“Gece ertesi sabaha kavuştuğunda Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir dönem başlamıştı.”
27 Mayıs 1960. Ülkedeki tüm vatandaşlar askerî darbe haberiyle uyanıyor sabaha. Sokaklarda tanklar, radyodan yükselen bültenler, düşmeyen telefonlar, ulaşılamayan dostlar…
Usta romancı Ayşe Kulin, tek mekânda kurguladığı ve dört gün üç gecelik bir zaman dilimini kapsayan romanında, 1960 darbesini, okurunu sıradan görünen ama içinde hiç de sıradan olaylar yaşanmayan bir apartman dairesine konuk ederek anlatıyor. Her ayrıntısı incelikle işlenmiş Dört Gün Üç Gece, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin unutulmaz hadiselerinden birine farklı bir yöntemle, aşkla, ayna tutuyor.
SEVDA
25 Mayıs 1960
Sevda, Balık Pazarı’ndaki alışverişini bitirip Taksim’e yaklaşırken duymaya başladığı uğultunun nedenini meydana vardığında, Anıt’ın çevresinde birikmiş kalabalığı görünce çözdü ama vitrininin kepengini telaşla indirmekte olan gözlükçüye yine de sorma ihtiyacını hissetti.
“Neler oluyor, Allah aşkına?”
Adam özetleyerek anlattı. Ellerinde bayraklar ve Atatürk’ün resimleriyle Anıt’ın önünde toplanan gençler, şimdi de sloganlar atarak Taksim Parkı’nın önünden akıp Harbiye’ye yürüyorlarmış. İhtiyaten kapatıyormuş dükkânını. İşler çığırından çıkmadan siz de hemen evinize dönün, bu yürüyüşler tekin değildir, diyerek uyarmayı da ihmal etmedi Sevda’yı.
Demek nisan sonlarında Ankara’da başlayan öğrenci numayişleri İstanbul’a da sıçramıştı.
Sevda, olacağı buydu, diye düşündü ve kocasının şu anda yurt dışında olmasına şükretti. İktidardaki partinin milletvekili olmasına rağmen partisiyle görüşleri giderek ayrışan Sedat, iktisat komisyonunun başkanı olarak üstlendiği görevi yerine getirmek üzere yurt dışındaydı ve yarın hayırlısıyla, görevini başarıyla tamamlamış olarak yurda döndüğünde hemen istifasını verecekti. Söz vermişti karısına.
Kalabalığa bulaşmamaya çalışarak hızlı adımlarla meydanı geçen Sevda, yürüyüşü dağıtmaya gelen tankların gürültüsünü duyunca Taksim Parkı’na daldı. Gençler sözlerini OLUR MU BÖYLE OLUR MU, KARDEŞ KARDEŞİ VURUR MU KAHROLASI DİKTATÖRLER/BU VATAN SİZE KALIR MI diye değiştirdikleri Plevne Marşı’nı bir ağızdan söyleyerek Harbiye’ye doğru ilerlerken, güzel havadan istifade etmek için çocuklarını parka gezmeye çıkarmış annelerle emekli yaşlılar da gençlere bir ağızdan eşlik etmekteydiler. Farkına bile varmadan onlara katıldığı anda, marşa sirenler ve polis düdükleri karıştı, Sevda sustu ve kimseler onu gördü mü gibisinden etrafına bakındı.
6-7 Eylül Olayları sırasında üniversiteler henüz açılmadığı için kocasıyla birlikte Ankara’ya dönmemişti, annesiyle babasının Taksim’deki evlerinde kalıyordu, yani o korkunç talanın tam da göbeğinde… O günden beri böyle toplumsal protestolardan ödü patlardı ama bu yürüyüşün o ayaklanmayla hiç ilgisi yoktu. Yürüyenler, mağazaları yağmaya çıkmış ipini koparanlar değil, sadece kızlı oğlanlı öğrencilerdi; etrafa ve kimseye zarar vermeden, sözlerini değiştirdikleri türküyü tekrar ede ede yürüyorlardı ve aralarına katılanlar giderek çoğalıyordu…
Ta ki polisler yürüyüşe müdahale edip direnenleri coplamaya başlayıncaya kadar.
Sevda caddede değil, parkta olduğuna şükretti ama az sonra parkın sonuna varınca mecburen yine caddeye indi. Caddede çift yönden gelen araçlarından inen polisler, şimdi de gençleri ve dağılan göstericilerden yakalayabildiklerini yaka paça kendilerine ait minibüslere tıkıştırıyordu.
Balık Pazarı’ndan beri taşıdığı file iyice ağırlaştığı için yürümekte zorlanan Sevda, can havliyle yol üstündeki apartmanlara kaçışanlara katılıp üç beş kişiyle birlikte önündeki ilk apartmana daldı. Apartmanın holü daha önceden sığınmış olanlarla zaten tıklım tıkıştı ve binanın kapıcısı içeridekileri dışarı çıkaramadığından, daha fazla insanın içeri girmesine mani olmak için kapıyı kilitlemeye çalışıyordu. Sevda’ya hafakanlar bastı. Evi uzak sayılmazdı, burada hapis kalmaktansa sokağın tehlikesini göze alıp kapı kilitlenmeden dışarı fırladı. Sağa sola koşuşanların arasında evine varmaya çalışırken filesini düşürdü. Elmalar, limonlar kaldırıma yuvarlanınca çömeldi, elindeki diğer iki kesekâğıdını yere bırakıp meyvelerini toplamaya çalışırken insanlar yerde duran kese kâğıtlarındaki balıklarla enginarları ezip geçtiler. Ertesi gün yurt dışından gelecek olan kocasına hazırlayacağı sofranın, elleriyle seçtiği taptaze balıklarıyla sebzeleri ayaklar altındaydı. Ağzından fırlayan küfre şaşırarak doğrulurken kimse duydu mu diye etrafına bakındı ama herkes kendi derdineydi. Kalabalığa karışıp Harbiye istikametine doğru ilerledi ve… Oh… Nihayet kendi apartmanının önündeydi. Dış kapıyı zorladı, açamadı. Belli ki kapıcı Mehmet Efendi de kendi apartmanının kapısını içeriden sürgülemişti. Kapıcı ziline parmağını hiç kaldırmadan
“Haklısınız ama içeri gireceklerin arasında hırlısı var hırsızı var, öyle değil mi efendim?” dedi Mehmet Efendi, “Bu gözler neler gördü!”
“Bu seferkiler çapulculardan değil,” dedi, kapıcının 6-7
Eylül talanını kastettiğini anlayan Sevda, “bunlar sadece hurriyet isteyen öğrenciler.”
“Şımarık gençler işte!” dedi Mehmet Efendi ve yukarıda kalmış asansörü çağırmak için düğmesine basıp, “Neleri eksik ki durmadan azıyorlar böyle,” diye homurdanarak kendi katına gitmek üzere merdivenlere yöneldi.
Asansör gelince Sevda kendini içeri attı ama kabinin ışığı yanmadı. Tembel herif, diye geçirdi içinden, ona buna şımarık diyecegine ampulu değiştirseydi ya! Sabah ikaz etmişti asansörun ampulu yanmıyor diye, belli ki hiç oralı olmamış. Katın düğmesine basmak için uzanırken ayağı yerdeki torbası bir şeye takılınca bir çığlık attı. Aaa, kımıldadı torba! Gülümsedi, giriş katındaki kiracının asansörsever iri köpeği olmalıydı bu ama aksi gibi asansör de hareket halindeydi. Ancak ikinci kata varıp gözleri karanlığa alışınca seçebildi köşeye büzülenin köpek değil, bir insan olduğunu. Kadın mı, erkek mi belli değildi, yerde dertop olmuş, başını kollarının arasına gömmüştü.
“Ne yapıyorsunuz orada… Pardon… İyi misiniz?” diye sordu. Yanıt alamadı.
“Burada oturan birine mi geldiniz? Adını söyleyin de hangi kattaysa ben yardımcı olayım.”
Yine konuşmadı asansördeki yabancı. Asansör üçüncü katta durdu, Sevda dışarı çıkıp merdivenlerin ışığını yaktı ve ancak o solgun ışığın kirli aydınlığında anlayabildi durumu.
“Aman Tanrım, yaralısın ama sen… Siz… Polislerden mi kaçtınız yoksa?” diye sordu.
Yerdeki toparlanıp ayağa kalkacağına, uzandı büzüldüğü yere.
“Yok, yok! Sakın bayılma asansörün içinde,” dedi Sevda, yaralının yanına diz çökerken.
Şimdi görüyordu artık, genç bir adamdı bu, büyük ihtimalle protesto yürüyüşüne katılmıştı ve kollarıyla saklamaya çalıştığı yüzü kan içindeydi.
“Dışarıdaki yürüyüşten mi… Şey… Polis mi dövdü seni… sizi?
Genç, başını evet anlamında salladı.
“Öğrenci misin… iz?” Yine başıyla evet işareti… “Ayağa kalkabilecek misin?”
“Midem bulanıyor, başım dönüyor,” dedi genç, zor duyulur bir sesle.
“Mutlaka hastaneye gitmelisin. Beyin kanaması olabilir.” Başını şiddetle, hayır anlamında salladı bu kez. “Adın ne?” diye sordu Sevda. “Yusuf.”
Merdivenlerin ışığı kendiliğinden sönünce Sevda çıkıp tekrar bastı düğmeye ve asansöre geri döndü.
“Yusuf, ayağa kalkmaya çalış… Gir benim koluma… Ha gayret, bir iki üç… Haydi!”
Sevda ağırlığını yüklenerek sürüklediği genci asansörün di- şına çıkarınca, çantasında anahtarını aramak için duvara yaslandı. Oğlan iki büklüm oldu yine. Sevda’nın yardımıyla eve girince de hemen yere çöktü. Bitkindi, gömleği de yüzü gibi kanlıydı. Bir an için kapıcıyı çağırmayı düşündü ama hemen vazgeçti Sevda. Gençlerden pek hoşlanmayan Mehmet Efendi azıcık da paranoyaktı, şimdi gereksiz telaş yapar, polisi aramaya bile kalkışabilirdi.
“Sana yardım edeceğim, ha gayret kalk, bir yere otur da yüzündeki kanı sileyim, bakalım yaran derin mi?” dedi Sevda, Yusuf’un sol kolunu omzuna attırırken. Ayağa kalkarken yine inledi çocuk. Sevda bulundukları holün karşısındaki koridora yönlendirdi Yusuf’u, sağ taraftaki ilk kapıyı ayağıyla iterek açıp içeri soktu, divanın üzerinde duran yastıkları yere atıp oğlanı divana yatırdı, başının altına yerdeki yastıklardan birini koydu ve aceleyle ilk yardım malzemelerini almak üzere ecza dolabı- nın bulunduğu banyoya koştu. Dolaptan oksijen ile tentürdiyot şişelerini ve pamuk alıp odaya döndü. Pamuğa bol oksijen dökerek oğlanın alnındaki kanı sildi. Kaşının üzerinde derin bir yarık vardı.
“Tentürdiyot sürmek istemiyorum çünkü bu yara derin, bence illa dikiş ister,” dedi, “sen kendini toparlayınca buraya en yakın hastaneye gidip bir dikiş attır bu yaraya, yoksa kolay kolay kapanmaz.”
“Birazdan… Başımın dönmesi geçince giderim. Size çok zahmet verdim zaten.”
“Ben senin yerinde olsam bir an önce giderdim, midenin bulanması iyiye alamet değil.”
Yanıtlamadı Yusuf. Besbelli ya yakalanmaktan çekiniyordu ya da hastaneye verecek parası yoktu.
“Sıraselviler’de İlk Yardım Hastanesi var. Devlet hastanesidir, ödeme yapman da gerekmez…”
Genç, gözlerini yummuş, ya uyur gibi yapıyordu ya da gerçekten dalmıştı.
“Tamam, sen dinlenmene bak, kendini iyi hissedince gidersin,” dedi Sevda.
Kapıyı usulca çekip çıktı odadan, salona geçti. Geniş kanepe nin yanındaki sehpada duran siyah telefonun ahizesini kulağına dayadı, yurt dışı santralin numarasını çevirdi, uzunca bir süre sabırla bekledi ve nihayet, “İsviçre’nin Cenevre şehrinde bir telefon yazdırmak istiyorum,” diyebildi. Karşı tarafı dinledikten sonra, “Saatlerce bekleneceğini elbette biliyorum hanımefendi ama benim telefon bağlatmak istediğim kişi Ticaret Bakanlığı tarafından görevlendirilmiş, devlet hizmetinde bir milletvekili,” dedi, “adı Prof. Sedat Azak, numarasını veriyorum…” Söyledi numarayı, “Ben eşiyim, bizim saatimizle tam yirmi birde, yani akşam dokuzda bağlanabilir miyim?” diye sordu. Yine karşı tarafı dinledikten sonra, “Daha önce olmasın lütfen, Sedat Bey kaldığı otele bizim saatimizle akşam dokuzdan önce dönemiyor. Dün de aramıştım, dokuzdan önce bağlandığım için odası yanıt vermedi, ben de hakkımı kaybettiğimden yeniden yazdırmak zorunda kaldım… Yok, hayır, şikâyet filan etmiyorum, sadece durumu anlatıyorum… Bakın, size bu sefer önceden haber veriyorum ki doğru zamanda bağlanabileyim… Kendi numaramı veriyorum şimdi… Lütfen…