruz. El ayası kadar bir aynada yüzünü görmüştür en fazla, kendine o aynanın içinde bir ifade arayan yüzünü. Komşunun elinden tutup gidecek kadar çocuk, iş tutup ekmek parası kazanacak kadar adamdır.

Komşuları Hilmi Bey noterdi, o günkü adıyla kâtib-i adl. Sadece işine mahsus değildi demek vurduğu mührün teminatı, insana da kefildi Hilmi Bey. Bir yetimin, gidenin ardı sıra bıraktığı mukaddes emanetin de güvencesi oldu. “Gel bakalım,” dedi Eyüp Sabri’ye ve onu İnegöl’ün en büyük şirketlerinden biri olan Abranosyanlar’a götürdü. Eski, köklü bir aile işletmesiydi; günümüz ölçeğinde düşünürsek o zamanın zincir mağazalarının sahibiydi Abranosyanlar. Eyüp Sabri’nin hayatının ilk sayfasında ise bu, bir başlangıç noktasıydı. O noktadan kesintisiz bir çizgi çekecek ve bu çizgi ömründen uzun olacaktı.

Peki, “Yarı çocuk yaşında, hangi sıfatla vardı böyle bir kapıya?” derseniz… Vakitlerden o vakit, eli kalem dili kelam tutan, okuyup yazan, parmak hesabından gayrı sayıları birbiriyle toplayıp birbirinden çıkaran kaç kişi vardı? Cebi delikti, ama sermayesi büyüktü yani. Böylelikle bir masanın başına geçti, defter-i kebiri önüne açtı. Akıllıydı. Uyumluydu. Çabuk öğreniyordu. Abranosyanlar’ın yanında muhasebe bölümünde çalışmaya başlayan Eyüp Sabri, bir işletmenin omurgasını oluşturan temel konularda bilgi ve tecrübe kazandı. Fikren de yatkın olduğu bu işleyiş, onu şaşmaz bir saat gibi kuracaktı.

Babasının bakkalında alfabesini söktüğü ticaretin sözcüklerini öğrendi burada. Ticaret, evet, hesaptır kitaptır ama evvela ve mutlaka şaşmaz terazisiyle, eksiksiz gediksiz endazesiyle taşsız pirinç ahlakıdır.

İşini, çalıştığı yeri seviyordu. İyi muamele görüyor, emeğinin karşılığını alıyordu. Ancak –işte bu sözcük herkesin hayatını durgun suya atılan bir taş gibi halka halka dalgalandırır– kendine ait bir kapı, bir kilit, bir anahtar istiyordu. O taşın dalgalandırdığı, yüzeceği sular ya da boğulacağı bir büyük deniz… Uzun günlerin yorgun gözleri aynı rüyaya kapanıyordu. Yüzölçümü küçük hayatların sınırları daha belirgindir. O yüzden bu, bedeli ağır olabilecek bir niyetti.

El yordamıyla bulduklarından, korunaklı küçük bir hayat inşa etmişti ailesine. Bosna’dan can havliyle revan oldukları yolda, bilip bilmediklerini sezerek işte tamı tamına buraya varmıştı. Bir masal rehavetiyle dinlenen satırları geçerek, masalın içinde yükselen dağın ardına ulaşmıştı. Süleyman Ağa’nın gözü ardında kalmasındı. Kafileler halinde doğuya doğru yürürlerken beraberlerinde getirebildikleriyle yeni bir hayat kurdular. Tüm geçmişlerini sığdırdıkları tahta sandıklardan, ağzı sicimlerle sıkılanmış bohçalardan çıkardıklarıyla yarınlarını, müstakbel kaderlerini şekillendirdiler. Çoğunca aynı kasabalara, köylere yerleşirken değişen iklime bedenlerini ve ruhlarını uydurmak için toprağı, ışığı ve suyu yeniden keşfettiler. Balkanlar, zamanın evvelinde kalmıştı.

***

Sadıkzade Süleyman Ağa tarafından 1887’de yaptırılan İnegöl Bedesteni’nde iki yazıt karşılar sizi. Birinci yazıt mekânın adını, diğeri kimin hangi vakit yaptırdığını söyler. Yani bedesten kendinden bahseder biraz. 1916’da, Eyüp Sabri on sekiz yaşındayken Abranosyanlar’ın yanından ayrılıp onların da desteğini alarak girişteki ilk dükkânı kiraladı. Şimdi Eyüp Sabri, bedestene kendini tanıtacaktı.

Önce tuhafiyecilik yapmaya başladı. Genç yaşına rağmen hem bedesten ahalisine hem kimi siftahsız kimi bereketli gün müşterisine sevdirdi kendini. Bedesten dediğin kapalı çarşı, kolay değildi yılların esnafına komşu olmak, onlar tarafından benimsenmek, o kapalı devrenin içinde bir yer edinmek. Edindi.

Semtlerindeki Abdi Bey’le Hanife Hanım da göçmenlerdendi. Eyüp Sabri işe gidip gelirken, çarşı pazara uğrarken yolunu onların evinin önünden geçirir, kızları Vasfiye’yi görür müyüm, sesini soluğunu duyar mıyım diye umutlanırdı. Bir zaman sonra her geçtiğinde kızı görür, sesini duyar olmuştu. Sevdası karşılıksız değildi demek! Uzaktan bir tebessüm, ayaküstü edilmiş bir-iki söz… Bundan aldığı cesaretle sordu. Rızası varsa eğer görücü yollayıp istetecekti onu. Dünden razıydı Vasfiye, bugünler için, yarınlar için, bir ömür için… Ama, “Yok,” dedi Abdi Bey, konuyu açılmamak üzere kapattı. “Efendiden bir gençtir,” deseler de, “İşini gücünü kurmuştur üstelik,” diye ısrar etseler de faydası yoktu, son sözü buydu ve söylemişti.

Oysa son sözü daima aşk söyler. Abdi Bey, kendi sözünün kapısını kilitli sürgülü kapatınca, sabahlardan bir sabah, bir şafak vakti, kapanmış o kapıdan iki gölge çıkıp uzaklaştı. Kendilerine bırakılan tek yolu izlediler; Eyüp Sabri ve Vasfiye kaçmışlardı.

yolu izlediler; Eyüp Sabri ve Vasfiye kaçmışlardı. Gün ağardığında Abdi Bey’in kıyameti kopsa da, Hanife Hanım dizlerini döverek uğunsa da, günler geçtikçe öfkeleri dindi, kederleri duruldu. Ama evlat hasreti taş gibi gelip oturdu Vasfiye’nin bıraktığı yere. Kızla damat affedilmek için aracılarla haber salınca da… bir sabah kaçarak gidenler, bir başka akşamın konuğuydu. Şakire Hanım’ın tepkisi de başlangıçta farklı değildi aslında. Gecenin alacakaranlığında kaçıp eve geldiklerinde –sığınacak başka yerleri yoktu– hiçbir şeyden haberi olmayan, seslere uyanıp karşısında Vasfiye’yi bulan kadın, “Bu iş böyle olmaz,” diyerek itiraz etmişti. Evliliklerini istese de, Abdi Bey’le aralarında husumet doğar, oğluna zarar gelir diye korkuya kapılmış, o yüzden ancak çocuklar bağışlandığında huzura erebilmişti.

Kısa bir zaman sonra, bu kez herkesin rızasıyla, Eyüp Sabri’nin kardeşi Mehmet ile Vasfiye’nin kardeşi Lütfiye de hayatlarını birleştirdiler. Vakitlerin darı, yılların zoruydu. Sevincin kederin birer ucundan tutup bundan gayrı beraber yürüyeceklerdi. Ancak Balkanlar’dan onları buralara getiren sebep de ardı sıra yürümüş, Anadolu topraklarının içlerine kadar ayak basmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu, Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan etmesine karşın, üç kıtaya yedi iklime uzanan topraklarıyla bunu koruması mümkün olmadı. Aldığı yenilgiler ve savaşta aynı safta yer aldığı devletler topluluğuyla beraber savaşın kaybedenlerinden oldu. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İtilaf Devletleri’nin donanması İstanbul Boğazı’ndaydı. İşgal başlamıştı.10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’yla da 623 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu, maddelerdeki hükümlerce parçalanıyordu.

“1335 senesi Mayıs’ının on dokuzuncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiy:…”

Yıl 1919. Mayıs’ın 19’unda Samsun’da bir vapur güvertesinden karaya ayak basınca başladı kurtuluşun savaşı. Gazi Mustafa Kemal, Anadolu’ya ve Anadolu’nun evlatlarına seslendi; hattı müdafaa yoktu, sathı müdafaa vardı, o satıh bütün vatandı. Tayını yavan suya bulgurdan ibaret, ama özgürlüğü ve bağımsızlığı karakter edinmiş kutlu kalabalık Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte her bir cepheden zaferle döndü. Aralarında, Bilecik’teki cephede yazıcı olarak görev alan Eyüp Sabri de vardı. Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, 29 Ekim 1923’te bir oğlu daha dünyaya geldi. Adını Sabahattin koydular. Evine savaş gazisi olarak dönmüş, Süleyman’dan sonra kucağına bir oğul daha almıştı. Göğsüne gururla İstiklal Madalyası’nı da takacaktı.

….

Benzer İçerikler

Papatya Kokulu Hikayeler

yakutlu

Solgun Karanfil – Sinan Akyüz – Online Kitap Oku

yakutlu

Müşahedat

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy