ZEKA
Zeka hayatın özünde vardır
Zeka hayatın doğal bir niteliğidir.
Tıpkı ateşin sıcak olması
Ve havanın görünmez olması
Ve suyun aşağı doğru akması gibi
Hayat da zekidir.
ÖNSÖZ
ZEKÂ SENİN DÜŞÜNDÜĞÜN ŞEY DEĞİLDİR
İlk olarak entelektüelliğin zekâ olmadığını çok iyi bilmelisin. Entelektüel olmak sahtedir; o zekâya öykünür. O gerçek değildir çünkü o senin değildir, ödünç alınmıştır. Zekâ içsel bilincin gelişmesidir. Onun bilgiyle hiçbir alakası yoktur, onun meditasyon halinde olmakla ilgisi vardır. Zeki bir kişi geçmiş deneyimlerine dayanarak hareket etmez; o şimdiki zamanın içinde hareket eder. O tepki vermez, o yanıt verir. Bu nedenle o hiçbir zaman tahmin edilemeyendir; onun ne yapmakta olduğundan kimse hiçbir zaman emin olamaz.
Bir Katolik, bir Protestan ve bir Musevi az önce altı ay ömrü kaldığını öğrendiğini söyleyen bir arkadaşları ile konuşuyorlardı.
“Siz ne yapardınız,” diye Katolik olana adam sordu, “şayet doktorunuz yaşamak için altı ayınız olduğunu söyleseydi?”
“Ah!” dedi Katolik. “Bütün mal varlığımı kiliseye bağışlardım, her Pazar ayine katılırdım ve düzenli olarak benim Hail Marys’imi söylerdim.”
“Ve sen?” diye sordu Protestan’a.
“Her şeyi satardım ve bir gemi ile dünya turuna çıkardım ve çok iyi vakit geçirirdim!”
“Ve sen?” diye sordu Musevi’ye. “Ben mi? Başka bir doktora giderdim.”
Zekâ budur
DOĞANIN BiR ARMAĞANI ZEKÂ
Zekâ hayatın özünde vardır. Zekâ hayatın doğal bir niteliğidir. Tıpkı ateşin sıcak olması ve havanın görünmez olması ve suyun aşağı doğru akması gibi hayat da zekidir.
Zekâ bir kazanım değildir. Sen zeki doğdun. Ağaçlar kendi tarzında zekidir, kendi hayatları için yeterli zekâları vardır. Kuşlar zekidir, hayvanlar da öyledir. Aslında dinlerin Tanrıdan kastettikleri tek şey evrenin zeki olduğu, her yerde gizlenmiş bir zekâ olduğudur.
Sadece insan aptallaşmıştır. İnsan doğanın doğal akışını tahrip etmiştir. İnsan haricinde aptallık yoktur. Sen hiç aptal diye niteleyebileceğin bir kuş gördün mü? Hiç, ahmak olarak adlandırabileceğin bir hayvan gördün mü? Hayır, bu tip şeyler sadece insanın başına gelir. Bir şeyler yanlış gitmiştir. İnsanın zekâsı tahrip edilmiş, kötüye kullanılmış, sakatlanmıştır.
Ve meditasyon bu tahribatın silinmesinden başka bir şey değildir. Şayet insan kendi başına bırakılacak olursa meditasyona ihtiyaç kalmayacaktır. Eğer din adamı ve politikacı insanın zekâsına müdahale etmezse, hiçbir meditasyona ihtiyaç kalmayacaktır. Meditasyon ilaç gibidir; önce hastalığı yaratmak zorundasın. Ondan sonra meditasyona ihtiyaç duyulur. Hastalık yoksa meditasyona gerek yoktur. Ve ilaç (medicine) ve meditasyonun (meditation) aynı kökenden gelmesi rastlantısal değildir. O ilaç gibidir.
Her çocuk zeki doğar ve çocuk doğduğu anda üzerine çullanıp onun zekâsını yok etmeye başlarız çünkü zekâ politik yapı için, toplumsal yapı için, dinsel yapı için tehlikelidir. O Papa için tehlikelidir, o din adamı için tehlikelidir, o lider için tehlikelidir. O statüko için, kurumsal olan için tehlikelidir. Zekâ doğal olarak asidir. Zekâ hiçbir köleliğe zorlanamaz. Zekâ son derece kendine güvenir, bireyseldir. Zekâ mekanik bir taklide indirgenemez.
İnsanlar karbon kağıdından kopyalara dönüştürülmek zorundadır; onların orijinallikleri yok edilmek zorundadır, aksi taktirde dünyada var olan tüm saçmalıklar mümkün olmazdı. Bir lidere ihtiyaç duyarsın çünkü en baştan aptallaştırılmış durumdasın; yoksa hiçbir lidere ihtiyaç olmazdı. Niçin birisini izleyesin? Kendi zekânı izleyeceksin. Şayet birisi bir lider haline gelmek isterse, o zaman tek bir şeyin yapılması gerekir: Bir şekilde zekân yok edilmek zorundadır. Köklerine kadar sarsılmak zorundasın, korkutulmak zorundasın. Kendine güvenemez hale sokulmak zorundasın; bu bir zorunluluktur. Ancak o zaman lider devreye girebilir.
Eğer zeki isen, kendi problemlerini kendin çözeceksin. Zekâ tüm problemleri çözmek için yeterlidir. Aslına bakarsan hayatta yaratılan problemler ne olursa olsun, tüm bu sorunlardan daha fazla zekâya sahipsin. O doğa tarafından sunulmuştur, bir armağandır. Ancak hükmetmek, yönetmek isteyen hırslı insanlar vardır; hırs sahibi deliler vardır: onlar sende korku yaratırlar. Korku pas gibidir: O tüm zekâyı yok eder. Şayet birisinin zekâsını yok etmek istersen, ihtiyaç duyulan ilk şey korku yaratmaktır: Cehennemi yarat ve insanların ondan korkmasını sağla. İnsanlar cehennemden korkar hale geldiğinde gidip din adamının önünde eğileceklerdir. Din adamını dinleyeceklerdir. Din adamının dediklerine kulak asmazlarsa cehennem ateşiyle yüzleşeceklerdir; normal olarak korkarlar. Kendilerini cehennem ateşinden korumak zorundalar ve din adamına ihtiyaç duyulur. Din adamı bir zorunluluk haline gelir.
İki iş ortağı olan iki adam hakkında bir şeyler duymuştum. İşleri çok kendine hastı ve ülkeyi dolaşırlardı. Ortaklardan birisi bir kasabaya gider ve insanların pencerelerine zift fırlatır ve sabaha doğru da ortadan kaybolurdu. Bir iki gün sonra diğeri gelirdi. İnsanların pencerelerinden ziftleri temizlemeyi önerirdi. Ve insanlar da elbette ödeme yapardı; ödemek zorundaydı. Onlar aynı işte ortaktılar. Birisi zararı verirdi, diğeriyse onu gidermeye gelirdi.
Korku yaratılmak zorunda, hırs yaratılmak zorunda. Zekâ açgözlü değildir. Zeki bir adamın asla açgözlü olmadığını bilmek seni şaşırtacaktır. Açgözlülük zeki olmamanın parçasıdır. Yarın için biriktirirsin çünkü yarın hayatının üstesinden gelebileceğine güvenmezsin, öyle olmasa biriktirmek niye? Cimrileşirsin, açgözlü hale gelirsin çünkü yarın senin zekânın hayatla başa çıkmak için yeterli olup olmayacağını bilmiyorsun. Kim bilebilir? Zekân hakkında kendine güvenmiyorsun, o nedenle de biriktiriyorsun, açgözlü oluyorsun. Zeki bir kimse korkmaz, açgözlülük yapmaz.
Korku ve açgözlülük birlikte var olur; bu yüzden de cennet ve cehennem kol kola gider. Cehennem korkudur, cennet de açgözlülük. İnsanlarda korku yarat ve insanlarda açgözlülük yarat; onları mümkün olduğunca açgözlü yap. Onları o kadar açgözlü yap ki hayat onları tatmin edemesin, o zaman onlar din adamına ve lidere gideceklerdir. O zaman onlar içinde aptalca arzular ve ahmakça fantezilerinin yerine getirileceği gelecekteki bir hayatın hayallerini kurmaya başlayacaklardır. Şuna bir bak; mümkün olmayanı istemek zeki olmamaktır.
Zeki bir kimse mümkün olanın içinde mükemmelen tatmin olmuş vaziyettedir. Muhtemel olan için çalışır; hayır, o asla imkânsız olan ve de muhtemel olmayan için çalışmaz. O hayata ve onun sınırlamalarına bakar. O bir mükemmeliyetçi değildir. Mükemmeliyetçi birisi nevrotiktir. Bir mükemmeliyetçiysen nevrotik hale geleceksin.
Mesela bir kadını seviyorsan ve ondan kesin sadakat istersen, çıldıracaksın ve o da çıldıracaktır. Bu mümkün değildir. Kesin sadakat onun başka bir erkeği aklına bile getirmeyeceği, hayalini dahi kurmayacağı anlamına gelir; bu mümkün değildir. Sen kimsin? Niçin o sana âşık oldu? Çünkü sen bir erkeksin. Eğer o sana âşık olabiliyorsa niçin başkalarını düşünemesin? Bu olasılık açık kalır. Ve şayet yanından yürümekte olan güzel bir kişi görürse ve onda arzular kabarırsa bununla nasıl başa çıkacak? “Bu adam güzel” demek dahi arzudur; arzu içeri girmiştir. Sen bir şeye, sadece sahip olmaya, keyif almaya değer bulduğun zaman güzel dersin. Kayıtsız değilsin.
Şimdi eğer —insanların istediği gibi— kesin bir sadakat istersen, o zaman çatışma olması kaçınılmazdır ve sen şüphe içerisinde kalırsın. Ve sen şüphe içerisinde kalacaksın çünkü kendi zihnini de biliyorsun; sen başka kadınları düşünüyorsun, o yüzden kadının başka erkekleri düşünmediğine nasıl güvenebilirsin? Sen ne düşündüğünü biliyorsun o yüzden de onun da aynı şeyi düşündüğünü biliyorsun. Şimdi güvensizlik, çatışma, mutsuzluk ortaya çıkar. İmkânsız bir arzu yüzünden mümkün olan bir aşk imkânsız hale gelmiştir.
İnsanlar yapılamayacak şeyler ister. Gelecek için güvence istersin ki bu imkânsızdır. Sen gelecek için kesin bir güvence istersin. Bu garanti edilemez; bu hayatın doğasında yoktur. Zeki bir insan bunun hayatın doğasında olmadığını bilir. Gelecek açık kalır; banka batabilir, karın birisi ile kaçabilir, kocan ölebilir, çocukların beş para etmeyebilir. Geleceği kim bilebilir? Hasta düşebilirsin, sakat kalabilirsin. Kim geleceği bilebilir?
Gelecek için güvence istemek sürekli korku içinde kalmak demektir. Güvence olası değildir, o yüzden de güvencesizlikten korktuğunda korkun yok edilemez. Korku orada olacak titriyor olacaksın ve bu sırada şimdiki an ıskalanıyor olacak. Gelecek için güvence arzusuyla mümkün olan tek hayatı, şimdiyi yok ediyorsun. Ve giderek daha çok ve daha çok sarsılacak, korkacak, açgözlü hale geleceksin.
Bir çocuk doğar; bir çocuk çok çok açık bir olgudur. Son derece zekidir. Ancak biz onun üzerine çullanırız, onun zekâsını mahvetmeye başlarız. Onda korku yaratmaya başlarız. Sen ona eğitim de, sen ona çocuğa hayatla başa çıkma kabiliyeti vermek de. O korkusuzdur ve sen onda korku yaratıyorsun.
Ve senin okulların, kolejlerin, üniversitelerin; onların hepsi onu daha da çok aptal yapıyor. Onlar ahmakça şeyler talep ederler. Onlar ezberlenmesi gereken aptalca şeyler talep ederler ki bu şeyler çocuk ve onun doğal zekâsı için hiçbir anlam ifade etmez. Ne için? Çocuk bir anlam veremez. Ne için tüm bu şeyler kafasının içine doldurulur? Ancak üniversite der ki, kolej der ki, ev, aile, onun iyiliğini isteyenler der ki, ” Doldur! Şimdi bilmiyorsun ama sonra ne için ihtiyaç duyulduğunu bileceksin.”
Tarihi doldur, insanların başka insanlara yapmış olduğu saçmalıkları, tüm çılgınlıkları çalış! Ve çocuk için hiçbir şey ifade etmez. İngiltere’yi belirli bir kralın şu tarihten bu tarihe yönetmiş olması neyi değiştirir? Ancak o bu aptalca şeyleri ezberlemek zorundadır. Doğaldır ki onun zekâsı giderek daha çok ağırlaşır, sakatlanır. Giderek daha çok ve daha çok zekâsının üzerinde toz birikir. Bir kimse üniversiteden geri döndüğünde zeki değildir; üniversite işini yapmıştır. Bir kimsenin üniversiteden mezun olup da hâlâ zeki kalabilmesine çok ender rastlanır. Çok az insan üniversiteden kaçmayı, ondan sakınmayı, üniversiteyi geçtiği halde zekâsını korumayı başarabilmiştir, çok ender olmuştur bu. O seni mahvetmek için o kadar büyük bir mekanizmadır ki.
Eğitildiğin an zekânı yitirmişsindir.
Bunu göremiyor musun? Eğitilmiş insan çok aptalca davranır. Hiçbir zaman eğitim görmemiş ilkel insanlara git ve saf bir zekânın işlemekte olduğunu göreceksin.
Bir gün bir kadın bir kutuyu açmaya çalışıyordu ve bunu nasıl yapacağını bulamamıştı. O yüzden de gidip bir yemek kitabına baktı. Kitaba bakana kadar aşçı onu açmıştı bile. Geri döndüğünde şaşırdı. Aşçıya, “Onu nasıl açtın?” diye sordu.
“Hanımefendi, okumayı bilmiyorsanız zekânızı kullanmak zorunda kalırsınız” dedi.
Evet doğru. Okumayı bilmiyorsan zekânı kullanmak zorunda kalırsın. Başka ne yapabilirsin? Okumaya başladığın an zeki olmana gerek yoktur, kitaplar icabına bakar. (….)Bunu hiç gözlemledin mi? Bir kimse daktilo ile yazmaya başladığında el yazısı kaybolur; o zaman onun el yazısı artık güzel olmaz. Buna ihtiyaç yoktur: daktilo gerekeni yapar. Eğer cebinde bir hesap makinesi taşıyacak olursan tüm matematiği unutacaksın; ihtiyaç yoktur. Er ya da geç herkes küçük bilgisayarlar taşıyor olacak. Bir Britannica ansiklopedisinden tüm bilgiye sahip olacaklar ve o zaman senin pek de zeki olmana ihtiyaç kalmayacak; bilgisayar ne gerekiyorsa yapacak.
İlkel insanlara, eğitilmemiş insanlara, köylülere git ve ince bir zekâ bulacaksın. Evet, onlar pek de bilgili değiller, bu doğrudur. Onlar bilgiyle dolu değildir, bu doğru; ancak onlar son derece zekidir. Onların zekâsı etrafında duman olmayan bir alev gibidir.
Toplum insanoğluna —belirli amaçlar uğruna— yanlış bir şey yapmıştır. O senin köle olmanı ister, o senin her zaman korkmanı ister. O senin her zaman açgözlü olmanı ister, o senin her zaman hırslı olmanı ister, o senin her zaman rekabetçi olmanı ister. O senin sevgi dolu olmamanı ister, o senin nefret ve öfkeyle dolu olmanı ister. O senin zayıf, taklitçi —karbon kağıdından kopyalar olarak— kalmanı ister. O senin orijinal ve özgün ve asi olmanı istemez, hayır. Bu nedenle senin zekân yok edilmiştir.
Meditasyon sadece toplumun yapmış olduğunu silmek için gereklidir. Meditasyon negatiftir: O basitçe zararı yok eder, hastalığı ortadan kaldırır. Ve bir kez hastalık gittiğinde senin esenliğin kendi kendine ortaya çıkar.
Geçen yüzyılda bu çok ileri gitti: Evrensel eğitim tam bir felaketti. Ve unutma ben eğitime karşı değilim, ben bu eğitime karşıyım. Senin zekânın keskinleşmesine yardımcı olabilecek, onu yok etmeyecek; onu gereksiz bilgi ile doldurmaktansa onun daha taze ve genç olup daha çok ışıldamasına yardımcı olabilecek farklı bir eğitim olasılığı mevcuttur.
Bu eğitim sana sadece ezberleme yetisi sağlar. O eğitim sana daha çok netlik sağlayacak. Bu eğitim senin yaratıcılığını yok eder. O eğitim senin daha çok yaratıcı olmana yardımcı olacak.
Örneğin, benim dünyada olmasını istediğim eğitim çocuğun tek tip cevap vermesini gerektirmeyecek. O tekrarı, ezberi desteklemeyecek. Uydurulan cevap kopya edilen cevap kadar doğru olmasa da, eski bir probleme yeni bir cevap getiren çocuğu yine de takdir edecek. Mutlaka çocuğun cevabı Sokrat’ın cevabı kadar doğru olmayacaktır; doğal olarak küçük bir çocuğun cevabı Albert Einstein’ınki kadar kesin olmayacaktır. Fakat çocuğun cevabının Albert Einstein’ınki kadar doğru olmasını istemek aptalcadır. Şayet çocuk yaratıcı ise o doğru yönde hareket ediyor; bir gün çocuk bir Albert Einstein olacaktır. Eğer o doğal olarak yeni bir şey yaratmaya çalışıyorsa, sınırları olacaktır ama onun sırf yeni bir şey yaratma çabası takdir edilmeli, onurlandırılmalıdır.
Eğitim rekabetçi olmamalıdır. İnsanlar birbirlerini yargılamamalıdır. Rekabetçilik, çok saldırgan ve yok edicidir. Birisi matematikte iyi değil ve sen onu sıradan olarak adlandırıyorsun. Ve o marangozlukta iyi olabilir ama hiç kimse buna bakmaz. Birisi edebiyatta iyi değildir ve sen onu aptal olarak adlandırırsın; ve o müzikte dansta iyi olacaktır.
Gerçek bir eğitim, insanların, içinde tamamen canlı olabilecekleri kendi hayatlarını bulmalarına yardım edecek. Şayet bir çocuk bir marangoz olmak için doğduysa, o halde onun yapacağı doğru şey budur. Ona başka herhangi bir şey dayatacak kimse olmamalıdır. Bu dünya, şayet bir çocuğun kendisi olmasına izin verilir, her yönden destek olunur, yardım edilirse ve hiç kimse karışmazsa muhteşem, zeki bir dünya haline gelebilir. Aslında, çocuğa kimse müdahale etmez. Şayet bir çocuk dansçı olmak isterse bu iyi bir şeydir; dansçılara ihtiyaç vardır. Dünyada çok fazla dansa ihtiyaç vardır. Çocuk bir şair olmak isterse iyidir. Pek çok şiire ihtiyaç vardır; asla yeterli değildir. Şayet çocuk bir marangoz ya da bir balıkçı olmak isterse bu son derece iyi bir şeydir. Bir başkan ya da başbakan olmaya ihtiyaç yoktur. Aslında çok daha az insan bu tip hedeflerle ilgilenecek; bu bir kutsanmışlık olacak.
Şu an her şey alt-üst olmuş durumda. Marangoz olmak isteyen kişi bir doktor olmuştur; doktor olmak isteyen birisi marangoz olmuştur. Herkes başka birisinin yerinde, o yüzden de bu kadar aptallık var. Herkes başkasının işini yapıyor. Bunu bir kez görmeye başladın mı insanların neden aptalca davrandıklarını anlayacaksın.
Hindistan’da bizler çok derin meditasyon yapmaktayız ve bir sözcük bulduk: Swadharma, kendi doğan. Bu geleceğin dünyası için en muhteşem ipucunu taşır. Krishna, Swadharma nadharum shreyah; “kendi doğanın içinde, kendi doğanı izleyerek ölmek iyidir” demiştir. Per dharmo bavaha baha; “başka birisinin doğası çok tehlikelidir.” Bir taklitçi haline gelme.
Sırf kendin ol.
Bili her zaman geyik avına çıkmak istemişti, o nedenle de yeterli parayı biriktirdi ve kuzey ormanlarına gitti. Orada gerekli ekipmanlarla donandı. Ve dükkân sahibi ona memleketin en iyi geyik çağıranı Pierre’i, kiralamasını önerdi.
“Bu doğru,” dedi dükkân sahibi, “Pierre pahalıdır ama onun çağırışında hiçbir geyiğin dayanamadığı seksi bir nitelik vardır.”
“Bu nasıl oluyor?” diye sordu Bill.
“Hmm, Pierre 300 km ötedeki bir geyiği görünce ellerini ağzına kapatıp ilk çağrıyı yapar. Geyik bunu duyduğunda arzu ile heyecanlanacak ve 200 km yaklaşacak. O zaman Pierre biraz daha cilve katarak yeniden çağıracak ve geyik yüz kilometrelik mesafeye meraklı bir heyecan ile gelecek. Bu sefer Pierre, şehvetle kabarmış arzularıyla onu size yirmi beş metre mesafeye kadar getirecek olan çağrısına gerçekten seksi bir davet ekleyip biraz da uzatacak. İşte dostum, bu an sizin nişan alıp ateş etmeniz gereken andır.”
“Varsayalım ıskaladım?” diye merak etti Bill.
“Oh, bu çok berbat bir şey olurdu!” dedi diğeri.
“Ama niye?” diye sordu Bill.
“Çünkü o zaman zavallı Pierre çiftleşmiş olur.”
İşte insanın başına gelmiş olan da budur; taklit etmek, taklit etmek. İnsan kendi gerçeğinin vizyonunu tamamen unutmuştur. Zen insanları der ki: Orijinal yüzünü ara. Kendine has olanın ne olduğunu bul. Sen kimsin? Kim olduğunu bilmezsen her zaman bir kazaya uğrayacaksın; her zaman. Hayatın uzun bir kazalar silsilesi olacak ve her ne olursa olsun hiçbir zaman tatmin edici olmayacak. Tatminsizlik hayatının yegâne tadı olacak.
Bunu etrafında görebilirsin. Niçin bu kadar çok insan böylesine donuk, sıkıntılı bir şekilde gün dolduruyor gibi görünür? Yerine koyamayacakları son derece değerli zaman geçiyor ve sanki ölümü beklermiş gibi büyük bir yavanlıkla geçiyor. Bunca insana ne oldu böyle? Neden ağaçlarınki gibi bir tazeliğe sahip değiller? Niçin insanlar kuşların sahip olduğu şarkıların aynısına sahip değil? İnsanoğluna ne oldu? Tek bir şey olmuştur: İnsan taklit etmektedir. İnsan başka birisi olmaya çalışmaktadır. Kimse yuvasında değil. Herkes başkasının kapısını çalmakta; o yüzdendir ki tatminsizlik, yavanlık, sıkıntı, keder var.
Zeki bir insan bedeli ne olursa olsun sadece kendisi olmaya çalışacaktır. Zeki bir insan asla kopyalamayacaktır, asla taklit etmeyecektir. Asla tekrar etmeyecektir. Zeki bir kişi sırf kendi içsel çağrısını dinleyecektir. Risk ne olursa olsun kendi varlığını dinleyecek ve onun gerektirdiği gibi hareket edecektir.
Risk vardır! Başkalarını taklit ettiğinde daha az risk vardır. Kimseyi kopyalamadığında yalnız kalırsın; risk vardır! Ancak hayat sadece tehlike ile yaşayanların başına gelir. Hayat yalnızca maceracı, cesur, neredeyse çılgın olanların başına gelir; hayat sadece onların başına gelir. Hayat kayıtsız insanların başına gelmez.
Zekâ kendi varlığına güvenmek demektir. Zekâ maceradır, heyecandır, coşkudur. Zekâ şu anı yaşamaktır, geleceğin peşinden koşmak değildir. Zekâ geçmişi düşünmek değildir, geleceği umursamak değildir; artık geçmiş yoktur gelecekse henüz gelmemiştir. Zekâ mevcut olan şimdiki anı en üst seviyede kullanmaktır. Gelecek onun içinden çıkacaktır. Şayet şu an zevkle ve coşku ile yaşanmışsa, gelecek olan an da onun içerisinden çıkacaktır. Doğal olarak daha fazla coşku getirecek ama onun için endişelenmeye hiç gerek yok. Şayet benim bu günüm altından ise yarınım daha da altın olacak. O nereden gelecektir? O bugünden yeşerecektir.
Şayet bu hayat bir kutsama olmuşsa, gelecek hayatım daha da yüksek bir kutsama olacaktır. O nereden gelecektir? O benim içimden, benim yaşanmış deneyimlerimden yeşerecektir. O halde zeki bir insan cehennem ve geçmişle ilgilenmez, ölümden sonraki yaşamla ilgilenmez, hatta Tanrı ile de ilgilenmez, ruh ile ilgilenmez. Zeki bir insan basitçe zeki bir şekilde yaşar ve Tanrı ve ruh ve cennet ve Nirvana hepsi doğal olarak meydana gelir.
Sen inançlarınla yaşıyorsun; inanç aptallıktır. Bilerek yaşa; bilmek zekâdır. Ve zekâ ise meditasyondur.
Aptal insanlar da meditasyon yapar ancak onlar kesinlikle aptalca bir şekilde meditasyon yapar. Onlar her Pazar bir saatliğine kiliseye gitmeleri gerektiğini düşünürler; bu bir saatin dine adanması gerekir. Bu din ile akıllıca olmayan bir şekilde ilişki kurmaktır. Kilisenin bununla ne alakası var? Senin gerçek hayatın bu altı günün içerisinde. Pazar günü senin gerçek günün değil. Altı gün boyunca dindar olmayan bir şekilde yaşayacaksın ve sonra da kiliseye sadece bir iki saatliğine mi gideceksin? Sen kimi kandırmaya çalışıyorsun? Tanrı’yı senin inançlı biri olduğuna inandırmaya çalışmak…
Yahut biraz daha çok çalışkansan o zaman her gün sabahları yirmi dakika, akşamları yirmi dakika transandantal meditasyon yaparsın. Gözler kapalı oturur ve bir mantrayı aptal bir şekilde —Om, Om, Om— diye tekrar edersin. Hatta bu, zihni daha çok donuklaştırır. Bir mantrayı mekanik bir şekilde tekrar etmek senin zekânı azaltacaktır. O sana zekâ vermez, o ninni gibidir.
Yüzlerce asırdır anneler bunu bilir. Ne zaman bir çocuk huzursuzsa ve uyumak istemezse anne gelir ve bir ninni söyler. Çocuk sıkılır ve çocuk kaçamaz. Nereye gidebilir ki? Anne onu yatakta tutuyor. Tek kaçış uykudadır. O nedenle uykuya dalar; basitçe teslim olur. Der ki, “Şimdi uyanık olmak çok aptalca çünkü annem çok sıkıcı bir şey yapıyor, tek bir satırı tekrar edip duruyor.”
Çocuklar uykuya dalmadığında annelerin ve büyükannelerin çocuklara anlattığı öyküler vardır. Bu öykülere bakacak olursan sürekli tekrar eden belirli bir kalıp olduğunu göreceksin. Daha geçen gün, tam o an canı uyumak istemediği için uyumayan küçük bir çocuğa büyükannesi tarafından anlatılmış bir öyküyü okuyordum. Onun zekâsı mükemmelen uyanık olduğunu söylüyor ama büyükanne onu zorluyor. Kadının yapacak işleri var; çocuk önemli değil.
Çocukların kafası çok karışıktır, her şey çok saçma görünür. Onlar sabah uyumak istediklerinde herkes onları uyandırmaya çalışır. Onlar uyumak istemediğinde ise herkes onları uyumaya zorlar. Kafaları çok karışır. Bu insanların nesi var? Uyku geldiğinde iyidir; zekâ budur. Gelmiyorsa uyanık kalmak son derece iyidir.
Şimdi bu büyükanne bir hikâye anlatıyor. Başlangıçta çocuk ilgili halde kalır ama yavaş yavaş… Hangi zeki çocuk olursa olsun sıkılacaktır, yalnızca aptal çocuk sıkılmayacaktır.
Öykü şudur:
Bir adam uyuyakalır ve rüyasında çok büyük bir sarayın önünde durduğunu görür. Ve bu sarayda bin bir tane oda vardır. O bir odadan diğerine gider —bin tane oda— sonra en son odaya ulaşır. Ve orada güzel bir yatak vardır, yatağın üzerine düşüverir, uykuya dalar ve rüyasında… bin bir tane odası olan büyük bir sarayın kapısında durduğunu görür. O zaman adam bin tane odanın içine girer en sonunda bin birinci odaya ulaşır. Yine orada güzel bir yatak vardır ve adam uykuya dalar… ve bir sarayın önünde durduğunu rüyasında görür… Bu böyle sürer gider!
Şimdi bir çocuk ne kadar süre ile uyanık kalabilir? Sırf sıkıntıdan çocuk uykuya dalar. O der ki, “Artık bitsin!”
Bir mantra da aynı şeyi yapar. “Ram, Ram… Om, Om… Allah, Allah” ya da herhangi bir şeyi tekrarlarsın. Tekrar eder durursun, tekrar eder durursun. Artık iki iş yapıyorsun: hem büyükannenin hem de çocuğun işini. Senin zekân çocuğunki gibi ve senin mantrayı öğrenmen ise büyükanneninki gibi. Çocuk seni durdurmaya çalışır, başka şeylerle ilgilenmeye başlar, güzel şeyleri; güzel kadınları, güzel manzaraları düşünür. Ama sen onu suçüstü yakalarsın ve tekrar “Om, Om, Om” a geri getirirsin. Yavaşça ve yavaşça içindeki çocuk mücadele etmenin anlamsız olduğunu hissetmeye başlar; içindeki çocuk uykuya dalar.
Evet, mantra sana belirli bir uyku verir: o kendi kendine hipnoz yaptığın bir uykudur. Şayet uyku senin için zor ise bunda yanlış bir şey yoktur. Şayet uykusuzluk çekiyorsan bu iyidir. Ancak bunun maneviyatla hiçbir alakası yoktur; bu son derece zeki olmayan bir meditasyon yöntemidir.
O halde zekice meditasyon yapma yöntemi nedir? Zekice olan yöntem yaptığın her şeye zekâ katmaktır. Yürüyorsun, zekice, farkındalıkla yürü. Bir şey yiyorsun, zekice, farkındalıkla ye. Hiç zeki bir şekilde yediğini hatırlıyor musun? Hiç yediğin şey hakkında düşündün mü? Besleyici mi? Onun besin değeri var mı yoksa kendini hiç beslemeden dolduruyor musun?
Hiç yaptığın şeyleri izledin mi? Sürekli sigara içiyorsun. O zaman zekâya ihtiyaç vardır; ne yapıyorsun? Sadece dumanı içine çekiyor ve dışarı atıyorsun ve aynı zamanda ciğerlerini mahvediyorsun. Ve gerçekten ne yapıyorsun? Paranı boşa harcıyorsun, sağlığını boşa harcıyorsun. Sigara içerken, yemek yerken zekâ kat. Erkeğinle ya da kadınınla sevişmeye gittiğinde zekâ götür. Ne yapıyorsun? Gerçekten hiç sevgin var mı? Bazen sadece alışkanlıktan sevişirsin. O zaman o çirkindir, ahlaksızcadır. Sevgi son derece bilinçli olmak zorundadır, ancak o zaman o bir duaya dönüşür.
Kadınınla sevişiyorken tam olarak ne yapıyorsun? Kadının bedenini senin için çok fazla hale gelen enerjiyi dışarı atmak için mi kullanıyorsun? Yoksa kadına saygı gösteriyor, seviyor musun, bu kadına hürmet ediyor musun?
Ben bunu görmüyorum. Kocalar karılarına saygı duymuyor, onları kullanıyorlar. Kadınlar kocalarını kullanıyor, onlara saygı duymuyorlar. Eğer hürmet sevginin içinden yeşermiyorsa o zaman bir yerlerde zekâ eksik demektir. Böyle olmadığında diğerine çok derinden şükran duyacaksın ve sevişmen çok muhteşem bir meditasyona dönüşecek.
Her ne yapıyorsan onun içine zekânın niteliklerini kat. Zeki bir şekilde yap: meditasyon budur. Zekâ hayatının her yerine yayılmak zorunda. Bu Pazar gününe ait bir şey değil ve onu yirmi dakikalığına yapıp sonra da unutamazsın. Zekâ tıpkı nefes alıp vermek gibi olmalı. Her ne yapıyorsan —küçük, büyük, yerleri temizlemek, her ne ise— zeki bir şekilde ya da aptalca yapılabilir. Ve biliyorsun ki onu zeki bir şekilde yapmadığında hiç keyif yoktur; bir görev yerine getiriyorsun, bir şekilde onun ağırlığını taşıyorsun.
Bir gün bir kilise okulunun dokuzuncu kızlar sınıfında tüm sınıf Hıristiyan sevgisini ve bunun onlar için hayatlarında ne anlama geldiğini işliyorlardı. En sonunda Hıristiyan sevgisinin, “hoşlanmadığın birisi için sevilecek şeyler yapmak” anlamına geldiğinde karar kıldılar. Çocuklar son derece zekidir. Onların vardığı sonuç mükemmel bir şekilde doğrudur. Sonuçta Hıristiyan sevgisinin, “hoşlanmadığın birisi için sevilecek şeyler yapmak” anlamına geldiğine karar verdiler.
Öğretmen hafta boyunca bu kavramı test etmelerinin iyi olabileceğini öğütledi. Sonraki hafta geri döndüklerinde öğretmen neler olduğunu anlatmalarını istedi. Bir kız elini kaldırıp “Ben bir şey yaptım” dedi.
Öğretmen, “Harika! Ne yaptın?” diye sordu.
“Hımm,” dedi kız, “matematik dersimde şu iğrenç kız var…”
“İğrenç…?”
“Evet biliyorsunuz… iğrenç. Onun üç tane başı var ve onun tüm parmakları baş parmak ve onun üç tane sol ayağı var ve ne zaman okulun koridorlarına inse herkes, ‘yine şu iğrenç kız geldi’ der. Onun hiç arkadaşı yok ve kimse onu partiye davet etmiyor ve biliyorsunuz işte oiğrenç.”
Öğretmen, “Galiba ne demek istediğini biliyorum. Peki sen ne yaptın?”
“Hmm, Bu iğrenç kız benim matematik dersimdeydi ve çok zorda kalmış gibiydi. Ben matematikte oldukça iyiyim o yüzden de ona ödevinde yardım etmeyi önerdim.”
“Harika,” dedi öğretmen. “E sonra ne oldu?”
“Şey, ona yardım ettim ve çok eğlenceli idi ve o bana nasıl teşekkür edeceğini bilemedi ama şimdi de ondan kurtulamıyorum!”
Eğer bir şeyi sırf görev için yapıyorsan —sevmiyorsan ve sadece görev olarak yapıyorsan— er ya da geç yakalanacaksın ve ondan kurtulmakta zorluk çekeceksin. Sadece yirmi dört saat boyunca bir gününü izle, sana zevk vermeyen, seni geliştirmeyen kaç tane şey yapıyorsun, aslında onlardan kurtulmak istiyorsun. Eğer hayatında gerçekten kurtulmak istediğin çok fazla şey yapıyorsan aptalca yaşıyorsun demektir.
Zeki bir insan hayatını doğallığın, sevginin, coşkunun şiirselliğine sahip olacak şekilde düzenler. Bu senin hayatın ve eğer kendine karşı yeterince nazik değilsen sana kim nazik davranacak? Şayet hayatını mahvediyorsan bundan kimse sorumlu değildir.
Ben sana kendine karşı sorumlu olmayı öğretiyorum; bu senin en öncelikli sorumluluğundur. Her şey ondan sonra gelir. Sen kendi dünyanın, kendi varoluşunun tam merkezisin. O yüzden zeki ol. Zekânın niteliklerini taşı. Ve sen zeki hale geldikçe hayatına daha çok zekâ taşıma kapasiten de yükselecek. Her bir an zekâ ile o kadar ışık saçabilir ki… Hiçbir dine ihtiyaç yok, meditasyona ihtiyaç yok, kiliseye gitmeye ihtiyaç yok, tapınağa gitmeye ihtiyaç yok, fazladan hiçbir şeye ihtiyaç yok. Hayat doğası gereği zekidir. Sadece bütün olarak, uyum içerisinde, farkındalıkla yaşa ve diğer her şey güzel bir şekilde onu takip eder. Kutlama halindeki bir hayat zekânın ışıltısının peşinden gider.
KALBİN ŞİİRSELLİĞİ
Kafanın zekâsına zekâ bile denemez; o bilgili olmaktır. Kalbin zekâsı ise zekâdır, mevcut olan yegâne zekâdır. Kafa yalnızca bir toplayıcıdır. O her zaman eskidir, o asla yeni değildir, hiçbir zaman orijinal değildir. O belirli amaçlar için iyidir: Dosyalamak için mükemmeldir! Ve hayatta kişi buna gereksinim duyar; pek çok şeyin hatırlanması mecburidir. Zihin, kafa biyolojik bir bilgisayardır. Ona bilgi yüklemeye de devam edebilirsin ve ne zaman ihtiyaç duyarsan onu oradan çıkarabilirsin. O matematik için, hesap yapmak için iyidir, günü birlik hayat, ticaret hayatı için iyidir. Ama şayet bunun hayatın tümü olduğunu düşünüyorsan aptal olarak kalacaksın. Hiçbir zaman hissetmenin güzelliğini ve kalbin lütuflarını bilemeyeceksin. Sadece kalp aracılığıyla hayat bulan zarafeti, kalp aracılığıyla gelen Tanrısallığı bilmeyeceksin. Asla duayı bilmeyeceksin, asla şiirselliği bilmeyeceksin, asla sevgiyi bilmeyeceksin.
Kalbin zekâsı hayatında şiirselliği yaratır, adımlarına bir dans bahşeder, hayatını bir keyfe, bir kutlamaya, bir kahkahaya, bir şenliğe dönüştürür. Sana espri anlayışı verir. O sana sevme ve paylaşma kapasitesi verir. Gerçek hayat budur. Kafadan yaşanan hayat mekanik bir hayattır. Bir robota dönüşürsün; belki çok verimli olursun. Robotlar çok yararlıdır. Makineler, insandan daha verimlidir. Kafanla çok daha fazla kazanırsın ama daha çok yaşamazsın. Belki daha yüksek bir yaşam standardın olur ama hiç hayatın olmayacak.
Hayat kalbe aittir. Hayat sadece kalbin içinden yeşerir. Sevginin yeşerdiği, hayatın yeşerdiği, ruhun yeşerdiği toprak kalbe aittir. Güzel olan her şey, gerçekten değerli olan her şey, anlamlı, önemli olan her şey kalpten gelir. Kalp senin tam merkezindir, kafa ise sadece senin çeperindir. Kafada yaşamak merkezin hazinelerinin ve güzelliklerinin hiç farkına varmadan çeperde yaşamaktır. Çeperde yaşamak aptallıktır.
Kafada yaşamak ahmaklıktır. Kalpte yaşayıp ne zaman gerekirse kafayı kullanmak zekâ ister. Fakat merkez, efendi varlığının tam merkezindedir.
Efendi kalptir ve kafa ise sadece bir hizmetkârdır; zekâ budur. Kafa efendi haline gelip kalbi tamamen unuttuğu zaman ise bu aptallıktır.
Bunu seçmek sana kalmıştır. Unutma kafa bir köle olarak çok güzel bir köledir, çok faydalıdır. Fakat efendi olarak tehlikeli bir efendidir ve bütün hayatını mahvedecek, tüm hayatını zehirleyecektir. Çevrene bir bak! İnsanların yaşamları kesinlikle zehirlenmiştir, kafa tarafından zehirlenmiştir. Onlar hissedemez, onlar artık duyarlı değil, onları hiçbir şey heyecanlandırmaz. Güneş doğar ama onların içinde hiçbir şey doğmaz; onlar güneşe boş gözlerle bakar. Gökyüzü yıldızlarla dolar —mucize, gizem!— ama kalplerinde hiçbir şey kıpırdamaz, hiçbir şarkı yükselmez. Kuşlar şarkı söyler; insan şarkı söylemeyi unutmuştur. Bulutlar gökyüzüne gelir ve tavus kuşları dans eder ve insan dans etmeyi bilmez. O sakatlanmıştır, bir sakat haline gelmiştir. Ağaçlar çiçek açar ve insan ise düşünür hiç hissetmez ve hissetmeden çiçek açmak mümkün değildir.
Hayatını başka bir açıdan izle, gözlemle, yakından bak. Sana hiç kimse yardım etmeyecek. Başkalarına çok uzun zamandır güveniyorsun; bu nedenle aptallaştın. Şimdi özen göster; bu senin kendi sorumluluğun. Hayatında ne yapıyor olduğuna derin bir şekilde ve nüfuz ederek bakmalısın, bunu kendine borçlusun. Kalbinde hiç şiirsellik var mı? Eğer yoksa o zaman vakit kaybetme. Kalbine şiir dokuması ve örmesi için yardımcı ol. Hayatında hiç romantizm var mı yok mu? Eğer yoksa sen şimdiden kendi mezarındasın.
Dışına çık! Bırak hayat içinde romantik bir şeye, macera gibi bir şeye sahip olsun. Keşfet! Milyonlarca güzellik ve ihtişam seni bekliyor. Sen asla hayatın tapınağının içine girmeden sürekli olarak etrafında dolaşıp dolaşıp duruyorsun. Kapı kalptir.
Gerçek zekâ kalbe aittir. O entelektüel değildir, o duygusaldır. O düşünmek gibi değildir, o hissetmek gibidir. O mantık değildir o aşktır.
Sevgi yalnızca zekâsını sürekli keskinleştiren kişiler için mevcuttur. Sevgi sıradan olan için değildir… sevgi zeki olmayanlara göre değildir. Zeki olmayan kişi çok büyük bir entelektüel olabilir. Aslında zeki olmayan insanlar entelektüel olmaya çalışır; bu onların zeki olmadıklarını saklamalarının bir yoludur. Sevgi entelektüellere göre değildir. Sevgi tamamıyla farklı türden bir yeteneğe ihtiyaç duyar; yetenekli bir kalbe, yetenekli bir kafaya değil.
Sevginin kendi zekâsı vardır, onun kendine göre görme, algılama yöntemi vardır, kendine özgü bir hayatı anlama yöntemi vardır, varoluşun gizemini anlamanın kendine has bir yolu vardır. Şair ona bir filozoftan çok daha yakındır. Ve mistik ise tam olarak tapınağın içindedir. Şair merdivenlerdedir, filozof ise tam dışarıdadır. En iyi ihtimalle bahçe içindeki yola yaklaşabilir. Ama asla merdivenlere değil. O sürekli olarak etrafta dolanır durur. O devamlı tapınağın etrafında, tapınağın dış duvarları hakkında çalışmalar yaparak dolanır durur ve öylesine mest olur ki dış duvarların gerçek tapınak olmadığını ve ilahi olanın içerde olduğunu tamamen unutur.
Şair kapıya ulaşır ama kapı o kadar güzeldir ki o hipnotize olur. O vardığını düşünür; daha fazla ne olabilir ki? Filozof ise içerde ne olduğunu tahmin etmenin içinde kaybolur. O asla oraya gitmez, o basitçe düşünür, felsefe yapar. Şair gizemin içine sızmaya çalışır ama kapıya yakın bir yerde oltaya takılır. Mistik ise tapınağın en merkezindeki kutsal odanın içine girer.
Yöntem sevgidir ve yöntem sevgi dolu zekâdır. Sevgi ve zekâ bir araya geldiğinde bir insan için mümkün olan her şeyin gerçek olabileceği bir alan yaratırsın. Sevgi dolu bir zekâ senin ihtiyaç duyduğun şeydir. Tek başına zekâ entelektüel hale gelir, tek başına sevgi ise aşırı duygusallığa dönüşür ama sevgi dolu bir zekâ asla entelektüelliğe ya da aşırı duygusallığa dönüşmez. O sana yeni türden bir bütünlük yeni bir kristalleşme sağlar.
VARLIĞIN AÇIK OLMASI
Zekâ varlığın açık olmasından başka bir şey değildir –önyargı olmadan görebilme kapasitesidir, araya girmeden dinleme kapasitesidir, varsayımlara dayanmadan bir şeyleri yaşayabilme kapasitesidir— zekâ budur. Zekâ varlığın açık olma halidir.
Bu yüzden o entelektüellikle taban tabana zıttır. Entelektüellik zekânın tam zıddıdır. Entelektüel kişi sürekli olarak ön yargılar, bilgi, apriori inançlar taşır. O dinleyemez; sen bir şey söylemeden önce, o çoktan sonuca varmıştır. Sen ne söylersen söyle onun kafasında o kadar çok düşüncenin içinden geçmesi gerekir ki ona ulaştığı zaman tamamen başka bir şey halini alır. Onda çok büyük bir çarpıtma gerçekleşir ve o çok kapalıdır, neredeyse sağır ve kördür. Tüm uzmanlar, bilgili insanlar kördür.
Bir fili görmeye giden beş kör adamın hikayesini biliyor musun?
Bir öğretmen öğrencilerine, küçük kızlara ve oğlanlara bu eski masalı anlatıyordu. Tüm hikayeyi anlattı sonra da küçük bir oğlana sordu; “Bana fili görmeye giden ve sonra da tartışmaya başlayan insanları söyleyebilir misin?” Öyküyü anlatırken çocuğun onu dinleyip dinlemediğini öğrenmek istedi.
Ve çocuk ayağa kalkıp, “Evet biliyorum. Onlar uzmandı” dedi.
Öğretmen onun, “Onlar beş kör adamdı” diyeceğini düşünüyordu. Fakat küçük çocuk, “Onlar uzmandı” dedi. Çocuk çok daha haklı; evet onlar uzmandı. Tüm uzmanlar kördür. Uzmanlık başka her şeye karşı kör olmak demektir. Daha az ve daha az şey hakkında daha çok ve daha çok şey bilirsin. Ve sonra bir gün gelir her şey hakkında hiçbir şey bilmeme nihai hedefine erişirsin. O zaman tamamen kapalı olursun ve tek bir pencere bile açık değildir; o zaman penceresiz hale gelirsin.
Bu zekice değildir. Zekâ rüzgâra, yağmura ve güneşe, her şeye açık olmaktır. Geçmişi taşımamak zekâdır, her an geçmişe ölmek zekâdır, taze ve masum kalmak zekâdır.
Donald ana caddede spor arabasını kullanırken ansızın dikiz aynasında yanıp sönen bir kırmızı ışık fark etti. Bu bir polis arabasıydı.
Donald hemen arabayı yan tarafa çekti. “Memur bey,” diye yumurtlayıverdi, “ben sadece 65 km ile gidilecek bölgede 40’la gidiyordum.”
“Efendim,” dedi memur. “Ben sadece …”
“Buna ilaveten”, diye araya girdi Donald çaresizce, “bir vatandaş olarak bu şekilde korkutulmaktan hoşnut değilim!”
“Lütfen,” diye devam etti memur, “sakin olun, rahatlayın…”
“Rahatlamak mı!” diye bağırdı Donald fazlasıyla gergin bir şekilde. “Bana trafik cezası yazacaksınız ve rahatlamamı mı istiyorsunuz!”
“Bayım, bana bir konuşma fırsatı verin. Size ceza yazmayacağım” diye rica etti memur.
“Olamaz!” dedi Donald şaşırmış bir şekilde.
“Sadece sağ arka lastiğinizin patlak olduğunu söylemek istemiştim.”
Fakat hiç kimse diğerinin ne söylediğini dinlemeye hazır değildir. Başka birinin söylediği şeyi hiç dinlediğin oldu mu? Söz söylenmeden önce sen çoktan sonuca varmışsındır. Senin sonuçların sabitlenmiş durumda; sen artık akışkan değilsin.
Donmuş olmak salaklaşmak demektir, akışkan kalmak zeki kalmak demektir. Zekâ her zaman bir nehir gibi akıyor. Aptallık bir buz küpü gibi donmuştur. Aptallık her zaman tutarlıdır çünkü o donmuştur.
O katidir, o kesindir. Zekâ tutarsızdır, o akışkandır. Onun tanımı yoktur, o duruma göre hareket etmeye devam eder. O sorumluluk sahibidir ama o tutarlı değildir.
Yalnızca aptal insanlar tutarlı insanlardır. Ne kadar zeki olursan o kadar tutarsız olacaksın çünkü yarın ne olacağını kim bilebilir? Yarın kendi deneyimlerini getirecektir. Nasıl olur da geçmiş günlerinle tutarlı olabilirsin? Eğer bir ölüysen tutarlı olacaksın. Eğer canlıysan tutarsız olmak zorundasın; sen büyüdün, dünya değişti, nehir yeni yerlere doğru akıyor.
Nehir dün bir çölün içinden geçiyordu, bugün o ormanın içinden geçiyor; bu tamamıyla farklı. Dünün deneyimi sonsuza kadar senin tanımın olmamalı; yoksa sen dün öldün. Kişi zamanla birlikte sürekli hareket edebilmeli. Kişi bir süreç olarak kalmalı, kişi asla bir şey olmamalı. Zekâ budur.
iNSANLARI APTALLAŞTIRAN ŞEY
Mistikler insanı bir merdivenle karşılaştırmışlardır. Merdiven iki şey için kullanılabilir: onu yukarı doğru gitmek için kullanabilirsin ve onu aşağı doğru gitmek için kullanabilirsin. Aynı merdiveni her iki amaç için de kullanabilirsin, yalnızca yönün değişir. Merdiven aynıdır fakat sonuç tamamen değişiktir.
İnsan cennetle cehennem arasında bir merdivendir. Bu nedenle sadece insanoğlu doğanın akışını fethetmeye, öldürmeye, maniple etmeye çalışır. Yalnızca insanoğlu aptaldır ve bu yüzdendir ki onlar Budalar haline gelebilirler. İnsanoğlu zekâya sahip olduğu için aptal olabilir. Aptallık zekânın yokluğu anlamına gelmez, o sadece onu kullanmadığın anlamına gelir. Şayet zekânın varlığından söz edilemiyorsa insanları aptal olarak adlandıramazsın. Bir kayayı aptal olarak adlandıramazsın; bir kaya bir kayadır, aptallık söz konusu değildir. Fakat insanlara aptal diyebilirsin çünkü insanlar olduğunda umut, muhteşem bir ışık huzmesi vardır. İnsan ile birlikte öteki tarafa doğru bir kapı açılır. İnsan kendisini aşabilir ve o bunu yapmıyor; onun aptallığı budur. O büyüyebilir ve o büyümüyor, o her türden hamlığa tutunuyor; onun aptallığı budur. Ya da henüz gerçekleşmemiş olan geleceğe yansıtmaya başlar; onun aptallığı budur.
Kişi anın içinde derin tutkuyla, büyük bir aşkla, yoğun şekilde, farkındalıkla yaşamalıdır ve bu senin zekân haline gelecek. O aynı enerjidir: Baş aşağı haldeyken o aptallıktır; onu yeniden düzenle, doğru yerine koy ve zekâ haline gelecek.
Zekâ ve aptallık ayrı enerjiler değildir. Uyum içerisinde işleyen enerji zekâdır, aynı enerji çatışmalar içinde işliyorsa aptallıktır. İnsan aptal olabilir ama bunun talihsiz bir şey olduğunu düşünme. Yüzeyde o talihsizlik olarak gözükür ama arkasında gizlenen şey muhteşem bir zafer, çok büyük bir ihtişamdır.
Ancak toplum —sözde dinler, devlet, kalabalık— senin aptal olmanı ister. Hiç kimse senin zeki olmanı istemez. Onlar seni, aptal insanların itaatkâr olması gibi basit bir neden yüzünden tüm hayatın boyunca aptal kalman için koşullandırır. Zeki insanlar kendi kendilerine düşünmeye başlar; onlar bireyler haline gelmeye başlar. Onlar kendi hayatlarına, kendi yaşam tarzlarına, kendi bakış açılarına, kendi gelişimlerine, kendi varlıklarına sahip olmaya başlar. Artık onlar kalabalığın bir parçası değildir, olamazlar da. Onlar kalabalığı arkada bırakmak zorundadır, ancak o zaman gelişebilirler. Ve kalabalık bunu hoş karşılamaz; kalabalık hiç kimsenin ortalama insandan —daha zeki, daha çok birey, daha çok farkında, artık kitle psikolojisinin parçası olmayan kişi— daha fazla olmasını istemez.
Bir Buda’yı aptal insanları takip etmeye zorlayamazsın ve aptal insanlar çok fazladır; çoğunluktur, yüzde 99.9’dur. Onların çok büyük bir gücü vardır, şiddetin gücü ve onlar onu ne zaman gerekirse kullanır.
EN GÜÇLÜNÜN AYAKTA KALMASI
İnsanoğlu sadece zeki olduğu için değil, zekâsının farkında olması gibi basit bir neden yüzünden bir muammadır. Bu insana özgü bir şeydir —onun önceliği, onun imtiyazı, onun onurudur— ama çok kolay bir şekilde onun ıstırabına dönüşebilir. İnsan zeki olduğunun bilincindedir. Bilinçlilik kendi sorunlarını da beraberinde getirir. İlk sorun onun egoyu yaratmasıdır.
Ego insanoğlu dışında başka bir yerde var olmaz. Ve ego çocuk büyüdükçe gelişir. Ebeveynler, okullar, kolejler, üniversiteler, insanların asırlar boyunca hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda kalması, yalnızca güçlü egoların yaşam mücadelesinde ayakta kalabileceği sabit fikrinin oluşması ve bunun derin bir bilinçaltı koşullanması haline gelmesi gibi basit bir neden yüzünden egoyu güçlendirmeye çalışırlar. Hayat sadece ayakta kalmak için bir mücadeleye dönüşmüştür. Ve bilim adamları da bunu “güçlü olanın ayakta kalması” teorisiyle daha da inanılır hale soktular. O yüzden de biz her çocuğun egosunun daha da güçlü olması için yardımcı oluruz ve problemin ortaya çıktığı yer de burasıdır.
Ego güçlenmeye başladıkça zekâyı kalın bir karanlık katmanı gibi sarmalamaya başlar. Zekâ ışıktır, ego karanlıktır. Zekâ çok kırılgandır, ego çok serttir. Zekâ bir gül gibidir, ego bir taş gibidir. Ve şayet ayakta kalmak istersen onlar —sözde otoriterler— der ki, o halde taşlaşman gerekir, güçlü olman kırılgan olmaman gerekir. Bir kale, kapalı bir kale haline gelmek zorundasın, böylece dışardan saldırıya maruz kalmazsın. İçeri kimsenin sızamayacağı hale gelmek zorundasın.
Ama o zaman kapalı hale gelirsin. O zaman zekânın söz konusu olduğu durumlarda ölmeye başlarsın çünkü zekânın gelişmek için genişlemek için akmak için açık bir gökyüzüne, rüzgâra, havaya, güneşe ihtiyacı vardır. Onun hayatta kalması için sürekli bir akışa ihtiyacı vardır; eğer durgun hale gelirse yavaş yavaş ölü bir hale dönüşür.
Biz çocukların zeki kalmasına izin vermeyiz. Her şeyden önce eğer onlar zeki olurlarsa incinebilir olacaklar, kırılgan olacaklar, açık olacaklar. Eğer onlar zeki olurlarsa toplumun —devlette, kilisede, eğitim sisteminde— pek çok yanlışını görebilecekler. Onlar asi olacaklar. Onlar birey olacaklar; onlar hemencecik kalabalık haline gelmeyecekler. Onları ezebilirsin ama onları köleleştiremezsin. Onları yok edebilirsin ama onları boyun eğmeye zorlayamazsın.
Bir açıdan zekâ çok yumuşaktır, bir gül gibidir; diğer bir açıdan ise onun kendi gücü vardır. Ancak bu güç kaba değil incedir. Bu güç bir asinin, boyun eğmeyen bir tavrın gücüdür. Kişi ölmeye, acı çekmeye hazırdır ama kişi ruhunu satmaya hazır değildir.
Ve tüm toplumun kölelere ihtiyacı vardır; o robot gibi makine gibi işleyen insanlara ihtiyaç duyar. O insanlar değil makineler ister. Bu yüzdendir ki tüm koşullanma egoyu güçlendirmek içindir. Bu çifte amaca hizmet eder. İlk olarak bu kişiye artık hayatla başa çıkabileceği duygusu verir. Ve ikinci olarak ise belirli çıkarlara hizmet eder. Onlar kişiyi sömürebilirler;