STEPHEN KING
YÜZYĐLĐN FĐRTĐNAS
“STORM OF THE CENTURY”
Yazarın Notu
“Uzantı”, New England kıyılarındaki bir ada ile anakara arasında kalan sahile verilen addır. Körfezin bir ucu-uzantının iki ucu açıktır. Little Tall Adası (hayali) ve Machias (gerçek) arasındaki uzantının iki mil kadar olduğu varsayılabilir.
Önsöz
Çoğunlukla, bir öykünün fikrini nereden aldığımı, öyküyü hangi olaylar bileşiminin (daha çok sıradan) başlattığını bilirim. Mesela, O’nun (Đt) oluşumu, bir köprüden geçişim sırasında, botlarımın topuk seslerini dinleyerek “Üç Huysuz Keçi”yi düşünmem sayesinde gerçekleşmiştir. Kujo olayında ise huysuz bir Saint Bernard bana esin kaynağı olmuştur. “Hayvan Mezarlığı” ise kızımın çok sevdiği kedisinin (Smucky) evimizin yakınındaki anayolda, bir arabanın altında kalmasından doğmuştur.
Ancak bazen, belirli bir roman veya öyküye nasıl ulaştığımı kesinlikle haturlayamam. Bu durumlarda öykünün tohumu, bir fikirden çok bir görüntüdür; çevredeki köpekleri çağıran ultrasonik ıslıklar gibi, karakterleri ve olayları çağıracak kadar güçlü bir zihinsel fotoğrafa benzer. Bunlar, en azından benim için, gerçek yaratıcı gizemlerdir: Gerçeğe dayanmayan, var olmayan, kendi kendine ortaya çıkan öyküler. Yeşil Yol, hücresinde durup eski bir madeni el arabasında şeker ve sigara satan tutuklunun yaklaşmasını
izleyen çok iri, siyah bir adamın görüntüsüyle başladı. Yüzyılın Fırtınası da bir hapishane görüntüsü ile açıldı. Hücresindeki ranzada ayaklarını toplamış, kollan dizlerinin üstünde, gözlerini kırpmadan oturan bir adam. Bu, Cohn Coffey gibi nazik ve iyi bir adam değildi; çok kötüydü. Belki de bir insan bile değildi. Her aklıma geldiğinde, araba kullanırken, göz doktorunun ofisinde göz bebeklerimin büyütülmesini beklerken, en kötüsü de gece yatağımda uyanık yatarken biraz daha ürkütücü oluyordu. Hâlâ orada, ranzasında, kımıldamadan, ama biraz daha ürkütücü. Daha az insana ve daha fazla… işte, altında her ne varsa ona benzeyerek.
Öykü gitgide adamdan veya her neyse ondan süzülmeye başladı. Adam bir ranzada oturuyordu. Ranza bir hücredeydi. Hücre benim bazen ‘Dolores Claiborne’un Adası’ diye düşündüğüm Little Tali Adası’ndaki bir büyük marketin arka tarafındaydı. Neden bir marketin arka tarafında? Çünkü Little Tall’daki kadar küçük toplumu olan bir yerin karakola değil, gürültücü bir sarhoşla, ya da karısına yumruklarla girişen bir balıkçı
gibi pisliklerle uğraşmak için yarım günlük bir polis memuruna gereksinimi vardı. Bu memur kim olabilirdi?
Mike Anderson pek tabii ki, Anderson Marketi’nin sahibi ve işletmecisi. Oldukça iyi bir adam, sarhoşlarla ve körü huylu balıkçılarla başa çıkar… ama ya gerçekten kötü bir şey çıkarsa ortaya? Mesela Exorcist’te Regan’ı ele geçiren şeytan kadar kötü, habis bir şey? Mike Anderson’un hemen orada, kaynak yapılmış
hücresinde dışarıya bakarak oturup bekleyen bir şey?…
Neyi bekleyerek?
Neyi olacak, fırtınayı tabii. Yüzyılın fırtınasını. Little Tali Adası’nı karadan ayırıp tamamen kendi olanaklarına terk edecek kadar güçlü bir fırtına. Kar güzeldir; kar öldürücüdür; kar aynı zamanda bir duvaktır, sihirbazın el çabukluğunu gizlemek için kullandığına benzer. Dünyayla ilgisi kesilmiş, kar tarafından gizlenmiş hücredeki öcüm (artık onu resmi adıyla tanımaya başlamıştım bile; Andre Linoge) büyük zarar verebilirdi. En fenası, belki de, ayaklarını toplamış bir şekilde, kollan dizlerinin üzerinde oturduğu o ranzayı hiç terk etmeden.
Düşüncelerimde bu noktaya 1996’nın Ekim veya Kasım’ında varmıştım; bir hapishane hücresinde kötü bir adam (hatta belki de insan kılığında bir canavar), 1970 ortalarında kuzeydoğu koridorunu felç etmiş
olandan daha büyük bir fırtına ve kendi olanaklarıyla yaşamaya bırakılmış bir topluluk. Bütün bir topluluğu yaratmaktan gözüm korkuyordu (böyle bir şeyi iki romanda yapmıştım -Korku Ağı ve Ruhlar Dükkânı- ve bu büyük bir mücadeleydi) ama olasılıklar da baştan çıkarıcıydı. Ayrıca yazmak ya da fırsatı kaçırmak noktasında olduğumu da biliyordum. Henüz tamamlanmış fikirlerin çoğu bir süre dayanır, ama bir tek görüntüden çıkan, öykü çok daha çabuk yok olabilir.
Yüzyılın Fırtınası’nın kendi ağırlığı altında ezilme şansının oldukça fazla olduğunu düşünüyordum, ama her şeye rağmen, 1996 Aralık ayında yazmaya başladım. Son dürtü, öykümü Little Tall Adası’nda kurduğum takdirde, toplumun karakteri hakkında enteresan ve kışkırtıcı sözler söyleme fırsatım olacağını
fark etmemle geldi. Çünkü Amerika’da Ma-ine kıyılarındaki kadar sıkı örülmüş bir toplum daha bulunamaz.
Orada yaşayanlar birbirlerine durum, gelenek, çıkarlar, dini ibadetler, zor ve bazen de tehlikeli işlerle bağlıdır. Ayrıca birçok adanın nüfusu, yamalı bohça gibi birbirinin içine geçen kuzenler ve yeğenlerden oluşan yanm düzine aile, kan akrabaları ve klan şeklindedir. (* Doğu Maine’de, basketbol takımları sezon sonu turnuvalarını Bangor Odi-toryumu’nda oynarlar ve bölgedeki bütün halk radyodan maç yayınlarını
dinlerken günlük hayat nerdeyse tamamen durur. Bir yü Jonesport-Beals kız takımı D Sınıfı (Küçük Okul) turnuvasındayken, radyo spikerleri ilk beş oyuncudan her birinden ilk adlanyla söz etmek zorunda kaldı.
Buna mecburdu, çünkü bütün kızlar ya kardeşti ya da kuzen. Hepsinin soyadı Be-als’di.) Eğer turistseniz (veya yazlıkçılardan biri), size arkadaşça davranacaklardır, ama onların yaşamlarına girmeyi
beklememelisiniz. Uzantıya tepeden bakan burundaki kulübenize altmış yıl boyunca defalarca gelebilirsiniz, ama hâlâ bir yabancı olarak kalırsınız. Çünkü adadaki hayat değişiktir.
Ben kasabalar hakkında yazarım, çünkü ben kasaba çocuğuyum (ada çocuğu değilim, hemen eklemeliyim; Little Tali hakkında dışarıdan biri gibi yazıyorum) ve kasaba öykülerimden çoğu Korku Ağı, Castle Rock ile Little Tall Adası Mark Twain (Hadleyburg’u Baştan Çıkaran Adam), Nathani-el Hawthorn’a (Genç Goodman Brown) borçlular. Ama bana öyle geliyor ki, bunların hepsinin açıklanamayan ortak bir önerisi var: Bir kötü müdahale bireyleri birbirine düşürerek ve düşman ederek toplumu parçalayacak. Ama bu benim bir toplum üyesi olmaktan çok, bir okuyucu olarak deneyimim olmuştur; bir toplum üyesi olarak, kasabalıların her felaket geldiğinde birleştiklerini gördüm. (* 1998 Ocak’ı buz fırtınasında, örneğin, bazı
topluluklar iki veya daha fazla hafta elektriksiz kaldıklarında.) Yine de soru aynen duruyor: Bu birleşmenin sonucu daima toplumun yararına mı? Topluluk fikri insanları
daima mutlu ediyor mu, yoksa bazen kanını mı donduruyor?
Đşte bu noktada Mike Anderson’ın karısının, ona sarıldığını ve aynı anda kulağına fısıltıyla, “LINOGE’un kazaya uğramasını sağla” dediğini hayal ettim. Kanımı dondurdu bu! Ve bu öyküyü en azından yazmayı
denemem gerektiğini anladım. Biçim sorusu cevaplandırılmalıydı. Bir öykünün sesi (genellikle üçüncü kişi, bazen de birinci kişi) daima paketle beraber gelir. Bir fikrin alacağı biçim de öyle. Ben roman yazarken çok rahatımdır, ama kısa öyküler, oyunlar ve arada sırada şiir de yazarım. Fikir daima biçimi belirler. Bir romanı
kısa öykü, bir kısa öyküyü şiir yapamazsınız ve roman olma-ya karar veren bir kısa öyküyü de (eğer onu öldürmek istemiyorsanız), durduramazsınız.
Ben, Yüzyılın Fırtması’nın bir roman olacağını tahmin etmiştim. Ama yazmaya hazırlanırken, fikir, onun film olduğunda ısrar etti. Öyküdeki bütün görüntüler kitaptan çok film görüntüleriydi: Katilin san eldivenleri, Davey Hope-well’in kanlı basket topu, Bay LINOGE’la uçan çocuklar, ko-casının kulağına “onun kazaya uğramasını sağla” diyen Molly Anderson ve en önemlisi, hücresinde ayaklarını altına almış, elleri boşlukta sallanarak oturan ve bütün bunları idare eden LINOGE.
Yüzyılın Fırtınası teatral bir film için çok uzun olurdu, ama buna da bir çare bulduğumu düşündüm. Yıllar boyunca ABC ile, onlara çok iyi reyting kazandıran yarım düzine kadar mini televizyon dizisi için malzeme (ve bazen televizyon oyunları) sağlayarak harika bir çalışma ilişkisi kurmuştum. Mark Carliner (Shining’in yeni versiyonunun yapımcısı) ve Maura Dunbar (1990’ların başından beri benim ABC ile yaratıcı
bağlantım) ile temas kurdum. Televizyon için, eski bir romana dayalı olmayan, gerçek bir romanla ilgilenirler mi diye sordum.
Her ikisi de, bir an bile duraklamadan, “evet” diye cevap verdi ve ben ondan sonraki iki saatlik üç
senaryoyu bitirdiğimde, proje hiçbir yaratıcı ve idari kargaşaya uğramadan ön yapıma ve film olmaya geçti.
Entelektüeller için televizyonu karalamak modadır. (Tanrı aşkına, bırakın Jerry Sprin-ger’ı Frasier’ı bile izlediğinizi asla itiraf etmeyin) ama ben yazar olarak hem TV’de hem de sinemada çalıştım ve bir Hollywood deyişine uyup, “TV’ciler şov yapmak ister, sinemacılar öğle yemeği rezervasyonları” diyorum.
Kuyruk acım olduğundan değil; sinema bana genellikle iyi davrandı, (Hayaletin Garip Huylan’nı ve Gümüş
Kurşun’u yok sayalım.) Ama televizyonda senin çalışmana fırsat verirler, ayrıca eğer çok bölümlü
oyunlarda başarılı olmuşsan, biraz açılmana da bir şey demezler. Ben de açılmaya bayılırım. Bu harika bir şeydir. ABC hiç önemli bir değişikliğe uğramayan ilk üç taslak senaryoya dayanarak, bu projeye otuz üç
milyon dolar ayırdı. Bu da harikaydı.
Ben Yüzyılın Fırtınası’nı tamamen roman olarak kaleme aldığım gibi, bir karakterler listesinden başka not tutmayarak, Mac Power Book’umu yanımda sürükleyerek ve karımla beraber her zaman yaptığımız gibi Maine Kadınlar Basketbol Takımı deplasman maçım Boston, New York ve Phila-delphia’da oynadığı
zaman, otel odalarında çalışarak yazdım. Tek esaslı değişiklik, düz yazılar için kullandığım Word 6
programı yerine Final Draft programını kullanmam oldu. (ikide birde lanet program çöküyor ve ekran donuyordu-ye-ni Final Draft programı muhteşem bir şekilde virüsten korunmuş). Đddia ederim ki, göreceğiniz aslında bir TV filmi veya bir mini dizi değildir. Gerçek bir romandır; değişik bir ortamda var olan bir roman.
Đşin sorunları yok değildi. Televizyon yayını yapmanın asıl sakıncası sansür problemidir (ABC hâlâ bir
“Standartlar ve Uygulama” kolu bulunduran önde gelen ana kanallardan biridir. Onlar senaryoları okur ve size Amerika’nın oturma odalarında neleri kesinlikle gösteremeyeceğinizi söylerler). Ben Mahşer’i (dünya toplumu kendi sümüğünde boğulur) ve Medyum’u (yetenekli ama ciddi şekilde problemli genç yazar karışım bir kriket sopasıyla neredeyse öldürünceye kadar döver, sonra oğlunu da aynı aletle öldürmeye kalkışır) sahneye koyma sırasında aslanlar gibi çarpıştım ve bu da işin en kötü kısmıydı.
Çok şükür (kendilerini Amerika’nın ahlak bekçileri ilan etmiş olanlar bundan çok mutlu değillerdi), televizyon yapımcıları, Dîck Van Dyke Show’da, yatak odasında iki kişilik bir yatak göstermelerinin
yasak olduğu günlerden beri kabul edebileceklerinin sınırını genişletmişlerdi, (sevgili Tanrım, ya Amerikan gençliği Dick ile Mary’yi orada ayaklan birbirine değerek yatarken düşünüp fantezilere dalarsa ne yaparız?) Son on yılda değişiklikler daha çarpıcı olmuştu. Bunun bir kısmı kablo TV devrimi yüzündendi, ama büyük kısmı genel izleyicinin genel değişiminden, bir şeylerin aşınmasından, özellikle de çok arzu edilen on sekiz-yirmi beş yaş gruplarından dolayı idi.
Bana sıkça, Home Box Office ve Showtime gibi sansür konusunda gevşek olan kablo yayınlan varken neden ana TV’lerle uğraştığım sorulur. Bunun iki nedeni var. Birincisi Oz ve Gerçek Dünya gibi şovların üzerinde çok konuşulmasına rağmen, etkili kablo TV izleyicisi hâlâ oldukça azdır. HBO’da bir mini dizi yapmak, önemli bir romanı küçük ya-yınevlerinde basmak gibidir. Ben ne küçük yayınevlerine ne de kablo TV’ye karşıyım ama eğer uzun bir süre çalışacak-sam, olası en geniş izleyici kitlesinde şansımı denemek isterim. Bu izleyicinin bir kısmı perşembe gecesi başka kanalı açıp ER izlemek isteyebilir ama bu da göze alınması gereken bir şeydir. Eğer ben görevimi yaparsam ve insanlar neler olduğunu görmek isterlerse, ER’i videoya çekip orada benimle kalırlar. Annem, “heyecan, rekabet olmasındadır” derdi.
Yukarıda yazdıklarım mazeret gibi görünebilir, ama değil. Ben, ne de olsa, bir zamanlar izleyicimi korkutmak, ama korku yaratamazsam dehşete düşürmek istediğimi söyleyen adamım…ve dehşet elde edemezsem, en berbat kabalığı denerim. “Ne yapalım” derim, “Gururlu değilim.” Ulusal TV, bir yerde, bu son çareyi ortadan kaldınyor. Yüzyılın Fırtınası’nda bazı kanlı sahneler var; Lloyd Wishman elinde baltası
ve Peter Godsoe ipi ile yalnızca iki örnek, ama bunların her biri için savaşmak zorunda kaldık. Bazıları, (mesela beş yaşındaki Pippa’nın annesinin yüzünü tırmalayıp, (“Bırak beni kaltak!” diye bağırması) hâlâ
ciddi şekilde tartışılıyor. Bugünlerde Standartlar ve Uygulama’nın gözünde en sevilen adam değilim.
Durmadan birilerine telefon edip sızlanıyor, eğer bana sataşmayı kesmezlerse ağabeyime şikâyet edeceğimi söylüyorum, (Bu kez ağabeyim rolü sık sık, ABC nin en önde gelen ismi olan Bob Iger tarafından oynanıyor). Standartlar ve Uygulamalarla bu düzeyde çalışmak iyi sanırım; onlarla çok iyi geçinsem kendimi Tokyo Gülü gibi hissederdim. Eğer bütün savaşları kimin kazandığını merak ediyorsanız, orijinal oyunu bitmiş olan TV programıyla karşılaştırın (ben bunu yazarken yayına hazırlanmakta).
Orijinal senaryo ile bitmiş film arasında yapılan bütün değişikliklerin Standartlar ve Uygulamalar’ı tatmin için yapılmadığını hatırlayın. Bunları tartışabilirsiniz. TV zamanı tartışma dışıdır. Biten her bölüm birkaç
saniye eksik veya fazlasıyla, doksan bir dakika sürmelidir ve faturaları ödeyen o harika reklamlar için yedi perdeye bölünmelidir. Bu zaman içerisinde size biraz fazladan zaman kazandıran hileler vardır. Biri, anlayamadığım elektronik sıkıştırmadır; çoğunlukla biraz itip kakarsınız. Bu bir baş belasıdır ama çok da kötü değildir; yani okul üniforması giymek veya işe giderken kravat takmak gibi.
Mahşer ve Medyum’in çekimleri sırasında ulusal TV’nin keyfi kurallarıyla boğuşmak çoğu kez can sıkıcı ve bazen de heves kırıcıydı (O’nun yapımcılarının neler çektiğim düşündükçe bile titriyorum, çünkü
Standartlar ve Uygulamaların çok katı bir kuralı da, TV oyunlarının, çocukların bırakın ölmesi, hayati tehlikeye atılması üzerine bile kurulmaması gerektiğidir) ama bu şovların her ikisi de ulusal TV’nin uygunluk kurallarına saygı göstermeden yazılmış
romanların üstüne kurulmuşlardı. Romanlar da böyle yazılmalıdır, insanlar bana kitapları filmleri düşünerek mi yazdığımı sorunca daima sinirlenir, hatta hakarete uğramış gibi olurum. Ben de böyle düşünmeme rağmen, bu, bir kıza ‘bunu para için yapar mısın’ diye sormak gibi değildir. Tatsız olan, bu tahmini varsaymaktır. Ticari düşünmenin öykü yazma işinde yeri yoktur. Öykü yazmak, yalnızca öykü
yazmakla ilgili bir iştir. Đş ve ticari düşünce daha sonra gelir ve en iyisi, bunu bilenlere bırakılmalıdır.
Đşte bu benim, Yüzyılın Fırtınası’nı yazarken edindiğim tavır… Ben onu bir TV senaryosu seklinde yazdım, çünkü öykü böyle yazılmak istiyordu… ama bir gün TV’de gösterilebileceğine gerçekten hiç inanmadım.
Aralık 1996’da senaryomun içine bir özel efektler kâbusu yazacağımı bilecek kadar film yapımcılığını
öğrenmiştim. Şimdiye kadar televizyonda yapılmaya kalkışılanların hepsinden daha büyük bir buz fırtınası
olacaktı. Ayrıca çok büyük bir oyuncular listesi yaratıyordum. Yalnız, yazmayı bitirip de şovu gerçekten yapmaya başlayınca, yazarın karakterleri yönetmenin konuşan parçalan haline gelir. Ben, ne olursa olsun, senaryoyu yazmaya devam ettim, çünkü kitabı yazarken bütçeyi yapmazsınız. Bütçe bir başkasının sorunudur. Ayrıca eğer senaryo yeterince iyiyse, sevgi bir yol bulacaktır. Her zaman bulur. (* Ben de “Ne yapalım yani” dedim. “Eğer Fırtına bütçe çok yüksek bir rakam diye yapılamazsa, ben de onu bir kitap yaparım.” Oynanmamış kitabımı romanlaştırmak fikri bana çok hoş geldi.) Yüzyılın Fırtınası bir TV mini serisi olarak yazıldığından, ben ipi koparmadan biraz daha fazla gerebildim.
Sanırım, bu şimdiye kadar, film için yazdığım en ürkütücü öykü. Çoğunun içine, Standartlar ve Uygulamalara çığlıklar attırmadan korku sahneleri yerleştirmeyi becermiştim. (* Sonunda Standartlar ve Uygulamalar artık önemsiz şeylere bağırır hale geldi. Birinci kısımda , örneğin, bir balıkçı, yaklaşmakta olan fırtına için ‘anasının gözü’deyince Standartlar ve Uygulamalar bunun değişmesi için ısrar etti. Belki de, benim ‘ ana’ lafıyla sinsice küfür etmek istediğimi böylece Amerikan ahlakını bozduğumu ve daha fazla okul cinayetlerine sebep olduğumu vs. sandılar. Hemen sızlanma telefonlarımdan birini daha edip, ‘her şeyin anası’ sözünün Saddam Hüseyin’e ait olduğunu söyleyerek, artık gündelik konuşmalara girdiğini belirttim. Biraz düşündükten sonra, Standartlar ve Uygulamalar bu söze izin verdi, yalnız diyalogun açık saçık bir şekilde kullanılma-masında ısrar etti. Kesinlikle yok. Açık saçık konuşmalar ulusal TV de Güneşten Gelen Üçüncü Taş ile Dahrma ve Greg’in tekelindedir.) Yönetmen Mick Garris’le iki kez beraber çalıştım-birinci-sinde teatral film Sleepwalkers’da, sonra Mahşer ve Medyum mini dizilerinde. Bazen korku türünün Billy Wilder ve I.A.L. Diamond’u olmamız tehlikesi beliriyor diye şaka yaparım. O,Yüzyılın Fırtınası’nın yönetilmesi için ilk seçimimdi, çünkü onu sever, sayarım ve ne yapabileceğini bilirim. Ancak Mick’in başka işleri vardı (eğer benim her ihtiyacım olduğunda insanlar işlerini bırakıp koşsalardı dünya çok daha kolay bir yer olurdu) ve böylece Mark Carliner ve ben yönetmen avına çıktık.
Bu sırada ben evimin sokağındaki bir dükkândan Alacakaranlık Adamı diye bir video filmi kiralamıştım.
Adını hiç duymamıştım, ama havalı görünüyordu ve daima güvenebileceğiniz Dean Stockwell başroldeydi.
Başka bir deyişle tam bir salı akşamı eğlencesiydi. Her ihtimale karşı, Alacakaranlık Adamı tatsız çıkarsa diye, iyi olduğu garanti olan bir de Ram-bo kapmıştım, ama Rambo kutusundan hiç çıkamadı o akşam.
Alacakaranlık Adamı düşük bütçelilerdendi (Sonradan Starz kablo televizyonu için yapılmış bir orijinal olduğunu öğrendim) ama yine de son derece hoştu. Ayrıca Tim Mathe-
son da başroldeydi ve benim Fırtına’nın Mike Anderson’un-da görmeyi arzuladığım niteliklerin bir kısmını
taşıyordu: Đyilik ve dürüstlük, evet…ama karakterinden bir demir parçası gibi sıyrılan gizli bir şiddet. Daha da iyisi, Dean Stock-well çok iyi, tuhaf bir caniyi oynuyordu: Yalnızca kendisinden sigarını söndürmesini istediği için bilgisayar bilgisini bir yabancının hayatını mahvetmeye kullanan, yumuşak sesli, nazik bir güneyliyi…
Işıklandırma karamsar ve maviydi, bilgisayar hileleri akıllıca uygulanmış, tempo maharetle korunmuştu.
Oyuncuların düzeyi de çok yüksekti. Oyuncu ve yönetmen listesini tekrarlayıp yönetmenin adını not ettim, Craig R. Baxley. Onu iki şeyden tanıyordum: Charlton Heston’ın Young’ı oynadığı, Brigham Young hakkında iyi bir kablo TV filmi ve başrolünde Dalph Lundgren’in oynadığı çok iyi olmayan bir bilimkurgu filmi: Dostça Geliyorum. (Bu filmden en akılda kalan şey kahramanın Cyborg’a son sözüydü: “Ve parçalar hâlinde gidiyorsun.”
Ben Mark Carliner’le konuştum, o da Alacakaranlık Adamını izleyip beğendi ve BaKle/in boşta olduğunu öğrendi. Bunun üzerine Craig’e, Fırtına’nın üç yüz sayfalık senaryosunu gönderdim. Craig heyecanlı bir şekilde, bir sürü fikirle dolu olarak aradı. Fikirlerini ve heyecanını beğendim. En fazla da projenin büyüklüğünün onu ürkütmemesi hoşuma gitti. Üçümüz, 1997 Şubat’ında, Maine’de kızımın lokantasında, buluşup yemek yedik ve anlaşmayı aşağı yukarı bağladık.
Craig Baxley uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı bir adamdı. Hawaii gömleklerine meraklıydı ve göründüğünden daha yaşlı olmalıydı (ilk bakışta kırk kadar tahmin edersiniz, ama ilk tiyatro işi, başrolünde Carl Weathers’ın oynadığı Action Jackson olduğuna göre daha yaşlı olması gerek). Craig’de “problemsiz adam” havasındaki bir Kaliforniya sörfçüsünün tavrı (ki zaten öyleydi; ayrıca Hollywood’da dublör olarak da çalışmıştı) ve Errol Rynn’ın yabancı lejyon filmlerindekinden daha kuru bir mizah duygusu vardı.
Alçakgönüllü tavrı ile, “yok canım, sizinle dalga geçiyorum” diyen mizah duygusu; dikkatli, kendini adayan, yaratıcı ve biraz da otokratik olan (bana içinde bir damla Stalin olmayan bir yönetmen gösterin, ben de size kötü bir yönetmen göstereyim) gerçek Craig Baxley’i saklamaya yönelikti. 1998 Şu-bat’ında, Fırtına uzun yürüyüşüne başladığında, günlük çalışmalarda beni en fazla etkileyen Craig’in “Kesin!” diye ba-
ğırmasıydı. önceleri bu sinir bozucu oluyor, ama sonra onun ancak görüş yeteneği çok üstün yönetmenlerin yapabileceği bir şeyi yaptığını anlıyorsunuz:
Bunu yazarken videoda parçalar halinde kesilmiş ilk sahneleri gördüm. Craig’in yönetmenliği sayesinde şov toparlanmaya başlamıştı. Çok erken karar vermek riskli bir işti (DEWEY TRUMAN’I YENDĐ yazan eski gazete başlığını hatırlayın), ama ilk sonuçlara göre diyebilirim ki, okuyacaklarınız, ABC Yüzyılın Fırtınası’nı. yayınladığı zaman göreceğinize ürkütücü bir şekilde benzemektedir. Hâlâ şans için dua ediyorum ve işe de yarıyor sanırım. Hatta olağanüstü olacak diyebilirim. Televizyon için yapılanlar dahil, çoğu filmin yapımına muazzam emek verilir ve çok azı olağanüstüdür; bununla uğraşan insanları
düşünürseniz, sanırım iyi olması şaşırtıcıdır. Yine de ümit ettiğim için beni vurmazsınız, değil mi?
Ftrtına’nın televizyon senaryosu 1996 Aralık ve 1997 Şubat ayları arasında yazıldı. 1997 Mart’ında, Mark, Craig ve ben, kızım Naomi’nin restoranında (ne yazık ki sonra kapandı) akşam yemeği için toplanmıştık.
Haziranda Andre L1NO-GE’un kurt başlı bastonunun taslaklarına ve temmuzda da öykü levhalarına bakıyordum. TV adamlarının öğle yemeği rezervasyonları yerine şov yapmayı
istediklerini neden söylediğimi anladınız mı şimdi?
Dış sahneler Southwest Harbor, Maine ve San Francis-co’da çekildi. Ayrıca Kanada’da, Toronto’nun yirmi mil kadar kuzeyindeki terk edilmiş bir şeker rafinerisinde, Little Tali Adası’nın ana caddesinin yeniden yaratıldığı yerde, çekim yapıldı. Bir iki aylığına, o fabrika dünyanın en büyük sahnelerinden biri haline geldi. Little Tali Adası’nm stüdyodaki ana caddesi birkaç inçten (* l inch: 2,54 cm.) tamamen gömülmeye kadar üç kar aşamasından geçti. (* Bizim kar, dev vantilatörlerlerin üfürdüğü patates taneleri ve kesilmiş
plastikten yapılmıştı. Efekt kusursuz değil..ama benim film işinde bulunduğum süre içinde gördüklerimin en iyisiydi. Đyi de olmak zorunda, lanet olası; bu kar işi toplam iki milyon dolara mal oldu.) Otobüs gezisine çıkmış bir grup Southwest Harbor halkı, artık çalışmayan fabrikanın yüksek madeni kapılarından geçirilip Oshawa sahnesini gezdiklerinde adamakıllı afalladı. Sanki göz açıp kapayıncaya kadar, kendilerini evlerinde bulmuş gibi olmuşlardı. Sinema yapımcılığının bazı günlerinin, kasaba fuannda
gemi azıya almış
bir ata binmek gibi çekiciliği vardır…. ama bazı günlerde sihir o kadar zengindir ki, gözlerinizi kamaştırır.
South-west Harborluların geldiği gün işte o günlerden biriydi.
Film çekimi 1998 Şubat’ında, Aşağı Doğu Maine’de karlı bir günde başladı. Sekiz çekim gününden sonra San Francis-co’da sona erdi. Ben temmuz ortasında bunu yazarken, kesme, yayma hazırlama süreci-sahneye koyma sonrası diye bi-linir-henüz başlamıştı. Görsel efektler ve CGI (computer graphic imaging) efektleri kat kat yapılanıyordu. Ben geçici müzik parçalan ile yapılmış bir çekime bakıyorum, (çoğu Frank Darabont’un Esaretin Bedeli’nden alınmış) filmin gerçek müziğini yapacak olan besteci Gary Chang da öyle. Mark Carliner, ABC ile yayın tarihleri için düello ediyor-1999 Şu-bat’ı en iyi ihtimal gibi görünüyor-ve ben de benim için çok nadir olan bir mutlulukla filmden bir bölümü izliyorum. Bunu izleyen senaryonun üzeri, yönetmene bütünü parçalara nerelerden keseceğini gösteren işaretlerle dolu -biz onlara “sahneler”,
“soluklar” ve “ekler” deriz-, çünkü eğer Ölüm Karan çeken Alfred Hitchcock değilseniz, filmler parça başı
yapılır. Bu yılın mart ve haziran arası, Craig Baxley, senaryoyu genellikle nasıl yapılırsa öyle film yaptı
(sırasız bir şekilde, daima gece yansı çalışan yorgun aktörlerle, daima baskı altında) ve bir kutu ‘gündelik’
denen parça kaldı elinde. Oturduğum yerde arkamı dönüp bendeki “gündelikler” takımına bakabiliyorum.
Bunlar, kırmızı karton kutularda aşağı yukarı altmış tane kaset. Ancak zor olan şu: Bitmiş şovu yaratabilmek için günlükleri tekrar bir araya getirmek, bir yap-boz bulmacayı birleştirmek gibi değildir.
Öyle olmalıydı, ama değildi… çünkü, birçok kitap gibi, filmlerin çoğu, nefes alan ve kalbi çarpan, yaşayan varlıklardır. Genellikle birleştirme işi parçaların toplamından daha fazla olmaz. Ender ve harika durumlarda daha fazlası çıkar ortaya. Bu defa daha fazla olabilir. Umarım öyle olur.
Son bir şey daha; ya filmlerin (özellikle TV filmlerinin) kitaplardan daha vasat ve kâğıt mendil kadar çabuk atılabilir olduğunu söyleyen insanlara ne demeli? Senaryo, Pocket Books’taki iyi insanların sayesinde, her bakmak istediğinizde burada. Şovun kendisi, sanırım, sonunda birçok ciltli kitabın karton kapaklı olarak bulunabildiği gibi, video veya video disk halinde bulunabilecektir. Đsterseniz, arzu ettiğiniz zaman kiralayabileceksiniz. Kitap gibi, kaçırdığınız veya çok hoşunuza giden bir şeyi yeniden görmek için sayfalan
geri çevirebileceksiniz; parmağınızın yerine uzaktan kumandanın GERĐ düğmesini kullanacaksınız, işte o kadar. (Ve eğer siz şu kitabın sonuna göz atan berbat insanlardan-sanız, ĐLERĐ veya ARA düğmelerini de kullanabilirsiniz. Ama size haber vereyim, böyle bir şey yaptığınız için lanetleneceksiniz.) Televizyon için yazılmış bir romanın, bir kitaptaki romanla eşit olmasının lehine veya aleyhine bir tartışmaya girmeyeceğim; sadece dikkat dağıtan şeyleri (Tampax reklamları, Ford araba ve kamyon reklamları, yerel haberler ve daha başka şeyler) kaldırırsanız, bunun mümkün olduğu kanısındayım. Size hatırlatırım ki, edebiyat öğrencilerinin çoğunun Đngiliz yazarlarının en büyüğü olduğuna inandığı adam, görsel ve sözlü bir (en azından önceleri) baskı ortamında çalıştı. Kendimi Sheakspeare ile karşılaştırmıyorum (bu delilik olur), ama eğer bugün sağ olsaydı, o da sinema ve televizyon için, hatta Broadway dışında oynananlar için yazıyor olurdu. Belki de, Jul Sezar’ın beşinci sahnesindeki şiddet sahnesinin gerekli olduğuna ikna etmek için ABC’deki Standartlar ve Uygulamalara telefon ediyor olurdu…
Aynca çok da güzel yazıldığını söylemeliyim.
Bu kitabın yayımlayan Pocket Books çalışanlarının yanı sıra, anlaşmaya aracı olan ve Pocket Books ile ABC arasındaki bağlantıyı kuran Chuck Verrill’e teşekkür etmek isterim. ABC’de bana inanılmaz derecede güvenen Bob Iger’a; aynca Maura Dunba’a, Judd Parkin’e ve Mark Pedowitz’e de…Standartlar ve Uygulamalar’daki o kadar da kötü olmayan arkadaşlara da (bunun üzerinde çok da güzel bir iş yaptıklarını
da söylemem gerekir) teşekkür borçluyum.
Televizyon için girişilen en büyük projelerden birini üstüne aldığı için Craig Baxley’e; aynca bütün bunlan bir araya toplayan Mark Carliner ile Tom Bradek’e teşekkürlerimi sunarım. Wallace ile bütün TV ödüllerini alan Mark’ın takımınızda olması harika bir şey. Ayrıca yıllar boyu bana en büyük destek olan karım Tabby’ye teşekkür ederim. Kendisi de bir yazar olduğundan, benim çılgınlığımı oldukça iyi anlıyor…
Stephen King
Bangor, Maine 18 Temmuz 1998
YÜZYILIN FIRTINASI
BĐRĐNCĐ KISIM LINOGE
1. PERDE
l DIŞ: ANA CADDE, LITTLE TALL ADASI, AKŞAMA DOĞRU
KAR, KAMERA’nın merceğinin önünde uçuşuyor, önceleri o kadar hızlı ki, hiçbir şey göremiyoruz.
RÜZGÂR UĞULDU-YOR, KAMERA ĐLERĐ DOĞRU hareket etmeye başlıyor ve biz, GÖZ KIRPAN
TURUNCU BĐR IŞIK GÖRÜYORUZ. Bu Ana Cadde ile Atlantik Caddesi köşesindeki trafik lambası (Little Tall Adası’nın tek kavşağı.) Trafik lambası rüzgârda ÇILGINCA DANS EDĐYOR. Her iki sokak da terk edilmiş; neden olmasın ki? Bu eni konu bir tipi. Binalarda tek tuk ışıklar görüyoruz, ama hiç insan yok. Kar, dükkân vitrinlerinin yarısına kadar çıkıyor.
MIKE ANDERSON hafif bir MAINE aksanıyla konuşuyor.
MIKE ANDERSON (ses-yukarıdan) Adım Mike Anderson. Bir Rodos bilgini demezsiniz bana. Felsefeden de pek anlamam, ama bir şey bilirim: Bu, dünyada her an ödemelisiniz. Genellikle çok. Bu, dokuz yıl önce, buralıların Yüzyılın Fırtınası dedikleri felaket sırasında öğrendiğimi sandığım bir ders.
TRAFĐK LAMBASI SÖNÜYOR. Fırtına sırasında gördüğümüz bütün öteki cesur küçük ışıklar da. Şimdi yalnızca RÜZGÂR ve UÇUŞAN KAR var.
MIKE
Yanılmışım. Öğrenmeye ancak büyük darbe sırasında başladım. Daha geçen hafta bitirdim.
SAHNE KARARARAK DEĞĐŞĐR: 2 DIŞ: MAINE ORMANLARI, HAVADAN (HELĐKOPTER) -GÜNDÜZ
Mevsim soğuk. Çamların dışında bütün ağaçlar çıplak, dallar parmaklar gibi göğe uzanıyor. Yerde kar var, ama yamalar halinde, kirli çamaşır yığınları gibi. Yer, altımızdan kayarak geçiyor; orman, yer yer iki şeritli asfalt veya küçük New England kasabası ile aralanıyor.
MIKE (ses-yukarıdan)
Ben Maine’de büyüdüm… .ama bir bakıma Maine’de gerçekten hiç yaşamadım. Sanırım, benim geldiğim yerden olan herkes aynı şeyi söylerdi.
Birdenbire karanın sonuna geliyoruz ve bize söylenenin anlamını kavrıyoruz. Orman aniden kayboluyor; kayalara ve buruna vuran ve köpüren gri-mavi su çarpıyor gözümüze. Sonra, altımızda yalnız su var.
SAHNE KARARARAK DEĞĐŞĐR: 3 DIŞARIDA: LITLE TALL ADASI (HELĐKOPTER)-GÜNDÜZ
Rıhtımda, ıstakoz kayıklarını bağlayan veya kayıkhanelere çeken insanların yarattığı telaşlı bir koşuşturma var. Daha küçük tekneler, çıkış iskelesini kullanan arabaların arkalarında çekilmekte OĞLANLAR VE
ERKEKLER, Đstakoz tuzaklarını yan tarafında GODSOE BALIK VE ISTAKOZ yazan harap, uzun bir binaya taşıyorlar. Kahkahalar ve heyecanlı konuşmalar var; birkaç şişe ılık bir şey elden ele geçiyor.
Fırtına geliyor. Fırtınanın her gelişi heyecan verir.
Godsoe’nun yakınında yalnız iki tulumba arabasına yetecek kadar küçük bir gönüllü itfaiye binası var.
LLOYD WISMAN ve FERD ANDREWS arabalardan birini yıkıyorlar.
Atlantik Caddesi rıhtımdan kasabaya uzanır. Tepede küçük şirin New England evleri dizilidir. Rıhtımların güneyinde derme çatma merdivenlerin zik zak çizerek suya indiği, ormanlı bir burun var. Kuzeyde, sahil boyunca zenginlerin evleri bulunuyor. Karanın uzak kuzey noktasında belki kırk ayak (* l ayak: 30.48 cm) yüksekliğinde basık beyaz bir fener var. Durmadan dönen otomatik ışığı soluk ama gün ışığında görülebiliyor. Tepesinde uzun bir radyo anteni var.
MIKE (ses-yukandan)
(devam eder)
Little Tall’ın ahalisi, diğerleri gibi, vergilerini Augus-ta’ya gönderir. Bizim plakalarımızda da, diğerlerininki gibi, ya bir Đstakoz ya da bir şahin vardır, Maine Üniversitesi’nin takımlarına, özellikle kadınlar basketbol takımına tezahürat yaparız, diğerleri gibi…
Balıkçı kayığı Escape’te, SONNY BRAUTIGAN, ağları bir ambara tıkar ve ağzını kapatır. Yakınında, ALEX
HABER Es-cape’i, kalın iplerle sıkıca bağlamaktadır.
JOHNNY HARRIMAN (ses) Bence iki kat yap Sonny, hava tahmincisi “geliyor” dedi.
JOHNNY liman binasından çıkıp göğe bakar. Sonny ona doğru döner.
SONNY BRAUTIGAN
Her kış geldiklerini görürüz, Big John. Uluyarak gelir, uluyarak giderler. Sonunda temmuz hep gelir.
SONNY, ambar kapağını yoklar ve ayağını demirlerin üstüne koyarak ALEX’in bitirmesini izler.
Arkalarında, LUCIEN FOURNIER, JOHNNY’ye katılır. LUCIEN, balık deliğinin kapağının yanına gider, açar ve bakarken:
ALEX HABER Yine de… bunun çok özel bir şey olacağım söylüyorlar.
LUCIEN bir ıstakoz çekip çıkarır ve havaya kaldırır.
LUCIEN FOURNIER Birini unuttun, Sonny.
SONNY BRAUTIGAN Đyi şans getirsin diye, bir tane tencereye.
. LUCIEN FOURNIER
(ıstakoza) Yüzyılın Fırtınası geliyor, mon frere-radyo öyle söyledi.
(kabuğa vurur) Đyi ki paltonu giymişsin, değil mi?
Bob’a atar ıstakozu, aşağıdaki balık deliğine-ŞAAAP! Dört adam kayığı terk eder ve KAMERA ĐZLEMEYE DEVAM
EDER.
MIKE (ses-yukarıdan)
(devam eder)
Ama biz aynı değiliz. Adalarda hayat değişiktir. Gerekince bir araya toplanırız.
SONNY, JOHNNY, ALEX ve LUCIEN rampanın üstündedirler şimdi, belki de malzeme taşıyarak.
SONNY BRAUTIGAN Atlatırız bunu.
JOHNNY HARRIMAN He ya, her zamanki gibi,
LUCIEN FOURNIER Dalgaya dikkat edersen, kayığı kurtarırsın.
ALEX HABER Bir Fransız nasıldır biliyor musunuz?
LUCIEN şakadan vurur gibi yapar ona. Hepsi gülüşür ve yürümeye devam ederler. SONNY, LUCIEN, ALEX ve JOHNNY’nin Godsoe’ya girmelerini izleriz. KAMERA, Atlantik Caddesi’nde daha önce gördüğümüz trafik lambasına doğru ilerler. Sonra, iş bölgesinden ve trafik karmaşasından bir kısım göstererek SAĞA KAYAR.
MIKE (ses-yukarıdan)
(devam eder)
VE biz gerekirse sır saklamayı biliriz. 1989’da payımıza düşeni sakladık, (duraklama) Orada yaşayan halk hâlâ da saklıyor.
ANDERSON’UN MARKETĐNE geldik. Đnsanlar içeri dışarı girip çıkıyorlar. Üç KADIN çıkar: ANGELA CARVER, BAYAN KINSBURY ve ROBERTA COIGN.
MIKE (devam eder)
Biliyorum.
ROBERTA COIGN Tamam, ben konservelerimi aldım. Artık gelebilir.
BAYAN KINSBURY
Yalnız elektrik kesilmesin diye dua ediyorum. Odun sobasında yemek yapamam. O lanetin üstünde suyu bile yakarım ben. Büyük bir fırtına bir tek işe yarar…
ANGELA Öyle, benim Jack’im de bilir ne olduğunu.
Öbür ikisi şaşkın bakarlar ona, sonra KÜÇÜK KIZLAR GĐBĐ KIKIRDAŞIR ve arabalarına doğru yürürler.
MIKE (ses-yukandan)
(devam eder) Haberleşiyorum ben.
3A DIŞ: BĐR ĐTFAĐYE ARABASININ YANI
BĐR EL parlak kırmızı deriyi bir bezle parlatır ve çekilir. LLOYD WISHMAN memnun bir şekilde kendi yüzüne bakar.
FERD ANDREWS (sahne dışından) Radyo feci kar yağacak diyor.
LLOYD döner ve KAMERA bize kapıya yaslanan FERD’i gösterecek şekilde EĞĐLĐR. Elleri, yağmurlukları
ve kasklan tutan kancaların altına çift çift yerleştirmeye başladığı yarım düzine çizmenin ağızlarının içine sokulmuştur.
FERD ANDREWS Eğer basuruz belaya girerse..yandık.
LLOYD genç adama sırıtır ve dönüp cila yapmayı sürdürür.
LLOYD
Rahat ol Fe
d. Yalnızca biraz kar bu. Bela Uzantı’yı atlamaz. . .bunun için burada yaşamıyor muyuz?
FERD için tespit güvenilir değildir. Kapıya gider ve başını kaldırıp bakar yukarıya: 4 DIŞ: YAKLAŞAN FIRTINA BULUTLARI-GÜNDÜZ
Bir an DURUYORUZ, SONRA KAMERAYI BEYAZ DERLĐ TOPLU BĐR NEW ENGLAND EVĐNE
ÇEVĐRĐYORUZ. Bu ev Atlantik Caddesi Tepesi’nin yan yolunda-yani rıhtımlar ve kasabanın merkezinin arasında. Kış ölümüne yatmış bahçeyi çevreleyen bir çit var. Bir de, kaldırımdan gidip, yüksek veranda merdivenlerini tırmanıp ön kapıya gitmeyi isteyenlere beton yolu sunan, açık bir kapı. Kapının bir yanında, ineğe benzetmek için komik bir şekilde boyanmış ve süslenmiş bir posta kutusu görülüyor. Yan tarafında CLARENDON yazıyor.
MIKE (ses-yukarıdan)
Little Tall’da, Andre LINOGE’u gören ilk kişi Martha Clarendon oldu.
Şimdi sahnenin en önünde, HIRLAYAN GÜMÜŞ BĐR KURT belirir. Bu, bir bastonun başıdır.
5 DIŞ: LINOGE, ARKADAN-GÜNDÜZ
Kaldırımın üstünde bize arkası dönük olarak, blucin, çizme, gemici ceketi giymiş ve denizci beresini kulaklarına kadar çekmiş bir adam durmakta. Eldivenleri-alaycı bir sırıtma kadar parlak san deriden yapılmış. Bir eliyle bu gümüş kurt başının altında siyah cevizden yapılmış bastonunun tepesini kavrıyor.
LINOGE’un kendi başı omuzlarının arasına çekilmiş. Bu bir düşünme pozu. Kara kara düşünür gibi, aynı
zamanda.
Bastonu kaldırıp çit kapısının bir yanına vurur. Duraklar, sonra öteki tarafına da vurur kapının. Bunda bir ritüel hava
vardır.
MIKE (ses-yukandan)
(devam eder) Kadının en son gördüğü insandır o.
LINOGE beton yoldan veranda merdivenlerine doğru, bastonunu aylak aylak sallayarak yavaşça yürür.
Islıkla bir melodi çalmaktadır: “Ben küçük bir çaydanlığım.”
6 ĐÇ: MARTHA CLARENDON’UN OTURMA ODASI
Ancak bütün hayatlarını aynı yerde geçirmiş olan titiz insanların başarabilecekleri gibi dağınık bir düzenlilik içindedir. Eşyalar antika değil, ama eski ve güzel. Duvarlar, çoğu 1920’li yıllara uzanan resimlerle dolu.
Ayaklığının üstünde sararmış bir nota sayfası açık duran bir piyano var. Odanın en rahat koltuğunda (belki de tek rahat koltuk) MARTHA CLARENDON oturur, belki de seksen yaşında bir bayan.
Harika beyaz saçları vardır ve temiz bir ev elbisesi giymektedir. Yanındaki sehpanın üzerinde bir fincan çay ve bir tabak bisküvi durmaktadır. Diğer yanında bir tarafından bisiklet gidonu gibi tutacaklar, öteki tarafından bir sepet çıkan bir yürüteç durmaktadır.
Odada modern eşya olarak, yalnız geniş bir renkli TV ve onun üstünde duran kablo kurusu vardır.
MARTHA, Hava Kanalını dikkatle izlemekte ve bu sırada çayından küçük yudumlar almaktadır. Ekranda güzel bir HAVA RAPORU SPĐKERĐ görünmektedir. HAVA RAPORU SPĐKERĐNĐN arkasında, ortalarına iki büyük L konmuş iki geniş fırtına sistemini-nin olduğu bir harita vardır. Bunlardan biri Pennsylvania, öteki hemen New York kıyısının dışındadır. HAVA RAPORU SPĐKERĐ ban fırtınası ile başlar.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
Bu, Great Plains ve Orta Batı’yı geçerken arkasında büyük acı ve on beş ölü bırakmış olan fırtınadır.
Great La-kes’ı geçerken asıl etkisini ve fazlasını tekrar toplamıştır; izlediği yolu görüyorsunuz.
Yol PARLAK SARI renktedir (LINOGE’un eldivenlerinin rengi), gelecekte doğruca New York, Vermont, New Hampshire ve Maine üzerinden geçeği belli olmaktadır.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
(devam eder)
— Bütün haşmetiyle önünüzde. Şimdi aşağıya bakın, bütün bela buradan gelmektedir.
Dikkatini kıyı fırtınası üzerinde odaklar.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
(devam eder)
Bu tamamen atipik bir fırtınadır, neredeyse bir hor-tum-1976 da Doğu Kıyısı’nın büyük kısmını felç
eden ve Boston’u gömen bir muşta gibi. O zamandan beri kıyaslanabilecek bir güç görmedik.. .şu ana kadar. Bu fırtınaların bazen yaptığı gibi bize bir fırsat verip denizde kalacak mı acaba? Maalesef, hava kanalının Fırtına-Đzleme bilgisayarı “Hayır” diyor. O halde Büyük Hint Suları’nın doğusunda kalan eyaletler bir yönden darbe yiyecek.
Đlk fırtınanın üstüne vurur.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (devam eder)
— Orta Atlantik kıyısı bir başka yönden darbe yiyecek.
Tekrar kıyı fırtınasına döner.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (devam eder)
— Ve Kuzey New England, eğer bu durum değişmezse, bu gece birinci ödülü alacaksınız. Buna.. .bakın.
Đkinci PARLAK SARI FIRTINA ĐZĐ belirir, bu fırtına damlasından bir kanca çıkarır New York dışında. Bu iz Cape Cod çevresinde bir kara gösterir, sonra kıyıdan yukarı, ilk fırtına iziyle kesiştiği yere doğru yol alır.
Kesişme noktasında, çok boş vakti olan bir hava kanalı bilgisayarı dâhisi bir kırmızı leke eklemiştir, sanki haberlerdeki bir patlama grafiği gibi.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
(devam eder)
Eğer bu iki fırtınadan hiçbiri yön değiştirmezse, Maine eyaletinin üstünde çarpışacak ve birbirlerine karışacaklardır. Bu, Yankee topraklarındaki arkadaşlarımız için kötü haber, ama haberlerin en kötüsü
değil. En kötü haber, geçici olarak birbirlerini yok edebilmeleri.
MARTHA
(çayını yudumlayarak) Aman Tanrım.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
Sonuç? Ömür boyu yalnızca bir kez olan, Merkezi ve Kıyısal Maine üzerinde yirmi dört, hatta kırk sekiz saat oyalanabilecek bir süpersistem meydana gelecek. Normal olarak, yalnız kutup tundaralarında gördüğünüz biçimde sürüklenme yaratan Hortum ve olağanüstü miktarda kardan söz ediyoruz. Buna bütün bölgedeki elektrik kesilmelerini de ekleyebilirsiniz.
MARTHA
Aman Tanrım.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
Hiç kimse izleyicileri korkutmak istemez. Ben de istemem, ama New England bölgesindeki halkın, özellikle Maine kıyısında ve hemen kıyıya yakın adalarda yaşayanların bu durumu çok ciddiye almaları
gerekmektedir. Önümüzdeki iki veya üç gün, bir bütün kışa yetecek kadar kar almak üzeresiniz.
SES: KAPI ZĐLĐ.
MARTHA o tarafa doğru bakar, sonra tekrar TV’ye döner. Durup HAVA RAPORU SPĐKERĐNĐ izlemek ister, ama yine de fincanını bırakır, yürütecini çeker ve ayağa kalkmaya çabalar.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
Bazen ‘yüzyılın fırtınası’ sözünü fazla kullanıyoruz, ama eğer bu iki fırtına çizgisi biribirine karışırsa ki, şimdi öyle olacağını düşünüyoruz, inanın bana bu söz bir abartı olmayacaktır. Birazdan Judd Parkins fırtına hazırlıkları hakkında konuşacak. Paniklemeyin, yalnız uygulamalar. Ama önce, bu.
Bir reklam girer araya-postayla ısmarlanan Tanrının Cezaları adlı bir video-MARTHA yürütecinin bisiklet gidonu saplan-na yapışmış topallayarak oturma odasını katederken.
MARTHA
Size dünyanın sonunun geldiğini söylerlerse, kahvaltılık tahıl satmak istiyorlardır. Panik yapmayın diyorlarsa, iş ciddidir.
SES: KAPI ZĐLĐ
MARTHA
Elimden geldiğince çabuk geliyorum!
7 ĐÇ: MARTHA’NIN EVĐNĐN GĐRĐŞ HOLÜ-GÜNDÜZ
Yürütece sıkıca tutunarak koridordan yürür. Duvarlarda Little Tall’ın yirminci yüzyılın başlarındaki halinin çekilmiş
ve çizilmiş tuhaf resimleri asılıdır. Koridorun sonunda üst kısmında zarif bir oval cam olan kapalı bir kapı
var. Bu, muhtemelen güneş halıyı soldurmasın diye tül bir perde ile örtülmüş. Tülün üzerinde LINOGE’un başının ve omuzlarının silueti görülüyor.
MARTHA (biraz nefes nefese)
Bekle…nerdeyse geldim…geçen yaz kalçamı kırdım ve hâlâ soğuk melas kadar yavaşım…
Ve HAVA RAPORU SPĐKERĐ devam etmektedir:
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (ses) Maine ve Maritimes’taki halk 1987’de büyük bir fırtına gördü, ama o bir donduran yağmur olayı idi. Bu ondan çok farklı bir olay. Kar küreyiciler gelinceye kadar kürek kullanmayı
aklınıza bile getirmeyin.
MARTHA kapıya ulaşır, adamın başının tül perdedeki siluetine merakla bakar, sonra açar kapıyı. Orda durmaktadır LINOGE. Yüzü bir Yunan ilahının heykeli kadar yakışıklıdır, o da bir heykeldir sanki. Gözleri kapalıdır. Ellerini bastonun üstündeki kurt başının üstünde kavuşturmuştur.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (ses-yukardan)
(devam eder)
Daha önce de söylediğim gibi, tekrar söylüyorum, paniğe neden yoktur: New England’lılar daha önce büyük fırtınalar görmüşlerdir ve yine göreceklerdir. Ama kıdemli hava raporu tahmincileri bile bu birbirine yaklaşan sistemlerin büyüklüğü karşısında biraz şaşkındırlar.
MARTHA, yabancının görüntüsü karşısında biraz şaşırmış-ür-doğal olarak-ama korkmuş değildir. Burası
ne de olsa ada. Ve adada kötü şeyler olamaz. Arada sırada olan fırtına dışında tabii. Buradaki sorun, adamı tanımaması. Adada eğlence mevsimi bitince yabancılar çok ender görülür.
MARTHA Size yardımcı olabilir miyim?
LINOGE (gözleri kapalı)
Günah içinde doğan, toprağa dönüşür. Günah içinde doğan, hadi içeri gel.
MARTHA
Anlayamadım?
Gözlerini açar…ama orada göz yoktur. Göz çukurları KARANLIKLA doludur. Dudakları KOCAMAN, ÇARPIK DĐŞLERĐN üzerinde geri çekilmiştir-bir çocuğun çizdiği canavarın dişlerine benzemektedirler.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (ses-yukardan)
(Devam eder)
Bunlar canavar alçak basınç alanlarıdır. Ve gerçekten geliyorlar mı? Evet, korkarım öyle.
Martha’nın merakı dehşete dönüşmüştür. Çığlık atmak için ağzını açar ve yürüteci elinden kaçırarak geriye doğru sendeler. Düşmek üzeredir.
LINOGE bastonunu havayan kaldırır. HIRLAYAN KURT BAŞI ĐLERĐ DOĞRU UZANMIŞTIR. Kadınla arasındaki yürüteci yakalar ve arkasındaki kapıdan dışarı, verandaya, merdivenlerin yanına fırlatır.
8 ĐÇ: KORĐDOR, MARTHA ĐLE BĐRLĐKTE
Hızla düşer ve ÇIĞLIK ATAR; elleri havada, bakarak;
9 ĐÇ: LINOGE, MARTHA’NIN BAKIŞ AÇISINDAN.
HIRLAYAN BĐR CANAVAR, havaya kaldırdığı bastonuyla, insan bile değil. Arkasında verandayı ve yaklaşmakta olan fırtınayı haber veren beyaz göğü görüyoruz.
10 ĐÇ: MARTHA, YERDE.
MARTHA Lütfen beni incitme!
11 ĐÇ: MARTHA’NIN OTURMA ODASI.
TV’de, şimdi bir masanın önünde ayakta duran JUDD PARKIN var. Masanın üstünde: bir el feneri, piller, mumlar, kibritler, hazır yemekler, bir sürü sıcak tutacak giyecek, portatif radyo, bir cep telefonu, başka gereçler görülüyor. Yanında bu mallara büyülenmiş gibi bakan HAVA RAPORU SPĐKERĐ duruyor.
JUDD
Ama bir fırtına felaket olmak zorunda değil ve bir felaket de trajediye dönüşmeyebilir. Bu düşünceden hareket ederek, sanırım New England’daki izleyicilerimize, bütün belirtilerden olağanüstü bir hava durumu yaratacağı anlaşılan şeye hazırlanmaları için birkaç tavsiyede bulunabiliriz.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ Neler var orada, Judd?
JUDD
Önce sıcak tutacak giysiler. Bu birincisi. Ve kendinize sormalısınız, ‘Pillerim ne âlemde? Portatif bir radyoyu çalıştıracak kadar var mı? Belki de küçük bir TV’yi?’ Ve eğer bir jeneratörünüz varsa, yakıt stokunuzu kontrol etmenizin şimdi zamanı. Beklerseniz…
Bunlar olurken KAMERA SANKĐ ilgisi kalmamış gibi TV’den UZAKLAŞIR. Tekrar koridora gelir. Biz diyalogu kaybederken, daha az sevimli şeyler duymaya başlarız: SESLER: LINOGE’UN BASTONUNUN
KÜT KÜT KÜT SESLERĐ. Sonunda durur. Bir süre SESSĐZLĐK olur, sonra AYAK SESLERĐ. Onlara garip bir sürüklenme sesi eşlik eder, sanki biri tahta tabanda bir iskemle veya bir tabure sürüklemektedir.
JUDD (ses-yukardan) (devam eder)
…çok geç olacaktır.
LINOGE kapıda belirir. Gözleri olağan değildir-dalgın ve rahatsız edici bir mavi-ama MARTHA’NIN
GÖRDÜĞÜ KORKUNÇ SĐYAH BOŞLUK DA değüdir. Yanakları, alnı ve burnunun üstü küçük kan damlacıklarıyla kaplıdır. ÇOK YAKIN ÇEKĐME GĐRER, gözleri bir şeye odaklanmıştır. Yüzünü bir ilgi bakışı biraz ısıtmaya başlar.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ (ses-yukardan)
(devam eder)
Teşekkürler, Judd. Bunlar, New England’daki izleyicilerimizin muhtemelen daha önce dinledikleri akıllıca sözler, ama bu büyüklükte bir fırtına söz konusu olunca, bazı şeyler tekrar edilmelidir.
12 ĐÇ: OTURMA ODASI, LINOGE’UN OMZUNUN ÜSTÜNDEN
TV’ye bakmaktadır.
HAVA RAPORU SPĐKERĐ
Hemen bunun arkasından yerel hava tahmininiz gelecek. Tanrının cezaları 2 diye bir reklam alır yerini-bütün yanardağlar, yangınlar ve 19.99 dolara alabileceğiniz bütün depremler. LINOGE, yine arkası bize dönük bir şekilde, yavaşça MARTHA’nın koltuğuna doğru gider. SÜRÜKLEME SESĐ yeniden başlar, ve koltuğa yaklaşıp vücudunun alt kısmı görüntüye girince, bunun bastonunun ucu olduğunu görürüz. Halı
boyunca kan izi bırakmaktadır. Kurt başının üstünde kenetlenmiş yumruğundan da kan sızmaktadır. Ona kurdun başıyla vurmuştur ve muhtemelen biz şimdi neye benzediğini görmek istemeyiz.
LINOGE orada bir ormanın alevler içinde yok oluşunu gösteren TV’ye bakarak ayakta durmaktadır.
LINOGE (şarkı söyler)
‘Ben küçük bir çaydanlığım, kısa ve tıknaz
Đşte benim kulpum, işte ağız.’
MARTHA’nın iskemlesine oturur. Onun çay fincanını kulpu lekeleyen kanlı eliyle kavrar. Đçer. Sonra kanlı
eliyle bir kurabiye alır ve yutar onu.
LINOGE, JUDD ile MAURA’NIN hava tahmin kanalındaki felaketle ilgili konuşmasını dinlemek üzere arkasına yaslanır.
13 DIŞ: MIKE ANDERSON’IN DÜKKÂNI-GÜNDÜZ
Bu, önünde geniş bir verandası olan eski tip bir markettir. Eğer yaz olsaydı, burada bir sürü şezlong ve onları dolduran yaşlılar olurdu. Şimdiyse, üzerlerinde itinalı bir elle: “SÜPER FIRTINA’YA ÖZEL! HADĐ
FĐYAT KONUŞALIM!” yazılmış, bir sıra kar üfleyici ve kar küreği bulunuyor.
Merdivenlerin iki yanında bir çift ıstakoz tuzağı var ve verandanın damının altından da başkaları sarkıyor.
Garip bir istiridye avlama gereçleri sergisi de görebiliriz. Kapının yanında galoşlar ve san bir muşamba giymiş, yaylı patlak gözler ve kafasına pervaneli (şimdi hareketsiz) bir kep takmış bir manken duruyor. Biri muşambanın altına, oldukça çıkık bir göbek yapacak şekilde bir yastık tıkıştırmış. Plastik ellerin birinde Maine Ürüversitesi’nin bayrağı var. Ötekinde ise bir
kutu bira. Mankenin boynunda bir levha var: GERÇEK ‘ROBBĐE BEALS MARKA’ ISTAKOZ MALZEMESĐ
SATILIĞ BUĞD
ŞEKEĞĐM.
Vitrinde özel etler, balık çeşitleri, kiralık videolar (ESKĐLERĐN ÜÇÜNÜ BĐR DOLARA KĐRALIYORUZ), kilise yemekleri, gönüllü bir yangın departmanı KAN BAĞIŞI ilanı var. En büyük levha kapının üstünde.
Söyle diyor: ÖNÜMÜZDEKĐ 3 GÜN FIRTINA OLAĞANÜSTÜ DURUMU! ‘SIĞINAK BULUN’ ĐŞARETĐ 2
KISA l UZUN. Vitrinlerin üstünde, şimdi yukarı çekilmiş jaluzi tarzında tahta FIRTINA KEPENKLERĐ.
Kapıda üstünde altın harfler olan siyah, eski, çok güzel bir levha: ANDERSON MARKET ADA POSTANESĐ ADA ŞERĐF OFĐSĐ.
BĐRKAÇ KADIN içeri giriyor ve iki kadın da…
OCTAVIA GODSOE ve JOANNA STANHOPE-dışarı çıkıyorlar. TAVIA (kırk beş yaşlannda) ve JOANNA (kırkların sonu, ellilerin başı) dolu erzak torbalarını kavramışlar heyecanlı bir şekilde konuşuyorlar. TAVIA, ROBBIE BEALS mankenine bakıp JOANNA’YI dürtüyor dirseğiyle. Merdivenlerden inerken gülüşüyorlar.
14 ĐÇ: ANDERSON’IN DÜKKÂNI-GÜNDÜZ
Bu çok iyi donatılmış bir dükkân ve birçok yönden 1950’lerin bakkal dükkânlarını çağrıştırıyor. Yerler tahta ve yürürken insana keyif veren bir gıcırdama sesi duyuluyor. Işıklar, zincirlerden sarkan yuvarlak karpuzlardan yayılıyor. Teneke bir tavan var. Ama yine de modern şeyler de var burada. Dijital fiyat okuyucuları olan iki yeni kasa, kasanın arkasında bir
rafta duran bir radyo, bir duvar dolusu kiralık video kaseti ve tepelere yerleştirilmiş güvenlik kameraları.
Arka tarafta nerdeyse dükkânın yansı kadar uzunlukta bir et soğutucu var. Solunda, iç bükey bir aynanın altında, yalnızca KASABA ŞERĐFĐ yazan bir kapı var.
Dükkân çok kalabalık. Herkes gelmekte olan fırtına için stok yapma peşinde.
15 ĐÇ: ET TEZGÂHI
MIKE ANDERSON et deposunun kapısından ÇIKAR (depo, arkada, şerif ofisinin karşısındadır). Otuz beş
yaşlannda yakışıklı bir adamdır. O küçük gülümseme gözlerinin ve dudaklarının yanını hiç terk etmese bile, ölecek kadar yorgun görünmektedir.. .Bu adam yaşamı çok sever ve genellikle onda kendisini eğlendirecek bir şeyler bulur.
Şimdi beyaz kasap giysileri giymekte ve içi parçalanıp paketlenmiş etlerle dolu bir alışveriş arabasını
itmektedir. Üç KADIN ve bir ADAM aynı anda ona doğru gider. Kırmızı spor bir ceket ve yakası yukarı
kalkık siyah bir gömlek giyen ADAM yanına varır.
PEDER BOB RIGGINS
Gelecek çarşamba-haftası fasulye yemeğini unutma Michael, bulabildiğim her şeye ihtiyacım olacak.
MIKE
Orada olacağım… eğer önümüzdeki üç günü atlatabi-lirsek yani.
PEDER BOB RIGGINS Eminim olacağız; Tanrı kullarını korur.
Dışarı çıkar. Arkasında JILL ROICHAUX adında sevimli ufak bir kadın durur, belli ki Tanrı’ya daha az güvenmektedir. MIKE daha onları dağıtmaya bile başlayamadan paketleri elleyip üstlerini okumaya başlar.
JILL
Domuz pirzolası var mı, Michael? Hepsinin satılmadığını sanıyordum, emindim.
Ona ambalajlı bir paket verir. JILL bakar ve ağzına kadar dolu arabasına koyar. Öteki iki kadın, CARLA BRIGHT ve UNDA ST. PIERRE, öteki paketleri karıştırmaktadırlar. CARLA bir şeye bakar, alacak gibidir, sonra tekrar et teşhir dolabının tepsilerinden birinin içine bırakır.
CARLA
Çekilmiş kuzu çok pahalı! Normal kıyman yok mu Michael Anderson?
MIKE
Tamam.
O sözünü bitiremeden uzattığı paketi kapar.
MIKE (devam eder)