TEMBELLİK HAKKI- PAUL LAFARGUE

Tembellik Hakkı, kapitalist düzenin kıyasıya eleştirisi, devrimci yazının başyapıtı, sosyalizmin klasiği niteliğiyle, Komünist Manifesto’dan sonra, tüm Avrupa dillerine en çok çevrilmiş olma onurunu taşıyor. Kimilerine göre, bu yapıt, yalnızca sosyalizmin değil, Fransız yazınının da klasiğidir. 1880’de Egalıté dergisinde bölüm bölüm yayınmlanan, sonra da 1883’te kitaplaşan bu “saldırı yapıtı”, 1905-1907 arasında, Çarlık Rusyası’nda 17 baskı yapmış ve Lenin’e bakılırsa, 1917 Ekim Devrimi’nin kotarılmasında büyük etkisi olmuştur. Yapıtı ele almadan önce, Fransa’da sosyalist düşünce ve eylemin önderlerinden biri olan, özellikle de Marx’ın damadı olarak tanınan yazarın yaşamı ve kimliği üzerinde duralım.

Fransız sosyalizm tarihinde, Marksizmi ülkeye ilk getiren düşünür ve eylem adamı Paul Lafargue, 1842’de Küba’nın Santiago kentinde dünyaya gelmiştir. Soyu sopu, uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Dedesi Bordeauxlu Fransız, babaannesi zenci-beyaz melezi, annesinin babası Fransız Yahudisi, anneannesi de Karaibli bir kızılderiliydi.

Paul Lafargue, dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Fransa’ya göçer. Buna, göçten çok, dede yurduna kavuşma demek gerekiyor.

Lafargue, Bordeaux ve Toulouse’da ortaöğrenimini yaptıktan sonra, Paris’te Tıp Akademisi’ne yazılır ve aynı sıralarda kralcı hükümete karşı yoğunlaşan gençlik eylemlerine katılır.

O günlerin -ve tüm günlerin- Paul Lafargue’i cumhuriyetçi, sosyalist, materyalist ve ateisttir. Fransa’da sosyalist düşüncenin halk arasında yayılması için vargücüyle çalışmış, eylemlerini daha çok İşçi Partisi safında yoğunlaştırmıştır.

Paul Lafargue, Marx’la tanışmadan önce Proudhoncudur. Ahlaki ve ekonomi bilimini her türlü Tanrısal öğeden arındırma girişiminin temsilcisi Proudhoncu.

Lafargue, gençlik eylemlerine katıldığı bu dönemde, kültürünü artırma yolunda yoğun bir okuma tutkusuna kaptırır kendini. Kant’tan başlayarak okuduğu ve etkilendiği düşünürler arasında Hegel, Feuerbach, Littré, Taine, Claude Bernard, Fourier, Saint Simon, Darwin, Auguste Comte ve özellikle Proudhon’u sayabiliriz.

Önceleri bağlandığı cumhuriyetçi ve demokratlardan kopup, “gençlik düşlerinden ‘vazgeçerek’, hükümetin değil, toplumun değişmesini isteyen” işçilere katılır. Artık yolunu bulmuş, sosyalizmi seçmiştir, daha çok Proudhoncu olarak.

Gençlik deviniminin militanı Lafargue, kongrelerdeki tartışmalarda sesini yükselterek dinle bilimin uzlaşamayacağını ileri sürüyor: “Bilim Tanrıyı yok saymıyor, daha iyisini yapıyor, onu gereksiz kılıyor.” Düşüncesini, bir yazısında “ilerlemenin tek yolu, Tanrı’ya savaş açmaktır” diyerek özetliyor.

Lafargue, bir ara Blanquicilere yanaşıyor, sonra da Enternasyonal’e üye oluyor. 1865’te, Londra’da Genel Konsey’e, Fransız işçi devinimi üzerine bir rapor sunuyor ve bu olay dolayısıyla da Marx’la tanışıyor. Marx, Lafargue’in coşkusuna, politik gücüne hayran oluyor. Engels’e yazdığı bir mektupta, ondan “yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif” olarak söz ediyor. Hem, öyle olmasa, en sevdiği kızını, Laura’yı ona verir miydi?

Paris’te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılan Lafargue, tıp öğrenimini Londra’da sürdürüyor. Laura’ya olan tutkusu, iki yıllık bir bekleyişten sonra, evliliğe dönüşüyor. Marx, kızıyla evlenecek bu gencin yaşamıyla yakından ilgilenmektedir. Engels’e yazdığı bir mektupta, kaygılarını şöyle dile getiriyor: “Anladığıma göre… Lafargue evlenmeden önce doktorasını Londra ve Paris’te yapacak. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak, dün melezimize (Lafargue’i böyle tanımlıyor) yine söyledim, eğer İngilizlerin o soğukkanlılığını benimsemezse, Laura ona kısa zamanda güle güle der. Bunu kafasına koymak zorunda. Yoksa yapacak hiçbir şey yok.”

Sonunda Lafargue Londra’da öğrenimini tamamlıyor ve Laura ile evleniyor. Yıl 1867. Karı koca Paris’e yerleşiyorlar. 1868’de bir oğulları, iki yıl sonra bir kızları, bundan bir yıl sonra da bir oğulları dünyaya geliyor. Ne var ki, hiçbiri yaşayamıyor. Ve Lafargue tiptan soğuyor, kendini tümüyle sosyalist düşünce ve eyleme adıyor. Laura ile omuz omuza.

1870’te Fransız-Alman savaşı patlak verince, Paris’ten ayrılıp Bordeaux’ya taşınıyorlar. Altı ay süren savaşı Fransa yitirmiş, imparatorluk yıkılmış, yerini III. Cumhuriyet adıyla kentsoylu bir yönetim almıştır. Lafargue, bu durum karşısında Ulusal Savunma adlı bir gazete çıkararak işçi devinimini canlandırmaya çalışıyor. Bu dönemde Fransa, büyük bir ekonomik bunalım içindedir. Thiers hükümeti, dolaylı dolaysız vergileri yükseltmiş ve çalışan yığınları dayanılmaz yükler altına sokmuştur.

İşte, adına Komün denen ayaklanma, 18 Mart 1871’de bu koşullarda patlak verir. Bu, işçinin sınıfının uyanışıdır. Kentsoylu hükümet, bu ayaklanmayı kanla bastırır. Lafargue, tutuklanacağını anlayınca İspanya’ya geçer. Burada kaldığı bir yıl içinde, “Kapital”in İspanyolca’ya çevrilmesine yardımcı olur.

Yıl 1873. Fransa, hâlâ büyük bir ekonomik bunalım yaşıyor, amansızca sömürülen işçi sınıfının bilinçlenmesine de yol açarak. Lafargue, önde gelen bir sosyalistle, Guesde ile tanışıyor bu dönem ve Fransa işçi sınıfını örgütlemek üzere kolları sıvıyor. 1877’de Egalıté gazetesinde bu yönde yazılar yazıyor 1880’de, Londra’da Engels’in evinde Marx ve Guesde ile birlikte örgütün programını hazırlıyor. O günlerde, “Tembellik Hakkı” da Egalıté’de tefrika olarak yayımlanıyor…

Lafargue’in yaşam öyküsünü tüm ayrıntılarıyla anlatmaya sayfalar yetmez. Yalnızca, 1891’de milletvekili seçilerek Bourbon Sarayı’na girdiğini belirtmek gerek. Bu seçim, gerici başında büyük tepkilere yol açıyor. Lafargue, “yabancı” sayılıyor ve “Marx’ın damadı”nın Almanya’ya gönderilmesi öneriliyor. Bütün suçlamalara karşın, Lafargue, Fransız Sosyalist Partisi’nin kurucuları arasında yer

almıştır. Ne yazık ki, sosyalizmin zaferini göremeyecektir. 26 Kasım 1911’de, onu eşi Laura ile bir koltukta kucak kucağa son soluğunu vermiş olarak bulurlar. Kendilerini öldürmelerinin nedenini, bıraktığı mektupta şöyle açıklamaktadır Lafargue:

“Bedence ve ruhça sapasağlamken, yasama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum.

Yıllardır, yetmiş yaşımı aşmamaya söz verdim kendime. Yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulama yolunu tasarladım: deri altına siyanür enjekte etmek.

45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle oluyorum.”

Tembellik hakkı deyince, şöyle yan gelip yatmak, ekmek elden şu golden bir yaşam gelir insanın aklına önce, “armut pis, ağzıma düş” deyimine uygun bir yaşam… Oysa, emek vermeden insanca bir yaşam elde edilemez.

Aslına bakarsanız, tembellik insanın doğasında var. “Çalışma” sözcüğünün Fransızcası Travail “zahmetli iş”, “acı veren iş”, bir tür “işkence” anlamını içeriyor.

Eskıçağ Atinası’nda, çalışma, kölelere özgü, aşağılık bir uğraş sayılıyordu. Gelgelelim, çalışma insan doğasına ters düşse de, ter dökmeden yaşamanın olanağı yok artık. Bu gerçeklik doğrultusunda, yüzyıllar boyu tembellik yerilmiş, çalışma kutsanmış. Tembelliğe karşı savaş, her toplumda atasözlerine yansıyan bir yer edinmiş. “Çalışmaya usanan, aç kalır”, “Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun”, “Çalışan el, tok karın üzerindedir”, “Çalışan kul yoksun kalmaz.”

İnsan doğasına inat, çalışmayı yücelten tutum, daha çok din çevrelerinde yankı bulmuş. “Allah çalışmayan kulunu sevmez” diyen Müslümanlık da, “Çalışmayana ekmek yok” yıldırısını savuran Hıristiyanlık da, çalışmayı bir dinsel görev durumuna sokarak tembelliğe savaş açmışlar.

Peki, Paul Lafargue, neden tembelliği savunma gereği duymuş? Bunu en iyi o anlatacak. Biz şöyle bir değinelim.

Lafargue’in yetiştiği dönem ve çevre, genel olarak, işçi kitleleri için insanlık dışı bir ortamdi. Aydınlar arasında, öldürücü çalışmaya karşı bir tepki filizlenmekteydi.

1848’de, çalışma saati Paris için günde 10, taşra için 11 saatti. Yasama Meclisi, 9 Eylül 1848’de fabrika ve yapımevlerinde toplu çalışma saatini 12 olarak saptıyor. Sonraları bu 17 saate kadar çıkacaktı.

İşte Lafargue, sosyalistlerin bile çalışma zorunluluğunu insanlık dışı noktalara vardırdığı bir dönemde, tembellik hakkını savunmak gereğini duydu. Aslında, bir düşünürün dediği gibi, buradaki “tembellik” sözünün yerine “boş zaman” sözünü koyarak Lafargue’i aklamak gerekir.

Babeuf’ten, Robert Owen’dan Marx’a kadar tüm sosyalist düşünürler, zorunlu çalışmayı öğütlemişlerdir.

Lafargue bunları biliyordu. Ve yine biliyordu ki, Cabet,, ıcarei adlı ideal ülkesinde tembelliğe çok az yer veriyor, yazın 7, kışın 6 saatlik sevilesi bir çalışma uğraşına çağırıyordu insanları. Oysa Lafargue, günde üç saatlik bir çalışmayı yeterli buluyordu. Bütün bu saydığımız sosyalist düşünürlerden çok önce, tembellik, yani boş zaman hakkını Rousseau dile getirmiştir. 1758 tarihli d’Alembert’e Mektup adlı yazısında:

“Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır.”

Lafargue, çalışmaya değil, insanı insanlıktan çıkaran aşırı çalışmaya karşı savaşıyordu. Ona göre, 19. yüzyıldan beri işçi sınıfının başına bela olan şey “aşırı çalışma”ydı. Bu tempo, işçileri her türlü düşünsel yozlaşmaya, organik rahatsızlıklara götürüyordu. Bu yalnızca bir kötülük değil, aynı zamanda delilikti. İşte Lafargue, işçileri, bellerini büken bu delilikten kurtarmaya çalışıyordu.

Boş zaman, T.S. Eliot’a göre “kültürün temelini” oluşturur. Lafargue’in Tembellik Hakkı’nı okurken, Eliot’in bu sözünü aklınızdan uzak tutmamanızı dilerim.

Bay Thiers, İlköğretim Komisyonu’nda (1849) şöyle diyordu: “Papaz sınıfının etkisini alabildiğine güçlendirmek istiyorum. Çünkü, insana ‘keyfine bak’ diyen felsefeyi değil, ona bu dünyada acı çekmek için bulunduğunu öğreten iyi felsefeyi yayma bakımından güveniyorum papaz sınıfına.” Bay Thiers, yırtıcı bencilliğini ve dar kafalılığını temsil ettiği kentsoylu sınıfının ahlakını dile getiriyordu.

Kentsoylu sınıfı, papaz sınıfının desteğindeki soylulara karşı savaşırken, özgür düşünceyi ve tanrıtanımazlığı göklere çıkarıyordu. Ama, üstünlük kazanır kazanmaz, tutumuyla birlikte ağız da değiştirdi. Bugün, ekonomik ve politik üstünlüğünü dine dayamaya çalışıyor. 15. ve 16. yüzyıllarda, putataparlık geleneğine dönüyordu sevine sevine ve Hıristiyanlığın kınadığı ten isteklerini, tutkularını yüceltiyordu. Günümüzde gırtlağına kadar mala mülke ve zevke batınca, Rabelaişler, Diderotlar gibi düşünürlerinin öğretilerini yadsıyor ve ücretlilere perhiz öğüdü veriyor. Hıristiyan ahlakının zavallı bir öykünüsü olan kapitalist ahlak, işçinin ten isteklerine ilenç yağdırıyor. Ücreticilerin gereksinimlerini en aza indirmeyi, sevinçlerini, tutkularını yok etmeyi ve onu dur durak tanımayan acımasız bir makine

durumuna mahkûm etmeyi, kendine ideal olarak seçiyor.

Devrimci sosyalistler, kentsoylu sınıfının filozof ve yergi yazarlarının açmış oldukları savaşı devralacaklar; kapitalizmin toplumsal ahlak kuramlarına saldıracaklar; eyleme çağırılan sınıfın baskısilerinde, egemen sınıfın dört bir yana saçtığı boş inanç tohumlarını yok edecek; bütün ahlak softalarının yüzüne, “dünya artık işçi gözyaşlarıyla dolmayacak” diyeceklerdir. “Olabilirse barışçı yollarla, olamazsa şiddet yoluyla”

kuracağımız sosyalist toplumda insanların tutkuları dizginlenecek. Çünkü,”hepsi de doğaları gereği iyidir, bize düşen, yalnızca onları kötüye kullanmaktan ve aşırıya kaçmaktan kurtarmaktır” (1) ve bu tutkular, ancak karşılıklı dengelemelerle ve insan organizmasının uyumlu gelişimiyle önlenebilir. Doktor Beddoe söyle diyor: “Bir ırk, ancak bedensel gelişmesinin doruğuna vardığında, enerji ve ahlak gücünün de en yüksek noktasına ulaşır.” Büyük doğabilimci Charles Darwin de böyle düşünüyordu. (2)

Kimi ek notlarla şimdi yeniden yayınladığım Çalışma Hakkına Karşıkoyma konulu yazım, 1880’de haftalık (ikinci dizi) Egalıté’de çıkmıştı.

P.L.

Sainte-Pelagie Tutukevi, 1883

TEMBELLİK HAKKI

YIKICI BİR DOGMA

Sevme, içme ve tembellik dışında,

Tembellik edelim her şeyde

Lessing

Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı ınım inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar bu akıl sapıncına karış çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır. Bu gözü kapalı, bu dar kafalı adamlar, Tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar, Tanrılarının ilendiği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar. Ben ki, ne Hıristiyan, ne iktisatçı, ne de ahlakçıyım; onların yargılarını Tanrıların yargısına; din, ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da, kapitalist toplumdaki çalışmanın korkunç sonuçlarına havale ediyorum.

Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü orgensel bozukluğun nedenidir. İki elli uşak takımının baktığı Rothschild ahirlarının safkan atlarını; Normandiya çiftliklerinin toprağı süren, gübreyi taşıyan, ekini ambarlayan ağır yük hayvanıyla karşılaştırın bir. Ticaret misyonerlerinin henüz Hıristiyanlıkla, frengi ve çalışma doğmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere, sonra da, bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele. (3)

Bizim uygar Avrupamızda, insanın doğal güzelliğinin izini bulmak isteyince, onu, ekonomik önyargıların henüz çalışma düşmanlığını kökünden söküp atamadığı uluslarda aramanız gerek. Ne yazık ki, şimdi yozlaşan İspanya, bizden daha az fabrika, daha az tutukevi ve kışlası olmakla övünebilir. Ama sanatçı, kestaneler gibi esmer, çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek, gözüpek Endülüslü’yü seyretmekten zevk duyar; hele delik delik “çapa”sina görkemle bürünmüş dilencinin Ossuna düklerine “amigo” diye seslenişi karşısında insanın yüreği yerinden oynar. İçindeki ilkel hayvanın körelmediği İspanyol için çalışma, köleliklerin en kötüsüdür. (4) O büyük çağın Yunanlıları da, çalışmayı hor görüyorlardı; yalnızca köleler çalışabilirdi; özgür insan, bedensel devinimlerden, zekâ oyunlarından başka şey bilmezdi. Bu, aynı zamanda, Aristoteles’ın, Phidias’ın ve Aristophanes’in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı, soluk alıp verdiği bir dönemdi; bu, çok geçmeden İskender’in fethedeceği Asya’nın göçebe sürülerini bir avuç yiğidin Marathon’da yenilgiye uğrattığı dönemdi. Eskıçağ Yunan filozofları, özgür insanı alçaltan çalışmayı aşağı görüyorlardı. Şairler, Tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı: O Melibae, Deus nobis hoec otia fecit. (5)

İsa, Dağdaki Söylev’inde tembelliği öğütlemişti:

“Tarlalardaki zambakların gelişip serpılisine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi”. (6)

Sakallı ve ürkütücü Tanrı Yehova, hayranlarına ideal tembelliğin en üstün örneğini vermiş, altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir. Buna karşılık, çalışmayı organik bir zorunluluk sayan ırklar hangileridir? Overnyalılar (Auvergneliler); Britanya adalarının Overnyalıları İskoçlar, İspanya’nın Overnyalıları Gallegoslar, Almanya’nın Overnyalıları Pomeranyalılar, Asya’nın Overnyalıları Çinliler. Bizi toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir? Toprak sahibi çiftçilerle küçük kentsoylular. Birileri toprakları kapmış, öbürleri dükkânlarına sıkı sıkıya bağlanmış, yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip dururlar, gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç.

Ne var ki, işçi sınıfı, bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kolece çalışmadan kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma doğmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan doğmuştur.

ÇALIŞMANIN KUTSANMASI

1770’te, Londra’da “Alışveriş ve Ticaret Üstüne Bir Deneme” adli imzasız bir yapıt yayımlandı. O dönemde belirli bir yankı uyandırdı. Büyük bir insansever olan yazar şöyle diyordu:

“İngiltere’nin fabrika işçisi güruhu, İngiliz oldukları için, kendini oluşturan tüm bireylerin, doğuştan kaynaklanan bir hakla, Avrupa’nın başka ülkelerindeki işçilerden daha özgür, daha bağımsız olma ayrıcalığına sahip bulunduğu saplantısına kaptırmıştı kafasını. Bu düşünce, askerlere yararlı olabilir, yiğitlik aşılamak bakımından. Ama fabrika işçileri, bu düşünceyi ne denli az benimsemiş olurlarsa, hem kendileri, hem de devlet için o kadar iyi olur bu. İşçiler, kendilerini hiçbir zaman üstlerinden bağımsız sanmamalıdırlar. Böylesi özgürlük ve bağımsızlık hayranlığı, bizimki gibi bir devlette, belki de nüfusunun sekizde yedisinin malının mülkünün az olduğu ya da hiç olmadığı bir devlette çok büyük tehlikedir. Endüstrideki yoksullarımız bugün dört günde kazandıklarını altı günde kazanmaya razı olmadıkça, tam iyileşme gerçekleşemez.”

Böylece, Guizot’dan (Gizo) yüz yıl önce Londra’da çalışma, insanın soylu tutkuları için bir fren olarak öğütleniyordu açıktan açığa.

Napoléon, 5 Mayıs 1807’de, Alman kenti Osterode’dan şunları yazıyordu:

“Halklarım ne kadar çok çalışırsa, kötülükler o kadar azalır. Ben bir buyurganım (…) ve pazar günleri, dua saatinden sonra, dükkânların açık tutulmasını ve işçilerin işlerine gitmelerini buyurmaya hazırım.”

Tembelliği kökünden söküp atmak ve onun doğurduğu böbürgenlik ve bağımsızlık duygularını bastırmak için, “Ticaret Üstüne Deneme” yazarı, yoksulları ideal çalışma evlerine (İdea Workhouse) kapamayı öneriyordu. Ona göre, bu evler, yemek saatleri dışında, dolu dolu 12 saatlik bir uğraşmayla, günde tam 14 saat çalışılan terör evleri olacaktı.

Günde 12 saat çalışmak; işte, 18. yüzyıl filozof ve ahlakçılarının ideali. Öteleri olmayanın (nec plus ultra) nasıl da aştık sınırını! Günümüzün ıslıkleri, işçi kitlelerinin hapsedildiği, yalnızca erkeklerin değil, kadınların ve çocukların da 12-14 saat zorla çalışmaya mahkûm edildiği ideal çocuk iyileştirme evleri durumuna gelmiştir. (7)

Demek, “Terreur” (Terör) Dönemi kahramanlarının çocukları, 1848’den sonra, fabrikalarda çalışmayı 12 saatle sınırlayan yasayı bir devrim başarısıymış gibi kabul edecek denli çalışma dininin alçaltısına teslim etmişler kendilerini! Onlar, “çalışma hakkı”nı devrimci bir ilke ilan ediyorlardı. Yazıklar olsun Fransız işçi sınıfına! Yalnızca köleler böylesi bir alçalmaya düşebilirlerdi. Kahramanlık Dönemi’nin Yunanlışına, böyle bir alçalmayı düşünebilmesi için yirmi yıllık bir kapitalist uygarlık gerekirdi.

Zorunlu çalışmanın acıları, açlık işkenceleri, İncil’de sözü geçen çekirgelerden daha çok sayıda işçi sınıfının üzerine abanmışsa, onlara kucak açan işçi sınıfının kendisidir.

1848’de işçiler, elde silah, istedikleri bu çalışma eylemini yine kendi ailelerine zorla kabul ettirdiler; karılarıyla çocuklarını, endüstri babalarına teslim ettiler. Aile yuvalarını kendi elleriyle yıktılar; karılarının sütlerini kendi elleriyle kuruttular. Gebe kadınlar, çocuk emziren zavallı kadınlar maden ocaklarına, fabrikalara gittiler, belleri bükule bükule, sınırden ole öle. Erkek işçiler, kendi elleriyle çocuklarının yaşamını söndürdüler, canlılığını yök ettiler. -Yuf olsun işçilere! Nerede o ortaçağ halk öykülerimizin, eski masallarımızın o sözünü sakınmayan, dobra dobra konuşan, şarap düşkünü halaları, teyzeleri! Durmadan taban tepen, yemek pişiren, şarkı söyleyen, neşeler yaratıp canlılık saçan, ağrısız sızısız, sağlam ve gürbüz çocuklar doğuran kadınlar nerede? Bugün, uçuk renkli cılız çiçekler örneği, solgun tenli, bozuk mideli, kolu budu tutmaz olan fabrika kızlarımız ve kadınlarımız var!… Sağlam zevkler tatmamışlar hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir şey söyleyemezler! -Ya çocuklar? Çocuklara 12 saat çalışma! Gözün çıksın yoksulluk!- Ama, Manevi ve Politik Bilimler Akademisi’nin bütün Jules Simonları, Cizvitlerin tüm Germinysleri, çocukları aptallaştırmak, içgüdelerini bozmak, bedenlerini çürüğe çıkarmak için, kapitalist ıslıklerin bozuk havası içindeki çalışmadan daha yıkıcı bir kötülük bulamazlardı.

Çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır.

Bununla birlikte, burjuva filozoflar, ekonomiciler, söyledikleri güç anlaşılan Auguste Comte’dan gülünç ölçüde açık seçik Leroy-Beaulieu’ye, şarlatanca romantik Victor Hugo’dan, böncesine kaba saba Paul de Kock’a kadar kentsoylu yazarların hepsi, çalışmanın büyük çocuğu İlerleme Tanrısı’nın onuruna mide bulandırıcı şarkılar söylediler. Onlara bakılırsa, mutluluk egemen olacaktı dünyada; daha şimdiden ha geldi, ha geliyor gibiydi. Bu baylar, geçmiş yüzyıllara uzanıp günümüzün tadını tuzunu kaçıracak şeyler getirmek için, derebeylikteki yoksulluğun kırını pasını eşelediler. Bu karnı tok, sırtı pek, daha dün büyük şenyorlerin çanak yalayıcısı, bugün kentsoyluların kalem uşağı olanlar canımızdan bezdirmediler mi bizi, retorikçi La Bruyère’in anlattığı köylüyle. Eh, peki! Alın size, 1840 kapitalist ilerleme yılında işçilerin yararlandığı nımetlerin parlak bir tablosu. Bu tabloyu, bu baylardan biri, enstitü üyesi Dr. Villermé çiziyor. Bu kişi, 1848’de kitlelere kentsoylu ahlakının ve ekonomisinin aptallıklarını aşılayan bu bilginler derneğinin üyesiydi. Thiers, Couşin, Passy ve akademisyen Blanqui de bu dernekte yer alıyordu.

Dr. Villermé, ıslıkler kenti Alsace’dan, hani şu insanseverliğin ve sanayi cumhuriyetçiliğinin gülleri Kestnerlerin, Dollfüslerin Alsace’ından söz ediyor. Ama, doktor, işçilerin yoksunluğunu önümüze sermeden önce, eski endüstri zanaatçısının durumunu anlatan Alsaceli bir ıslık sahibine, Dollfüs-Mieg Şirketi ortaklarından Th. Mieg’e kulak verelim:

“Mulhouse’da, bundan elli yıl önce (1813’te makineli modern endüstri doğarken), işçilerin hepsi, kentte ve çevredeki köylerde oturan ve hemen hepsi, bir evi, çoğu kez bir küçük tarlası olan toprağa bağlı kişilerdi.” (8)

Çalışmanın altın çağıydı o dönem. Ama o günler, Alsace, endüstrisi ve pamuklularıyla dünyayı mala, Dollfuslarını, Koechlinlerini milyonlara boğmuyordu. Ama yirmi beş yıl sonra, Villermé, Mulhouse’a gittiğinde, modern minotaure (9) kapitalist ıslık, ülkeyi fethetmişti; insan çalışmasına olan susuzluğu içinde işçileri yuvalarından koparıp almıştı, onları daha bir eğip bükmek, içlerine çalışma isteğini daha bir sokabilmek için. İşçiler makinenin sesine koşuyorlardı binler ve binlerce.

“Bunların büyük bir bölümü, 17 binde 5 bini,” diyor Villermé, “kiraların yüksekliği yüzünden, komşu köylerde oturmak zorundaydılar. Kimileri de, çalıştıkları ıslikten bir buçuk fersah ötelerde oturuyordu.”

“İş, Mulhouse’da, Dornach’ta, yaz-kış sabahın beşinde başlıyor, akşamın beşinde sona eriyordu.. Her sabah kente gelişlerini, her akşam dönüşlerini görmeli. Aralarında, solgun benizli, bir deri bir kemik kadınlar var, hepsi de çamur deryasında yalinayak yürüyen, yağmur ya da kar yağdığında, şemsiyeleri olmadığı için, yüzlerini ve boyunlarını korumak için önlüklerini ya da etekliklerini başlarına geçiren kadınlar. Onların yanı sıra, onlar kadar kire paşa batmış, solgun benizli, partallar içinde, üstleri başları makine yağlarına bulanmış sürü sürü gencecik çocuk var. Bunlar, şu geçirmez giysileri altında yağmurdan daha iyi korunuyorlar. Sözünü ettiğimiz kadınlar gibi koltuklarının altında günlük yiyecekleri bile yok. Yalnızca, eve dönünceye kadar ağızlarına atacakları ekmek parçasını ellerinde tutuyor ya da ceketlerinin altında saklıyorlar.”

“Böylece, en az 15 saat sürdüğüne göre, upuzun bir günün yorgunluğuna, bu zavallılar için, sık sık zahmetli gidiş gelişlerin yorgunluğu da ekleniyor. Sonunda, akşamları evlerine uyuma gereksinimiyle yorgun argın dönüyor ve ertesi gün, açılma saatinde atölyelerde bulunmak üzere evden çıkıyorlar, doyasıya dinlenmeden.”

İşte şimdi, kentlerde oturanların üst üste, tıkış tıkış yaşadığı berbat konutlar:

“Mulhouse’da, Darnach’ta ve komşu evlerde, iki ailenin birer köşede, iki tahta arasında yere serpilmiş samanlar üzerinde yattığını gördüm. Haut-Rhin ilinde pamuk sanayisi işçilerinin içinde yaşadıkları aşırı yoksulluk, şu yürekler acısı sonucu doğuruyordu: Üretici tüccarların, kumaşçıların, fabrika müdürlerinin ailelerinde yaşayan çocukların yarısı 21 yasına basarken, dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerdeyse, aynı çağdaki çocukların yarısı iki yıl önce olup gidiyorlardı.”

Villermé, ıslık çalışmalarından söz ederken, şunları ekliyor:

“Oradaki çalışma, bir iş, bir görev değil, bir işkencedir. Ve bu işkenceyi altı ile sekiz yaş arasındaki çocuklara uyguluyorlar. Bu, özellikle pamuk ipliği ıslıklerinde çalışan işçileri yıpratan, her Tanrının günü çekilen sonu gelmez bir işkencedir.”

Çalışma süresi konusunda da Villermé, ceza sömürgelerinde kürek mahkûmlarının günde 6 saat, Antiller’deki kölelerin 9 saat, oysa 1789 Devrimi’ni gerçekleştirmiş ve o gösterişli İnsan Hakları’nı ilan etmiş olan Fransa’da, bir buçuk saat yemek molasıyla birlikte, atölye işçilerinin günde 16 saat çalıştırıldıklarını saptıyor. (10)

Ey burjuvazinin devrimci ilkelerinin acınası başarısızlığı! Ey İlerleme Tanrısı’nın iç karartıcı armağanı! Filozoflar, hiç çalışmadan para pul, han hamam edinmek için yöksullara iş verenlere, insansever diye alkış tutuyorlar. Bir koyun orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumları saçmak, şu kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. Fabrika işçiliğini başlatın, ne neşe kalır ortada, ne sağlık, ne de özgürlük. Yaşamı güzel ve yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider. (11)

Ekonomi uzmanları da, işçilere “toplumsal zenginliği artırmak için çalışın!” deyip duruyorlar hep. Ama, bir başka ekonomist, Destut de Tracy, onlara şöyle yanıt veriyor: “Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur.”

Tracy’nin izleyicisi Cherbuliez de şöyle ekliyor: “İşçiler üretken anaparaların birikimine katkıda bulunarak, kendilerini er geç ücretlerinin bir bölümünden yoksun bırakacak olaya yardım etmiş oluyorlar.” Ama, kendi yaygaralarıyla sağırlaşmış ve aptallaşmış olan ekonomi uzmanları “kendi gönencinizi yaratmak için çalışın!” diyorlar işçilere yanıt olarak. Anglikan Kilisesi rahibi saygıdeğer Townshend, Hıristiyan hoşgörüsü adına şunları söylüyor boyuna: “Çalışın, gece gündüz demeden çalışın! Çalışarak yoksulluğunuzu artırırsınız; sizin yoksulluğunuz da, yasa gücüyle sizleri zorla çalıştırmaktan kurtarır bizi. Yasa zoruyla çalışmak çok sıkıntı verir, çok zorlanma gerektirir, çok gürültü patırtıya yol açar. Açlıksa, tam tersine, gürültüsüz, sessiz sürekli bir baskı değildir yalnızca, çalışma ve uğraşın en doğal dürtüsü olarak, en etkili çabalara da yol açar aynı zamanda.”

Çalışın, çalışın işçiler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve yoksullaşmak için birtakım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız yasası budur işte.

İşçiler, ekonomi uzmanlarının aldatıcı sözlerine kulak verdikleri için, kendilerini canla başla çalışma tutkusuna adamışlardır. İşçiler, tüm toplumu, toplumsal organizmayı baştan başa sarsan sanayideki aşırı üretimin bunalımları içine atıyorlar. Öyle ki, mal çokluğu, alıcı yokluğu yüzünden ıslıkler kapanıyor ve açlık, işçi nüfusa adeta kırbaçla veryansın ediyor. Çalışma doğmasıyla serseme dönen işçilerin, sözde gönenç döneminde başlarına bela ettikleri aşırı üretim, bugünkü yoksulluklarının nedenidir. Buğday ambarına koşup “Aciz, bir şeyler yemek istiyoruz! Bir tek mangirimiz bile yok. İşin doğrusu bu, ama meteliğe kurşun atmakla birlikte, buğday hasadını ve bağbozumunu yine de bizler yaptık..” demeye gerek yok. Sanayi manastırlarının kurucusu Bay Bonnet de Jujurieux’nün ambarlarını kuşatıp, şöyle haykırmanın da gereği yok: “Bay Bonnet, işte sizin iplikçi, dokumacı kadın işçileriniz, bir Yahudi’nin gözünü yaşartacak denli yamalı pamuk giysileri içinde soğuktan titreşiyorlar. Ama bununla birlikte, tüm Hıristiyan dünyasının hoppa kadınlarının ipekli giysilerini dokuyanlar onlardı. Zavallı kadınlar günde 13 saat çalışıyorlardı. Süslenmeye zamanları yoktu. Şimdi işsizdirler ve dokudukları ipeklileri hışırdata hışırdata giyebilirler. Sütdışlerini döktüklerinden beri, kendilerini sizin servetinize adadılar ve perhızlı bir yaşam sürdüler. Şimdi günleri boş geçiyor ve çalışmalarının meyvalarını almak istiyorlar biraz. Haydi Bay Bonnet, ipeklilerinizi veriverin, Bay Harmel müslinlerini, Bay Pouyer-Quertier kasalarını, Bay Pinet de, soğuk ve ıslak küçük ayakları için potinlerini verecek… Baştan ayağa giyinik ve kıpır kıpırdırlar, onları seyretmek hoşunuza gidecektir. Haydi, hik mik etmeyin. -Siz insanlığın dostusunuz, üstelik Hıristiyansınız değil mi?- Canlarını dişlerine takarak kazandırmış oldukları servetinizi kadın işçilerinizin buyruğuna verin. -Siz ticarete gönül bağlamış değil misiniz?- Öyleyse malların dolaşımını kolaylaştırın; işte size haphazır tüketiciler. Onlara sınırsız krediler sağlayın. Bunu, Adem ve Havva’dan bu yana tanımadığınız ve size hiçbir şey, hatta bir bardak su bile vermemiş olan tüccarlara da yapmak zorundasınız. Kadın işçileriniz, ellerinden geldiğince bunu sağlayacaklardır. Vadenin son bulduğu günde kaytarmaya başlar, imzalarının protesto edilmesine yol açarlarsa, onları iflasa sürüklersiniz; eğer haczedecek hiçbir şeyleri yoksa, borçlarını duayla ödemelerini istersiniz: onlar, les gibi tütün kokan, kara cüppeli papazlardan daha iyi yollarlar cennete sizi.”

Benzer İçerikler

HÚRIN’IN ÇOCUKLARI-J. R. R. TOLKIEN

yakutlu

Gurur ve Önyargı -Jane Austen

yakutlu

ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK-SØREN KIERKEGAARD

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy