Zeytindağı | Falih Rıfkı Atay


“…Zeytindağı’nı seve seve okudum. Zaten başladıktan sonra bırakmak kabil değil. Bence bu yeni kitabında Falih Rıfkı’nın üslûbu, öbür kitaplarından daha göz kamaştırıcıdır ve zannedersem en güzel haline vâsıl olmuştur. Zeytindağı, bugünkü Türkçe ile ne kadar kuvvetli anlatım yapılabileceğine sağlam bir delildir.”
Nurullah Ataç

“…Falih Rıfkı’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hâdiselerinden birini teşkil etti. Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felâket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir. Eğer, muharririn keskin ve yüksek zekâsı bu devir üstüne berrak bir aydınlık gibi aksetmemiş olsaydı, biz ona doğru başımızı çevirip tekrar bakmak arzu ve cesaretini kendimizde bulamıyacaktık.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

“…Gençlere kitap, mekteplere kıraat, mili edebiyata numune… İşte; bu kitap, o kadar çok beklenen ve o kadar çok aranan hayati ihtiyaçlara tek başına cevap vermek kudretine haizdir.
Ne kadar muhteşem; kimsenin dudağını bükmeye hakkı olamaz. Halep oradaysa arşın buradadır…
Bu kitabı okumak âdeta bir borçtur ve bir vazifedir.”
Behçet Kemâl Çağlar

“Falih Rıfkı bunları yazmaya başlarken, Türk Edebiyatına ve Türk vatanına bu kadar kıymetli bir yadigar bırakacağını ihtimal ki ümid etmedi. Buna belki alçak gönüllülüğü mani oldu. Fakat Zeytindağı’nda nasıl Türkün o acı günlerini, heyecanları ve ızdırapları ile yaşatmışsa kendi şöhret ve sanatını da Türk edebiyatında çok yükseklerde ve ilelebed diri tutacak bir abide yaratmıştır.
Edebiyatımızda böyle bir esere tesadüf ettiğim için bir Türk sıfatıyla, ben iftihar ederim. Bir muharrir, bütün ömründe böye bir kitap yazabilmişse, dünyaya beyhude gelmemiş demektir.”
Hüseyin Cahit Yalçın

***

ÖLBERG

İstanbul, 1 Haziran 1956

Acaba buna “Hacılar Hanı” diyebilir miyiz? Zeytindağı üstünde ve geniş bir çamlığın ortasında idi. Banyolu odalarına bakarsanız bir Alman oteline, kiliseli parçasına yaklaşırsanız bir manastıra, başörtülü ve hastalarından haber götürür gibi dolaşan şivesterleri ile bir kliniğe de benzer. Birinci Dünya Harbinde Dördüncü Ordu karargâhı idi.

Şimdi, Yahudi Kudüs’ün köşesinden, tâ uzakta, büsbütün ormanlaşan tepedeki beyaz hayaletini seyrediyorum. Şehrin Arap bölgesinde. Aramızda birbiri ile kanlı bıçaklı iki devletin yasakçıları var. Kırk yıl önce orada, tunç bir tepsi üstüne tokmağını vurarak bizi öğle ve akşam yemeklerine çağıran, aramızda “Davulcu” diye andığımız solgun yüzlü şivesteri, eğer gidebilsem, hemen karşımda bulmamak bana imkânsız gibi geliyor. Hâtıralar, gençlik hâtıralarım! Sanki oraya kapanıp kalmışlar da kapıyı açınca neşeli mektep çocukları gibi birer birer dışarı fırlayacaklar, boynuma sarılacaklar!

İşte Cafer… İttihat ve Terâkki Umumî Merkezinden tanıyordum. Pek efendi bir Rumeli delikanlısı idi. Karargâh kadrosu yeni’yi çekemez, ilk karşılaştıklarınızda:

Bu da nereden çıktı? gibi bir yadırgama bakışı hissedersiniz. Gurbet çocuğu Cafer, kumandanı ancak ertesi gün görebileceğimden, bana bir yatak bulmuş, yemek yedirmiş, sonra İstanbul havadisleri sormuştu. İttihat vce Terâkki Merkezinde Talât. Nâzım ve Bahaettin Şakir gibi liderlerin adamı olduğunu bilmekle beraber, ne yaptığından haberim yoktu. Burada da rütbesiz gibi bir şeydi. Şifre kaleminde kumandanın hususî yazışmalarına bakanlardan biri olmalı idi. Cafer’i daha sonra, İngiliz donanması İstanbul sularına girdiği zaman, “Akşam” gazetesindeki penceremden yumruğunu sıkıp:

Gösteririz, sana! dediği sabahtan da hatırlıyorum. Fakat şimdi gitsem, onu alaturka kahve cezvesinin başında, göğsünün düğmeleri çözük, Rumeli şivesiyle dostlarına bir hikâye anlatırken bulmak hissi, beni içimden itiyor. Zavallı neferim Mehmet! Arkadaşlarım at gezisine çıktıkları zaman, ben Zeytindağı’nın bayırlarında silâh atmaya giderdim. Ganimet bir İngiliz filintam vardı. Ebedi, sorulmaz ve söylenmez, bir kader sırrının mahkûmu gibi, yüzü hiç oynamayan, durduğu yerde kendinden yıllarca uzaklara giden ve çağrıldığında pek yavaş kendine dönen Mehmet’in, nişanı vurduğum zamanki hafif gülümsemesini unutamıyorum. Gidebilsem. “-Mehmet!..” diye seslensem, şüphesiz, kırk yılın tâ derinlerdeki köşesinden fırlayıp gelecekti.

Yıllar ipleri kopan perdeler gibi, böyle birbiri ardınca inmişti. Sanki bir rüyadan ayrılmıştık ve şimdi uyanmıştık.

Ölberg, Zeytindağı’nın Almancası! Cebelizzeytûn Arapçası, Zeytindağı sadece kitabımın adı.

Bir Türk Kudüs’ü yoktu. Bir Arap Kudüs’ü var mıydı? Hayır. Ne Katolik, ne Ortodoks, ne de Yahudi Kudüs’ü! Kudüs Haçlı alenili, Davud mühürlü sancaklar altında göze görünmez orduların sessizce alıp verdikleri bu yer. Bu defa o şehrin bu yakasında Süleyman’ın olduğu kadar Yahudi olan Kudüs’ü görüyorum.

Dönüşümde hâtıralarımla o kadar hasretli idim ki, Zeytindağı’nı bir daha okumak istedim. Kitapçılarda pek azalmış. Yeniden bastırmak fikri bundan doğdu.

ÖNSÖZ

Büyük Harbin son aylarında “Ateş ve Güneş”i yazmıştım. Cemal Paşa Şam’dan İstanbul’a gelmiş, artık yalnız Bahriye Nazırı idi. Kendisini gördüm ve yayınlanmasını uygun bulup bulmadığını anlamak istedim.

“Ateş ve Güneş” çöl ordusunun kahramanlık ve ıstırap hikâyelerinden ibaretti. Nazırım bir gün sonra müsveddeleri geri verdi.

Bastırmasanız iyi olur, dedi.

“Ateş ve Güneş”de birkaç subay ve neferden başka hiç kimsenin ismi yoktu. Eski Dördüncü Ordu Kumandanının dört yıl yanında çalışan bir yazardan beklediği belki, bu değildi. O kitabımda kendini aramıştı.

Büyük Harbde Suriye idaresi için hiçbir satır yazı yazmamıştım, çünkü yalnız beğendiğim şeylerden bahsetmek lâzımdı.

Mütarekede ise, yalnız beğendemiğim şeyleri yazabileceğim için, Suriye hâtıralarını yine bir yana bıraktım.

Bugün her ikisidi de söylemek mümkün olduğundan, “Zeytindağı”nı bastırıyorum.

Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlt İmparatorluğunun son gençleriyiz. 1914’de üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün yeni Türkiye’nin gençleri olmuşlardır ve hatırlarında İmparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı. İşte onlara, saltanatın, Suriye’de, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını anlatmak istiyorum.

Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri ,Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:

– Ne hacet, dedi, İstanbul’u da size verelim.

Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı.

Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girid’i ve Medine’yi bırakırsak, Türk milleti yaşıyamaz sanıyorduk.

Çocuklarımızın Avrupa’sı Marmara ve Meriç’te bitiyor.

Barış ve kurtuluş gibi, bu milletin tarihinde ikisi tek yüzyıl içine pek az defa sığmış olan ve yalnız biri milli tarihin bir büyük faslı olan iki hâdiseyi dört, beş yıl içinde görüp geçirmiş, en büyük acıyı ve en büyük milli sevinci tatımış olanların hikâyeleri okunmağa değer.

* * *

Zeytindağı’nı kumandanıma karşı saygısızlık eseri diye gösterenler olmuştur. Onlar, bir kumandanın yanında dört yıl çalışan bir subay tarafından, böyle bir hareketi kimbilir nasıl muhakeme etmişlerdir?

Zeytindağı için sonradan bir tenkid yazan Hüseyin Cahit, diyor ki: “Bu eseri Cemal Paşa aleyhinde telâkki edenler Falih Rıfkı’yı seciyesizlikle itham ediyorlardı. O vakit bundan hayret ve teessür duymuştum. Şimdi bir kere daha görüyorum ki, okuduğunu anlamak ne zormuş ve bu zorluğu bilebilen insanlar ne kadar azmış. Falih Rıfkı, Cemal Paşa’yı sunî, cansız uydurma bir kalıp gibi medih ve tasvir etmiyor. Onu zaafları ve meziyetleri ile gerçekten bir insan gibi karşımızda canlandırıyor. Herhalde bu canlanış, eski Dördüncü Ordu Kumandanı için çok şereflidir.

Hür bir fikir eğitimi görmiyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlâkına esirdirler. Yerme, yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüze göre, bu ikisini yapmakta onların ahlâkına göre, haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumu var?..

Osmanlt tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.

Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa’nın hakkını Cemal Paşa’ya verdim. Eserimde Cemal Paşa’nın, sırası geldikçe, büyüyüp parladığı görülür. Zaten doğrusunu isterseniz, Meşrutiyet şahsiyetlerinde eser yazılmak değeri görenlerden değilim. Fakat, Meşrutiyetin kendisini anlatmak lâzımdır. Zeytindağı’nı bu maksatla yazdım; Cenuıl Paşa’dan çok bahsedişim, başka türlü yazmaya imkân olmamaktandır.

* * *

Bu kitapta sözü geçen şahsiyet ve hâdiselerle yetki bakımından temasının ne olduğunu şimdiden söylemeliyim. Bazılarına niçin uzaktan dokunduğumu, bazılarını ise niçin daha derin karşıladığımı bilseniz; 1912 yılında Sadaret kaleminde kâtip, “Tanın” gazetesinde Cumartesi Konuşumları yazan bir muharrirdim. İlk Trakya seyahatimi, gazeteci olarak yaptım. Yine aynı yıl Dahiliye Nezaretinde Talât Paşa’nın Hususi Kalem memuru oldum. İkinci Trakya ve Bükreş seyahatlerimi hem bu sıfatla, hem de gazeteci olarak yaptım. Büyük Harbin ilk yıllarında Dördüncü Ordu Karargâhı İkinci Şubesinde idim. İhtiyat zabiti isem de, bütün siyasi ve idari işlere bakan bu şubenin şefiydim. Harbin son yılında da Bahriye Nezareti Hususi Kalem Müdür Muavini oldum.

Benzer İçerikler

Mağaranın Kızı | Hasan Güleryüz

yakutlu

Şehir, Zehir Ve Hamza | Merve Özcan

yakutlu

Gülücük

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy