“Dünyaya gözümü açtığımdan beri muharebe, hep muharebe, arkası kesilmez muharebenin. Abe niçin girsin kara toprağa onca ana baba kuzucukları, gençliklerine doyamadan, ha?” Annemin elinden mektubu kaptı. Dayım kâğıdın dörtgeni içindeymiş gibi ona seslendi: “Anacığın umudunu kesmemiştir Mustafa’m! Gece gündüz ettiğim duaların yüzü suyu hürmetine Tanrım seni koruyacaktır. Hiç merak etme!”
Zühre Ninem, “Büyük Bozgun” diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarıyla süren ve Kurtuluş Savaşı’yla sonuçlanan çalkantılı bir dönemde hayatları parçalanan Rumeli insanlarını anlatıyor. Büyük Bozgun, Zühre Nine’yi doğduğu Vraça’dan Köprülü’ye sürüklemiştir. Bu sürükleniş, devam eden savaşlarla birlikte daralan Osmanlı coğrafyasında oradan oraya, Anadolu içlerine kadar devam eder.
Kule Kahveleri’ndeki şehit
1
Saat kulesinin gongu vurmaya başladı. Selanik halkı, saatlerini ayarlamak için alışkanlıkla kulak kabartıp gonk vuruşlarını ağır ağır saydılar. Ne var ki, gonk sesi dörtte durunca hep şaşırdılar, sonra başlarını salladılar: Demek işgal altında, Beyaz Kule’nin şaşmaz saati bile bozulmuştu. Oysa yanılıyorlardı, neden baş- kaydı: Birleşik Komutanlık, saatin ezani ayarını, Batı saat ayarına göre düzenletmişti. Saat kulesinin vuruşları dalga dalga yayılarak Koca Kasım Paşa Mahallesi’ne ulaştı, Islahhane Caddesi’nde, kapısının üst yanından büyük bir Fransız bayrağı sallandırılmış üç katlı evin perdeleri inik odalarında da yankılandı. Polis Komiseri Hüsnü Naim Bey’in kayınvalidesi Zühre Hanım, konuk odasının penceresi önündeki minderde oturmuştu, endişeli bir yüzle örgüsünü örüyordu. İşgal askerlerinin taşkınlıklarına, Müslüman kadınlara reva gördükleri hakaretlere dair komşulardan duydukları söylentiler yüreğini cendere içinde tutuyordu. Damadının güvendirici sözlerine karşın, kapıdaki bir arşınlık bez parçasının canlarını, mallarını koruyacağına bir türlü inanamıyordu. Saat kulesinin gonk sesi odada yankılanmaya başladığında Zühre Hanım, gözlerini örgüsünden kaldırıp konsol üzerindeki dörtken çerçeveli kara saate bakarak, vuruşları saymaya başladı. Tuhaf şey… Akrep on’u gösterdiği halde, saat kulesinin vuruşları dörtte kesilmişti. Zühre Hanım buna bir anlam veremedi. Zahir, kara düşüncelere dalmış olduğundan saatin önceki vuruşlarını kaçırmıştı. Gene de bu yorumla yetinmedi, sesini yükselterek yandaki odada yorgan kaplayan kızı Nuriye’ye seslendi:
“Beyaz Kule’nin saati kaçı vurdu mori Nuriye?”
Nuriye Hanım, son hamileliğinde, Çanakkale’nin ünlü yorgancısı Rizeli Hasan Usta’ya diktirdikleri atlas yorgan üzerine eğilmişti. Onun da yüzünde tasalı bir anlam vardı. Bu karışıklık günlerinde, Fransız konsolosuna gü- venip ortalıkta üniformasıyla, meçiyle korkusuzca dola- şan kocasının başına bin türlü musibet gelebileceğini düşünerek yorganı nasıl kapladığını bilmiyor, iğneyi aynı yere iki-üç kez batırıp çıkardığı oluyordu. Annesinin ünlemesiyle, korkulu bir düşten uyanır gibi doğruldu, “Hıı? Bilmem… saymadım anne…” karşılığını verdi. Çocuklara dadılık eden Musevi kızı SARİKA işgal gününden beri eve uğramadığından, iş zamanı, odanın bir köşesinde küçük kardeşlerini oyalamakla görevlendirilen yedi yaşındaki Burhan, “Ben saydım anneciğim,” diye atıldı, “dört sefer dan dan vurdu.” Nuriye Hanım, oğlunun dediklerini annesine aktardı: “Burhan, dördü vurduğunu söylüyor ama belki iyi sayamamıştır. Saat şimdi dört olur mu hiç? Nerdeyse ikindi ezanı okunacak.” İhtiyar kadın, şaşkın gözlerini kara saatten ayırmaksızın dudaklarını büzdü, “Tuhaf şey… Ben de dört saymıştım… Beyaz Kule’nin saati mi bozuldu acaba? Dur bakalım, sonraki vuruşunu islah sayalım,” dedi. Ev yeniden sessizliğe gömüldü. Ne ki bu sessizlik uzun sürmedi, sokak kapısının el biçimi tokmağı birden hızlı hızlı dövülmeye başladı.
Zühre Hanım da kızı da korkuyla irkildiler. Yüzleri bembeyaz kesilmişti. Naim Bey’in evde bulunmadığı saatlerde kapı çalındı mı, kadınların yürekleri ağızlarına geliyordu: Zühre Hanım, evi düşman erlerinin bastığını sanıyordu. Nuriye Hanım’sa birinin kara haber getirdiğini. Kadınların donup kalmasına karşın küçük Burhan, coşkulu bir sevinçle yerinden fırladı, “Bey’bam mı geldi acaba anneciğim?” diyerek cumbalı pencereye koştu. Kardeşleri de, “Babacım! Babacii,” diyerek ardından seyirttiler. Nuriye Hanım, cumbaya tırmanan oğluna korkulu gözlerle bakıyor, “Kimmiş?” diye sormak istiyor ama bir türlü cesaret edip soramıyordu. Burhan, ardı sıra cumbaya tırmanmaya çalışan kardeşlerini geri iterek pencereden uzandı, aşağıya baktı. Kapıda iki çarşaflı kadın duruyordu, Burhan, başını geri çevirip sesini alçaltarak, “Anneciğim, çarşaflı iki teyze var kapıda…” deyince genç kadın bir sıçrayışta çocukların itiştikleri cumbalı pencereye vardı, yavrularının başı üzerinden uzanıp baktı. “Hayırdır inşallah,” diye mırıldanarak pencereden çekildiği sırada annesi Zühre Hanım içeri girdi. “Yunan askerleri mi yoksa Bulgar askerleri mi geldi?” diye soramadı.
“Kimdir kapıyı çalanlar mori kızım?” diyebildi. Nuriye Hanım, kapıya doğru ilerleyerek, “Bilmem,” dedi, “çarşaflı, tanımadığım iki hanım var kapının önünde. İnip bakayım, kimi istiyorlar.” Kocası hakkında kötü haber getirmiş kimseler olabilecekleri düşüncesi elini ayağını kestiği halde kuşkusunu annesinden gizliyordu. Nuriye Hanım, yüreği çarparak merdivenleri inerken, Zühre Hanım, ardı sıra sofaya çıkıp merdivenlerin üst sahanlığında dikildi. Kapı, sabırsızlıkla üst üste dövülüyordu. Nuriye Hanım, karışıklık günlerinin olağanüstü ihtiyatlılığıyla kapıyı açmadan sordu:
“Kim o?” Dışardan kısık bir erkek sesi, “Benim Gelin Hanım, Naim Bey’in ağabeyi… Çabuk açın kapıyı,” dedi. Nuriye Hanım, büsbütün şaşırmış bir yüzle annesine döndü, daha çok dudak kımıldanışlarından anlaşılan fısıltılı bir konuşmayla, “Bizimkinin ağabeyi Abdülazim Bey’miş çarşafla gelen,” dedi. Kayınbiraderi neden böyle çarşafa bürünerek gelmişti? Peşlerinde komitacılar mı vardı? Yoksa Naim Bey’in başına bir felaket mi gelmişti? Yüreği daha bir çarpmayla birlikte endişe ve merakın dürtüsüyle, sürmesini çekip kapıyı açtı.
Kapıdaki çarşaflılar hemen içeri daldılar. Nuriye Hanım, gelenleri kovalayan birileri varmış da içeri girmelerini önlemek istiyormuşçasına bir telaş ve korkuyla kapı- yı örttü. “Hoş gelmişsiniz,” demeyi akıl edemedi. Gelenler, yüzlerindeki peçeleri kaldırdılar. Nuriye Hanım, kaynının yanındakini hemen tanıdı, emektar hizmetçileri Seher Kadın’dı. İkisinin de yüzleri sapsarıydı, gözlerinin halkaları geniş genişti. Abdülazim Bey de, Seher Kadın da buraya gelesiye geçirdikleri heyecan ve korkudan takatleri kesilmiş gibi kendilerini merdivenlere bıraktılar. Seher Kadın, “N’olursun Gelin Hanım, Allah rızası için bir bardak su ver! Çarşaf altında da beyefendiyi tanıyacaklar diye yol boyunca ecel terleri döktüm hep, dermanım kalmadı,” diye yakıldı.
Nuriye Hanım bir şey söylemeden su getirmeye yö- neldiği sırada Zühre Hanım engelledi, “Sen yorulma Nuriyeciğim, sucazı ben getiririm,” dedi. Sofradaki küpten kalaylı maşrapayla su aldı, masa üzerinde, ağızları dantel örtüyle örtülmüş renkli iki konuk bardağını doldurdu, tepsiye dizdi, basamakları inerek suyu konuklara sundu. O sırada çocuklar da merdiven sahanlığında göründüler, parmaklıklara tutunarak, meraklı gözlerle aşağıya baktılar.
Seher Kadın, teşekkürlerle aldığı bardaklardan birini beyine uzattı, “Siz de az helecan çekmediniz beyefendi! Buyurun, şu suyu için!” dedi. Abdülazim Bey, bardağı aldı ama elleri titrediği için ağzına götüremedi, iki avucu arasında tuttu, “Beni çarşaf içinde görünce çok şaşırdınız de- ğil mi Gelin Hanım?” diye konuşmaya başladı. “Düşman şehre gireli beri çoluk çocuk bir arkadaşın evine sığındık. Bulgar komitacılarının bizi rahat bırakmayacaklarını biliyordum. Savaştan önce şifrelerini çözüp pek çoklarının tepelenmesine sebep olduğumuz için, arkadaşları bizden öç almak isteyeceklerdi elbet. Netekim haber geldi, Naim’le beni arıyorlarmış. Naim nerede?”
Nuriye Hanım, kayınbiraderine, korkudan açılmış gözlerle bakarak, “Öğle yemeğinden sonra Fransız konsolosunun kavası geldi, birlikte konsolosluğa gittiler,” dedi. Abdülazim Bey, bir kez daha davranıp suyu ağzına götürmek istedi ama gene eli titrediğinden beceremedi, su içmekten vazgeçti. “Sivil mi giyinmişti bari?” “Hayır, sağ olsun, sivil elbisesini hiç giymiyor. Üniforması vardı sırtında.” Abdülazim Bey paylayan bir çıkışla, “Çok ihtiyatsızlık ediyor Naim,” dedi. “Söyle ona Gelin Hanım, bu karı- şıklık günlerinde Fransız konsolosuna da güvenmesin, İtalyan balyozuna da. Ya saklansın ya da benim gibi gizlice buradan kaçmanın çaresine baksın! Yoksa sonu felaket olur.”
Zühre Hanım, başını iki yana sallayarak söze karıştı: “Çerkez damarını bilirsin kardaşının, Abdülazim Bey kızanım… Sağ olsun Naim Bey, bizim sözümüzü hiç dinlemez. Bin kerek yalvarıp yakarmışım. ‘Kendine acımazsan genç karıcığına, maksımcıklarına acı!’ derim. ‘Gâvur milletine inan olmaz, sana kıyarlarsa halımızı köpekler yemez,’ derim. Sırtımı okşar, ‘Merak etme valide hanım, damadının kılına bile dokunamazlar. Cümlemiz Fransız dostlarımızın himayesindeyiz,’ der; kapıdaki bayrağa, Fransız konsolosunun verdiği şu bez parçasına güvenir… Mori kızanım, yatıra bağlanmış çaputa bile güvenemem ben…”
Abdülazim Bey başını salladı, biraz da kendini savunma çabası sezilen bir heyecanla, “Doğru söylüyorsunuz büyükhanım,” dedi, “düşman işgali altında Fransız’ın, İngiliz’in dostluğuna güvenerek yiğitlik taslanmaz. Naim gelince benim tarafımdan söyleyin: Sakın kendisini tanı- yacakları bir kılıkla sokağa çıkmasın! Madem Fransız konsolosu koruyuculuk vaadinde bulunmuş, gitsin, sizi Selanik’ten kaçırması için ondan yardım istesin. Bugün de yarın da İstanbul’a vapur var. Ben çoluğumu çocuğumu alıp bu gece kalkacak İtalyan vapuruyla kaçacağım. Naim de acele etsin, hiç olmazsa yarınki vapura yetiştirsin sizi; komitacılara fırsat vermesin. Dışarı çıkarken, konsoloshaneye bile gitse, benim gibi çarşaf giysin sırtı- na… Can pazarı bu… Erkeklik taslamanın sırası değil… Tekrar söylüyorum, ağabey sözü dinlesin, Fransız konsolosuna güvenerek düşman içinde kalmasın! Bugün yarın, Selanik’ten kaçırmaya baksın sizi… Yoksa komitacıların elinde ziyan olursunuz.”
Abdülazim Bey, elindeki bardağı merdiven basama- ğına koyarak ayağa kalktı, “Haydin, Tanrı’ya emanet olun! İnşallah arkamızdan siz de sağ selamet İstanbul’a gelirsiniz. Adresimi, İstanbul Maarif Müdürlüğü’nden sorar öğrenirsiniz, buluşuruz,” dedi.
Abdülazim Bey de Seher Kadın da, ana kızla helalleştiler. Abdülazim Bey, merdivenleri çıkarak sahanlıkta dikilen çocukları teker teker kucağına aldı, öptü. Sonra yelek cebinden çıkardığı çil kuruşları ikişer tane koydu avuçlarına, “Bunlarla çerez alırsınız kendinize,” dedi.
Çocuklar, amcalarının acayip kılığına öyle hayretle bakıyorlardı ki, avuçlarına konan paralara sevinemediler. Abdülazim Bey, Burhan’ın, Mükerrem’in yanakları- nı okşayarak gülümsedi, “Gâvur içinde kalınca, erkekler de çarşaf giymek zorunluğunu duyarlar böyle işte…” dedi, çarşafının peçesini örttü: “Haydi Seher Kadın, aç kapıyı da gidelim!” Merdivenleri inmeye başladı. “Karanlık basmadan eve ulaşamazsak devriyeler bizden kuşkulanırlar, maazallah peçemizi açtırmaya kalkışırlar ki, halimiz duman olur.” İki çarşaflı, kapıdan çıkıp eteklerini uçurarak uzaklaştılar. Nuriye Hanım arkalarından kapıyı sürmeledi.
2
Ortalık iyice karardığı halde Naim Bey hâlâ eve dönmemişti. İki kadın, türlü kara düşüncelerle için için kavruldukları halde ışığı yakmıyorlar, avunmak için kendilerine türlü iş icat ediyorlardı. Nuriye Hanım, yorgan kaplamasını bitirmiş, yüklüğe kaldırmıştı. Şimdi yemek odasında akşam için masayı hazırlamaya çalışıyordu.
Zühre Hanım, kendisini örgüsüne veremediği için örgü torbasını minderin şiltesi üzerinde bırakarak mutfağa inmiş, etli fasulyeyi mangala oturtmuş, maltızda pilav hazırlığına girişmişti. Damadı fasulyenin helmelenmişini, pilavın yeni pişmişini severdi. Fasulye pilavı önüne sürünce Naim Bey pek keyiflenir, kendisine türlü iltifat yağdırarak ellerini öperdi. Zühre Hanım, içinde o eski mutluluğu duyamıyordu, damadının kendisine bir daha böyle iltifatlarda bulunamayacağı kuşkusu yiyordu içini.
Nuriye Hanım, tabakları, çatal kaşıkları bir bezle silerken birden ayak sesi duymuş gibi, elindekileri masaya bırakıp bir koşu oturma odasına geliyor, babalarının yolunu gözlemek için cumbaya doluşmuş olan çocukların başları üzerinden uzanarak sokağa bakıyor, ne ki alacakaranlıkta sokağı daha da ıssız görerek düş kırıklığıyla pencereden çekiliyor ama dermansız kollarını güçlendirmek, yüreğini ısıtmak istercesine yavrularını kucaklayıp öpü- yor, “Uslu uslu oturun, e mi yavrularım!” diyordu, sonra Burhan’ı uyarıyordu: “Sen de ağbileri, dikkat et de kardeş- lerin içeriye yuvarlanmasınlar. Bey’banın köşeyi döndü- ğünü görünce de hemen bana seslen! Gidip kapıyı açayım… Bilirsin, babacığın sağ olsun, kapıda bekletilmekten hiç hoşlanmaz.” Burhan da iki koluyla kardeşlerini sarmaya çalışarak, “Merak etme anneciğim!” yanıtını veriyordu. Ne ki, Nuriye Hanım, oğlundan, içindeki kaygıları silip götürecek bu müjdeli ünleyişi bir türlü duyamıyordu. Cumbada oturan çocuklar da aynı özlem içindeydiler, gözlerini sokağın başından ayırmıyorlardı. Burhan, “Bey’bamız şimdi gelecek, bize şeker, çikolata getirecek,” dedi.