Modernleşen Türkiye’nin Tarihi-ERIK JAN ZÜRCHER

Giriş:
Dönemlendirme, Kuram ve Yöntem

Dönemlendirme, yani geçmişi açık seçik şekilde tanımlayan ve kesin çizgilerle belirlenmiş dönemlere ayırmak, bitmez tükenmez bir tartışma konusudur. Aynı durum, dönemleri birbirinden ayırdığı varsayılan dönüm noktalarının ve kilometre taşlarının teşhisinde de söz konusudur. Tarihçinin bu faaliyetini bir tartışma konusu haline getiren şey her dönüm noktasının, her kilometre taşının, hem yeni bir gelişmenin başlangıç noktası, hem de bir önceki gelişmenin doruk noktası olmasıdır.
Bununla beraber, dönemlendirme ne kadar keyfî ve ne kadar tarihçinin kişisel tercihlerine tâbi olursa olsun, geçmişi anlaşılır şekilde ifade etmenin kaçınılmaz ve hatta vazgeçilmez bir aracıdır; aksi halde geçmiş, birbirlerinden ayrımlaşmamış olay ve kişilerin bir yığınından ibaret olacaktır. Bu kitabın adı bile, modern tarih (hatta modern Türkiye) diye bir şeyin var olduğunu ima etmektedir, ki bu da dönemlendirmenin bir sonucudur.
Dönemlendirmenin geçerli bir araç olabilmesi için, iki ayrı talebi karşılıyor olması gerekir. Birincisi, açıklama değerinin olmasıdır. Karşılaştırmalar gibi, dönemlendirmeler de prensipte sayıca sınırsızdır; ama bunlar ancak, olayların akışını, önemli gelişmeleri görünür hale getirecek şekilde, bölümlere ayırmamıza olanak sağladıkları takdirde, amaca hizmet etmiş olurlar. İkincisi, dönemlendirme, anlatılmakta olan dönemin, o dönem içerisindeki gelişmelerini yansıtmalıdır. Bu, hepten bir tümevarım süreci olamaz. Bu da, tarihçinin, hangi gelişmeleri dönemlendirmesine esas alacak kadar önemli bulduğu ya da başka deyişle, olaylar yığını arasında, hangilerini “tarihsel olgular” olarak seçtiği sorusuna yol açar.
Kuşkusuz, her bir alanda geleneksel ayrımlar yapılır ve bunlar o denli yaygınlaşmışlardır ki, masum okuyucu bunları tarihsel doğrular ve belki de doğanın olguları olarak kabul etmeye hazırdır. Bu eğilimin, bilhassa ders kitaplarını okuyan öğrenciler arasında güçlü olması şaşırtıcı değildir. Yine de, genellikle böylesi bir kitaptan beklenen, olguları tartışmak yerine, inkar edilemez olgular sunmaktır.
Bu kitap bazı bakımlardan Türk tarihinin geleneksel dönemlendirilişini örnek almakta, bazı bakımlardan da almamaktadır. Bu nedenle, bunun bir bakıma kaçınılmaz bir tarih çalışması olduğunu söylemektense, kitabın bu yönünü okuyucuyla tartışmam ve kitabın düzenleniş şekline ilişkin nedenleri sunmam daha iyi olacaktır.
Bu kitap üç bölüme ayrılmıştır. Bu bölümleme, yazarın modern Türk tarihi için düşündüğü temel dönemlendirmeyi temsil etmektedir. Kitabın, 19. yüzyılda modern Türkiye’nin doğuşunun ilk evresini anlatan birinci bölümünde, başat gelişme olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa’nın artan nüfuzu ve bunun Osmanlı devleti ve toplumunda yol açtığı tepkiler ele alınmıştır.
Avrupa’nın nüfuzu, üç farklı ama birbirine etkide bulunan alanda ortaya çıkmıştı: Osmanlı ekonomisinin gittikçe büyük bir bölümünün, kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline gelişi; Avrupa’nın Büyük Güçleri’nin artan siyasal nüfuzu –bu siyasal nüfuz, hem Avrupa’da bir savaşa yol açmaksızın Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama gayretiyle ve hem de onu ayrı bir siyasal varlık olarak muhafaza ederken, ona egemen olma girişimleriyle açığa çıkıyordu– ve son olarak da, milliyetçilik, liberalizm, laiklik ve pozitivizm gibi Avrupa ideolojilerinin etkisi.
Avrupa’nın artan nüfuzunun bu üç biçimi, kolayca ayırt edilemez şekilde birbirine geçmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişti. Bu durum, Osmanlıların Avrupa’nın bu meydan okuyuşuna karşı gösterdikleri tepki için de geçerlidir. 19. yüzyılda bu tepki içerisinde iki çizginin varlığı ayırt edilebilir: Bu çizgilerden birini, merkezî devletin ve onun hizmetindekilerin, devlet aygıtını güçlendirme ve ülke yönetimini merkezileştirme girişimleri ve diğerini ise, İmparatorluk halkının farklı kesimlerinin İmparatorluğun maruz kaldığı baskılara olan tepkileri oluşturmuştur. Bu tepkiler 19. yüzyıl boyunca artarak Sultan’ın Hıristiyan ve Müslüman tebaası arasında bir yol ayrımına neden oldu.
Bu gelişmeler, bu kitabın birinci bölümünde anlatılacak olan Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl boyunca yaşanan gelişmelerin çerçevesini oluşturmaktadır. Bu gelişmeler ayrıca 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin dönemlendirilişine dayanak da oluşturmaktadır. Peki bu dönemlendirme tam olarak nasıl tanımlanabilir?
Bu bağlamda akla gelen ilk soru, Türkiye’nin “modern tarihi”ne başlangıç noktası olarak neyin alınması gerektiğidir. Değişik yanıtlar verilmesi mümkündür ve herbiri kendi başlarına geçerlidir, ama burada en geleneksel olan çözümden, yani Fransız Devrimi döneminden ve devrimin sebep olduğu sonuçlardan yola çıkmak, en doğrusu gibi gözükmektedir. Kapitalist dünya sistemiyle ekonomik bütünleşme olgusu, 18. yüzyıl sonlarında önemli ölçüde etkisini artırmış ve 19. yüzyılın ilk çeyreğinde hız kazanmıştı, bunun yanında, Napolyon savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa siyaseti ve diplomasisine artan şekilde katılmasına yol açmış ve milliyetçiliğin ve liberalizmin devrimci düşünceleri ilk kez Yakın Doğu’ya ulaşmıştı.
19. yüzyıl için (aslında herhangi bir dönem için), daha da genel bir dönemlendirme yapmaya ilişkin sorun, Avrupa nüfuzunun üç biçimiyle, bunlara karşı Osmanlı İmparatorluğu içinden çıkan farklı tepkiler, genel anlamda birbirlerine koşut gitmesi, buna karşılık gelişmelerin bütün alanlarda mutlaka aynı zamanda meydana gelmemesiydi. Yine de, bu gelişmelerin birbirine etkide bulunma niteliklerinden dolayı, oldukça birörnek bir dönemlendirme mümkün görünmektedir:
• Fransız Devrimi’nin yol açtığı savaşlar döneminden 1830’ların sonuna kadarki yıllar, Balkan eyaletlerinin artan ekonomik bütünleşmesine ve Rum tüccarların başat bir etken olarak ortaya çıkışlarına; Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz ve Rus siyasetleriyle çok daha fazla içli dışlı olmasına; ilk milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkışına ve Batı tarzında ilk ciddi ıslahat girişimlerine sahne olmuştu.
• 1830’ların sonlarından 1870’lerin ortalarına kadar geçen, uluslararası açıdan İngiltere’nin ekonomik ve siyasal hegemonya kurduğu dönemin özellikleri şunlardı: 1838’de serbest ticaret rejiminin dayatılmasından sonra İmparatorlukla yapılan ticaret ve verilen borçlardaki hızlı artış; İmparatorluğun bekası için İngiliz ve Fransızların destek verişi; 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlayarak hukuk, eğitim, maliye alanlarında ve devlet kurumlarında süregiden ve (en azından kâğıt üzerindeki) geniş kapsamlı ıslahatlar; bürokrasinin iktidar merkezi olarak sarayın yerini alması, Osmanlı meşrutiyet hareketinin başlaması ve Hıristiyanların ayrıcalıklı konumlarına karşı bir Müslüman tepkisinin yükselmesi ve dönemin 1873-1878 yıllarındaki ağır ekonomik ve siyasal bunalımla son buluşu.• 1870’lerin ortalarından 1908 Meşrutiyet Devrimi’ne kadar olan dönem, en azından yüzyılın sonuna kadar, çok daha yavaş ekonomik büyümeye, ama aynı zamanda İmparatorlukta ilk ciddi doğrudan yabancı yatırımlara; süregiden idari ve teknik reformlara, öte yandan milliyetçi ve liberal ideolojilerin bastırılmasına ve İmparatorluğun İslâmi mirasına yeniden yönelinmesine; sarayın yeniden esas iktidar merkezi olarak bürokrasinin yerini almasına sahne olmuştu. Bu dönemin sonlarına doğru, hem uluslararası ekonomiyle bütünleşme hem de iç siyasal muhalefet hız kazanmıştı.
Kitabın ikinci bölümünün ağırlığını “Jön Türkler”in girişimleri oluşturmaktadır. 1890’larda etkinleşmeye başlayan Jön Türkler, modern eğitim görmüş bürokrat ve subaylardan oluşan bir topluluktu ve devlet ve toplumu pozitivist ve gittikçe artan milliyetçi düşüncelere göre modernleştirmek ve güçlendirmek için 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni düzenlemişlerdi. İkinci bölümün 1908’den 1950’ye kadarki yılları kapsaması, İmparatorluğun 1918’de dağılmasına ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına rağmen, yeni düzenin siyasal, ideolojik ve ekonomik açıdan büyük ölçüde devamlılık sergilediğinin görülmesinden kaynaklanmaktadır.
“Jön Türkler”in iktidarı zamanında Türkiye, aynı siyasal olaylar zincirini, önce İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetiminde (1908’den 1918’e kadar) ve sonrasında, “Kemalist” Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiyle, onun yerini alan Halk Fırkası yönetimi döneminde olmak üzere iki kez deneyimledi. Her iki seferde de bu olaylar zinciri şu aşamalardan oluşuyordu: Liberal ve çoğulcu bir aşama (sırasıyla, 1908-1913 ve 1919-1925) ve bunu izleyen, içinde etkin bir “tek parti sistemi”nin; siyasal, ekonomik ve kültürel milliyetçiliğin ve modernleştirici, laikleştirici reformların bir arada bulunduğu, otoriter baskı aşaması (sırasıyla, 1913-1918 ve 1925-1950). Jön Türk dönemine ilişkin alt dönemlendirmeler, zorunlu olarak siyasal gelişmeler üzerine kuruldu; çünkü, bir dünya savaşını, bir imparatorluğun parçalanışını ve yeni bir ulus-devletin kuruluşunu içeren bu siyasal gelişmeler döneme damga vurduğundan dolayı, örneğin ekonomik gelişmeler üzerine kurulu ayrı bir dönemlendirme anlamsız kaçardı. Bir başka örneği ele alırsak, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir sanayi ve ticaret burjuvazisinin oluşumu üzerine yürütülecek bir tartışma, Ermeni ve Rumların ortadan kayboluşlarından söz etmeksizin yapılırsa anlamsızdır, çünkü Ermeni ve Rumların yok oluşlarına, herhangi bir ekonomi yasası değil, siyasal ve ideolojik gelişmeler sebep olmuştu.
Yukarıda anlatılanların sonucunda, Jön Türk dönemi esas olarak şu tür altbölümlere ayrılmıştır:
• 1908-1913: Çatışan birtakım ideolojiler ve siyasal programlar temelinde İmparatorluğu canlandırma yollarının arandığı dönem;
• 1913-1918: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tek parti yönetimi ve Türk milliyetçiliğinin zaferi;
• 1918-1922: Jön Türkler’in başarılı bir bağımsızlık savaşı sayesinde yeniden yönetime geçtikleri ve ulusal direniş hareketinin giderek kendine has, belirgin bir nitelik kazanmaya başladığı dönem;
• 1922-1926: Devletin yapısının değiştiği ve bir kez daha tek parti devletinin kurulduğu, savaş ertesindeki son derece önemli dönem;
• 1926-1945: Kemalizmin altın çağı;
• 1945-1950: Demokrasiye aşamalı geçiş ve bunun nihayetinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan açık çatışmalar yaşamaksızın indirilişi.
Kitabın “Huzursuz Bir Demokrasi” başlıklı üçüncü bölümü, 1950’den bugüne kadarki dönemi ele almaktadır. Başlığın kendisi, içeriğini açıklamaktadır. Bu dönemde Jön Türk döneminin aksine, genellikle gerçek demokratik çoğulculuk ve kitle siyaseti gelişim gösterdi. Bu dönem aynı zamanda, (1960, 1971 ve 1980’deki) üç askerî darbeyle kesintiye uğradı ve 1960’ların sonlarından itibaren Türk parlamenter demokrasisi sürekli olarak solun ve sağın saldırısı altında kaldı. Kitabın üçüncü bölümü aşağıda sıralanan dönemselleştirmelere dayanılarak ayrılmıştır:
• 1950-1960: Demokrat Parti yönetimi; bu dönemin göze çarpan nitelikleri Türkiye’nin Batı ittifakıyla siyasal ve askerî açıdan bütünleşmesi; (özellikle kırsal kesimin) hızlı ekonomik kalkınması; ABD’ye artan mali bağımlılık ve önceki yönetimlerin laik yönelimlerinin azaltılması oldu.
• 1964-1980: “İkinci” Türkiye Cumhuriyeti; siyasal merkezin hayli ötesine yönelmiş hareketlerin ve partilerin ortaya çıkmasına olanak veren çok daha liberal bir anayasanın 1961’de uygulamaya konmasıyla açılan dönem. Yeni anayasa aynı zamanda, ordunun siyaset alanına müdahalesini meşrulaştırmıştı. Ekonomik açıdan bu dönem, yoğun şekilde korunan bir ithal ikamesi sanayinin kurulduğu ve kapitalistlerin de işçi sendikalarının da önem kazandığı bir dönemdi. Aynı zamanda milyonlarca Türk, sanayi işçisi olarak ya da akrabalarının yanında yaşamak üzere Avrupa’ya göç etmişti. 1970’lerde dünya ekonomik bunalımı toplumsal istikrarsızlığa ve siyasal aşırılığa yol açmıştı. 1971 muhtırasıyla gelen askerî darbe sonrasında acımasız bir baskı dönemi yaşanmış, ama bu, olayların gidişatını temelinden değiştirmemişti.
• 1980 askerî darbesini takiben, Silahlı Kuvvetler’in gücü, mevcut bütün siyasal ve sendikal kuruluşların susturulmasında ve ihracat önderliğinde büyümeyi ve serbest bir iç pazarı amaçlayan, ücretleri ve devlet yardımlarını kısan yeni bir ekonomi siyasetinin başlatılmasında kullanılmıştı. Siyasal yaşam, 1983’ten itibaren sınırlamaların giderek kaldırılmasına rağmen kısıtlayıcı 1982 Anayasası’nın sınırları dâhilinde şekillenmişti. Uluslararası açıdan ise Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’ne daha da sıkıca bağlanmıştı. 1991’den itibaren 1980 öncesinin siyaset kalıpları kendilerini yeniden kabul ettirmiş ve 1980 darbesi sonrası kurulmuş yapılar giderek dağılmış, ama ana sosyo-ekonomik eğilimler değişmemişti.
Bu notları kitabın hem ilgi alanını hem de yapısını açıklamak amacıyla düşüyorum. Elbette, yanıtlanacak bir soru kalıyor: Yazar yöntembilimsel anlamda “modern tarih”ten ne anlamaktadır?
Çok önemli bazı tarih tezlerinin izleri dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır. Avrupa’nın nüfuzu ve Osmanlı’nın tepkisi kavramı, bütünüyle Toynbee’nin “meydan okuyuş ve tepki” tezinden ödünç alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Avrupa ekonomisiyle artan ekonomik bütünleşmesinin sonuçlarına ilişkin anlatımın çoğu, Türkiye’nin kapitalist bir dünya sisteminin periferisindeki bağımlı konumuna nasıl geldiğini açıklamak için, Wallerstein’ın bağımlılık teorisi versiyonunu destekleyen ve uygulamaya koyan akademisyenlerin çalışmalarına dayanmaktadır. Modernleşme kavramının etkisinde kalan tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ve Türkiye’deki gelişmeleri, bir kez harekete geçtikten sonra geriye döndürülemez şekilde ilerleyecek olan akılcı bir Batı sisteminin etkisinde kalmış olan insanlarla, ilerlemenin yoluna çıkan gelenekçiler ve gericiler arasındaki bir mücadele olarak görmektedirler. Bu çalışmalar, altta yatan Batı’nın üstünlüğü öncülü tatsız olsa bile ideolojik ve siyasal dönüşümler söz konusu olduğunda, aydınlatıcı görülmüştür; bu kitap, kuramsal bir bakış açısından yaklaşıldığında eklektik olarak nitelenebilir ve kasıtlı olarak öyledir. Bu türden akademik bir ders kitabı, şu anki araştırma sonuçları söz konusu olduğunda, alandaki gelişmelerin en son aşamasını göstermelidir, ama akademisyenler tarafından bu sonuçların elde edilmesinde kullanılan ve tarihçinin olup bitenleri anlatma girişiminde yalnızca bir araç olan kuramsal modellerin, geçmişe ilişkin kendi yorumumuzu dar kalıpların içine sokmasına izin verilmemelidir diye düşünüyorum.
Bu kitabın “modern tarih” olma iddiası, siyasal ve ideolojik gelişmeler kadar sosyo-ekonomik gelişmelere de ağırlık vererek, Türkiye’nin son iki yüzyıldaki tarihinin toplu görünümünü sunma girişiminde yatmaktadır. El atılmamış tek alan sanat olmuştur (mimari, edebiyat, görüntü sanatları, müzik). Bunun nedeni bu konuların önemsiz olarak nitelenmesi değil, sadece kitabın yazarının bu konuları gerektiği gibi işleyecek yeterlilikten yoksun olduğunu düşünmesidir. Bu kitap hiçbir şekilde özgün bir araştırma olma iddiası taşımamaktadır. Öte yandan, ilgi alanına giren yayımlanmış araştırmaların en son durumunu vermeyi amaç edinmiştir. Buna özel bir önem verilmiştir, çünkü mevcut ders kitapları, makaleve monografilerde yayımlanmış ayrıntılı sonuçların çok gerisinde kalmaktadır ve bu durum Türkiye modern tarihi öğrenimini büyük ölçüde etkilemektedir.
Bu kitabın tarihsel zamanlamasında bir hata olduğundan söz edilebilir. Kitap, modern dünyadaki Türkiye’nin tarihi olma iddiasındadır. Ama 1922’ye kadarki bir modern Türkiye tarihi aslında Osmanlı İmparatorluğu tarihidir. Bu yüzden İmparatorluk tarihi, modern Türkiye’nin doğuşunun anlaşılmasında taşıdığı ilgi ölçüsünde bu el kitabına dâhil edilmiştir. Bu yaklaşımın dışında bir seçenek görmüyorum, çünkü Türkiye, sahip olduğu Osmanlı geçmişi hesaba katılmaksızın anlaşılamaz. Ancak yazar da okuyucu da, bu yaklaşımın taşıdığı sorunlu tarafın bilincinde olmalıdır. 19. yüzyılda Osmanlılar kendilerini kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihöncesi* aşamasının bir parçası olarak görmüyorlardı.

BİRİNCİ KISIM
Batı’nın Etkisi ve
İlk Modernleşme
Girişimleri

1
18. Yüzyıl Sonunda
Osmanlı İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıl sonlarında, Fransız Devrimi’nin neden olacağı şiddetli değişikliklerin hemen öncesinde, aşağı yukarı şu bölgelerden oluşuyordu: Balkanlar (bugünkü Sırbistan, Bosna, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın büyük bir kısmı), Anadolu (bugünkü Türkiye) ve Arap dünyasının çoğu (bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan’ın bazı kısımları, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir). Topraklarının büyük bir kısmında Sultan’ın gerçek gücü önemsizdi, bazı bölgelerde ise (Kuzey Afrika, Arap Yarımadası) neredeyse bütünüyle kaybolmuştu.
İmparatorluğun nüfusu

Elimizde İmparatorluğun nüfusuna ilişkin güvenilir tahminler bulunmuyor, ama 25 milyon kadar olduğu tahmin ediliyor. Böylesine geniş bir alan için (yaklaşık 3 milyon kilometre kare), bu, çok düşük bir rakamdır.1 Gerçekten de, insan gücü eksikliği, Avrupa nüfusunun yüksek bir artış oranı gösterdiği 19. yüzyıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu için hem ekonomik hem de askerî açıdan başlıca olumsuz koşullardan birini oluşturacaktı. Osmanlı nüfusunun yaklaşık %15’i, 10 bin ya da daha fazla nüfuslu kentlerde yaşamasına karşın, nüfusun %85 kadarı kırsal alanlarda yaşıyordu. Gerek nüfus yoğunluğunda, gerekse kentleşme derecesinde büyük bölgesel farklılıklar vardı. Balkanlar en yoğun nüfusa sahip bölgeydi. 1800 yılı civarında, Balkan eyaletleri hâlâ nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktaydı, ancak bu pay 19. yüzyılda çarpıcı şekilde küçülecekti.2 İmparatorluğun nüfusu 17. ve 18. yüzyıllarda muhtemelen azalmıştır, ancak bu azalmanın derecesi bilinmemektedir. Bu azalma ve bunun sonucunda büyük ölçüde düşen nüfus yoğunluğu, klâsik Malthus yaklaşımına göre nüfusu engellemiş olan savaş, açlık ve hastalıkların ürünüydü. Savaşlar ve özellikle merkezî denetim ve kamu düzenini muhafaza eksikliklerinin sonucu olan küçük çaplı iç çatışmalar, tarımsal üretim sürecinde ve iletişimde kesintilere yol açıyordu. Bunun ardından ortaya çıkan kıtlık, gıda yetersizliği nedeniyle zayıf düşmüş halkı salgın hastalıklara maruz bırakıyordu.
İmparatorluğun Asya eyaletlerinde nüfusun büyük çoğunluğu Müslümandı (bilhassa Türkler, Araplar ve Kürtler), ayrıca çok sayıda Hıristiyan ve Musevi azınlık vardı. Balkanlar’da ise çoğunluk, Hıristiyandı (Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Ulahlar), burada ise, pek çok Müslüman azınlık topluluğu vardı (Boşnaklar, en çok Arnavutlar, Türkler ve Pomaklar, yani Müslüman Bulgarlar). Nüfus içerisindeki bu dinsel bölünmeler önemliydi, çünkü İmparatorluk, en azından kuramsal olarak, dinsel hukuk esasına göre yönetilen bir İslâm imparatorluğuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı.
Yine de, gayrımüslim cemaatlerin başat bir İslâm toplumu içerisinde barındırılmaları sorunlara yol açıyordu. Daha önceki İslâm devletlerinde de olduğu gibi, Hıristiyan ve Musevi toplulukları zimmi (korunan) statüsünde topluma dâhil edilmişlerdi. Bunun anlamı, özel bir vergi ödemeleri karşılığında, Müslüman devletin içinde dinlerini değiştirmeye zorlanmaksızın, ama ikinci sınıf tebaa olarak yaşamlarını sürdürmelerine izin verilmesiydi. Zimmi cemaatler, kendi işlerinin yönetiminde belli ölçüde özerkliğe sahip oluyor ve devlet temsilcileri ile ilişkilerinde dini önderleri tarafından temsil ediliyorlardı. Çoğu kez “millet sistemi” diye adlandırılan bu sistemin niteliği, Osmanlı devleti ve toplumunun birçok kesimi için geçerli olduğu gibi, uzun zamandan beri yanlış anlaşılmıştır. Bunun nedeni, akademisyenlerin çalışmalarına merkezî devletin temsilcilerinin yazılarını esas almaları, bu temsilcilerin ise işlerin gerçekte nasıl olduğunu değil, nasıl olması gerektiğini yazmalarıydı. Son yirmi yıl zarfında yerel ve bölgesel gerçekliklerin ayrıntılı olarak incelenmesi, bu sistemin sanıldığı gibi, örneğin İstanbul’daki Rum patriği tarafından yönetilen, “ülke çapında” özerk topluluklardan değil, devletin yerel temsilcileri karşısında belli ölçüde özerkliğe sahip yerel cemaatlerden oluştuğunu göstermiştir. Keza, toplulukları birbirinden uzak tutma uygulaması da önceleri sanılandan çok daha az bir katılıkta gerçekleşmiş gibi gözükmektedir.3
İmparatorluğun yerli nüfusunun Müslüman çoğunluğu hiç de yekpare değildi. Büyük çoğunluk, İslâmiyet’in Sünni mezhebine mensuptu ve Osmanlı Devleti kendi resmî ideolojisine göre, Sünni İslâm’ın dünyadaki koruyucusuydu. Osmanlı Devleti resmî olarak, aykırı Müslümanlara karşı, Hıristiyanlara olduğundan çok daha sert şekilde mücadele ediyordu. Bu mantıklıydı, çünkü şeriat diğer “Kitaplı Halkların” (kendilerine vahyedilmiş dinlerin indirildiği Hıristiyanlar ve Yahudiler) varlığını kabul etse de, İslâm resmî olarak tekti ve bölünemezdi. Uygulamada ise önemli Şii azınlıklar Balkanlar, Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’da yaşıyor, Osmanlı hükümeti makamlarından müsamaha görüyorlardı.
İmparatorlukta ikamet eden yabancı Hıristiyanlar, şeriat gereğince “aman”dan yararlanıyorlardı. Onları temsil eden elçiler ve konsoloslar, ülkesinden uzaktaki yabancı topluluğun sırf kendi mensuplarını ilgilendiren davalara bakmakta belli ölçüde özerkliğe sahiplerdi. Bu haklar, “kapitülasyonlar”da belirtilmişti. Esasen bunlar, Sultan tarafından dost devletlerin tebaasına gönüllü olarak bahşedilmiş ayrıcalıklardı; ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki güç dengesinin değişmesiyle birlikte, kapitülasyonlar sözleşme statüsü kazanmıştı ve Avrupa güçleri Osmanlıların bunları tek taraflı olarak değiştiremeyeceğinde ısrar ediyorlardı. Dahası, 18. ve özellikle de 19. yüzyılda, git gide daha çok yerli Hıristiyana (çoğunlukla Rum ve Ermenilere, ayrıca Marunilere ve başkalarına da), Osmanlı devletinden bir “berat” alarak yabancı bir gücün tebaası olma statüsü verilmişti.

başkalarına da), Osmanlı devletinden bir “berat” alarak yabancı bir gücün tebaası olma statüsü verilmişti. Yeni düzenlemeden itibaren bu grupların mensupları, tâbi oldukları güçlerin kapitülasyonları altına girmişler ve Avrupalı güçlerin imtiyazlarını arttırmasıyla birlikte Sultan’ın Müslüman tebaası üstünde sürekli büyüyen bir üstünlük kazanmışlardı. Bunun yanında, yabancı güçlerin nüfuzu, Yakındoğu’daki tebaalarının kalabalıklaşması nedeniyle daha da artmıştı.
Osmanlı yönetim sistemi: Kuram ve gerçek

Osmanlı ideolojisine göre İmparatorluktaki toplum, vergi ödemeyen, silah taşıma hakkına sahip olan yönetici seçkinler sınıfı ile bunun tam tersi durumdaki halk kitlesi (Osmanlı diliyle reaya “sürü”) arasındaki –kuramsal olarak çok katı olan– bir ayrım etrafında biçimlenmişti. Yönetici seçkinler, iki kategoriden oluşuyordu: Sultan’ın iktidarının temsilcileri ve ahlaki düzenin bekçileri. “Askerî” diye adlandırılan yönetici seçkinler, Sultan’ın bütün hizmetkârlarından oluşmaktaydı: ordu, kalem çalışanları ve saray halkı. Bu yönetici seçkinler sınıfına, ahlaki düzenin devamından ve dolayısıyla da resmî eğitim ve adli işlerin çoğundan sorumlu olan “ulema” da mensuptu. Sultanın kulları, halk kitlesiyle karşılaştırıldığında son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen, sonraki yüzyılda olacakları, az çok özerk bürokrat/asker seçkinler sınıfını henüz oluşturmamıştı; onlar, imparatorluk erkinin, Sultan’ın isteği üzerine yerleri değiştirilecek, azledilecek ya da idam edilecek araçlarıydılar. Bu durum, makamca hepsinin en üstünde olan, Sultan’a en yakın kişi sayılan ve makamını elinde tuttuğu sürece hükümdarın bütün yetkilerini paylaşan, ama tamamıyla Sultan’ın değişken isteklerine bağımlı kalan “sadrazam” için de geçerliydi.4
Yönetim sistemi 1800’lerde halen “irsi” olarak nitelendirilebilir durumdaydı: Sistem esas olarak, Sultan’ın kendi hanehalkının bir uzantısıdır. Sadece aile üyelerinin değil, hizmetkârların, kölelerin ve himaye altına alınmış kişilerin de yer aldığı geniş bir hanehalkı üzerine kurulu yönetim biçimi, Osmanlı seçkinler zümresinin her katında görülen bir nitelikti. Bu türden bir hanehalkına katılarak hami bulmaya çalışmak, herhangi bir devlet mesleği için önkoşuldu.
Seçkinler sadece iktidar sahibi olmakla kalmayıp, (ulemanın bekçisi olduğu ve medreseler sistemi kanalıyla yeniden üretilen) yazılı İslâm kaynaklarına ve (asker/bürokrat seçkinler sınıfının niteliği olan ve gayrıresmî öğrenim ve eğitim yoluyla yeniden üretilen) adab adındaki, daha laik bir töreler ve beğeniler bütününe dayanan klâsik bir uygarlığın, bir “büyük geleneğin” bekçiliğini de yapıyordu. Bir Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler ve kanılar bütünü olan bu uygarlık, çok farklı unsurlardan meydana gelmiş bir İmparatorlukta esaslı bir bütünleştirici güç oluşturmuştu. Bu uygarlıkla, ufku yakınındaki köylerle ya da diyelim ki pazarın kurulduğu kasaba ile sınırlanmış ve neredeyse tek bir kişinin bile okur-yazar olmadığı kırsal nüfusun bakış tarzı arasında son derece geniş bir uçurum vardı. Seçkinler uygarlığı ile halk kültürü arasındaki tek bağ, İmparatorluğun her tarafında sıkı bir tekkeler ağı kurmuş olan Mevlevi, Nakşibendi, Rifâi ve aykırı Bektaşi tarikatleri gibi tarikatler tarafından oluşturulmuştu. Bu tarikatlere üyeliğin farklı toplum katmanı gibi sınırlamaları bulunmuyordu ve önde gelen şeyhlerin nüfuzları en yüksek çevrelerde bile güçlüydü.
Resmen askerî elite mensup olmamakla beraber bu sınıfa çok önemli hizmetlerde bulunan, kentlerdeki zengin tüccar ve sarraflar ve –Müslümanlar için de– taşra kentindeki en aşağı mertebedeki kadıyı, İstanbul’daki en yüksek makamdaki din görevlileriyle birleştiren ulema zümresi, halk kitlesi ile yönetici seçkinler sınıfı arasındaki öteki bağları oluşturmaktaydı. Ulema arasındaki önemli öbeklerden biri müftülerdi. Müftüler, istek üzerine ve ücret karşılığında (şeriata dayalı) fetva veren adli uzmanlardı. Fetvalar (bunlar hüküm değildiler) bağlayıcı olmamalarına karşın, müftüler büyük saygı görüyorlardı. Osmanlı Devleti’nin kendini bir İslâm devleti olarak meşrulaştırmış olması, İslâm hukuku bilginlerinin görüşlerinin çok fazla ağırlık taşıması anlamına geliyordu. Müftülerin başı Şeyhülislamdı ve kendisinden düzenli olarak, hükümdarın (ve ona karşı isyan etmiş olanların) eylemlerini meşrulaştırması isteniyordu.
Resmî ideolojiye göre, hükümdarın ve hizmetindekilerin ana görevi, İslâm cemaatini dış dünyaya karşı savunmak ve İslâm toplumu içerisinde adaleti sürdürmekti. Adalet ve onun sağlanmasında devletin rolü, Osmanlı toplum düşüncesini anlamanın anahtarıydı. Osmanlı devlet adamlarının gözünde adalet, her şeyden önce, istikrar ve ahengi temsil ediyordu. Yani, toplum içerisindeki her topluluk ve her birey, başkalarının haklarını çiğnemeksizin kendi yerinde (kendi hudutları dâhilinde) kalmalıydı. Devlet, hukukun sınırları içinde yönetmeli ve hududu zorla kabul ettirmeliydi. Hudutlara bağlı kalmayan bir hükümdar (ya da onun temsilcisi), “zulüm” etmiş sayılırdı. İstikrarın değeri üzerinde durulması, muhafazakâr bir siyasal bakış tarzını gerekli kılıyordu ve bu bakış tarzı içerisinde, toplumsal düzendeki herhangi bir değişiklik, olumsuz bir gelişme olarak karşılanıyordu. Osmanlı yazarları herhangi bir toplumsal ya da dinsel itirazı derhal “fitne” olarak nitelendirirlerdi. 19. yüzyıl Osmanlı kaynaklarına göre, 17. ve 18. yüzyıllarda, bilhassa İslâm alimleri, çok muhafazakâr, kimi zaman bilginin yayılmasını önlemeye çalışan bir tutum geliştirmişlerdi. Burada hatanın, atamaların bilgiye değil akraba kayırıcılığına dayanmasından kaynaklandığı belirtilmişti.5 Bununla beraber, bu dönemin uleması üzerine çok az inceleme yapıldığını da unutmamak gerekiyor.
Osmanlı ideolojisinin öne çıkan özelliği, hükümdar (ve hizmetkârları) ile tebaa arasındaki ilişkinin, araya başka grupları sokmamasıydı. Sultan, mutlak gücü temsil ediyordu ve hizmetkârlarından birçoğu, Sultan’ın otoritesinin temsilcileri olarak güç sahibi idiyseler de, resmî anlamda onun kullarıydılar. Osmanlı devlet sistemi ve toprak sahipliği sistemi daima, halkın artık ürününün bir bölümüne el koyacak aristokrasi gibi çatışan güç merkezlerinin doğmasını önlemek üzere düzenlemişti; aksi takdirde, vergi biçimindeki devlet hazinesine erişmiş olacaklardı. Osmanlı merkezî yönetimi bu hususta uzun bir süre oldukça başarılı olmuştu, ancak göreceğimiz gibi, 18. yüzyılın sonunda durum değişmişti.
Osmanlı İmparatorluğu modern ulus devletlerinin yönetim mekanizmasıyla karşılaştırıldığında (ama 18. yüzyılın diğer devletlerininkiyle değil), 18. yüzyılda üç bakımdan kesinlikle farklı bir konumdaydı. Birincisi, Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü. Bu, kesinlikle doğruydu: İstanbul’daki merkezî yönetim örgütlenmesi (Babıâli) 1000 ila 1500 arasında memur istihdam etmekteydi.6 Devlet örgütünün küçüklüğü, göreceli olarak da doğruydu: Bu dönemde ulusal hasılanın, merkezî yönetime vergi şeklinde giden kısmı tam, hatta yaklaşık olarak bile bilinmiyor, ama büyük bir olasılıkla %3’ü aşmıyordu.7 Bu, halkın, özellikle kırsal nüfusun üzerine binen vergi yükünün hafif olduğu anlamına gelmemektedir; durum tamamen aksiydi. Öte yandan, bu, devletin yıllık gelirinin merkez hazineye ulaşmıyor olması anlamına geliyordu, çünkü devletin yıllık gelirinin olağanüstü bir miktarını aracılar aşırıyordu. Bazı tahmini hesaplamalara göre, yılda vergi olarak toplanan 20 milyon pound sterlinden devlete ulaşan sadece 2,25 ila 4 milyondu. Bu doğruysa, Osmanlı hazinesi, Fransız hazinesinin onda biri ila altıda biri kadarını kazanıyor demekti.8 Bunun kısmen açıklaması, imparatorluğun bu sırada büyük ölçüde adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olması ve eyalet hazinelerinin, vergi gelirinin büyük bir kısmını eyalet yönetiminin masraflarını karşılamada kullanılmasıydı.9
Devlet tarafından icra edilen ve ondan beklenen görevler, modern ölçütlere göre, en düşük seviyedeydi. Devlet, ülkenin, (ceza hukuku dâhil) kamu düzeninin korunması ile meşgul olur, pazarları, ağırlık ve ölçüleri denetler; madeni para basar; büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un gıdasını tedarik eder, büyük bayındırlık işlerini yapar ve bunları muhafaza ederdi. Bu görevleri icra edebilmek için, olabildiğince vergilerin tahsil edilmesini zorlardı. Bugün bir devletin normal görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, sosyal

yardım ve barındırma türünden şeyler, Osmanlı İmparatorluk yönetimini çok az ilgilendiriyordu.
İkincisi, küçük çaplı devlet örgütü, Osmanlı Devleti’nin, yurttaşlarıyla birçok şekilde doğrudan meşgul olan modern bir devletin tersine, çoğu zaman cemaat temsilcileriyle, yani mahalleyi temsil eden mahalle papazı ya da mahalle imamlarıyla, loncaları temsil eden lonca başkanlarıyla, ikamet eden yabancıları temsil eden konsoloslarla ve aşiretlerini temsil eden şeyhlerle ilgilenmesi anlamına geliyordu (ya da ilgilenmek zorunda kalması). Bunun esas nedeni kuşkusuz devletin her bir bireyle ilgilenme olanağından yoksun olmasıydı; ama modern toplum öncesi çoğu toplumda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de bireyin, mensubu olduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok fazla tâbi bulunduğu da bir gerçekti.
Üçüncüsü, yasa önünde eşitlik kavramı yoktu. Yasa önünde eşitlik modern ulus devletlerde bile, bir gerçeklik değil, bir ülküdür, ama Osmanlı İmparatorluğu’nda bu bir ülkü dahi sayılmıyordu. Kentlerde oturanlara kırsal kesimdekilerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olanlardan farklı, kadınlara ise erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Kentler, loncalar, aşiretler ya da bireyler, yerleşik eski ayrıcalıkları inatla muhafaza ederdi.
Osmanlı İmparatorluğu, gelişigüzel yayılmış modern öncesi bir devletti ve Fransa’nın 17. yüzyılda geçirdiği ve Avusturya’da 2. Joseph, Prusya’da Büyük Frederick veya Rusya’da Büyük Katerina gibi aydınlanmış otokratların 18. yüzyılda uyguladığı merkezileşmeyi yaşamamıştı. 1800’e gelindiğinde, İstanbul’daki merkezî hükümet eskiden elinde bulundurduğu gücün büyük bir kısmını yitirmiş durumdaydı. Osmanlının askerî kudretinin 14. yüzyıldan itibaren iki klâsik dayanağını oluşturan ulufeli yeniçeri piyade sınıfı ile yarı feodal sipahi atlı sınıfı, değerlerini uzun zamandan beri yitirmiş bulunuyorlardı. 18. yüzyılda hem başkentte hem de önemli eyalet merkezlerinde görevlendirilmiş olan yeniçeri ocakları, sayıca büyük (ve pahalı), ama askeri bakımdan fazlasıyla önemsiz bir topluluktu; hükümeti ve halkı yıldıracak kadar da güçlü olmasına karşın, İmparatorluğu savunamayacak kadar zayıftı; teknolojik ve taktik olarak üstün olan Avrupa ordularıyla son yüzyıl içerisinde yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan bir dizi savaş bunun kanıtıydı. Yeniçeriler çoktan yarı zamanlı çalışan bir milis gücüne dönüşmüştü. Hisseli dükkan sahipliği ve haraca kesme yoluyla, pazardaki loncalarla kaynaşmışlardı. Askerî birliklere atanma belgeleri kendilerine ve korumakta oldukları dükkanlara ayrıcalıklı bir statü kazandırıyordu. Yeniçerilerin esâme kağıtlarının sayısı, askerlerin gerçek sayısını kat kat aşmış ve para yerine geçen bir kağıda dönüşmüştü. İmparatorluğun görkemli döneminde ücretleri, kendilerine yapılan tımar bağışı yoluyla dolaylı yoldan ödenmekte olan sipahiler ise enflasyon yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardı, çünkü gelirleri sabit olmasına karşın çıkılan seferlerin maliyeti katlana katlana artmaktaydı. Sipahilerin sayısı 1800’e gelindiğinde büyük ölçüde azalmıştı. Bunun yanı sıra, sipahilerin temsil ettiği Ortaçağ atlı sınıfı türü de, o dönemin savaşlarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Geç 18. yüzyıl savaşlarında, Osmanlı ordusu, askerlerini esas olarak Müslüman Anadolu’dan, Balkan köylülerinden ve kasabalardaki serkeş genç erkeklerden toplar hale gelmişti, ki bunların hepsine birden levend adı veriliyordu. En etkin Osmanlı birliklerinin bir kısmını, eyaletlerden ve İmparatorluğa tâbi devletlerden temin edilen yedek kıtalar oluşturuyordu.10
Ekonomik ve mali gelişmeler

Askerî zayıflığın yanında, daimi bir mali bunalım da yaşanıyordu (kısmen de buna sebep oluyordu). Bir zamanlar İmparatorluğun önemli bir gelir kaynağı olan savaş, zarara yol açan bir zanaate dönüşmüştü. Savaşların artık ganimet, haraç ve yeni vergiler yoluyla devlete kaynak temin etmemesi, devleti, mevcut nüfusun üzerindeki vergi yükünü artırmaya zorlamış olabilirdi.11 Osmanlı topraklarından transit ticari geçiş, Avrupalıların deniz ötesi yayılışları nedeniyle 16. yüzyıldan beri azalmıştı ve devlet, eyaletlerden gelen vergi geliri kaynaklarının birçoğu üzerindeki kontrolünü yitirmişti. 18. yüzyıl, gerek Asya ve gerek Avrupa’daki eyaletlerde âyanın yükselişine sahne olmuştu. Âyan, çok farklı kökenlerden gelen nüfuz sahibi kişilerdi (çoğu zaman ailelerdi). Bazıları, yerel bir güç odağına dönüşmüş Osmanlı valileriydi; bazıları, zengin tüccar ya da sarraflardı; diğerleri de toprak sahipleri ya da yüksek dinsel makam sahipleriydi. Bir âyan ailesinin üyeleri genellikle bütün bu alanlardaki uğraşıları birleştirmiş olurdu. Ortak payda, bunların paraya ve yöresel bir güç tabanına sahip olmalarıydı; bu, kendi resmî doktrinine rağmen devleti, onları devlet ile eyalet halkı arasındaki aracılar olarak tanımaya mecbur ediyordu.
18. yüzyılın ikinci yarısında, merkezî yönetim hem asker açısından, hem vergi tahsili açısından (birçok eşraf vergi tahsildarı sıfatıyla resmî görevleri elinde tutuyordu) yoğun biçimde âyana bel bağlar olmuştu. Hama ve Şam’da Azmzadeler, Bağdat’ta Hasan Paşa ve oğlu Ahmet Paşa, (Napolyon’u yenecek olan) Akka’lı ünlü Cezzar Ahmet Paşa ve Batı Anadolu’da Karaosmanoğlu ailesi gibi büyük âyan ailelerinin durumu özerkliğe varmıştı ve merkezî yönetimin bunlarla olan ilişkileri, tebaa ile olan ilişkilerden çok, vassal prenslerle olan ilişkilere benzemekteydi. Bunlardan bazıları, örneğin Arnavutluk ve Kuzey Yunanistan’ı bir kuşaktır yöneten Yanyalı Ali Paşa gibi yerel güçler, bağımsız dış ilişkiler dahi yürütmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu ekonomik açıdan kapitalizm öncesi bir devletti. Devletin ekonomi politikaları, halka hayatta kalmasına yetecek kadar gıda teminini, önemli nüfus merkezlerinin iaşesini ve vergilerin para olarak ya da ayni şekilde tahsilini amaçlamaktaydı. Osmanlı Devleti, İmparatorluk döneminin en sonuna dek, ekonominin belirli kesimlerini etkin şekilde koruyan ya da teşvik eden, merkantilist olarak tanımlanabilecek politikalar geliştirmemişti.
Osmanlı ekonomisi, İmparatorluğun daha zengin bölgelerindeki toprak etkinliğinin küçük tarım alanlarına bağlı olduğu, bir tarım ekonomisiydi. Büyük toprak sahipleri ve topraksız köylüler Anadolu’nun daha kurak kısımlarında ve bazı Arap topraklarında sayıca daha fazlaydı. Bölgelerin tamamında çiftçiler, hasattan pay karşılığında öküz ve tohum sağlayacak kişilere yoğun biçimde bağımlılardı. Tarımsal arazinin en büyük kısmının sahibi kâğıt üzerinde devletti; daha küçük ama yine de önemli olan bir kısmı ise, yasal vakıf (çoğul hali evkaf; bunlar, dini kurumlar veya hayır kurumlarıydı) statüsündeydi ve, (cami, hastane, kütüphane ve okul ama ayrıca çeşme ve köprü gibi) dinsel ve kamusal binaların bakım masrafları için kullanılmaktaydı. Evkafın çoğu, ulemanın denetimindeydi ve bu ulemaya hatırı sayılır bir zenginlik ve güç sağlıyordu. Özel toprak (mülk) sahipliği eskiden beri mevcuttu, ama bu büyük ölçüde, kasabalar çevresindeki meyve bahçeleri, bağlar ve mutfak bahçeleriyle sınırlı kalmıştı. Tımar sisteminin zayıflamasının ardından, özel mülkiyet, çiftlik biçiminde daha da yayılmaya başladı; Balkanlar’da ve Batı Anadolu’da ise çiftlikler çoktandır bir norm halini almış bulunuyordu. Bunlar, genellikle sanıldığı gibi, (her ne kadar 18. yüzyıl sonunda Balkanlar’da bu durum yaygınlaşmaya başlayacaksa da) büyük çapta ihracata yönelik çiftlikler değildi; daha çok küçük toprak sahiplerinin küçük arazi parçalarıydı.12 Tarımsal üretim, devletin esas vergi tabanıydı ve bu vergiler, artık her yerde iltizam sistemi yoluyla toplanıyordu. İltizam sistemi, Arap eyaletlerinde İmparatorluğun klâsik döneminde bile olağan bir uygulamaydı. İltizam, belli bir bölgede belirli bir dönemde vergi toplama hakkının devlet tarafından açık artırma yoluyla satılması ve bireyler tarafından satın alınıp, parasının önceden ödenmiş olması anlamına geliyordu. Bu mültezimler genellikle, satınalımlarına gereken parayı sağlamak için, büyük kentlerdeki Musevi ya da Ermeni sarrafların birinden borç alırlardı. Bu sistemin merkezî yönetim açısından birçok yararı vardı: Geliri garanti edilir, artık hasadın başarısına bağımlı kalmaz ve vergiyi önceden tahsil ederdi. Köylüler açısından ise esas güçlük, gerek mültezimin kendisinin, gerekse mültezime kredi vermiş olanların yatırımlarından kâr elde etmek istemeleri, bunun da köylülerin üzerindeki yükü artırmasıydı. Vergilendirmenin ayni olduğu yerlerde (bu istisna olmaktan çok, kuraldı), mültezimler buğday gibi ürünlerin fiyatından dolayı spekülasyon fırsatlarını artırmışlardı. 18. yüzyılda, iltizamın ömür boyu kiralanması demek olan “malikane”, giderek yaygın hale gelmişti. Âyanı güçlü kılan şey büyük ölçüde, iltizam sistemi üzerindeki ezici hâkimiyetiydi.
Tarım dışı üretim, tamamıyla loncaların hâkimiyetindeki, kentlerde bulunan, küçük ölçekli işletmelerle sınırlı kalmıştı. Bu loncalar, Ortaçağ sonlarının Avrupa’sındaki benzeşikleri gibi, üyeleri olmayanları uğraş alanlarının dışında tutuyor ve böylece kendi üyelerinin geçim yolunu muhafaza ediyorlardı. Aynı zamanda da müşterilerine işçilik ve malzemenin kalitesini garanti ediyorlardı. Loncalar, bir çırağın kalfa, kalfanın da –sonunda– usta haline gelebildiği katı bir hiyerarşik sistem sayesinde disiplin ve standardı muhafaza ediyorlardı. Loncalar genellikle yeni ürünleri ve yeni üretim yöntemlerini kuşkuyla karşılıyorlardı. Ayrıca loncalar, Avrupalı benzeşikleri gibi, kasabalardaki toplumu güçlü şekilde etkisi altına alan dince onaylanmış bir ahlâk ve değerler bütününü devam ettiriyorlardı (loncalar ve tarikatler arasındaki yakın bağlar sıklıkla belirtilmiştir). Ordu ve bürokrasinin neredeyse bütününde örgütleniş ve eğitim düzeninde loncalarınki örnek alınmıştı. Bu, lonca örgütleri dışında kalan hiç kimse olmadığı anlamına gelmiyor: aslında bağımsız olarak çalışanların sayısı da fazlaydı. Birçok lonca, çevre köylerdeki kadınların sağladığı yarı mamül ürünlere bağımlıydı. Modern araştırmalar, oldukça gelişmiş, eve iş verme sistemlerinin birçok örneğini tespit etmiştir.13
Ticaret tamamıyla yereldi: Köyden pazara ya da komşu bölgeler arasında olurdu. Uzak mesafeli kara ticareti, pahalı ve nispeten hafif mallar ile sınırlıydı. Güvenlik yokluğu bu malları kervanlarda taşımayı zorunlu kılıyordu. Ağır ve hacmi büyük mallar ise (tahıl ve kereste gibi) genellikle denizden taşınıyordu. Uluslararası ticaret toplam ticaret hacminin sadece küçük bir kısmını oluşturuyordu. Müslüman tüccar ve deniz nakliyatçıları, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi ticaretinde ve 1774’e dek yabancı gemilere kapalı kalan ve başkentin iaşesi için çok önemli olan Karadeniz ticaretinde, hâlâ önemli bir rol oynamaktaydılar. Ancak Akdeniz’deki uzun mesafeli ticaret, Avrupalı ulusların elindeydi; Fransız ticaret filosu, 17. yüzyılda sırasıyla Hollandalılara ve İngilizlere kaptırmış olduğu üstünlüğü, 18. yüzyılda bu iki devleti arkasında bırakarak yeniden kurmaktaydı.
Osmanlı Devleti derin ve baş edilmesi zor bir mali bunalım yaşadığından, pek çok araştırmada 18. yüzyılın, İmparatorluğun ekonomik bunalım dönemlerinden biri olduğu yorumu yapılmıştır. Ancak bu sanının gerçek bir kanıtı yoktur. Bölgeler arası ticaret çok önemsiz olduğundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik bir birim olarak tanımlanıp tanımlayamayacağı, bu kuşku götürür. Muazzam bölgesel farklılıklar söz konusudur ve bazı bölgeler, özellikle Balkanlar, 18. yüzyılın ikinci yarısında kısmen ihracatın güdümünde ekonomik büyüme yaşamıştır. Bu bölgede ve Suriye ve Filistin gibi bazı diğer bölgelerde uzun bir süre canlı bir tahıl ticareti (daha doğrusu, Osmanlı yönetimi tahıl ihracını kesinlikle yasakladığından, tahıl kaçakçılığı) yapılmıştı. Buğday fiyatındaki devirsel bir iyiye doğru gidiş, bu ticareti 18. yüzyılın ortasına kadar canlı tutmuştu.
Batı Avrupa’nın gelişmekte olan sanayileri ve büyüyen nüfusu da, özellikle ihracat için ekimine başlanan pamuk gibi tarımsal ürünlere talebi canlandırmıştı. Osmanlı ürünlerinin esas pazarları Fransa ve Avusturya idi (Fransa’ya pamuk ve Habsburg topraklarına sınırdan yapılan domuz ihracı bilhassa önemliydi). 18. yüzyıl sonundaki uluslararası siyasal karışıklık, Osmanlı tüccar ve deniz nakliyatçılarına yeni fırsatlar yaratmıştı. Bunların çoğu Ege kıyı ve adalarındaki Rumlardı. Bunların artan ticari çıkarları, Rum cemaat üyelerini İmparatorluğun dışında, Marsilya, Trieste ve Karadeniz’de yeni kurulmuş olan Rus liman kenti Odessa gibi önemli ticaret merkezlerine yerleşmeye sevk etmişti ve böylece bunlar kendi işlerini daha da fazla canlandıran bir uluslararası ağ yaratmışlardı.14
Osmanlı devlet çarkı, ekonomideki bu iyiye doğru gidişten bir yarar görmemişti. Devletin taşradaki hâkimiyet eksikliği, devletin yeni kazançları vergilendirerek mali durumunu iyileştirme gücünden yoksun olması anlamına geliyordu; aynı zamanda da gıda maddeleri ihracatı kentlerin iaşesini tehlikeye sokuyordu.
Uluslararası siyasette Osmanlı İmparatorluğu

1800’e gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun uluslararası siyasetteki durumu iki yüzyıldır gittikçe zayıflamış bulunuyordu. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa devletleri, özellikle de Batı Avrupa’da yeni ortaya çıkmakta olan ulus devletler, Osmanlı devletini ekonomik, teknolojik ve askerî bakımdan geçmişlerdi. Yeni teknolojiler, Doğu Avrupa’nın Hıristiyan imparatorluklarına, Osmanlı topraklarına olduğundan daha hızlı transfer ediliyordu. Bu durum, hemen hepsinde Osmanlının ciddi yenilgiler aldığı ve toprak kaybettiği uzun savaşlar silsilesiyle açığa çıkmıştı. 17. yüzyılda ve 18. yüzyıl başlarında esas düşman Habsburglar idi, ama 18. yüzyılın ikinci yarısında İmparatoriçe Katerina’nın Rusya’sı esas tehdit olarak ortaya çıkmıştı. Rusya sürekli olarak Karadeniz’in kuzey kıyılarına hâkim olmaya –ve daha sonra da buraları kendine dâhil etmeye– çalışmış ve bu yüzden de Osmanlılarla çatışmıştı; Osmanlılar, vasalları olan Kırım’daki Tatar Hanlarının elinde tuttuğu bu bölgelere stratejik olarak çok önem veriyordu. Bu mesele yüzünden 1768-1774 yıllarında yapılan savaş Osmanlıların yenilgisi ve Osmanlı tarihinde birçok bakımdan bir dönüm noktası olan bir barış antlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Küçük Kaynarca (Rus kontrolündeki Bulgaristan’da, Tuna’nın tam güneyinde bir köydü) Antlaşması Kırım’ın bağımsızlığını tanımış, Rusya’ya Karadeniz kıyısında Dinyeper ve Boğ (Bug Aksu) nehirleri arasında emin bir tutunma noktası sağlamış ve Rus gemilerine Karadeniz’de seyir hakkı vermişti. Ayrıca, Rusya İmparatoriçesi’ne, İstanbul’daki bir Ortodoks kilisesi üzerinde koruma hakkı tanınması, Ruslar tarafından, bütün Osmanlı memleketlerinde Rum Ortodoks Kilisesi’ni koruma hakkı verilmesi gibi yorumlamışlardı.15 Gerek Rus hükümeti, gerek Sultan’ın Rum Ortodoks tebaası, bu hakları büyük bir gayretle istismar etmişlerdi. Bunun sonucunda, sonraki onyıllarda Balkanlar’ın her tarafına ve Yunan adalarına Rus konsolosları tayin edilmiş, konsoloslar da (berat sistemi altında) Rus yurttaşlığını yerli Hıristiyanlara cömertçe sunmuşlardı. Karadeniz’in Rus gemilerine açılmasının ardından, Karadeniz ticaretini ele geçirenler, Rus bayrağını dalgalandırmakta olan Rum deniz sevkiyatçıları olmuştu.
1774 barışı, gerek daha fazlasını elde etme beklentisinde olan Ruslar ve gerek İmparatorluğun tarihinde ilk kez bir Müslüman toprağının yitirilmesini kabullenmekte (Sultan’ın saltanatının güvenilirliğine ve meşruiyetine çok zarar verici bir şeydi bu) zorluk çeken Osmanlılar açısından tatmin edici olmamıştı. Önce, Ruslarla Osmanlıların arasında Kırım’da bir vekalet savaşı olmuş, ardından Ruslar Kırım’ı 1779’da resmen ilhak etmişlerdi. Sultan yönetimi bunu 1784’te istemeye istemeye kabullenmiş, ama üç yıl sonra Rusya’ya savaş ilân etmişti. Avusturya’nın Rusya’yı önce desteklediği sonra da ortada bıraktığı 1787-1792 savaşı, yine Rusya’nın büyük zaferiyle ve Rusya’nın Karadeniz’in kuzey kıyısındaki nüfuzunun güçlenmesi ve hatta batıda Dinyester nehrine ve doğuda Gürcistan’a kadar uzanmasıyla sonuçlanmıştı.

2
Gelenek ve Bid’at Arasında:
Sultan III. Selim ve “Nizam-ı Cedid”
1789-1807

Fransız Devrimi’nin patlak verişinden 1830’ların sonuna kadar olan dönem, buraya kadar değinilen bütün alanlarda (toprak, nüfus, ideoloji, yönetim, ekonomi ve uluslararası ilişkiler) hızlı bir değişime sahne olmuştu ve bu değişimin çoğu cephesinin İmparatorlukla Avrupa arasında değişen ilişkilerle şu veya bu şekilde bir ilgisi vardı.
Bu değişikliklere nezaret eden ilk hükümdar, 1789’da tahta çıkan Sultan III. Selim olmuştu. Selim, tahta çıkışından önce de, sarayın dışındaki dünyaya ve Avrupa’ya ilgi göstermişti. Şehzade iken, örnek aldığı şahsiyet olan Fransa Kralı XVI. Louis ile yazışmış olduğu ve çevresine, Avrupa’ya özgü şeylere olan ilgisini paylaşan dost ve hizmetkârlarını topladığı bilinmektedir. Bu kişilerin birçoğunu tahta çıktığında etkin mevkilere atadı. Saltanatının ilk üç yılında Selim, Rusya’ya karşı yapılan savaşın yönetimi üzerine yoğunlaşmak zorunda kalmıştı. 1792’de Osmanlıların askerî durumunun kötüye gitmesi nedeniyle, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu İngiltere’yle Prusya’nın arabuluculuklarını kabul etmişler ve bu da, esasen (1774) Küçük Kaynarca Barışı’nın bir teyidi olan ve bunun yanında, Rusya’ya Karadeniz kıyılarında bir parça daha toprak kazancı sağlayan Yaş Barışı’nı getirmişti.
Barışın tamamlanmasının hemen ardından Sultan, adına resmî olarak “Nizam-ı Cedid” (Yeni Düzen) denilen reform (ıslahat) programını başlattı. Bu program, merkezî devlet örgütünün gücünü, hem dış düşmanlara (bilhassa da, felaket getiren iki savaşın ardından Osmanlı gücüne yönelik en büyük tehdit olarak ortaya çıkan Rusya’ya) karşı ve hem de iç düşmanlara (yarı bağımsız âyana) karşı artırmayı hedefliyordu. Bunlar, Selim’in 18. yüzyıldaki seleflerinin başına dert olmuş sorunlardı ve onun bu sorunları çözme girişimleri de esas itibariyle geleneksel tarzdaydı: Selim suistimal ve rüşvetle mücadele ederek; geleneksel sistemi ve böylece adaleti yeniden tesis ederek, devlet aygıtını (özellikle de orduyu ve vergilerin toplanması işini) güçlendirmeye girişti. Bütün topluluk ve bireyler, devletin İslâmî düzeni muhafaza ettiğini gösterme çabasıyla, yine kendi hudutları içerisine sıkıştırılacaklardı. Selim’in –bilhassa da gayrımüslim reayaya yönelik olarak– geleneksel giyime ve bina kısıtlamalarına uyulmasında ısrar eden hatt-ı hümayunları onun siyasetinin bu yönünü açıkça göstermektedir.
Selim’i, 17. yüzyıl ortasında merkezî otoriteyi yeniden kuran Köprülü vezirlerinin zamanından beri süregelen geleneksel reform teşebbüsleriyle 19. yüzyıl Tanzimat reformları arasında, geçiş döneminin bir şahsiyeti olarak ilginç kılan şey; amaçlarına ulaşmak için Avrupa’nın usullerini (ve Avrupalı danışmanları) kabule istekli olması ve saltanatının Avrupa’yla Osmanlı yönetici seçkinler sınıfı arasında iletişim kanalları açma yoludur.
“Nizam-ı Cedid” reformları

Askerî alandaki program, mevcut orduyu; yeniçerileri, sipahiyi yani feodal atlı askerini ve topçular, top arabacıları gibi ihtisas birliklerini daha etkili kılma girişimleriyle başlamıştı. Bu program, rüşvet fırsatını bertaraf etmek için tam anlamıyla askerî olan işleri subayların idari görevlerinden ayırmış ve ellerinde esame bulunan ama gerçekte orduya hizmet etmeyen kişilerin çıkartılması yoluyla asker sayısı azaltılmış, geriye kalanlara ise daha katı bir disiplin getirilmiş ve düzenli para ödeneceği garanti edilmişti. Kısa zamanda sistemin içinden gelen engellemenin bu türden bir yeniden örgütlenmeyi neredeyse tamamen etkisiz hale getirdiği anlaşıldı. O zaman Sultan ve adamları daha kökten bir çözüme, yani var olan yapının dışında yeni bir ordu meydana getirmeye karar verdiler. Yeni ordu için çalışmalara 1794’te başlandı ve 1807’de, Selim’in saltanatının sonuna denk gelen bu yeni ordu, o zamanın gözlemcilerine göre nispeten iyi donanımlı ve iyi talim görmüş yaklaşık 30 bin askerden oluşuyordu. Ayrıca deniz kuvvetleri de yeniden örgütlenmişti.
Bu program kuşkusuz, hem yeni bir talim ve eğitim sistemi hem de çok para gerektiriyordu. Sultan talim ve eğitim alanındaki gereksinimi karşılamak için, yabancı subayları danışman ve eğitimci olarak çekmeye çalıştı. Bu subayların çoğu Fransızdı ve ilginçtir, Fransa’nın hem krallık, hem Cumhuriyet, hem de Napolyon İmparatorluğu hükümetlerinin kanalıyla temin edilmişlerdi. Modern bir sağlık örgütü ve tıp okulu kurulmuş, mevcut olan deniz kuvvetlerinin mühendislik okulu modernleştirilmiş ve kara ordusu için 1795’te bir mühendislik okulu açılmıştı. Ancak iş ıslahatlara para teminine geldiğinde, III. Selim yönetimi beceriksiz kalıyordu. Hükümet, “ilk gelen ilk hizmeti alır” kuralınca işleyen karmaşa içindeki maliye düzeni yerine, gelir ve giderlerin dengelenebildiği düzenli bir bütçe oluşturmaya çalışmamıştı ve hükümetin son derece yetersiz olan geleneksel vergi sisteminin ıslahına ya da var olan sistemin etkin şekilde yürütülmesine yönelik zayıf girişimleri ise başarısız olmuştu. Hükümet, gelirlerini artırmak için, geleneksel araçları, müsadere ve tağşiş1* usullerini kullanmış, böylece uzun vadede sadece sorunlar artırmıştı. Selim’in, merkezî kalemiye örgütünün etkili usullerini kullanmış, böylece uzun vadede sadece sorunları artırmıştı. Selim’in, merkezî kalemiye örgütünün etkililiğini artırma girişimleri, dairelerdeki (bir rüşvet kaynağı olan) müzminleşmiş istihdam fazlalığının azaltılmasından ve 1797’de devletin önemli işlerine ilişkin çalışmaları bir “önemli işler dairesinde” (Mühimme Odası) toplanmasından –ki bu kısmen asgari bir gizlilik getirme girişimiydi– oluşuyordu. Ancak, maaşlar düzenli ödenmeksizin ve mevki ve görevleri tanımlayan açık kurallar olmaksızın, istihdam fazlasını, adam kayırmacılığı ve rüşveti yok etmenin mümkün olmadığı meydana çıkmıştı; 19. yüzyıl reformları, her ne kadar maaşların düzenli ödenmesini ve mevki ve görevleri açıkça belirleyen kuralları yürürlüğe koyduysa da, Osmanlı İmparatorluğu neredeyse sonuna kadar bu sorunlarla boğuşmaya devam edecekti.

Yeni iletişim kanalları

Belki de Selim’in aldığı tedbirlerden daha önemli olan şey, onun Batılı düşüncelerin Osmanlı İmparatorluğu’na akışı için yaratmış olduğu artan olanaklardı. Selim’in kurmuş ya da ıslah etmiş olduğu çeşitli ordu birliklerine tayin edilmiş Avrupalı ve bilhassa Fransız eğiticiler, iletişim kanallarından birini oluşturuyordu. Bunların öğrencileri Fransızca öğrenmiş ve büyük bir istekle her çeşit yeni moda düşünceyi yabancı eğiticileriyle tartışmaya başlamışlardı. Üstelik Osmanlı toplumunda bu yabancılara, önceki kuşaktaki seleflerine olduğundan çok daha fazla serbestlik tanınmıştı. Bunlar sadece yerel Hıristiyan cemaatlerinin önderleriyle değil, Osmanlı yönetici seçkinler sınıfının üyeleriyle de düzenli sosyal ilişkiler kurmuşlardı.1 Avrupa’daki yeni Osmanlı elçilikleri ikinci en önemli iletişim kanalı olmuştu. 18. yüzyılda daha önceleri Avrupa başkentlerine özel amaçlarla gönderilmiş tek tük Osmanlı elçileri olmuştu, ama yine de asıl diplomatik işler İmparatorluğun parlak döneminde olduğu gibi Rum tercümanlar yoluyla yürütülmekteydi. Selim şimdi ilk kez, Londra (1793), Viyana (1794), Berlin (1795) ve Paris’te (1796) daimi Osmanlı elçilikleri kurmuştu.
İmparatorluğun sonraki ıslahatçılarından birçoğu, bu Osmanlı elçiliklerinde kâtip olarak hizmet görürken ilk Avrupa deneyimlerini edinmişlerdi. Mevcut tüm bilgilere bakılırsa, bu ilk elçilerin etkisi yok denecek kadar azdı. Mesleklerinde hiç deneyimleri yoktu ve Avrupa diplomasi oyununu sıfırdan öğrenmek zorunda kalmışlardı. Ama, Avrupa’ya giden bu ilk modern Osmanlı diplomatları Avrupa karşısında ne kadar beceriksiz kalmış olurlarsa olsunlar, onlar ve onların bir kuşak sonraki ardılları, Osmanlı toplumunda Avrupa’daki yaşamın elçileri olarak kesinlikle etkili oldular.
Sultan III. Selim’in düşüşü

Selim uyguladığı siyaset nedeniyle birçok düşman kazanmıştı. Selim yeni bir ordu yaratma çabası sonucunda ordu kurumuyla arasını açmış ve ulemanın çoğunluğu, saraydaki ve seçkinler sınıfının genç üyeleri üzerindeki Fransız etkisinden hoşlanmamıştı. Sultan halkın geniş kesimi tarafından da sevilmiyordu; halk onun ıslahat girişimlerinden bir yarar görmemişti, ama kahve, tütün ve diğer şeylere konan yeni vergilerin yükünü sırtlanarak yeni ordu ve bahriyenin tüm masraflarını karşılamak zorunda bırakılmıştı. Selim’in saltanatı taşrada, onun merkezî gücü artırmadaki gayretlerine rağmen, aslında yalnızca büyük âyanın gücünün ve özerkliğinin pekişmesine sahne oldu. Bunun nedeni, Sultan’ın âyana vergi gelirleri ve başkentin iaşesi hususlarında bağımlı olmakla kalmayıp, büyük âyanın Napolyon’un açtığı savaşlarda ordunun asker gereksiniminin çoğunu temin etmesiydi. İlk Nizam-ı Cedid ordusu bile bazı âyanın gönderdiği birliklerle kurulmuştu. Âyanın Sultan’a ve Sultan’ın siyasetine olan tutumu çelişkiliydi. Bunlar bir yandan, Selim’in, taşra merkezlerindeki iktidar rakiplerinin, yani ulema ve yeniçerilerin, konumlarını zayıflatma girişimlerini destekliyor, diğer yandan da merkezî hükümetin denetimini daha etkili kılmasını kesinlikle istemiyorlardı. Bu durum, Sultan 1805’te Edirne’de yeni bir Nizam-ı Cedid birliği kurulacağına dair bir ferman çıkartınca açığa çıktı. Askerler 1806’da Edirne’ye ulaştığında, Avrupa eyaletlerindeki âyan, bu birlikler geri çekilmezse başkente ilerleyecekleri tehdidinde bulundu. Sultan boyun eğmek zorunda kaldı, böylece âyanın konumunu daha da güçlendirmiş oldu.
Selim gibi Avrupa’dan örnek aldığı modelleri sınırlı şekilde kavrayan, mali kaynakları yetersiz ve güçlü geleneksel kurumların kazanılmış haklarıyla karşı karşıya kalan herhangi bir Sultan’ın, köklü reformlar gerçekleştirmeyi başarıp başaramayacağı konusu şüphelidir. Bununla beraber, muhtemelen, Selim bu iş için gereken acımasızlık ve kurnazlıktan da yoksundu. Mayıs 1807’de İstanbul’daki yeniçeri ocağındaki yedek askerî birlikler ayaklandıklarında (büyük bir olasılıkla muhafazakâr saray çevrelerinin tezgâhlamış olduğu bir isyandı bu) ve Nizam-ı Cedid birliklerinin lağvedilip önemli ıslahatçıların azledilmesini talep ettiklerinde, Sultan yeni askerlerini öne sürmeksizin boyun eğdi, ama yine de konumunu koruyamadı. Aynı gün, şeyhülislamın ilân ettiği bir fetvayla tahttan indirildi; Fetva, reformlarının şeriatle bağdaşmadığını bildiriyordu.
Uluslararası ilişkiler: Fransız devrimi
ve Napolyon savaşları

Reform çabalarında, iç muhalefetten başka, saltanatının Fransız devrimiyle Napolyon savaşlarının yol açtığı uluslararası karışıklıkla aynı zamana rastlamış olması da kesinlikle Sultan’a engel oluşturmuştu.
Habsburg hanedanının baş düşmanı Fransa’yla olan dostça ilişkiler, iki yüzyıldan fazla bir zamandır Osmanlı dış siyasetinin köşe taşlarından olmuştu. Daha önce de belirtildiği gibi, Selim’in kendisi Fransa Kralıyla temas halindeydi, ama Fransa’yla olan ilişkiler Fransız Devrimi’nden ve hatta Kral XVI. Louis’nin idamından sonra da devam etmiş, aslında Napolyon Bonapart’ın 1798’de ansızın Mısır’a çıkışına kadar sürmüştü. Napolyon’un seferi çok sayıda bilimsel yayına konu olmuştur. Bu askerî sefer, hem Fransa ve İngiltere arasındaki sömürge ve ticaret rekabetinin –ki Hindistan’daki hesaplaşma halen sürmekteydi– ve hem de mevcut koşulların İngiltere’ye doğrudan hücum olanağı vermediğinin Paris tarafından kavranmış olmasının bir sonucuydu. Napolyon gönlünde yeni bir Büyük İskender olarak Ortadoğu’yu fethetmenin romantik hayallerini yaşatmış olabilirdi, ancak Fransız siyasetinin hedefleri çok daha sınırlıydı: Mısır’ı bir Fransız üssü haline getirerek İngilizlerin Doğu’daki konumunu dolaylı şekilde zayıflatmak. Fransız istilası Osmanlı yönetimini İngiltere ve eski düşmanı Rusya’yla birer ittifak yapacak kadar derinden sarsmıştı, ancak bu tedbirin ömrü tehlikenin kendisi kadar sürmüştü. 1802’deki Amiens Barışı, Babıâli’yle Fransa arasındaki eski sıcak ilişkiyi yeniledi. Avusturya baskısıyla Osmanlıların Napolyon’un imparatorluğunu kabul etmeyişi, 1805’te diplomatik ilişkilerin kesilmesine yol açmıştı, ancak bir yıl içerisinde Osmanlı İmparatorluğu bir kez daha Fransa’nın müttefiki olmuş ve hem İngiltere hem de Rusya’yla bir savaşa girmiş, bu durum yeni bir Rus istilası getirmişti. Napolyon’un siyasetinin, 1807’de Çar’la Tilsit’teki görüşmesi sırasında aniden tersine dönmesi, Osmanlıları düşmanlarına karşı tek başına bırakmıştı.
Fransız Devrimi’nin ideolojik etkisi

Fransız Devrimi’nin yarattığı uluslararası karışıklık ve neden olduğu sonuçların Osmanlı İmparatorluğu’nu hayli etkilemiş olduğu kuşku götürmezse de, devrimin Osmanlı toplumu üzerindeki ideolojik etkisinin derecesi pek açık değildir.
Nizam-ı Cedid’i başlatırken, bu terimin kendisi Fransızcadan türetilmiş olsa bile, Sultan III. Selim’in esin kaynağı kesinlikle Fransız Devrimi olmamıştı.2 O, devrimciler tarafından idam edilecek olan XVI. Louis’nin mutlak monarşisinin ve Fransızların askerî ve idari becerilerinin hayranıydı. Selim’i askerî reformdan yana karar vermeye zorlayan şey geleneksel Osmanlı ordusunun Rusya Savaşı’ndaki başarısızlığı olmuştu. Devrimin ve devrim düşüncelerinin Müslüman Osmanlı yönetici seçkinler sınıfı çevrelerindeki etkisi sınırlı kalmış gibi görünüyor. Devrimci ideolojinin laik karakterinin, Müslüman bir halkın bu

düşünceleri benimsemesini, dine bulanmış düşüncelerin benimsenmesine nazaran, kolaylaştırmış olduğuna dair bir kanıt yoktur. Devrimin din aleyhtarı niteliğini yorumlayan Osmanlı gözlemciler bunu istisnasız sert bir şekilde eleştirmişlerdi.3 Keza Fransızların Mısır’ı işgali, Müslüman toprağının kalbine bir saldırı olarak derin bir sarsıntı yaratmışsa da, Fransız felsefesinin değil Fransız askerî gücünün farkına varılmasına yol açmıştı. Osmanlı yönetici sınıf üyelerinin, Selim rejiminin yabancılarla görüşüp kaynaşmaya izin vermesinin yarattığı fırsatlar nedeniyle, Avrupa’nın düşüncelerinin etkisinde kalmış olmaları, özellikle genç bürokratların geleneksel çözümler yerine akla dayanan çözümler arama eğilimlerinde ve bu suretle yeni yasalar hazırlanmasında kesinlikle etkili olmuştu. Özellikle, Avrupa’daki elçiliklerde hizmet veren genç Osmanlılar, orada karşılaştıkları bürokrasilerin işlerliğinden derin biçimde etkilenmişlerdi. Osmanlı yüksek mevki sahipleri yaşam tarzlarını, (çoğu kez ay sonunda, hatta yıl sonunda ödenmekte olan) maaşlarına, “tayin hediyelerinden” ve “harç ve para cezalarından” oluşan ek bir gelir katarak sürdürmek ve her yıl yeniden atanmalarını sağlamak zorundayken, Avrupa devletlerinin hizmetkarları, çoktandır 19. yüzyılın o gerçek bürokratlarına dönüşmekteydiler: Memuriyetlerinde güvenlikleri sağlanmış ve görevleri ve yükselme olanakları yönetmeliklerle açık şekilde belirlenmiş olan maaşlı memurlar. Liberalizm, meşrutiyetçilik2* ve yurtseverlik gibi daha soyut olan düşüncelerin, Osmanlı seçkinler sınıfı üyeleri üzerinde 19. yüzyıl ortalarına kadar bir etkisi olmamıştı.
Fransız Devrimi’nin düşüncelerinin üzerinde belirgin bir etki yarattığı kişiler, İmparatorluğun Hıristiyan cemaatlerinin okuryazar üyeleri olmuştu. İlk etkilenenler, belli başlı bütün Avrupa limanlarıyla ticari bağlantıları nedeniyle Rumlar ve Avusturya’ya olan ihracatları yoluyla Orta Avrupa’yla devamlı temasta bulunan Sırplar olmuştu. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarından bu cemaatler arasında rağbet bulanı, özgürlük idi; ancak özgürlük bu cemaatler için yurttaşlık haklarının değil, ulusal bağımsızlığın teminatı anlamına geliyordu. Milliyetçilik Osmanlı İmparatorluğu’na, Fransız Devrimi savaşlarının sonucu olarak girmişti, ancak Osmanlı Hıristiyan toplulukların milliyetçiliği Batı Avrupa tipinde değil, daha çok, Orta Avrupa tipindeydi. Balkan aydınları, üzerine devletlerini kuracakları bir ulus peşindeyken, tarihsel geçmişlerinin romantik hayali görüntülerini yarattılar; bunu yaparken de Osmanlı egemenliğini bir “işgal” olarak tanımladılar.4 1808 yılı bir Sırp ayaklanmasının başlangıcına sahne olmuştu; ayaklanma önceleri yerli Müslüman toprak sahiplerinin ve yeniçerilerin suistimallerine itiraz anlamını taşıyordu; ama özerklik hareketine ve daha sonra bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştü. Hareketin ilk önderinin Kara Yorgi adındaki zengin bir domuz ihracatçısı olması bir rastlantı değildi. Yunan milliyetçiliğinin doğuşu, Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulmasını amaçlayan bir gizli topluluk olan Filiki Eterya’nın 1814’te Odessa’da Rum tüccarlar tarafından kuruluşuna kadar götürülebilir. 19. yüzyıl boyunca önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olacaktı.
Ekonomik değişim

Ekonomik açıdan Fransız Devrimi yıllarında Yakın Doğu’daki esas gelişme, Rum tüccar ve deniz nakliyatçılarının konumunun güçlenmesi olmuştu. Devrim savaşları ve Napolyon savaşları, Fransız ticaret filosunun Doğu Akdeniz’deki konumuna ciddi şekilde zarar vermiş ve onun uzun mesafeli deniz ticaretindeki önder konumunu, ticaret işleri geç 1700’lerde bir patlama yapmış olan Rumlar devralmışlardı. Aynı zamanda, Napolyon Avrupa’sının İngilizlerce ablukası ve “Kıta Sistemi” diye bilinen, Fransızların başlattığı karşı abluka, Orta Avrupa’da ve Orta Avrupa’dan yapılan ticarette Osmanlı İmparatorluğu’nun önemini artırmıştı.5 III. Selim önemli Akdeniz ticaret merkezlerinde konsolosluklar kurmak suretiyle, Osmanlı tüccarlarının Avrupalılarla olan rekabet koşullarını iyileştirmeye çalıştı. Bu konsoloslar, Osmanlı Sultanları’nın Avrupalı uluslara bahşettiğine benzer bir kapitülasyon (krş. Bölüm 1) sistemiyle desteklenmedikleri için, elbette Batılı meslektaşları kadar etkin roller oynayamamışlardı.
Alemdar Mustafa Paşa: Taşra âyanları iktidarda

Sultan III. Selim tahttan indirildikten sonra sarayda hapis tutulmuştu. 1807 darbesini gerçekleştiren muhafazakâr ulema ve yeniçeri subayları ittifakı, tahta Selim’in yeğeni IV. Mustafa’yı geçirmişti. Ne var ki motivasyonları olumsuz olduğundan (Selim’in politikalarına duydukları ortak nefret), tutarlı bir siyaset geliştiremediler; bu arada, devrilmiş olan yönetimin sağ kalan bazı önderleri, önde gelen âyandan, Rusçuk’taki Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Mustafa Paşa’nın, önde gelen âyanın birçoğu gibi, devrik Sultan’la çelişik ilişkileri olmuştu; onu yeniçeri ve ulemaya karşı desteklemiş, merkezî denetimi taşraya kadar genişletme girişimlerini ise baltalamıştı. Mustafa Paşa ancak, Rusların ilerleyişi 1806’da Tuna üzerindeki denetim alanını tehdit altında bırakınca Sultan’a yanaşmıştı. Onun karargâhı, İstanbul’da iktidarda olan muhafazakâr koalisyona karşı muhalefet merkezi haline gelmiş ve Mustafa Paşa bir yıldan az bir zaman sonra Temmuz 1808’de, Sultan III. Selim’i yeniden tahta çıkarma niyetiyle başkente yürümüştü. Selim özgürlüğüne kavuşamadan kendisini tutsak edenler tarafından katledilmişti, ancak Alemdar Mustafa Paşa’nın askerleri bir hafta içinde duruma tamamen hâkim olmuşlardı. IV. Mustafa’yı tahttan indirip, yerine Selim’in öteki yeğenini, Nizam-ı Cedid’in taraftarı olduğu bilinen II. Mahmut’u geçirmişlerdi.
Böylece, İmparatorlukta merkezî denetimi yeniden kurmaya çalışan ilk Sultan’ın saltanatı, arzu edilenin tam tersine, başkentte âyanın iktidara gelişiyle sona ermişti. Alemdar Mustafa Paşa’nın iktidardaki dönemi topu topu dört ay sürdü, ama o süre içinde ilginç bir şey başarmaya çalıştı. Hasımlarını, 1807 darbesinin oyuncularını, yıldırıp tamamen itaat altına alma çabasından başka, Sultan Selim’in reformlarını canlandırmaya ve hatta Nizam-ı Cedid’i, “Sekban” gibi geleneksel bir ismin altında yeniden kurmaya gayret etti (Sultanların Av Köpeklerinin Bakıcıları – Sekbanlar daha sonra 34 bölüklü bir kısım olarak yeniçeri ocağına dâhil edildiler). Sadık âyanın başkente gönderdiği askerî birlikler bu kıtanın çekirdeğini oluşturuyordu. Dahası Mustafa Paşa şaşırtıcı şekilde, merkezî hükümetin en yüksek ricalinin de hazır bulunacağı imparatorluğun sorunlarına ilişkin bir toplantıya katılmaları için, İmparatorluğun bütün önemli âyanını İstanbul’a davet etme girişiminde bulunmuştu.
Önde gelen Anadolu âyanının çoğu gelmişti, ama Alemdar’ın Balkanlar’daki bazı rakipleri ve (daha hızlı bir şekilde) Mısırlı Mehmet Ali Paşa aflarını istemişler, Balkanlar’ın batı kısmındaki âyanın en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa ise sadece bir temsilcisini göndermişti. Toplantıya katılanlar Mustafa Paşa’nın sunduğu programı tartışmış ve Sened-i İttifak’ı kabul edip Ekim 1808’de imzalamışlardı. Belgede hem Sultan hem de âyan yönetimlerinin adil olacağına söz vermişlerdi. Vergiler devlet tarafından adil şekilde konacak ve âyan tarafından adil şekilde toplanacaktı. Âyanlar, reformları ve yeni bir ordunun kurulmasını desteklemeye söz vermişlerdi. Sultana ve yönetimine bağlılıklarını bildirmiş ve onu isyanlar karşısında korumayı taahhüt etmişlerdi. Âyanlar ayrıca, birbirlerinin toprağına ve özerkliğine saygılı olma sözü de vermişlerdi. Dikkate değer bir belge olan Sened-i İttifak kimi zaman bir Osmanlı Magna Carta’sı ya da ilk meşrutiyetçilik girişimi olarak gösterilmiştir. İlki daha doğrudur, çünkü bu belge, yurttaş haklarının kanunname şeklinde derlenişi değil, gerçekten de hükümdar ve beyleri arasındaki bir sözleşmedir. Böyle olduğu için de, metinde resmen devletin ortakları olarak tanınan âyanın, İmparatorluk içindeki nüfuzunun en yüksek başarı noktasını oluşturmaktadır. Sultanın kendisi belgeyi imzalamamıştı ama üzerine tuğrasının konulmasına izin vermişti.6
Belgenin âyan tarafından imzalanışından bir ay sonra, başkentteki yeniçeriler Mustafa Paşa’nın kendilerini dağıtacağına dair çıkan söylentiler üzerine tekrar ayaklanmıştı. En iyi askerlerini Rusçuk’u, Bulgaristan’daki rakiplerine karşı savunmak üzere göndermek zorunda kalan ve İstanbul’da desteği kalmayan Mustafa Paşa, bir cephane deposuna sığındı. Yeniçeriler içeriye girdiğinde, kendini havaya uçurdu. Loncalar ve ulemayla ittifak içerisinde olan yeniçeriler, bir kez daha başkentin efendisi oldular. Ancak Sultan çabuk harekete geçti: Geriye kalan tek erkek akrabası olan IV. Mustafa’yı boğdurdu ve Sekbanları saraya çağırdı. İlk başta çıkmaza girilse de sonunda bir uzlaşmaya varıldı: Sultan tahtta kalacak ama Sekban kıtası dağıtılacaktı.

3
Sultan II. Mahmut’un İlk Yılları: Merkez,
Denetimi Tekrar Ele Geçirmeye Çalışıyor

II. Mahmut, hem Nizam-ı Cedid’in sınırlı başarısına hem de kuzeni Selim’in düşüşüne ve ölümüne tanık olmuştu. Fakat bunlardan iyi ders çıkarmış olduğunu ve çok daha usta taktikler uygulayabildiğini gösterdi. Tahta çıktığında son derece zayıf bir konumdaydı. Kendisini iktidara getiren Alemder artık yoktu ve II. Mahmut’un tahtta bırakılmasının tek nedeni kendisinden başka bir erkek evladın olmamasıydı. Bu nedenle çok tedbirli davranmak zorundaydı; saltanatının ilk on beş yılını bir güç tabanı oluşturmak için harcadı. Bu da, kalemiye, ulema hiyerarşisi ve ordunun kilit mevkilerine güvenilir destekçilerin atanması demekti. İkinci hedefi, kendisini iktidara getiren yarı bağımsız âyanın etkisini azaltmaktı. Bunu büyük ölçüde başarmıştı. 1812-1817 yılları arasında Anadolu’daki büyük âyanın itaat etmesi sağlanmış ve 1814-1820 yılları arasında Balkanlar’daki âyan da boyunduruk altına sokulmuştu. Kürdistan’daki süreç ise uzun sürmüş, ama orada da hemen hemen bağımsız olan Kürt beylerinin, yani büyük aşiret koalisyonlarına hâkim olan mirlerin gücü sonunda kırılmıştı. Burada, toplumun mevcut aşiret yapısının doğurduğu sonuç şöyle özetlenebilir: Osmanlı merkezî yönetiminin beylerin ortadan kaldırılması ve bu beylerin yerine etkin merkezî denetimi geçirmede beceriksiz oluşu, uzun bir anarşi dönemine yol açmış; bu dönemde otorite yeniden aşiret başkanlarına ve aşiretler arasındaki çatışmalarda arabuluculuklarıyla nüfuzlarını artırmış olan dini önderlere geçmişti.1 Osmanlı yönetiminin Arap eyaletlerindeki otoritesinin yeniden kurulması ancak 1840’larda gerçekleşmişti.
Osmanlı geleneğinde âyanın itaat altına alınması hususunda olabildiğince barışçı usullere başvurulmuştu. (rüşvetler verilmiş, unvanlar tevcih edilmiş, rehineler alınmış, âyan arasındaki ayrılıklardan ustalıkla yararlanılmıştı.) Açık savaş1* en son başvurulan çareydi ve 1826 öncesinde bu da geleneksel askerî kurumun, yani esas olarak yeniçerilerin işiydi. Sultanın devlet üzerindeki nüfuzunu yavaş yavaş güçlendirmesine karşın, kalemiyeyle ya da askerî kurumla olan ilişkisini henüz koparmadığını belirtmek gerekiyor. Reform yanlılarının git gide daha önemli konumlara getirilmesine karşın, Mahmut’un saltanatının ilk yıllarındaki en güçlü siyasetçi, bir ulema üyesi olan eski Paris büyükelçisi Mehmet Sait Halet Efendi’ydi; genel olarak muhafazakâr görüşlüydü. Halet Efendi yeniçerilere yakındı ve onun, âyanın itaat altına alınmasındaki gayret ve başarısına, âyanın en büyük rakibi olan taşradaki yeniçeri birliklerinin konumunu güçlendirme arzusunun kaynaklık etmiş olduğu da düşünülebilir.2
Kaybedilen topraklar: Sırbistan, Yunanistan, Mısır

Mahmut ve hizmetindekiler, Osmanlı topraklarının merkez kısmındaki çoğu bölge üzerinde yeniden hâkimiyet kurmayı başarmış, ama bir iki önemli hususta sonuca ulaşamamışlardı. 1804’te, bölgelerdeki yeniçeri birliklerinin taşkınlıklarına tepki olarak, Sırbistan’da Kara Yorgi tarafından yönlendirilen isyan patlak vermişti. Yeniçerilerle mücadele içinde olan III. Selim yönetimi isyana göz yummuş, ancak birliklerin kaldırılmasından sonra isyan Sırbistan’ın özerkliğini amaçlayan bir harekete dönüşmüştü. Osmanlı ordusu, Rusya’nın Sırplara verdiği desteğe rağmen, bu hareketi 1813’te bastırmıştı. Ne var ki iki yıl sonra isyan yeniden alevlenmiş ve bu kez yeni Sırp önderi Miloş Obrenoviç, Osmanlılarla, Belgrad ve Niş arasında özerk bir Sırbistan prensliğinin kurulması için anlaşmaya varmıştı. Osmanlılar, büyük kentlerde asker bulundurma ve yıllık haraç alma hakkını ellerinde tutuyorlardı (bu, merkezî yönetimin 18. yüzyılda, örneğin Kürdistan ya da bazı Arap eyaletlerinde sahip olduğu nüfuza denk bir haktı.)
1821’de patlak veren Rum isyanı ise üç nedenden dolayı daha büyük önem taşıyordu. Birincisi, İmparatorluktaki Rum cemaatinin, İmparatorluğun dışarıyla olan gerek ekonomik gerek diplomatik ilişkilerinde çok önemli bir rol oynamasıydı. İkincisi, isyanın birçok önderinin isyanın en başından beri tam bağımsızlığı hedefliyor olması; üçüncüsü ise, isyanın ardından çıkan bunalımın bütün önemli Avrupa güçlerini doğrudan ilgilendirmesiydi.
Odessa’da 1814’te kurulmuş bir yurtsever cemiyet olan Filiki Eterya, sonraki birkaç yıl boyunca Balkanlar’ın her tarafında hücreler kurdu. Kara Yorgi de bir süre bu cemiyetin üyesi olmuştu. Örgüt 1820’den beri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fenerli seçkin Rum ailelerinden birinin üyesi ve Rus ordusunda bir general olan Aleksandros İpsilanti tarafından yönetiliyordu. 1821’de İpsilanti ve ekibi, topyekun bir isyan için zamanın geldiğine hükmetmiş ve bu isyanın Boğdan (Moldavya) ve Eflâk’ın (ikisi de bugünkü Romanya’yı oluşturur) istilasıyla başlamasını tasarlamışlardı. Onların amacı sırf bir Yunan ulusal devleti değil, Rumların önderliğinde yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmak için Balkanlar’da genel bir isyanın meydana gelmesiydi. Ancak bu ihtiraslı tasarının gerçekleşmesini sağlayacağı sanılan istila bir felaket getirmişti. İstila ordusu çok küçüktü (3000 kişi kadardı) ve Eflâk ve Boğdan’ın köylü ahalisinin istilacıların tarafını tutması ihtimali de yoktu, çünkü bu eyaletlerin büyük toprak sahipleri ve yöneticileri geleneksel olarak, İpsilanti’yle aynı Fenerli ailelerden geliyordu. Onlara göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuzlu ve zengin Rum ailelerinden birçoğu Eterya’nın milliyetçi emellerine muhalifti.3
İstila başarısızlığa uğradığı sırada, Balkan yarımadasının en güney kısımlarında ve Ege adalarında farklı bir Rum isyanı yayılmaya başlamıştı. İsyancılar Eterya’nın propagandasından etkilenmiş olsalar da, bu isyan, Osmanlının kötü yönetimine karşı gerçek bir halk ayaklanmasıydı. İsyancılar kötü şekilde örgütlenmiş ve aralarında bölünmüşlerdi, ama yine de Osmanlı ordusu 1821-1824 yıllarında onları yenmeyi başaramadı. 1824’te Mora’nın neredeyse tümü ve birçok ada isyancıların elindeydi. İsyanın başarısına bir ölçüde, Osmanlı yönetiminin 1820-1822 yıllarında, Balkan âyanının en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa’yı askerî yolla bastırmaya uğraşmasının neden olduğu öne sürülür. Osmanlılar Ali Paşa’yı bertaraf etmekle, bölgeyi etkin şekilde denetleyebilen tek gücü de ortadan kaldırmış oldular.4
İmparatorluğun bu dönemde yitirdiği en önemli toprak, yaklaşık dört milyon kişinin yaşadığı Mısır eyaletiydi. Bu kayıp, tek bir adamın, Mısır’daki Osmanlı valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın işiydi. II.

Mahmut’un devlet aygıtına kendi destekçilerini sızdırarak nüfuzunu yavaş yavaş güçlendirdiği yıllarda, Mısır’daki valisi bütün iktidarın etkin şekilde merkezde toplanmasıyla nelerin yapılabileceğini kanıtlamıştı. Mehmet Ali, Kavalalı (şimdi kuzey Yunanistan’da bulunan bir bölge) bir Arnavut’tu ve Mısır’a, Fransızlara karşı gönderilmiş olan Osmanlı sefer güçleri içindeki Arnavut birliğinin subaylarından biri olarak gelmişti. 1803’te bu birliklerin başına geçmiş ve Mısır’ın fiilen hükümdarı olmuştu. 1808’de Sultan tarafından Mısır eyaletinin valisi olarak resmen tanınmıştı.
Fransız işgali, ülkenin kısmen Çerkes kısmen Türk olan askerî yönetici seçkinler sınıfının, Memlûklerin, konumunu çok ciddi şekilde zayıflatmıştı. Fransızlar Memlûkleri aşağı Mısır’dan kovalamıştı; bu nedenle, Mısırlılar Napolyon savaşları sırasında, yüzlerce yıldır alıştıkları uygulamaları yineleyememişler, Kuzey Kafkasya bölgelerinden köleleri askere alarak sayılarını ikmal edememişlerdi. Fransız işgali bir anlamda Mehmet Ali’ye temiz bir sayfa açmış oldu. Mehmet Ali bu fırsatı Memluk gücünün kalan son küçük kısmını yok etmekte kullandı; liderlerini 1811’de Kahire kalesinde katletti. Bundan sonra, yönetimini güçlendirmeyi amaçlayan hızlı ve kökten bir reform programına başladı.
III. Selim’in Nizam-ı Cedid’inde olduğu gibi, bu programın da ana unsuru Avrupa usulünde modern, büyük bir ordunun meydana getirilmesiydi. Bu beraberinde, vergilendirme yoluyla daha büyük devlet geliri elde edilmesi, ülke kaynaklarını seferber etmek için daha etkin bir bürokratik yapı kurulması ve yeni orduyla bürokrasinin kadrolarını oluşturmak için Batı usulünde modern eğitimin oturtulması ihtiyaçlarını getirdi. III. Selim ve II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı reformcuları aynı ikilemle karşı karşıya kalmışlardı; ama onlar Mısır’da olduğu gibi eski düzenin dış müdahaleyle yok edilmiş olması gibi avantajlı bir koşulda bulunmuyorlardı. Ayrıca Mehmet Ali, orduyu modernleştirmenin yol açtığı iki ana sorunu halletmek için ilk Osmanlı ıslahatçılarının yapabildiklerinden veya yapacaklarından çok daha sert ve şiddetli eylemlere başvurmuştu. Bu iki sorun, gelir yokluğu ve ordu kurumu (Osmanlılar açısından yeniçeriler ve onlara bağlı birlikler, Mısır açısındansa Arnavut güçleri ve Memlûkler) dışında güvenilir insan gücü eksikliği olarak sıralanabilir. Mehmet Ali 1820-21’de önce Sudan’da köle avcılığından medet ummuştu, ancak orduya kaydedilen kölelerin birer birer öldükleri anlaşılınca, insan gücü sorununu köklü bir yenilikle çözmeye karar verdi: Mısırlı köylüler 1822’den itibaren zorunlu olarak askere alındılar.5 Para sorunu hiçbir zaman tam olarak halledilmedi, ancak Mehmet Ali, pahalı olan yeni ordunun (ve donanmanın) masrafını karşılayacak gelirleri artırmada o dönemin Osmanlılarından çok daha başarılı oldu. İltizam sisteminin yerine dolaysız vergilendirmeyi getirerek, sulama ve yol çalışmalarına yatırım yaparak ve çiftçileri satış amacıyla ürün yetiştirmeye2* zorlayarak tarımın gelişmesini teşvik etti; bu yolla pamuk, Mısır ekonomisinin başlıca dayanağı haline geldi. Ayrıca, Mehmet Ali yüksek kâr getiren devlet tekellerini, tam da Osmanlıların, bunları terk etmek zorunda kaldıkları bir sırada büyütmeyi başardı.
Mehmet Ali örneğinin, gerek ilham vermesi gerek bir rekabet kaynağı olması bakımından, İstanbul’da son derece etkili olduğuna kuşku yoktur. Saltanatının ilk yıllarında, zayıf konumdaki Sultan’ın, bu en güçlü tebaasının yardımını istemekten başka seçeneği yoktu. Arabistan yarımadasında Necit bölgesinin orta kısmının aşiret lideri, (kendi siyasal hareketinin ideolojisi olarak köktendinci Vahhabi hareketinin öğretisini benimsemiş bulunuyordu) nüfuzunu Hicaz’a kadar genişlettiğinde ve kutsal sayılan Mekke ve Medine kentlerini işgal ettiğinde, Sultan’ın Vahhabilere karşı otoritesini, 1811-1818 yılları arasındaki pahalı ve zorlu seferle tekrar sağlayan kişi Mehmet Ali olmuştu. Osmanlı yeniçeri ordusu Yunan isyanını bastırmakta aciz kalınca, Sultan Mısır valisine bir kez daha başvurdu.
Yunan isyanının son safhası:
Rusya ile yeniden savaş

Mısır askerleri Sultan’ın isteği üzerine, 1825’te Mora’ya çıktı. Yeniçerilerin aksine, son derece başarılı oldular ve iki yıl içinde Mora’nın çoğunu zaptettiler. İsyanın tamamıyla kırılmasına engel olan, isyancılara silah ve gıda temin etmeyi beceren Rum ticaret filosunun denizdeki üstünlüğüydü. Askerî felakete rağmen, Yunan isyanını Avrupa’nın müdahalesi kurtardı. Avrupa’da, bilhassa İngiltere ve Rusya’da, Rum isyancılarına sevgi ve yakınlık duyuluyordu. İngiltere’de bu helenseverliğin kaynakları, Yunanlıların ulusal özlemlerine olan engin sevgi ve klâsik Yunan uygarlığına olan hayranlık idi; Güney Balkanlar’ın modern halkları bu uygarlıkla özdeşleştiriliyordu. Rusya’da Yunanlılara olan sevgi ve yakınlığın ardındaki temel itici güç ise, Ortodoks Kilisesi içerisindeki dinsel dayanışmaydı. Fakat kamuoyunun isyancılara olan bu sevgi ve yakınlığı, bir ülke haricinde siyasal desteğe dönüşmemişti. Bu ülke Rusya idi. Çar I. Aleksandr, özerk bir Yunanistan’ın kurulmasını desteklemek için Avrupa’nın diğer Büyük Güçleri’ni bu çatışmaya müdahaleye razı etmeye çalışmıştı. Ancak diğer güçler buna hevesli değillerdi, çünkü özerk bir Yunanistan’ın, Rusya’nın kukla devleti olmasından korkuyorlardı. 1815’te kurulan uluslararası düzenin başlıca mimarlarından biri olan Çar Aleksandr, diğer güçlerin arzusu hilafına tek taraflı olarak müdahale edemeyecek kadar uluslararası “sisteme” ve yönetimin meşruluğu ilkesine saygılıydı.
Bu durum, Çar Aleksandr’ın ölümü ve yerine Aralık 1825’te I. Nikola’nın geçmesiyle değişti. Yeni Çar, diğer güçlerle bir anlaşmaya varılamadığı takdirde, Rusya’nın tek başına hareket edeceğini duyurdu. Bu tehdit, sonunda, istenen sonucu sağlamıştı; Rusya’nın tek başına müdahalesine izin vermektense, önce İngiltere (1826’da) Yunanistan’ın özerkliğine razı oldu ve ardından da Haziran 1827’de İngiltere, Fransa ve Rusya, tarafları bir ateşkese zorlamak (böylece aslında isyancıları kurtarmak) için müdahale etmeye karar verdiler.
Sultan arabuluculuk teklifini geri çevirdiğinde, bu güçlerin filoları önce Mora’nın batı kıyısındaki Navarin limanında Osmanlı ve Mısır donanmalarını abluka altına aldılar; ardından 20 Ekim’de her iki donanmayı tamamen imha ettiler. Bu durum çatışmanın sonucunda etkili olmuştu, ama Mehmet Ali kendi askerlerini Balkanlar’dan geri çekmeye razı olduğu halde, İstanbul yönetimi gerçeği kabul etmeyi reddetmiş, bu da Rusya’yla topyekûn bir savaşa yol açmıştı. İlk başlardaki başarılardan sonra Osmanlı direnişi 1829 yazında kırıldı. Rus askerleri Erzurum ve Edirne’yi işgal ettiler. Eylül 1829’da yapılan Edirne Antlaşması’yla, Osmanlılar, Yunanistan’ın bağımsızlığını, Eflâk ve Boğdan’ın ve birkaç Osmanlı bölgesinin de eklendiği Sırbistan’ın özerkliklerini tanımak zorunda kaldı. Neticede Yunanistan’ın çok küçük bir devlet olmasının ve Yunan milliyetçilerinin tasarladığına hiç benzememesinin tek nedeni, İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın uysal bir Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’nın nüfuzu altındaki güçlü bir Yunanistan’a tercih etmiş olmalarıydı.

4
Sultan II. Mahmut’un Sonraki Yılları:
Reformların Başlaması

Mısır bunalımı

Edirne Antlaşması (1829) zamanında Yunanistan’ın bütün bağımsızlık meselesi, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu için en tehdit edici krize dönüşen, Sultan’la onun en güçlü tebaası olan Mısır valisi arasındaki çatışmanın gölgesinde kalmaya başlamaktaydı.
Mehmet Ali, Yunan bunalımından, çabalarının ve girmiş olduğu muazzam masrafın karşılığında çok az şeyle çıkmıştı. Üstelik 1827’de filosunu yitirmişti. Bu yüzden, telafiyi başka alanlarda aramaya çalışmasını anlamak mümkündür. İlk önce Fransız hükümetiyle anlaşmayı denedi. Mısır’ın geleneksel olarak Fransa’yla yakın bağları vardı. Fransız Katolik misyonerleri ülkede uzun süredir faaldi, Napolyon işgali henüz hafızalardaydı ve Fransız subayları Mehmet Ali’nin yeni ordusunun inşasında ve eğitiminde başrolü oynamışlardı. Mehmet Ali Fransız konsolosu Drovetti’yle, Kuzey Afrika’daki Osmanlı eyaletlerinin (Trablusgarb, Tunus ve Cezayir) Mısır tarafından Fransız desteği ve Osmanlının rızasıyla işgal edilmesini görüştü; karşılığında, Fransızlar bölgede siyasal ve ekonomik ayrıcalıklar edineceklerdi. Bu planlardan bir şey çıkmadı. Fransa bunun yerine, Cezayir’i bizzat işgal etmeye karar verdi.
Mehmet Ali bu kez benzer önerilerle İngiltere’ye başvurdu. İngiltere işbirliğini kabul etmeyince, Mehmet Ali tek başına harekete karar verdi. 1831’de Suriye’yi fethetmek için yaptığı büyük seferin bahanesi olarak, Akkâ’nın Osmanlı valisiyle arasında içten içe devam eden bir uyuşmazlığı, yani Akkâ valisinin, Mısır’dan (esasen askere çağrılmaktan) kaçan Mısırlı köylülerin iadesini kabul etmeyişine ilişkin uyuşmazlığı kullandı. Valinin sert direnişine rağmen, Akkâ Mayıs 1832’de düştü. Temmuz ayında, Mehmet Ali’nin, Mısır ordusuna komuta eden (evlatlık) oğlu İbrahim Paşa, Osmanlıları iki kez mağlup ederek Suriye’nin işgalini tamamladı. Osmanlı yönetimi Mehmet Ali’yi resmen azledip onu bir asi olarak ilân etti. Mehmet Ali görüşmeleri başlatmayı denedi, ama Osmanlı yönetimi kabul etmeyince askerlerine Anadolu’ya girme emrini verdi ve askerleri 27 Aralık 1832’de Osmanlı güçlerini Konya yakınlarında bozguna uğrattı.
Bu bozgun Mısırlılara Osmanlı başkentinin yolunu açmıştı. Mehmet Ali görüşmeleri yeniden başlatmaya çalışırken, uygun zamanı kollayarak oyalanmaktaydı. Osmanlılar ise, umutsuzca ona karşı dış destek elde etmeye çalışıyorlardı. İngiltere manevi destekten fazla bir şey vermeyi reddetmişti. Avusturya Başbakanı Metternich de sessiz kalmıştı. Umutsuzluk içindeki Sultan yardım için tarihi düşmanına, Çar’a başvurdu. Mehmet Ali’yi, nefret ettikleri Fransız hükümetinin (St. Petersburg’daki hükümdarların gözünde Louis Philippe’in Temmuz monarşisinin bir meşruiyeti yoktu) bir kuklası olarak gören ve önemli bir diplomatik zafer fırsatını sezen Ruslar, Sultan’a diplomatik ve askerî destek sundular.
Sultanla Mehmet Ali arasındaki görüşmeler yine yarıda kesilip İbrahim Paşa’nın güçleri İstanbul’a doğru ilerlemeye başlayınca, Rus askerleri 5 Nisan 1833’te İstanbul Boğaz’ına geldiler. Rus askerleri, İbrahim Paşa’nın başkent yönündeki hareketine etkin şekilde engel oluyorlardı, ancak ona hücum edecek durumda ve yeter sayıda değillerdi. Bu nedenle Sultan’ın, Mehmet Ali’nin taleplerini kabul etmekten ve onu Mayıs ayında Suriye valisi olarak atamaktan başka çaresi kalmamıştı. Ayrıca oğlu İbrahim Paşa, Adana bölgesinin vergilerini toplayacaktı. Ruslar, hedefledikleri diplomatik ödülü Temmuz 1833’te sonuçlanan Hünkar İskelesi Antlaşması’yla aldılar; bu antlaşma esas itibariyle Rusya’yla Osmanlı İmparatorluğu arasında sekiz yıl süreli savunma amaçlı bir ittifaktı. Antlaşma, altı açık ve bir gizli maddeden oluşuyordu. Gizli madde, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’yı askerî olarak destekleme zorunluluğundan affediyordu, ancak Rusya’yla bir diğer devlet arasındaki savaş durumunda, imparatorluğun Çanakkale boğazını Ruslarınki hariç tüm savaş gemilerine kapatmasını şart koşuyordu.1
Bu antlaşma, Rus fobisinin, özellikle de liberal çevrelerde, çoktandır artmakta olduğu İngiltere’de çok büyük etki yapmıştı. Artık kabine de Rusya’nın Ortadoğu’ya nüfuz etme tehlikesinden son derece endişe etmeye başlamıştı. Londra Rusya’nın yayılma siyasetini bir tehdit olarak görüyordu; bu tehdidi ortadan kaldırma çabası, sonraki onyıllarda İngiliz dış siyasetinin esas belirleyicilerinden biri haline gelecekti. İngiltere aynı zamanda, bütün bu zor durumlara yol açan kişiye, Mehmet Ali’ye, fazlasıyla düşman olmuştu.
II. Mahmut Suriye’nin kaybını asla kabul etmiyor ve öcünü almak için fırsat kolluyordu. 1838’de nüfuzlu Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’yı, Mehmet Ali üzerine yapılacak bir saldırı için İngiliz yönetiminin desteğini elde etmeye çalışması için Londra’ya gönderdi. Osmanlı pazarlarını (tahminen Mısırlılardan geri alınacak bölgeler dâhil) İngiliz ticaretine açan bir serbest ticaret antlaşması teklif edilmiş ve bu antlaşma imzalanmış olduğu halde, istenen destek sağlanmamıştı. Yine de Sultan, Nisan 1839’da Kuzey Suriye’deki Mısır güçlerine saldırmayı emredecek kadar güçlü olduğunu düşündü. Sonuç, 24 Haziranda Nizip’te Osmanlı’nın açık yenilgisi oldu. Bu da yetmiyormuş gibi, birkaç gün sonra, Akdeniz’deki Osmanlı filosunun komutanı olan kaptan paşa, en büyük rakiplerinden birinin sadrazamlığa atandığını ve filosunun geri çağrıldığını öğrenince İskenderiye’ye geçti ve Osmanlı filosunu Mısırlılara teslim etti.
“Doğu sorunu”

II. Mahmut’un son yıllarında, Avrupa’nın Büyük Güçleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik ilgilerinde belirgin bir artış olmuştu. Yunan ve Mısır bunalımları imparatorluğun zayıflığını ortaya çıkarmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’nın nüfuz alanına girmekte olmasının –ki bu durumda Ruslar, İngilizlerin Akdeniz ve Asya’daki konumunu tehdit edebileceklerdi– oluşturduğu stratejik tehlike İngiltere’yi alarma geçirmişti. Avusturya da Rusya’nın Balkanlar’daki hâkimiyetinden giderek daha fazla

korkuyordu. İngiltere’yle Fransa arasındaki yayılmacı rekabet, Napolyon’un Mısır seferinden bir dönem sonra kendisini yine hissettiriyordu.
Balkanlar’da çatışma halinde olan miliyetçilik hareketlerinin ve Büyük Güçler’in emperyalist emellerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açmadan nasıl karşılanacağı ya da eğer bu yıkılış kaçınılmaz ise (ki Avrupalı devlet adamlarının çoğunluğu buna inanıyordu), Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa’daki güç dengesini altüst etmeden ve genel bir savaşa sebep vermeden nasıl parçalanacağı sorunu, 19. yüzyıl boyunca “Doğu Sorunu” olarak tanımlandı.2 Bu sorun her Avrupa başkentinin siyasal ve diplomatik gündeminde üst seviyede yer alıyordu; bunda oldukça haklıydılar da, çünkü tatmin olmamış Sırp milliyetçiliği, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep olacak ve sadece Osmanlı değil, Avusturya, Rus ve Alman imparatorluklarının da yıkılmasına yol açacaktı.
Burada kısaca açıklanan uluslararası siyasal gelişmeler, 1820’lerin sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda iki, kısmen çelişik, öncü gelişmenin arka planını şekillendirir. Bir yandan, ekonominin bölümlerinin artan şekilde kapitalist dünya sistemine katılması ve bunun sonucu olan ticari büyüme, bu gelişmeden yararlananların, yani Osmanlı Hıristiyan tüccarlarının, sanayicilerinin ve bankerlerinin konumunu güçlendirmekteydi. Öte yandan, bu gelişmeyle karşı karşıya kalan II. Mahmut yönetimi, Sultan’ın kişisel liderliği altında askerî, idari ve mali reformlar yoluyla devleti güçlendirme çabalarını artırmaktaydı. Askerî ve siyasal iktidarla ekonomik güç, giderek Osmanlı toplumunun iki farklı kesimi arasında, yani ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşan askerî/bürokratik seçkinlerle gelişmekte olan Hıristiyan burjuvazisi arasında kutuplaşmaktaydı.
Yabancı güçlerin bu bağlamdaki rolü ise çelişkiliydi: Bu güçler, 1830’lardan özellikle de İngiltere, 1870’lere kadar, Osmanlı devletini güçlendirmeyi amaçlayan modernleşme reformlarını teşvik ediyor, ama aynı zamanda da ticari çıkarlarını ve berat sistemi gereğince birçoğu kendi himayeleri altında olan Hıristiyan dindaşlarının haklarını hırsla koruyorlardı. Reformların içtenliğinin denektaşı olarak, Sultan’ın Hıristiyan tebaasının eşit haklar elde etmesi için baskıda bulunuyor, ama Hıristiyan cemaatlerinin eşitlik karşılığında millet sistemindeki geleneksel haklarından vazgeçmeyi kabul etmeyişlerini ise destekliyorlardı.
Komuta makamında Sultan:
Reform hareketlerinin başlaması

Sultan II. Mahmut’un 1826’dan itibaren uyguladığı siyaset, Osmanlı reform çabalarının sonraki seksen yılda tutacağı yolu belirlemişti. Onun siyaseti de sonuçta, tıpkı III. Selim’in ve büyük rakibi ve esin kaynağı Mehmet Ali Paşa’nın siyasetleri gibi, modern bir ordunun kurulması yoluyla merkezî devleti güçlendirmeyi amaçlıyordu. Onun bütün reformları, bu amacın araçları olarak yorumlanabilir: Yeni bir ordunun kurulması para isterdi; para daha etkin bir vergilendirmeyle sağlanmak zorundaydı ve etkin vergilendirme de ancak modern ve etkin bir merkez ve taşra bürokrasisi sayesinde başarılabilirdi. Devlet denetimini yaymak için daha iyi iletişim araçlarına ve Sultan’ın muhtaç olduğu yeni usuldeki asker ve sivil memurları yetiştirmek için yeni eğitim biçimlerine gereksinim vardı. II. Mahmut’un, (Mehmet Ali kadar olmasa bile) öncellerinden çok daha ileri gittiği nokta, var olan yerleşik düzeni ortadan kaldırma, bu yerleşik düzenin kurumlarını lağvetme ya da zararsız hale getirme konusundaki gayretleri ve reformlarının kapsamıydı. III. Selim esas olarak mevcut sistemin kötüye kullanılmasına karşı mücadele etmeye çalışmışken, Mahmut yeni idari ve adli düzenlemeler yarattı.
Yerleşik düzene baş eğdirmekte dönüm noktası, 1826’da Sultan Mahmut’la yeniçeriler arasında gerçekleşen çatışma oldu. Sultan saltanatının ilk dönemi süresince, bazısı III. Selim’in tahta çıkışından bile önce kurulmuş küçük askerî uzmanlık birimlerinin (topçu, ulaştırma, istihkamcılar) daha fazla gelişmesini teşvik etmişti, ama Selim’in modern bir piyade sınıfı meydana getirme girişimini tekrarlamaktan ise özenle kaçınmıştı. Yeniçerilerin Yunan seferlerindeki davranışlarına kızmış olan Sultan’ın Mayıs 1826’da verdiği emir, her ne kadar yeni ordunun adına Muallem Asâkir-i Mansure-i Muhammediye (Muhammed’in eğitilmiş muzaffer askerleri) deniliyorsa da, aslında Nizam-ı Cedid ordusunun yeniden canlandırılmasıydı. Her yeniçeri taburundan 150 kişi, yeni kıtalara kaydettirilecekti. Bekleneceği –ve kuşkusuz beklendiği– gibi yeniçeriler konumlarının zayıflatılmasına isyan ettiler, ancak Sultan hazırlıklıydı; yeniçeriler saraya doğru yürümek için toplandıklarında, Sultan’ın topçuları tarafından katledildiler ve kışlaları ateşe verildi. Başkentteki halk kitlesi tarafından anlaşıldığı kadarıyla destek alamayan yeniçerilerin bu direnişi, otuz dakika içerisinde kırılmıştı. Ertesi gün kıtalar resmen lağvedilmiş ve sonraki haftalar içerisinde taşradaki garnizonlar da, (bazıları şiddetle direnmişti), dağıtılmıştı.
Osmanlı tarihinde Vaka-i Hayriye olarak bilinen yeniçerilerin ortadan kaldırılışından sonra Sultan, yeni “Mansure” askerlerinin başındaki kişiyi Serasker olarak atamak ve böylece Osmanlı ordusundaki farklı kıtaların geleneksel özerkliğine son vermek suretiyle, kendisinin ordu üzerinde gelecekteki siyasal kontrolünü sağlama aldı. Bir zaman sonra Serasker, Harbiye Nazırı’na dönüşecekti. Vaka-i Hayriye’nin arkasından, 15. yüzyıldan beri yeniçerilerle yakından ilişkisi olan Bektaşi tarikatı, resmen kapatıldı. Tekkelerinin çoğu yıkıldı ve geriye kalanları ortodoks Sünni Nakşibendi tarikatinin gözetimine verildi. Bektaşi inanç ve kültürü 19. yüzyılın ikinci yarısında, uygun bir zaman yeniden canlanacaktı.
Yeniçerilerle olan koalisyonları sayesinde daha önceki reformcu Sultanlar’a çok etkili şekilde karşı koymuş olan ulema, artık dayanağını yitirmişti ve Sultan, ulemanın çok önemli iki alandaki gücünü dizginlemek için ulemanın bu zayıf düşmüş konumundan yararlandı: Dini vakıfların, evkafın, mülkünü, ayrı bir evkaf müdürlüğü (daha sonra nezareti) kurma yoluyla hükümetin denetimi altına aldı ve ulemayı, başında şeyhülislâmın, baş müftünün olduğu hiyerarşik bir örgütlenme biçimine dönüştürdü; böylece, din kurumu üzerindeki denetimi de daha önce orduda yapıldığı şekilde merkezileştirdi.
Kuşkusuz, 1826’da uygulanan çok sert çözümler, İmparatorluk’ta hemen hiç örgütlü silahlı güç bırakmamıştı, bu yüzden Sultan bütün dikkatini yeni bir ordunun, Mayıs ayında ilân etmiş olduğu Mansure ordusunun kurulmasına hasretmek zorunda kaldı. Sultan bu çetin dönemdeki Serdar-ı Ekrem Hüsrev Paşa’nın desteğiyle, büyük güçlüklere rağmen Batı tarzında yeni bir ordu kurmayı başardı. En büyük güçlük uygun subayları bulma işiydi. Mehmet Ali, askerî güçlerini genişletmeye girişmeden önce, küçük ama etkili bir kadro oluşturmaya dikkat etmişti, ancak Sultan 1826 öncesinin siyasal ikliminde aynısını yapacak durumda değildi ve işe hemen hemen sıfırdan başlamak zorundaydı. Yeniçeri Ocağı’nın yıkılmasından hemen sonra Sultan, Mısırlı vassalından askerî eğitimciler göndermesini istemiş, ama Mehmet Ali belli nedenlerden dolayı bu isteği nazikçe reddetmişti. Bu yüzden subayların eğitimi için, daha önce Mısır’da yapıldığı gibi, yabancı eğitimciler çağrıldı. Osmanlı hükümeti, siyasal açıdan Fransız, İngiliz ve Rus subaylarına göre daha az kuşku duyduğu, Prusyalıları çağırmaya başladı; böylece, Osmanlı ordusunda hemen hemen bir yüzyıl kadar sürecek olan Prusya (ve sonradan Alman) nüfuzu geleneğini başlatmış oldu. Ancak, Müslüman duyarlılığı, yabancı subayların Osmanlı birliklerinin komutanlığına getirilmesine engel olmuş ve bunların başarısını sınırlamıştı. Büyük sorunlardan biri de, yeni ordunun giyim ve donatım sorunuydu. Değişik Avrupa ülkelerinden büyük miktarda malzeme ithal edilmiş, ama aynı zamanda, İmparatorluk içinde de bunların üretilmesine gayret edilmişti.
Etkin bir ordunun kurulması uzun zaman almıştı ve askerî bakımdan İmparatorluk 1826’dan sonraki yirmi yıl içinde belki de bu dönemin öncesinde ve sonrasında olduğundan daha zayıftı; bu durum, yıkım getiren 1828-1829 Rus savaşında ve 1831-1833 ile 1839-1840 yıllarındaki Mısır bunalımlarında açıkça

belli olmuştu. Ordunun modernleştirilmesinde önemli bir adım, 1834’te Prusya örneğine göre ihtiyat askerlerinin (redif) oluşturulmasıydı. Amaç, hem kamu düzenini güçlendirmek hem de savaş zamanlarında düzenli orduya katabilmek için, taşrada gerektiğinde hazır olan eğitilmiş büyük bir insan havuzu oluşturmaktı. Redif güçleri kötü şekilde örgütlenmiş ve donatılmış olmalarına rağmen, yüzyılın sonraki dönemlerinde hükümetin taşra üzerinde önemli denetim araçlarından birine dönüşmüştü.3
II. Mahmut, ülkeyi kontrol etmek ve devlet gelirlerini toplamak için modern bir ordunun yetmeyeceğini, etkin bir bürokrasi örgütüne gerek olduğunu kavramıştı. Sultanın bunu başarmak için merkezdeki girişimleri üç unsurdan oluşuyordu. Önce, kalemlerde çalışanlara, bireysel ve ortak, daha güvenli bir statü sağlamak için birtakım önlemler aldı. 1826’da, eskiden beri sürmekte olan, gözden düşmüş yüksek mevki sahibi devlet adamlarının servetini müsadere etme âdetini kaldırdı. 1834’te, bütün yüksek devlet memurları için âdet hükmünde olan her yıl yeniden tayin usulünü (ve bunun bir sonucu olan, Osmanlı kalem görevlilerinin çoğuna ağır bir yük getiren tayin bedeli ödeme usulünü) kaldırdı ve kalemlerde çalışanların gelirini oluşturan bahşişin yerine düzenli aylık uygulamasını getirdi. Ertesi yıl, modern bir hiyerarşik rütbe sistemini uygulamaya koydu ve aynı zamanda kalemlerdeki eski, loncavari, işyerinde meslek eğitimi sisteminin yerine, resmî bir eğitim sistemi getirmeye çalıştı. Bu değişim, sonraki yarım yüzyıl boyunca derece derece yerleşecekti. İkinci olarak, Babıâli’nin geleneksel, pek farklılaşmamış yönetim sisteminin yerine, merkezî devletin yeni emelleriyle bağdaşır bir iş bölümünü getirdi.
Bu süreç içinde, daima Sultan’ın bütün yetkilerinin sahip vekili addedilen sadrazamın çeşitli görevleri astları arasında paylaştırıldı. Sadrazam kethüdası Kâhya, önce Mülkiye Nazırı, sonra 1837’de Dâhiliye Nazırı oldu. Reisülküttab, Hariciye Nazırı’na dönüştü. Maliye ve adalet bakanlıkları gibi çalışan kurumlar da bir evrim geçirdiler. Üçüncü olarak, Sultan, reformlar nedeniyle artan yasama yüküyle uğraşmaları için hem sarayda hem de Babıâli’de danışma meclisleri oluşturmaya girişti. Bu meclislerin içinde en önemli olanı, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye (Adli hükümler yüksek meclisi) idi. Bu meclis, belli alanlarda uzmanlaşmış bazı küçük kurullarla birlikte, sonraki otuz yıldaki reform siyasetlerinde son derece önemli rol oynayacaktı.
Mali sorunlar

Reformlar, özellikle de askerî reformlar, benzersiz ölçüde paraya mal olmuştu. Sultan ve hükümetinin en acil sorunlarından biri hep, ordu için oluşturulmuş özel hazine olan Mansure Hazinesi için devlet gelirleri seviyesinin artırılmasıydı. 1826’dan itibaren giderek daha çok devlet gelirinin yönü bu hazineye çevrilmişti: Bunlar, iltizamdan, hükümet denetimi altına alınan dini vakıflardan, müsadere edilmiş mülklerden ve bu amaçla başlatılmış rüsumat-ı cihadiye (cihat vergisi) denilen yeni vergilerden gelen gelirlerdi.
Reformların ardındaki askerî güdünün açık bir göstergesi, bu Mansure Hazinesi’nin en sonunda Maliye Nezareti’ne dönüşmüş olmasıdır. Osmanlı yönetimi II. Mahmut’un hükümdarlığı süresince vergilendirme sisteminin işlerliğini etkili şekilde artırmayı başaramamıştı. Devlet gelirlerini de, Mehmet Ali’nin Mısır’da uyguladığı gibi, devlet tekellerinin etkin kullanımı ya da merkantilist politikalar yoluyla yükseltememişti. Aksine, var olan tekeller II. Mahmut’un saltanatının sonlarına doğru kaldırılmıştı. Bu yüzden hükümet, açığı kapamak için eski tağşiş (paradaki gümüş miktarını azaltma) uygulamasına başvurmuştu. Tabii sonuç katlanarak artan enflasyon olmuştu. 18. yüzyıl boyunca oldukça istikrarlı kalan Osmanlı kuruşunun, Yakın Doğu’da kullanılan belli başlı Avrupa paraları karşısındaki değeri, Mahmut’un saltanatı sırasında hemen hemen %500 civarında düşmüştü.4 Bunun maaşlı memurları ciddi şekilde etkilemiş olduğunu söylemeye gerek yok. Kuşkusuz bu, o devirde yaşayanların şikâyet ettikleri yaygın rüşvetin ve ayrıca Mahmut’un sonraki yıllarındaki sürekli huzursuzluğun nedenlerinden biriydi.
Daha fazla vergi geliri ihtiyacıyla sıkı sıkıya bağlantılı olan şey, taşra yönetimini ıslah ya da en azından taşra yönetimindeki suistimallerin en ciddi olanlarıyla mücadele etme girişimleriydi. Sultan, doğrudan İstanbul’dan denetlenen memurların, bilhassa vergi tahsildarları ve komutanların atanması yoluyla, âyanın askerî ve mali gücünü zaptetmeye çalıştı. Bu tedbirler önce iki pilot bölgede, (o sırada adı Hüdavendigâr olan) Bursa eyaleti ve Gelibolu sancağında uygulamaya konuldu; diğer eyaletler ise bundan II. Mahmut zamanında hiç etkilenmemişlerdi. Sultan taşradaki nüfuzunu güçlendirmek için, posta örgütünü ve yol yapımını başlatarak, haberleşmenin iyileştirilmesine de girişti. Ancak bu girişimler de başkente en yakın bölgelerle sınırlı kalmıştı. Aynı maksatla, 1831’de ilk Osmanlı gazetesi, daha doğrusu resmî gazetesi olan Moniteur Ottoman, Osmanlıca karşılığı olan Takvim-i Vakâyi ile birlikte çıkartılmıştı.
Mahmut devlet gelirlerini daha etkin bir vergilendirme yoluyla artırmak ve daha fazla asker toplayabilme amacıyla, bir nüfus sayımının yapılmasını emretti. Çalışmalar 1828-1829’da başlamış, ama Rus savaşı yüzünden gecikmiş ve sayım sadece sınırlı sayıdaki eyalette gerçekleşmişti. 1831’de yazılmış nüfus raporları, sayılmış nüfusu 3,7 milyon olarak gösteriyordu. Sadece erkekler sayılmış olduğundan, gerçek rakamlara ulaşmak için bu sayının en azından ikiyle çarpılması gerekiyor, ama elde edilecek bu sayı bile muhtemelen, toplam nüfusun ancak yarısına denk gelir. Sayım memurları Müslümanları eksik saymıştı, çünkü onları esas ilgilendiren, cizye ödemekte olan Hıristiyanların sayısıydı ve kasabalardan öteye gitmeye kalkışmamışlardı. İmparatorluğun (Kuzey Afrika hariç) bütünü için en düşük, gerçekçi rakam, herhalde 23 milyon kişidir.5 Sonraki yıllarda sayım işi devam etti, ama 1844’te, özellikle askere alma amacıyla tamamen yeni bir nüfus sayımına girişildi. Bu sayımda Kuzey Afrika ve Mısır dâhil toplam nüfus 35.350.000 olarak verilmektedir. Biz ise bu sonuçlardan ancak dolaylı yoldan (bunları görmüş olan dönemin yazarları aracılığıyla) haberdar oluyoruz.6
Eğitim

Mahmut’un reformlarının başarısı için fonların temininden sonraki ikinci en önemli koşul, reformları yürütebilecek bir kadronun oluşturulmasıydı. Avrupa’yı, Avrupa’nın bilim ve teknolojisini ve bir Avrupa dilini bilen Osmanlılara büyük ihtiyaç vardı.
Modern anlamdaki bir resmî eğitim söz konusu olduğunda, ordu diğer Osmanlı kurumlarının çok ilerisindeydi. 1827’de modern tıbbın öğretildiği askerî bir tıp okulu kuruldu: Eski Yunan tıbbının halen bilimsel tıp olarak kabul edildiği bir toplumda bu okul, devrimci potansiyeli olan bir yenilikti. Modern tıp, biyoloji ve fizik çalışmak, öğrencilere kaçınılmaz olarak akılcı ve pozitivist bir zihniyet aşılamıştı ve askerî tıp okulu, bu yüzyılda sonradan olağanüstü sayıda reformcu düşünür, yazar ve eylemci yetiştirecekti. 1831’de bir askerî müzik okulu ve 1834’te İstanbul’un Maçka semtinde bir harp okulu kuruldu. Sonradan Pangaltı semtine taşınacak ve başka bazı okulları da içerek olan bu okul, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilerdeki kadrolarının ve İmparatorluğun yerini alacak olan çeşitli ulus devletlerin kadrolarının oluşmasında çok önemli bir rol oynayacaktı. Bu yeni okulların hepsinde, yabancı eğitmenlerin rolü çok önemliydi ve bir Batı dilini (genellikle Fransızca) bilmek bir önkoşuldu.
Siviller cephesinde de Avrupa’yı ve bir Avrupa dilini bilen kadrolara olan ihtiyaç, yeni eğitim biçimlerine yol açmıştı. Mehmet Ali’nin başlattığı uygulamayı örnek alan Sultan, 1827’de küçük bir öğrenci topluluğunu ilk kez Avrupa’ya eğitime gönderdi. Yeni kadronun oluşturulmasında öncü rolün

Reisülküttab’ın eski makamına, yani yeni Hariciye Nezareti’ne ayrılması oldukça doğaldı. Burada en azından, Sultan Selim’in elçilerinin zamanından beri Avrupa’ya ilişkin birikmiş bilgi bulunuyordu. Burada ayrıca, 19. yüzyılın birçok önde gelen Osmanlı devlet adamının meslek yaşamına ilk adımı attıkları “Tercüme Odası” kuruldu. Daha önce de belirtildiği gibi, İstanbul’da diplomatik işler geleneksel olarak Babıâli ile yabancı elçilikler arasındaki temaslar vasıtasıyla yönetilegelmişti. Dil sorunu yüzünden, bütün görüşmeler Divan tercümanıyla çeşitli elçiliklerin tercümanları arasında yürütülüyordu. 18. yüzyıldan beri Divan tercümanlığı makamını İstanbul’daki Fenerli Rum ailelerinin fertleri işgal ediyordu. Yunan başkaldırısından sonra, Babıâli’nin nazarında sadık ve güvenilir konumlarını kaybettiler; son Rum tercümanı 1821’de azledildi.
Bu durum, diplomatik temasların İmparatorluğun hayatta kalması için git gide önem kazandığı bir zamanda Osmanlı yönetimini ciddi bir iletişim sorunuyla baş başa bırakmıştı. 1821-1833 yılları arasında tercüme işleri geçici düzenlemelerle yürütülmüştü, ama 1833’te yeni Tercüme Odası resmen kuruldu. Burası sadece bir daire değil, aynı zamanda, genç memurlara zamanın diplomatik dili olan Fransızca okuma, yazma ve konuşmanın öğretildiği önemli bir eğitim kurumuydu. Sultan 1834’te, Avrupa’nın büyük başkentlerinde Osmanlı büyükelçiliklerini yeniden kurdu. Yeni büyükelçiler, maiyetlerinde genç Osmanlı kâtiplerini götürdüler ve böylece modern görünümlü bir kadronun meydana gelmesine de vesile oldular. 19. yüzyılın reformcu Osmanlı bürokratlarının özgeçmişlerini iyice incelediğimizde, Tercüme Odası’nda ve büyükelçiliklerden birinde görülen hizmet tekrar tekrar karşılaştığımız iki unsurdur.
Reformcuların karşılaştıkları engeller

Sultan II. Mahmut’un saltanat dönemi, İmparatorluğu başka biçime dönüştürecek olan reform sürecinin başlangıcı olmuştu. Reformların yalnızca göstermelik olduğu, ölü doğduğu ya da Babıâli’nin eşiğinde kaldığı kesinlikle doğru değildir. En sonunda, modern eğitim olanaklarıyla desteklenmiş Avrupa tarzındaki bir ordu ve bir bürokratik örgütün meydana getirilmesiyle, İmparatorluk üzerinde büyük ölçüde etkin merkezî hâkimiyet sağlanacaktı, ancak bunu gerçekleştirmek elli yıl alacaktı.
Gerek Mahmut’un saltanatı sırasında, gerek kendisinden sonra gelen oğulları Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz’in (1861-1876) saltanatları sırasında olsun, reform çabalarını engelleyen sorunlara baktığımızda, bu çabaların beş ana etken tarafından baltalandığını görürüz.
Birincisi, gerektiği gibi eğitilmiş güvenilir eleman eksikliği vardı. 1850 gibi geç bir tarihte bile, yeni askerî ve bürokratik usulleri yeterince bilen insan sayısı, yüzlü rakamlarda kalıyordu. Yeni eğitim kuruluşları devlete uygun mezunları ancak 1840’lardan başlayarak yavaş yavaş sağlayabilecekti. Bu arada, iltizam sisteminin 1840’ta kaldırılması ya da yeni taşra yönetim sistemi gibi en köklü yenilikler bile, taşra âyanı gibi, tam da reformlarla suistimallerine son verilmesi amaçlanan kişiler vasıtasıyla uygulanmak zorunda kalmıştı.
İkincisi, reformlar, tepedeki zümrenin bilinçli siyasal tercihinin sonucuydu. Ve Sultan’la hizmetindeki birkaç önde gelen kişinin, devletin ancak Avrupa usullerinin kabulüyle kurtarılabileceği yolundaki tahminlerine dayanıyordu. Reform politikaları kesinlikle halkın baskısının sonucu uygulanmadı ve bu nedenle, Osmanlı toplumunda sağlam bir tabandan yoksun kaldı. Bu da, Batılılaşmaya yönelik reformları kabul etmeyen, üst toplumsal tabakalar içindeki hiziplerin, geçici bir süre için bile, reformları durdurmalarının ya da baltalamalarının daima mümkün olması demekti. İngiltere ve Fransa’yla yakın bağları olan ıslahatçı bürokratlar 1878’e kadarki dönemin büyük kısmında üstün bir durumda oldularsa da, iktidar tekeline kesinlikle sahip değillerdi. Sultan Mahmut duruma hâkim olmak için farklı hizipler arasındaki rekabetten yararlanmış; sonraki yıllarda ise, daha muhafazakâr ya da Batı karşıtı olan siyasetçiler, zaman zaman reformcuları Rus büyükelçiliği ya da sarayın yardımıyla görevlerinden uzaklaştırmayı başarmışlardı.
Üçüncüsü, bürokrasinin çalışmalarında gelenekçiliğin yerini giderek rasyonel-yasalcılık* alıyor olmakla beraber, “klâsik” Osmanlı sisteminin belirgin uygulamaları, örneğin yüksek devlet memurlarının çok sayıda kişiye hamilik yaptığı, bu kişilerin hem geçimleri için hamilerine bağımlı oldukları ve hem de saraydaki sürekli siyasal iç çekişmede destek verdikleri babadan kalma ilişkiler ağı hâlâ ayaktaydı. Bu durum, yeni kurumların, bilhassa da işe alınma ve işten çıkarılmalarda, rasyonel ölçütlerle çalışmalarını engelliyordu.
Dördüncüsü, 19. yüzyıl ıslahatları –1826 hamlesi hariç– eskilerin kaldırılmasından çok, yeni yasaların, yeni düzenlemelerin ve yeni kurumların işlerliğe kavuşturulmasından ibaretti. Bu durum zamanla bir ikiliğe yol açmıştı; örneğin, ulemanın Ortaçağ’dan kalma eğitim sistemi, yeni yüksek eğitim kurumlarında verilen modern Fransızca eğitimle yan yana uygulanıyor ve Osmanlı kanunlarının yerini yavaş yavaş almakta olan 19. yüzyıl Avrupa’sının hukukuna dayanan yasalar, şeriatla yan yana varlıklarını sürdürüyorlardı. Yeni ve eski kurumların yetki alanı daima çok açık şekilde belirlenmiyordu.
Son olarak, reformların en zayıf noktasının, ekonomik ve mali temelden yoksun bırakılmaları olduğu hiç tereddütsüz söylenebilir. Reformlar pahalıydı, çünkü bunlar imparatorlukta ilk kez, (modern ölçütlerde olmasa da) “dev bir merkeziyetçi devlet” kurulmasına yol açmışlardı. Devletin mali kaynakları tamamen yetersizdi ve bu kaynakları artırma girişimleri çok kötü yürütülüyordu. Yapılan reformların hiçbiri, para sorununun üstesinden gelinmesine yaramamıştı. Bunun sonucunda, devlet memurlarının ödemeleri kötü ve düzensiz şekilde yapıldı ve yolsuzluk devlet memurlarına has kalıcı bir hastalık olarak kaldı.
Sultan Mahmut’un son yıllarındaki
ekonomik eğilimler

II. Mahmut ve ardıllarının dönemindeki ekonomik gelişmelerin, dünya çapındaki ekonomik eğilimler bağlamında yorumlanması önemlidir. İngiltere, Fransız Devrimi’nin yol açtığı savaşlar ve Napolyon savaşlarından, dünya çapında ticaret yapan bir ulus ve bir sanayi gücü olarak rakipsiz çıkmıştı; ancak 19. yüzyıl başlarında İngiltere’nin ekonomik hegemonyasıyla karşı karşıya kalan kıta Avrupa’sındaki ve Amerika’daki geleneksel ticaret ortakları, korumacı politikalar uygulamaya başlayarak kendilerini korudular. Bu politikalar ise İngiltere’yi, Güney Amerika ve Asya’da yeni pazarlar açma çabalarını yoğunlaştırmaya zorladı. İngiltere bu amaçla bazı ülkelerle bir dizi serbest ticaret antlaşması yaptı. Bu antlaşmalar, söz konusu ülkelerin pazarlarını İngiliz ürünlerine açıyor ve İngiliz sanayine onların hammaddelerini serbestçe kullanma hakkını veriyordu.
Eski Levant Company 1825’te dağılmıştı. Bu şirketin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ticaret tekelinin sona ermiş olması, İngiliz tüccarlarına şanslarını denemeleri konusunda bir serbestlik sağlamıştı. İngiliz tüccarları Osmanlı topraklarında kapitülasyonların himayesinden yararlanıyorlardı; kapitülasyonlar, ithalatta da ihracatta da gümrük vergilerini %3’le sınırlıyordu. Ayrıca, 1829’daki Edirne Antlaşması’nda Ruslar Osmanlılardan bazı ticari ayrıcalıklar koparmışlardı; şimdi öteki güçler de benzer ayrıcalıklar talep ediyordu. Bununla beraber, ticaret üzerindeki önemli bazı sınırlamalar halen yürürlükteydi. Bunlar, Osmanlı devletinin bir grup mal üzerindeki devlet tekelini, imparatorluk dâhilindeki ticaret için ödenen içgümrük vergilerini ve merkezî hükümetin –örneğin savaş zamanında– olağanüstü gümrük vergileri koyma yetkisini içermekteydi. 1838’de Mehmet Ali’nin tehdidiyle karşı karşıya kalan Osmanlı hükümeti, İngiltere’nin desteğini elde etmeye çalıştığında, İngiltere ittifakının mimarı olan Mustafa Reşit Paşa, İngiliz hükümetine, İngiliz tüccarları için (iç gümrük vergileri dâhil) mevcut bütün gümrük vergilerinin yerine, ihracatta %12 ve ithalatta %5’lik yeni gümrük tarifelerini getiren bir serbest ticaret antlaşması önerdi.7 Bu arada Osmanlı tüccarları ise %8’lik ilave iç gümrük vergilerini ödemeye devam ediyorlardı. Bundan başka, bütün devlet tekelleri ve olağanüstü vergiler koymaya yönelik hak kaldırıldı. (Reşit Paşa’nın Boğaz’daki yalısının bulunduğu köyden dolayı) Baltalimanı Antlaşması diye bilinen bu antlaşma, Osmanlı pazarını bütünüyle İngiliz ticaretine açmıştı. Her zaman olduğu gibi diğer bütün Avrupa devletleri de aynı hakları talep ettiler ve 1838 ile 1841 yılları arasında başka bazı ülkelerle de benzer serbest ticaret antlaşmaları imzalandı.
Ticaret, bilhassa da tarım ürünlerinin ihracatı, 1820’lerin başından beri hızla artmıştı. Bunun bir nedeni, İngiltere’deki sanayi devriminin, sanayi ürünlerinin fiyatlarında bir düşüşe ve bunun bir sonucu olarak da sanayileşmekte olan ülkelere tarım ürünleri ihraç edenler için daha uygun ticari koşullara yol açmış olmasıydı. Oysa, ithal edilen İngiliz sanayi ürünlerinin düşük fiyatları, yerel zanaatlara yaşam şansı tanımıyordu.8 “Yüzyıl ortası büyük canlanma” diye bilinen, Avrupa’daki hızlı ekonomik genişleme döneminin başlangıcıyla aynı zamana denk gelen 1831-1841 yıllarındaki serbest ticaret antlaşmalarının sonuçlarından biri, İmparatorluğun zaten 1780-1830 arasında kabaca %80 oranında artmış olan dış ticaretinin, 1830-1870 yıllarında yaklaşık beş misli artmasıydı.9 Antlaşmanın bir diğer sonucu da, Osmanlı devletinin, Mehmet Ali’ye reformlarında mali dayanak oluşturan merkantilist araçlardan (tekeller ve ayrım gözeten vergilerden) tamamen yoksun kalmasıydı. 19. yüzyıl boyunca, imparatorluğun ekonomi politikası, korumacılık girişimleri olmaksızın, klâsik bir liberal ekonomi politikası olarak kalmıştı. Böylesi bir politikaya muhtemelen hiçbir Avrupa devleti katlanamazdı.
Hiç kuşkusuz, imparatorluğun ekonomik durumundaki değişim, kazananlardan ve kaybedenlerden oluşan iki grup yaratmıştı. Kazananlar, genişleyen uluslararası ticarete doğrudan katılan topluluklardı. Bunlar genel olarak, ihraç edilen tarım ürünlerinin üreticisi değillerdi: Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük çaptaki ihracata yönelik tarım üreticisi sayısı oldukça düşüktü; küçük-orta arası ölçeklerdeki arazi sahipleri yaygındı ve küçük çiftçiler kendi başlarına ihracat yapacak durumda değillerdi. Öte yandan, çok sayıda küçük çiftliğin var olması, yabancıların ekonomi ağlarına nüfuz etmesini zorlaştırıyordu. Bu durumdan kazançlı çıkanlar, küçük çiftçilerle Avrupa sanayisi arasında aracılık yapan kişiler oluyordu.10 Osmanlı bağlamında bu aracılar (çoğunlukla) Rum ve (daha az sayıda) Ermeni tüccarlardı; bunların denizaşırı ilişkileri vardı. Bunların genişleyen işlerine gereken parayı, neredeyse tamamı Ermeni bankacılardan oluşan bir bankalar ağı karşılıyordu. Rum tüccarların ve Ermeni bankacıların büyük bir kısmı berat sistemi kapsamına giren fahri yabancı statüsüne sahipti ve bu yüzden Osmanlı hükümeti bunlara dokunamıyordu. 19. yüzyılda bunların konumu, sadece Sultan’ın Müslüman tebaasına kıyasla değil, ayrıca Yakındoğu pazarlarına tek başına girmeye çalışan, ama bu girişimleri çoğu zaman yerli Hıristiyanlar tarafından başarıyla sonuçsuz bırakılan yabancı şirketlere kıyasla da güçlenmişti.
Bir de kaybedenler vardı. Bunlar, loncalar halinde örgütlenmiş geleneksel zanaat kuruluşlarında bulunuyorlardı; bilhassa, büyük liman kentleri gibi, dış dünyayla doğrudan bağlantısı olan kasaba ve kentlerdeki kuruluşlar. Kanıtlar gösteriyor ki, bu zanaatlardan en azından bazısı, örneğin büyük ölçüde pamuk ipliği üretimi ve bir ölçüde dokuma, Avrupa’nın sanayi mallarıyla girişilen rekabetten çok kötü şekilde etkilenmişti. Sonuç, gelirlerin düşüşü ve işsizlik olmuştu.
Yine de, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ekonomi sistemine katılmasının sonuçları abartılmamalıdır. Tahmini hesaplar, dış ticaretin, 1870’te bile toplam üretimin ancak %7 ya da 8’i kadarı (ve tarım üretiminin %12 ila 16’sı arasında) olduğunu söylüyor.11 İhracatın İmparatorluğun Gayri Safi Milli Hasılası’ndaki payı, 1840 yılı için yaklaşık %3 ila 4 olarak hesaplanmıştır.12 Üstelik, Avrupa ekonomi sistemine katılmanın sonuçları her yerde aynı olmamıştı; ulaşılması güç olan iç kısımlar çok az etkilenirken, en çok etkilenen kısımlar sahil bölgeleri ve büyük kentlerdi. Hatta daha uzak bölgelerde bu katılmanın dolaylı etkileri görülmüştü: Örneğin, iç piyasada buğdayın fiyatı, dünya piyasasındaki fiyatlara göre inip çıkıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’na dışardan gelen ödünç para ya da altyapı tesisleri veya sanayiye yapılmış yabancı yatırımlar, 1830’larda henüz herhangi bir rol oynamıyordu. Yerli sanayi üretiminde, yeni orduya giysi, teçhizat ve silah üreten imalathaneler gibi bazı atılımlar da yapıldı. Bu imalathaneler, yalnızca ya da esas olarak, devlete çalışıyorlardı ve darphane ya da serasker dairesi gibi devlet organlarınca denetleniyorlardı. Bu imalathanelerdeki işçiler ordunun bir parçası sayılıyorlardı. Bunların en bilinen örneği Feshaneydi. Yeniçeri Ocağı 1826’da yıkılmasının ardından, Fas kökenli, kırmızı renkte, keçeden, sipersiz bir şapka olan fes yeni orduda ve devlet memuriyetinde resmî başlık olarak kullanılmaya başladı. İlk dönemde fesler Tunus’tan satın alınıyordu, ancak 1835’te Tunuslu bazı sanatkârlar İstanbul’a getirildi. 1839’da (II. Mahmut’un ölümünden sonra), Feshane genişletildi ve Haliç’in yukarısındaki saraylardan birine taşındı. Burada kumaş da üretilmeye başladı, ancak üretim hâlâ hayvan gücüne dayanıyordu. 1840’ların ortalarında, buhar makinaları getirildi. 1840 ve 1850’lerde aynı türden birkaç imalathane daha açılmıştı, ama bunlar ticari faaliyetlerin gereksinimlerinden çok, ordunun gereksinimlerini karşılıyorlardı.

Benzer İçerikler

SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM-JOANNE GREENBERG    

yakutlu

Türk Kültürü Araştırmaları Online Kitap Oku Prof. Dr. Tuncer Baykara

yakutlu

Dünyayı Neden Batı Hükmediyor -IAN MORRIS

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy