I-ZEN YOLU
İŞTE BURADA
Bugün Zen’in çok özel dünyasına giriyoruz. Zen çok özeldir çünkü bilincin çok sıradan bir durumudur. İşte bu Zen’in özelliğidir. Aslında sıradan zihinler sıra dışı olmayı ister; sıra dışı zihinlerse sıradanlığın içinde rahat eder. Yalnızca sıra dışı insanlar rahatlamaya hazırdır ve sıradanlığın içinde dingin durumdadır. Sıradan olanlar ise aşağılık kompleksi hissederler ve bu aşağılık kompleksi nedeniyle özel olmaya çalışırlar. Özel olan kişi ise özel olmak için çaba sarf etmez. Onun için de herhangi bir aşağılık kompleksi yoktur. O herhangi bir boşluktan dolayı acı duymaz. O tamamen doludur, taşar, neyse odur.
Zen’in dünyasına hem çok özel hem de çok sıradan denilebilir. Dışarıdan bakıldığında bu bir çelişki gibi görünür. İçeriden bakıldığında ise herhangi bir çelişki yoktur. Bu çok basit bir olgudur. Bir gülün, bir lotusun, bir tutam çimenin özel olma çabası yoktur. Bir tutam çimenden büyük bir yıldıza kadar her şey olduğu gibidir -neyse odur. Herhangi bir çaba, mücadele ya da arzu yoktur. Bir şey olmaya çalışma yoktur. Onlar varoluşlarından kesinlikle mutludurlar. Bu yüzden herhangi bir kıyas ya da herhangi bir rekabet yoktur. Herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir -kim alçakmış, kim yüksekmiş bunların bir önemi yoktur. Aslında kendinin üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan kimse sıradandır.
Her şeyi kabul eden insan neşeli olur. Böyle birisi şükran dolu olur, varoluşa şükran duyar, bütünlüğe şükran duyar -bu kişi en üstündür.
Hz. İsa şöyle demiştir; kutsanmış olanlar bu dünyada sonuncudur, onlar benim tanrımın krallığında birinci olacaklardır. Burada Hz. İsa değişik bir dil kullanıyor. Çünkü o değişik türden insanlarla konuşuyordu. Bu durum Zen niteliğini taşır… Sonuncu olanlar. Fakat sonuncu olmaya çalışırsanız sonuncu değilsinizdir bunu unutmayın.
İşte Hıristiyanların yüzyıllardır yaptığı buydu, sonuncu olmaya çalışmak ve Tanrı’nın krallığında ilk olmak. Onlar asıl noktayı kaçırdılar. Sonuncu olmak -çabasız, sadece basit bir anlayışla ‘Ben neysem O’yum. Benim için başka bir varoluş şekli yok. Başka birisi olamam, başka biri olmaya ihtiyacım da yok. Bütün böyle olmamı istiyor ve ben böyle rahatım, bütünün iradesine kendimi teslim ediyorum…’
Bir Zen ustası asla ‘birinci olmalısın’ demez. Fakat Hz. İsa Zen’i bilmeyen insanlarla konuşuyordu. Hz. İsa Zen’in ne olduğunu biliyordu. O Hindistan’a, Ladakh’a, Tibet’e gitmişti. Hatta Japonya’da bulunduğuna dair hikayeler bile var. Japonya’ya gelip ziyaret ettiği bir yerin olduğunu düşünen insanlar var. Bu mümkündür, çünkü o bir mistik okuldan diğerine 18 yıl gezdi. Fakat o bir Yahudi gibi konuşmak zorundaydı.
Yahudiler amaçlarına çok bağımlı olarak hareket eden insanlardır. Daima bir yerlere ulaşmaya çalışırlar. Hintliler de amaca bağımlı insanlardır. Bu yüzden Buda’yı anlayamadılar. Onu yanlış anladılar. Buda Çinliler tarafından iyi anlaşıldı. Bundan dolayı Çinliler çok ruhani, dindar değildir -çünkü bir insan ruhani, dindar ise onun bir amacı vardır. Öteki dünyaya ait bir amaç. Bir yerlerde özel olmak isteyen bir insan, bu hayatta olmazsa gelecekte, burada değilse ölümden sonra, dünyada değilse cennette.
Cennet amaca bağlı insanların bir hayalidir. Böyle insanlar eğer ölümün ötesinde bir amaç varsa dindar olabilirler. Eğer bir amaç varsa her şeyi feda etmeye hazırlardır. Kısacası onlar gerçek dindar olamazlar -din onların anlayışı, neşesi, varoluş yolu değil, arzularıdır. Din onların derin düzeyde tekrarlanan ego oyunudur. Cenneti yaratan egodur. Çinliler, Hintlilerin tarzında bir ruhaniyete, bir dinselliğe sahip değildirler. Amaca bağımlı, cenneti arayan, vaat edilmiş toprakları arayan Yahudiler gibi değildirler. Vaat edilmiş topraklar şimdide ve buradadır. Bu yüzden üç bin yıldır aranıp duruyorlar. Arayış Hz. Musa ile başladı ve devam ediyor. Onlar daima bir mesihin gelmesini beklerler. İşte bu bekleyiş nedeniyle Hz. İsa’yı Mesih olarak kabul edemediler. Eğer o Mesih ise onların bekleme ve arayışlarına ne olacak? Eğer o Mesih ise ne yapacaklardı? Onların tüm yaşam modelleri vaat edilmiş toprakların arayışına dayalıydı. Eğer o bir kurtarıcı ise neşeleri kaybolurdu. Bu basit nedenden ötürü arzularına, rüyalarına ve bir şeyler olma çabalarına devam ediyorlar. Çinliler çok değişik insanlardır, Buda onlara hemen çekici geldi ve bilinçlerinde başarıya ulaştı. Japonya’da daha da derinlere işledi. Çünkü Japonlar daima çok dünyasaldır. Zen kelimesinin kendisi Sanskrit kökünden gelir. O yanlış telaffuzun, yanlış telaffuzunun, yanlış telaffuzudur. Bunu yanlış telaffuz eden yalnızca ben değilim bu aydınlanmış kişilerin eski bir alışkanlığıdır. Sanskrit kelime dhyana’dır. Buda onu jhana diye telaffuz etti -bu Gautama Buda ile başlayan ilk yanlış telaffuzdu. Kelime Çin’e ulaştığında Çinli ustalar Hui – Neng ve diğerleri onu Chana olarak telaffuz ettiler, sonunda kısaca chan (çan) oldu.
Japonya’ya ulaştığında Rinzai ve diğer ustalar Zen diye telaffuz ettiler. Aynı Sanskrit kelime dhyana’ydı. Fakat her değişiklik ona farklı bir lezzet kattı, kelime her iklim değişikliği ile farklılaştı. Kelime daha güzel ve daha güzel bir hale geldi ve şimdi daha önce olduğundan da daha güzel bir hal aldı. Uzun bir yolculuk yaptı.
Dhyana’dan Zen’e muazzam bir evrim vardır; bu yolculukta hayal edilemeyen yeni boyutlar belirdi. Eğer eski Vedacı azizler, Zen hakkında bir şey öğrenmeye gelmiş olsalardı, dhyana’nın bu hale dönüştüğüne inanmazlardı. Kelime hemen hemen zıt bir kutba ilerledi, fakat daha güzel, daha estetik, daha lütufkar, daha dişil oldu.
Genellikle böyle durumlarda zaman bazı şeyleri bozar. Fakat bu Zen için geçerli değil. Her geçen çağ ile birlikte yeni insanların, ülkelerin ve mevsimlerin yeni nitelikleri Zen tarafından özümsendi. Kelime zenginleşti yeni çiçeklerle ve renklerle büyümeye başladı. Bu tüm Asya’nın dahilerinin bir karşılaşmasıdır. Çünkü Çinli dahiler, Japon dahiler ve Hintli dahiler Zen’e katkıda bulundular.
Zen konusunda anlaşılması gereken ilk şey amaca bağımlı olmamaktır. Zen burada, şimdide olan yaşam yoludur. Ne cennetin ne de geleceğin yaşamla bir ilgisi yoktur. Zen manevi dünyanın diğer sıradan algılanışlarından bir diğeri değildir. O ne manevi, ne de maddidir. İkisinden de ötedir. Bu veya öteki dünyaya ait değildir, iki dünyanın büyük bir sentezidir.
Zen ustaları çok sıradan yaşarlar. Herkes gibi. Fakat sıradışı bir yoldadırlar. Tamamen yeni bir bakışla büyük bir zariflikle, muazzam bir hassaslıkla, uyanıklıkla, gözlem dolu olarak, aşkın ve saf bir bilinçlilik halinde ve o anda yaşarlar. Zen’de hiç bir şey ne kutsal ne de dünyevidir. Her şey birdir, ayrılamaz birdir, Zen’de hiçbir şeyi ilahi veya dünyevi olarak ayıramazsınız.
Çok dünyevi işlerle uğraşan Zen ustaları bulabilirsiniz, fakat hiçbir Hintli aziz böyle dünyevi şeylere hazır olamaz; onlar böyle şeyleri çok dünyasal bulurlar. Hiçbir Cayn (Jain) azizi kendisini odun keserken, kuyudan su çekerken, nehirden su taşırken düşünemez -imkansızdır! Bunlar onlar için çok dünyevi eylemlerdir, bunları yapanlar da dünyasal insanlardır onlar için. Fakat Zen ustaları ayrım yapmaz. Zen ustalarını odun kırarken, yemek yaparken, kuyudan su taşırken, bahçede çukur kazarken, tohum ekerken bulabilirsiniz. Her çeşit dünyasal sıradan eylemde yer alırlar. Fakat onları izlerseniz bir farklılık olduğunu görürsünüz.
Farklılık muazzamdır. Farklılık nicelikte değil niteliktedir. Zen ustası öyle bir uyanıklık, sakinlik, neşe ve kutlayışla çalışır ki tüm eylem dönüşüme uğrar.
Caynlar ve Hindular dünyadan kaçarlar. Zen ustası ise dünyada yaşar ve onu dönüştürür. Burada insanlığın geleceği için büyük bir mesaj vardır -bu gelecek dindarlığın yolu olacaktır. Dünyadan el etek çekmeye dair eski fikir tamamen başarısızlığa uğramıştır. Bu fikir tamamıyla yanlıştır ve aynı zamanda da uygulanabilirliği yoktur. Kaç insan dünyadan el etek çekebilir ki? Çok az bir bölümü, çünkü onlar dünyaya bağımlılar. Bir Cayn keşişi hiç bir şey yapmazsa bu diğer insanların onun için yaptığı manasına gelir. Bir Hindu azizi uzaklarda Himalayalardaki mağarasında yaşar. Kentteki birileri ona yiyecek ve ihtiyacı olan her şeyi getirirler.
Eğer tüm dünya, rahipler ve rahibeler gibi yaşarsa, bu insanlara kim bakacak? Bu global bir intihar olur. Aç kalır ve ölürler. Bu dindar yaşayış tarzı dünyayı değiştirmek için pratik olmayan bir fikirdir.
Zen çok pragmatik ve pratiktir. O dünyadan el etek çekmeyi aptalca bulur. Onun yerine şöyle der: Dönüş! Neredeysen orada ol fakat yeni bir yolun içerisinde ol. Bu yeni yol nedir? Rekabetçi olma. Rekabetçilik dünyasal olmaktır. Şunu dikkate al. Bu dünyada yaşamakla ya da dağlara çekilmekle ilgili bir sorun değil -rekabetçilik dünyasaldır. Mağaralara gidebilirsin fakat diğer mağaralarda başka azizler varsa rekabet olacaktır. Böylece başka bir rekabet dünyası yaratılır. Orada kimler yeni güçler kazanıyor, kim daha hızlı ilerliyor. Bu gibi konular konuşulacaktır. Böylece kendilerine daha fazla zarar verirler. Kim çivili yatakta yatabilir? Kim soğukta çıplak dolaşabilir? Kim çevresini çeviren ateşin içinde, sıcak güneşin altında oturabilir? Kim en iyi azizdir? Orada da hiyerarşi olacaktır.
Bir zamanlar bir Hintli Aziz tarafından davet edildim… bir hata olmalıydı, benim düşünce yolum hakkında bir fikri yoktu. Beni davet etti, neşelenmiştim ‘Bu iyi bir fırsat’ dedim ve böylece oraya gittim, tabii ki büyük bir olaydı.
İlk olay birbirimize tanıştırıldığımızda başladı. Hintli Aziz altın bir tahtta oturuyordu, yanındaki daha ufak olan altın tahtta da başka bir Hindu rahip oturuyordu. Diğer rahipler ise yerde oturuyorlardı.
Hintli Aziz bana şöyle dedi; “Benim yanımdaki ufak tahtta kim oturuyor merak ediyor olmalısınız? O yüksek mahkemenin baş hakimi idi. Fakat o öyle manevi bir insan ki bu görevinden vazgeçti, dünyadan vazgeçti, yüksek maaşından, statüsünden ve gücünden. Benim öğrencim oldu. Öylesine alçak gönüllü ki hiçbir zaman benimle eşit düzeyde oturmadı.” Ben devam ettim “Çok alçakgönüllü olduğunu görebiliyorum. Sizden daha ufak tahtta oturuyor ancak diğerleri de yerde oturuyor! Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise yere bir çukur kazmalı ve orada oturmalı, tabii ki gerçekten alçakgönüllü ise. Bu durumda o sadece size karşı alçakgönüllü diğerlerine karşı ise çok kibirli.”
Gözlerinden öfke kıvılcımları çıkıyordu. Her ikisi de çok kızdı, bir süre ne diyeceklerini unuttular. Daha sonra dedim ki: “Alçakgönüllülüğünüzü görüyorsunuz ikiniz de kızdınız. Bu adam da hala yerinde oturuyor. Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise aşağı insin hemen bir çukur kazsın tahtına yapışmasın. O zaman tabii ki yeni bir rekabet olacak. Diğerleri daha büyük ve derin çukur kazacak, böylece dışarıdaki bahçede de bir çukur kazılacak ve en alçakgönüllü insan oraya atlayacak.” Böyle aptalca fikirler yüzyıllardır desteklendi ve yeni rekabetler ortaya çıktı.
Daha sonra Hintli Aziz’e şöyle dedim: “O sadece senin ölmeni bekliyor. Ölür ölmez senin yerine geçecek. Şu anda yarı yolda. İçinden şöyle dua ediyor. “Yaşlı bunak -en kısa zamanda öl.” O zaman başka birisi ufak tahta oturacak ve böylece o, bu kişiyi alçakgönüllü olarak tanıtacak. Eğer ufak tahtta oturan alçakgönüllü ise o zaman sen kimsin? Sen ondan yüksek bir tahtta oturuyorsun. Eğer mesele yüksek veya alçak tahtta oturmaksa tavandaki örümcek ne olacak? O en yüksekte. O daha yüce çünkü senden daha yüksekte. Sen ondan daha yüksekte oturamazsın, ya gökyüzünde uçan kuşlar ne olacak?
Aslında siz, bu yolda hiç bir şeyden vazgeçmemişsiniz. Hala yeni isimlerle eski aptallıkları taşıyorsunuz. Sadece isimler değişti, eski rüyalarsa hala devam ediyor, eski arzular, eski egolar hala güçlü bir şekilde sürüyor. Herhangi bir tapınağa gidebilirsiniz ama aynı rekabet orada da vardır.
ZEN DEĞİŞİK BİR YAKLAŞIMDIR
Zen şöyle der; hayatın içinde ol, hayatta yanlış bir şey yoktur. Eğer bir şey yanlışsa o sizin bakış açınızdan dolayıdır. Gözleriniz bulutlu, bilincinizin aynası tozlu. Onu temizleyin daha fazla berraklık yaratın.
Rekabet ortadan kalkarsa dünyadasınızdır ama dünyadan değilsinizdir. Eğer tutkular yok olursa terk edilmesi gereken bir dünya da kalmaz. Fakat bu şekilde tutkular ve rekabet nasıl yok olabilir ki? Biz ona yeni yollar yaratıyoruz. Birisi sizden daha fazla para öteki ise daha fazla erdem kazanmaya çalışıyor. Fark nedir? Birisi sizden daha fazla bilgili, diğeri ise daha karakterli olmaya çalışıyor. Bu aynı arzudur, aynı rüyadır, aynı uyku durumudur. İnsanlar rüyalarının peşinden koşuyorlar, rüyalar değişiyor fakat onlar asla uyanmıyor. Rüyalar değişir fakat siz bu rüyada veya o rüyadasınızdır, kendinizi karanlıkta kaybedersiniz. Aydınlanmak, rüyaları değiştirmek, eski bir rüyadan başka bir rüya durumuna geçmek, eski rüya yerine yeni bir rüya yaratmak değildir. Eğer birisi size bu bir rüya, bir hayaldir derse, başka bir rüya yaratmaya başlarsınız. Herkes değişik yollarla uyur, değişik pozisyonlarda değişik rüyalar görür. Hıristiyanlar değişik rüyalar görür. Bu yüzden cennetleri de farklıdır. Hindular değişik rüyalar görür, Caynler değişik rüyalar görür, Müslümanlar değişik rüyalar görür. Komünistler değişik rüyalar görür; onların cenneti mezarın ötesine geçmez. Bir gün bu cennetlere sahip olmayı düşünüyorlar. Şimdi değil, sizin için de değil.
Bir gün zamanı geldiğinde toplum sınıfsız olacak, sömürü olmayacak, zulüm olmayacak, baskı olmayacak, ne zengin ne de fakir olacak, ülke olmayacak, hatta ülke kavramı bile olmayacak. Çünkü kimse yönetilmeye ihtiyaç duymayacak. İnsanlar çok iyi ve hoş olacaklar. Herhangi bir hükümete ihtiyaç duyulmayacak. Fakat şimdi bu da bir rüyadan ibaret. Eski bir cennet, eski bir firdevs kadar bir rüya, farkı yok.
İncili, Kapital, Gita veya Kuran ile değiştirebilirsiniz fakat siz aynı insansınız. Zen sizin bilincinizin köklü bir dönüşüme uğramadan hiç bir şeyin değişmeyeceği konusunda üsteler. Siz mekanikliğinizi sürdürürseniz hayatınız da aynı mekaniklikte kalır.
Bir gün Stalin Moskova’da bir Rus otelinin önünden geçerken bir sesle irkilir. Yere baktığında ayaklarının önünde genç bir rusun cesediyle karşılaşır. Yukarıya baktığında, onuncu kattan gelen ışığı görür. Yukarı çıkıp odanın kapısını açtığında karşısına İngiliz çıkar. “Onu aşağıya siz mi attınız?” diye sorar Stalin.
“Hayır” der İngiliz. “bu odayı birlikte tuttuk. Yatmadan önce ben İngiliz alışkanlığıyla ceketimi askıya astım. O da Rus alışkanlığıyla ceketini sandalyeye astı. Ben İngiliz alışkanlığımla takılarımı lavaboya bıraktım. O da Rus alışkanlığıyla yatağının altına koydu. Gece yarısı birisi kapıyı öfkeyle çaldı. Ben İngiliz alışkanlığımla kapıyı açmaya gittim. O da Rus alışkanlığı ile camdan aşağıya atladı.”
Alışkanlıklar farklıdır. Bazen bazı alışkanlıklar tehlikeli olur. Fakat insanlar alışkanlıklarla yaşarlar, bilinçle değil; insanlar mekanik yaşar. Onlara dünyayı terk et diyebilirsiniz. Dünyayı terk edeceklerdir -mekanik bir şekilde yaşadıkları dünyayı. Onlara çıplak olun diyebilirsiniz, elbiselerinden de vazgeçeceklerdir; mekanik bir şekilde vazgeçeceklerdir. Her gün elbiselerini bedenlerine koydukları yerden vazgeçeceklerdir.
Sorun mekanikliğin nasıl sona erdirilebileceğidir. Sorun dışarıdaki belirtilerden daha derindedir -kökü değişmelidir.
Bir astronot dünyaya döndüğünde yapılan bir röportaj sırasında Mars gezegeni ile oradaki kadın ve erkekleri çok alışılmışın dışında tanımladı. Marslı kadınlar inanılmaz değişikti. Popoları önde göğüsleri arkadaydı. Röportajı yapan kişi “Bu korkunç bir şey” diye bağırdı. Astronot, “Görünüşte öyle ancak dans ederken mükemmel” diye yanıtladı.
Zen bilincin köklü bir dönüşümüdür. O sizi tamamen saflaştırır. O daha önce denenmemiş, özel bir saflaşma yöntemidir. İnsan bilincine yüce bir hediyedir.
Chao Chao, Nan Chuan’a sordu.
Tao nedir?
BU SORU YANITLANAMAZ. Yanıtlanabilecek ve yanıtlanamayacak sorular vardır. Bilime ait sorular yanıtlanabilir, dine ait olanlarsa yanıtlanamazlar. Yanıtlanamayacak sorular gerçek sorulardır. Çünkü onların kökleri varoluşun büyük gizemindedir -bu yüzden yanıtlanamazlar.
Bu soru çok masum görünüyor. Fakat yanıtlaması imkansız bir soru. Bu soru ne sorduğunuzu bilmediğinizi gösteriyor. Tao “Oluşun ” diğer adıdır. Siz “Oluş nedir?” diye soramazsınız. O deneyimlenebilir. Şimdi burada deneyimlenebilir. Yarın değil. O sizi çevreliyor, siz onun içinde nefes alıyorsunuz, siz onun parçasısınız. O sizin varoluşunuzun kalp atışıdır. O nabzınızdır. O sizin bilincinizdir.
Şu andaki sessiz anı dinleyin. Bu odur. Fakat bu soruyu yanıtlamanın bir yolu yoktur. Tao ancak işaret edilip gösterilebilir.
Bu yüzden Zen ustaları derler ki: “Buda sadece Ay’ı gösterdi”. Onun parmaklarına yapışma. Parmaklar sadece Ay’ı işaret eder, Ay’ın kendisi değildir.
Tao sadece bir kelimedir, keyfi bir kelimedir. Manası hiçliktir. O, varoluşun oluşunu gösteren bir parmaktır sadece. Kuşlar cıvıldıyor, ağaçlar sessizce duruyor ve siz kalbinizdeki muazzam sevgiyle derin bir iletişim içerisinde oturmaktasınız… bu odur! Fakat bu bir yanıt değildir.
Chao Chao, sordu. Tao nedir?
Non Chuan yanıtladı; “Sıradan zihin Tao’dur.”
Sonsuz gerçekliği kapsayan, şimdiye kadar verilmiş en iyi yanıtladan biri- çok basit ve her şeye gebe.
“Sıradan zihin Tao’dur.”
Sıradan zihin ne demektir? Zihninizde hiçbir şey yoksa, hiçbir şey istemiyorsanız, hiçbir arzu, hiçbir soru, soru işareti, merak, zihninizde heyecanlandırıcı rüyalar yoksa, hiçbir düşünce, anı, hayal, geçmiş gelecek yoksa…….O zaman zihin tamamen sıradandır.
Sıradan zihinle Tao’yu deneyimleyeceksiniz. Çünkü oluşu deneyimleyeceksiniz. Rüyalarınız ve arzularınız daima sizinledir. Onları bir dakika bile kaybetmediniz. İsteseniz bile kaybedemezsiniz- bu sizin içgüdüsel doğanızdır. Fakat zihninizdeki düşünceler etrafınızda bir bulut yaratır ve devamlı trafik olur.
Zihindeki trafiği izlerseniz çok şaşırırsınız: tek bir an bile boşluk yoktur. Ne zaman bir boşluk varsa Tao’nun tadı oradadır. Uzaktaki guguk kuşunun çağrısı…ve bir an için tüm düşünceleri unutursunuz. Guguk kuşunun çağrısı çok güzel, içe işleyici; kalbinize saplanan bir ok gibidir. Bir an için her şey durur…..ve birden Tao’nun tadına varırsınız. Ona güzel dersiniz çünkü tam olarak ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Evet o bir yönüyle güzeldir. Bir güneş batımında tüm bulutlar altın gibidir, güneş ise sadece okyanusta bir damla gibi ve tüm okyanus kıpkırmızıdır. O an nefesiniz bile bir an için durur. Bu durum bir huşu durumudur. Buna huşu dersiniz çünkü tam olarak ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Bu da Tao’nun yönlerinden biridir. Bir güzel kadın veya erkek gördüğünüzde o an için her şeyi unutursunuz. Gözleriniz odaklanır, göz kırpmadan bakarsınız, hatta göz kırpmayı bile unutursunuz. Buna fiziksel güzellik, şekil, orantılılık dersiniz -bu da Tao’nun yönlerinden biridir. Yıldızlarla dolu bir gecede çimlerin üzerinde uzanmış gökyüzünü izliyorsunuz -gökyüzünün ihtişamının saldırısına uğradınız. Buna ihtişam diyeceksiniz. Bu da Tao’nun yönlerinden biridir. Müzik dinliyorsunuz, bir şey varlığınızı derinden heyecanlandırdı; aranızda uyum, bütünlük oluştu. Müzikle aynı oldunuz ve içinizden, ince düzeylerden bir dans başladı. Siz buna müzik dersiniz, şiir dersiniz. O Tao’dur. Tao’nun bir başka yönüdür.
Tao çok boyutlu gerçekliktir. Dünyadaki en zengin deneyimdir. Kim Tao’yu bilirse dünyadaki en zengin insandır ve tükenmez bir hazineye sahiptir. Hatta Büyük İskender bile onun yanında fakir kalır. Tao’nun bu yanlarını bilmek, Tao’nun kendisi olmaktır. Çünkü Tao’nun bu yönlerini tanımaya başlayarak yavaş yavaş kendinizi tanımaya başlarsınız. Çünkü bu da Tao’nun içsel boyutlarından biridir. Gün batımı dışsal boyutlarından biridir. Müzik dışsal boyutlarından biridir. Tanıklık, gözlem, huşu deneyimi, güzellik, şaşkınlık, neşe ve sevgi içsel boyutlarındandır. O zaman sadece oluş vardır.
Buda bu duruma oluş dedi -tathata. Tathata Tao manasına gelir. Siz ona oluş diyebilirsiniz. Oluş size daha anlaşılır gelecektir. Çünkü Tao size yabancı bir kelime. Fakat onu “Tanrı” diye çevirmeyin. Tanrı diye çevrilebilir ancak o zaman “Tanrı” kelimesinin parçası haline gelmiş bir çok kurumun kurbanı haline gelebilirsiniz. Tanrı aynı zamanda Tao manasına gelir. Ama Tanrı kelimesi rahiplerin, misyonerlerin ve ilahiyatçıların elinde bozuldu. O’nu zehirlediler.
Nietzsche, “Tanrı öldü” dedi. O ölmedi, öldürüldü. Rahipler tarafından öldürüldü, ilahiyatçılar tarafından, politikacılar tarafından, aziz ve kutsal insan diye çağrılanlar tarafından öldürüldü. Bu çirkin ellere düşmeden önce kurtarılabilseydi eğer Tanrı kelimesi de, Tao kadar güzel olacaktı.
Tao hiçbir zaman herhangi bir papazlık müessesinin parçası haline gelmedi. Tao için herhangi bir tapınak yapılmadı, herhangi bir heykel yontulmadı. Tao’yu sevenler, Tao’nun izdeşçileri uyanık kaldılar- hiçbir ibadet, hiçbir tapınma, hiçbir tören olmadı. Böylece O’nun saflığını ve masumiyetini korudular. O güzel ve hala bakir.
Chao Chao, sordu. Tao nedir?
Non Chuan yanıtladı; “Sıradan zihin Tao’dur.”
Hiçbir şekilde sıradışı olmaya çalışmayın- herkes aksini yapmaya çalışsa bile. Biz bu şekilde yetiştirildik. Ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz ve herkes tekrar tekrar “Birinci ol, özel ol, göze gir” dedi.
Babamı bir çok nedenle sevdim. Nedenlerden biri şuydu: bana veya diğer kardeşlerime hiçbir zaman rekabetçiliği aşılamadı. Bize asla “Birinci olmalısın, sınıf birincisi olmak için her türlü çabayı sarf etmelisin” demedi. Bu yüzden hiç bir zaman hangi sınıfı okuduğumdan emin değildi. Bazen birisi ona “Oğlun hangi sınıfta okuyor” diye sorardı. O da bana “Hangi sınıfta okuyorsun” diye sorardı. Asla ne sınav sonuçlarımı ne de sınıfı geçip geçmediğimi sordu. Bunlar onun umurunda değildi.
Çok güzel özellikleri vardı. Fakat onun en çok bu özelliğini sevdim: Hiç bir zaman zihnimizi rekabetçilikle zehirlemedi.
Eğer bir öğretmenim gelip de ona “Çocuğun okula gelmiyor, başarısız, problem yaratıyor. Katılımcı değil, devamlı pencereden dışarı bakıyor. Bir çok kereler cezalandırdım. Fakat hiç bir şey öğrenmiyor onu sınıfın dışında oturmakla cezalandırdım fakat o bu durumdan da hoşlandı. Ona okulun çevresinde yedi kere koşma cezası verdim, ama o onyedi kere koştu. Ona ‘bu bir ceza’ dediğimizde ‘sizin için bir ceza olabilir ancak ben bu gün antrenman yapmamıştım bu iyi oldu, çok teşekkür ederim’ dedi. Müdüre gönderilmediği bir gün bile olmadı. Sonunda müdür de yoruldu ve onun ne yaptığını sormadan sadece ceza verdi. Ve bu cezalandırma işi rutin hale geldi ve sonunda müdür de başarısız oldu.” dediğinde babam da şöyle derdi “Ne olmuş yani o zaman onu sınıfta bırakın. Sistemde herkes sınıf geçemez bazıları da başarısız olur. Eğer o da başarısız olanlardan biri ise bundan ne çıkar? Ben onun hangi sınıfta olduğunu dahi bilmiyorum, geçip geçmediğini de hiçbir zaman bilmeyeceğim.”
Hiçbir zaman karnelerime bakmadı. Bazen ona karne getirecek olsam “Aslında kendin imzalayıp, kendini idare edebilirsin. Ancak senin için imzalayacağım” derdi.
Üniversitede birincilik ödülü olarak altın madalya getirdiğimde biraz kızgın baktı. ‘Bu iyi değil’ dedi. ‘Çünkü senin için bunun hiç bir önemi yok. Bunu biliyorum. Fakat başka birisi bu altın madalyayı alsaydı. Bu onun için çok değerli olacaktı’.
Onu bu özelliklerinden dolayı sevdim. Bu özellikler her çocuğa verilmeli. Rekabetçi olmamak, açgözlü olmamak.
Üniversiteden eve geri döndüğümde bana hiç bir zaman “şimdi ne yapacaksın” diye sormadı, oysa tüm kasaba “şimdi ne yapacaksın?” “Koleksiyoncu mu olacaksın?” “Profesör mü olacaksın”, “Şu veya bu mu olacaksın?” diyordu.
“Okulu birincilikle bitirdiğin için her yerde çalışabilirsin, ne istiyorsan yapabilirsin.” Oysa babam hiç bir zaman bu konu hakkında hiç bir şey sormadı.
Üniversitede profesör olduğumda bana şöyle dedi; ‘Neden sıkıcı bir üniversiteye gidiyorsun? Niye ilkokul öğretmeni olmuyorsun? İlkokul hemen bizim evimizin önünde’.
Üniversiteyi bıraktığımı herkes duydu ve bana gelerek, “Bu pozisyonu bırakma, çok iyi imkanların var. Er veya geç üniversitenin rektörü olursun, bekle” dediler.
Tek mutlu olan babamdı. Bana dedi ki; ‘İyi, üzülme. Paraya ihtiyacın varsa veya bazı problemlerin varsa, bana söyle. Ben hala hayattayım ve seni destekleyebilirim. Eğer çalışmak istemiyorsan çalışma. Eğer ufak şeyler yapmak istiyorsan yap.
Çömlekçilik yapmak istiyorsan yap, dokumacılık yapmak istiyorsan yap, iplikçilikle uğraşmak istersen bir çıkrığım var onu sana verebilirim. Hiç bir şey yapmak istemiyorsan, üzülme -ben sana bakabilirim hala çalışıyorum ben hayattayken üzülmene gerek yok”.
O böyle diyen tek insandı… Düşmanlarım bile bana “bu doğru değil -pozisyonuna geri dön” dediler. Hatta eğitim bakanı beni aradı. İstifamı geri almamı istedi. Ve dedi ki; ‘Bu karar anlık verilmiş bir karar daha sonra pişman olabilirsin’.
Bir gün babam sertifikalarımı gördü ve şöyle dedi; “Üniversiteye hizmet etmeyi bıraktın -bu sertifikaları niye yakmıyorsun” Benim fikirlerimi etkileyen tek insandı. Ben de ona şöyle dedim; “Bu gerçekten mükemmel bir fikir.”
Çocuklarımızı başından beri rekabetçi ruhlar haline getirdik -kıskançlık dolu ve düşmanca. Onları kavgacı ve çekişmeci insanlar olarak yetiştirdik. Bizim hayat hakkındaki temel düşüncemiz, hayatın mücadele üstüne kurulu olmasıydı. Hayata yüklediğiniz anlamın bir önemi yoktu. Hedefe ulaşmalısın. Mücadeleciliğini geliştirmelisin. Dünyaya sıradan bir insan olmadığını göstermelisin.
Sıradan zihin Tao’dur. Dünya bunu bilmediğinden dolayı büyük bir neşe ve mutluluğu, kutsamayı kaçırıyor. Birbirimizi çıldırtıyoruz. Tüm eğitim sistemi bir çeşit nevroz yaratıyor. Nevrozu ileri düzeyde olanlar; çok daha ünlü oluyor. Şu anda devlet başkanı, başbakan gibi çok ünlü ve güçlü insanların hayatlarına bakarsanız nevrozdan başka bir şey bulamazsınız. Endişeden, kederden ve çılgınlıktan başka bir şey yoktur hayatlarında. Bu kavramların içinde kaynıyorlar. Fakat sahte bir yüzle durumu idare ediyorlar-aslında yüz değil bir maske.
Bu durum insan bilincini etkileyen en etkili alkol durumunda. Doğru göremiyoruz çünkü sarhoş bir haldeyiz. Gördüğümüz şey olan değil, veya olup biteni göremiyoruz. Tüm hayatımız baş aşağı gitse bile, meraklanmıyoruz.
Adamın biri her şeyi çift görmeye başlar. Bu durumun tehlike arz etmeye başlaması üzerine psikanalize gitmeye karar verir. Durumu önce karısına açmaya karar verir ve şöyle der; “Karıcığım her şeyi çift görmeye başladım. Mesela şu anda seni iki tane görüyorum.” Karısı hemen yanıtlar; “iyi, biri seninle kalsın ben başkasıyla çıkıyorum.”
Adam daha sonra bir psikiyatriste gider ve derdini anlatır. Psikiyatr onu dinledikten sonra, bir müddet bakar -adama değil, adamın çevresine bakarak- şöyle der “tamam her şeyi çift gördüğünü söylüyorsun, peki dördünüz de aynı şeyden mi şikayetçisiniz?”
Günümüzde çoğunlukla psikoterapistler ve psikanalizciler delilerden bile daha deli bir durumdalar. Bu dünya gerçekten büyük bir tımarhane. Ve onu, bu hale getiren biziz.
Kadın çığlık çığlığa doktorun yanına çıktı ve şöyle dedi “Doktor, kocam kendini at zannediyor”
Doktor yanıtladı “üzülmeyin kocanız jokey olduğundan bu geçici bir meslek deformasyonu. Onu hemen bana getirin. İki saat daha buradayım.”
Kadın sevinç çığlıkları atarak şöyle dedi: “Teşekkür ederim doktor bey, ona hemen eyer vurup, birkaç dakika içinde dörtnala yanınızda olacağım”
Evet hepimiz çıldırdık. Çıldırmamak çok zor bir şey. Bu yüzden Hz.İsa, Sokrates ve Buda acı çektiler. Çünkü onlar normaldi.
Nan Chuan da; günümüzün büyük amaçlar ve idealler dünyasında acı çekmeye mahkum. Böyle bir insan acı çekmek zorunda çünkü; ‘Sıradan zihin Tao’dur.” diyor.
Aslında sıradan olmama çabası, çıldırma çabasıdır. Normal, aklı başında olmak Tao’yu bilmekle mümkündür. Tao’yu deneyimleyemiyorsanız, şu veya bu şekilde çıldırmışsınız demektir. Ama çevrenizdeki herkes sizin gibi olduğundan, bunu fark etmiyorsunuz. Fakat bu kadar delinin arasında aklı başında olmak problem yaratır. Birden kendinizi yapayalnız bulursunuz. Çoğunluk size karşıdır, kimse sizinle anlaşamaz. Belki öldürülmek, taşlanmak, zehirlenmek zorunda kalacaksınız. Çünkü çoğunluk sizin varlığınıza hoşgörü göstermeyecek.
Gerçeği gören tüm insanlar şu sonuca vardılar; sıradan olmak yeterli, başka bir şeye gerek yok.
Benim yaklaşımım bu. Size büyük idealler vermiyorum.
Bir gün Akam bir problem bildirdi. Hollanda’daki sanyasilerimden* bazıları sanyasiliği bırakıp fiziksel ölümsüzlüğün sırrını bulduğunu söyleyen Hindu bir mahatma’nın izdeşçisi olmuşlardı. Akam bana bunu bildirdiğinde onun da bu çekime kapıldığını hissettim. Ve bir süre sonra Akam da sanyasiliği bıraktı ve bu mahatma’nın izdeşçisi oldu. Aslında bu çeşit aptallardan kurtulmak istiyordum. Bir bakıma böyle mahatmalar iyiydi: Böylece benim bu çeşit aptallardan kurtulmama yardımcı oluyorlardı. Fiziksel ölümsüzlük. Milyonlarca yıldır insanlık biliyor ki insan ölmek zorundadır, ölür de. Buda öldü, Mahavira öldü, Krişna öldü, Lao Tzu öldü, Muhammed öldü. Herkes ölür. Fakat bazı aptal mahatmalar, bazı çılgın insanlar, hala insanları kendine çekebiliyor. Fakat bu yeni bir şey değil, böyle insanlar her zaman oldu. Böyle insanların lehine olan bir şey var ki o da yaşarken onların hatalı olduğunu ispatlayamazsınız. Fakat öldüklerinde de ne yapabilirsiniz ki.
* Sanyasi: Genel anlamıyla, kendini ruhsal uygulamalara vermiş kişilere Hindistan’da verilen addır. Osho kendi izdeşçilerini de böyle çağırmaktadır.
Sri Aurobindo da aynı şeyi söyledi: Fiziksel ölümsüzlüğün sırrını bildiğini. Öldüğü zaman bir şok oluştu. Çünkü binlerce izdeşçisi vardı. Onun aşramında olan birkaç arkadaşımın bildirdiğine göre ölüm haberi yirmi dört saat açıklanmadı. Çünkü Sri Aurobindo’nun ölebileceğine kimse inanmazdı. O ölümsüzlüğün sırrını biliyordu. Ya uzun bir uykuya dalmış ya da derin bir samadhi’de* olmalıydı. Fakat ne kadar bekleyebilirsiniz ki? Yirmi dört saat daha sonra öldüğü iyice kesinleşti. Fakat aptal aptaldır, iki gün daha beklediler. Haber dışarı sızdı fakat onlar üç gün daha beklediler. Beden kokmaya başlamış ve hala beklemek saçma bir hal almıştı. Bedeni gömdüler. Fakat onun yeni bir bedenle geri gelmesini arzu ettikleri için beklemeye devam ettiler.
Ardından Sri Aurobindo’nun varisi olan Ana’nın sonsuza değin yaşayacağını düşünmeye başladılar.
Tesadüfen Ana çok uzun yaşadı ve umutları büyüdükçe büyüdü. “Evet o kesinlikle fiziksel ölümsüzlüğün sırrını biliyordu.” Fakat bir gün o da öldü ve tekrar bir şok yaşandı.
* Samadhi: Yoga uygulamasında, yaşanılan aşkın birlik deneyimine, Aydınlanma haline verilen genel ad.
Bu durum tekrar tekrar oluyor. İyi olan bir şey var: birisi öldüğünde bir şey yapamazsınız. Onunla tartışamazsınız. Ona diyemezsiniz ki: Ya teorilerin, teorilerine ne oldu? O yaşarken aksini kanıtlayamazsınız. Böyle aptalca şeylerle uğraşan aptallar her zaman vardır. Sadece çok zeki insanlar şu durumu anlar:
“Sıradan zihin Tao’dur.”