ALİYE KASABAYA GELİYOR
“Toprağınız toprağım,,, eviniz evim; burası için, bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olacağım ve içbir şeyden korkmayacağım; vallahi ve billahi”
Aliye kasabaya muallime olarak geldi. Yüzü, henüz yılmayan bir gül goncasının mahcup kırmızılığını, çekingen güzelliğini taşıyordu. Pembe, ince yüzü üstünde i kocaman menekşe gibi siyah kirpikli gözleri, küçük çocuk burnu, yüzünün bütün bu mütereddit ve cap inceliğiyle tezat yapan bir nar çiçeği goncası gibi gali bir ağzı vardı. Biraz yumuşak ve kıvırcık siyah saçla itina ile örttüğü sıkı, siyah baş Örtüsünün altından şarklarına, ensesine boşanıyor, yanaklarına, boynuna doluyordu.
Aliye, rakik gözlü,c enli omuzlu, Yemen’den Kafs’a, Kafkas’tan Suriye’ye geçmiş ve kaybolmuş kahranı, fakat isimsiz ve talihsiz bir yüzbaşı ile dal gibi na- . zavallı ve hassas Fatihli bir verem kadının çocuğu . Asker babası ona henüz inkişaf etmeyen derunî kudretini: verem anası, veremlilerin ezeli ve marazı hassasiyetini vermişti. Anasını çok küçükken kaybetmiş ve bütün çocukluğu Dârülmuallimat’ın tahta sıraları etrafında geçmişti. Bütün yetim kızlar gibi şifasız bir şefkat ve muhabbet ihtiyacı, yine bütün kimsesizler gibi her nazardan kendi ruhuna kaçan, gömülen çekingen ve sumut bir ruhu vardı. Annesi öldükten sonra babasının izini Kafkaslar’da kaybetti ve bütün sevmek ihtiyacını serhademe Güllü Kadın’ın ihtiyar ve tembel kedisine inhisar ettirdi. Son senesinde asabi” ve ateşli bir genç muallimenin “Anadolu’da çalışınız” telkinini, herkesin bir moda diye sadece bahsedip münakaşa yürüttüğü bu fikri, ruhuna yakıcı ve müspet bir emel olarak yerleştirdi. Şahadetname alır almaz taşrada iş almak için Maarifin koridorlarında dolaşmaya başladı. Eatih’te fakir ve ters, ihtiyar bir Hala’nm evinde oturuyordu. Basit bir yağmurluk içinde dalgalanan ince vücudunun, siyah başörtüsü içinde hassas bir çiçek gibi açılan güzel başının davet ettiği, cezbettiği ilan-ı aşklar ve takipler onu alakasız bıraktı. Maarifin koridorlarında iş bekleyen yorgun ve meyus yüzlü muallimelerin taşra hizmetinden, vebadan ürker gibi kaçan, İstanbul’da bir yer bulabilmek için her zillete katlanan tavırlarına istihfafla baktı.
Nihayet hiçbir kimsenin gitmediği (…) kasabasının münhal muallimliğini kendisine verdikleri zaman tek ve eski bir sandıkla Haydarpaşa’dan trene bindi, gitti.
Sabah hayli erkendi; sandığını arabada bıraktı, Maarif Dairesi’ne girdi. Odanın kapısında bir gözü kör, başı beyaz paçavra ile sarılmış ihtiyar bir adam, sac bir mangalda kömür yakıyor, bir ayağı kopuk hasır iskemleyi aynı zamanda duvara dayayarak muvazene yaptırıp üstüne oturmaya çalışıyordu. Yerde kabarmış kirlerin, üzeri sulanmış sıkça tesadüf edilen, donmaya yüz tutmuş tükürük ve balgamlara basmamak için ihtiyatla yürümek lazım geliyordu; loş ve tavam örümcekli bu Daire’nin çok ağır, insanın içine çöken bir kokusu vardı.
— Maarif Müdürü Bey’i görmek istiyorum.
Bu kokulu, bîçare muhit onun nazlı sesine sert bir perde ilave etmişti. İhtiyar hademe, Daire’ye gelen kadınları, kudretini izhar[2] için yegâne vesile telâkki ettiği halde Aliye’nin sesi onu sarstı:
— Zabah zabah Müdür Bey’i nereden bulacaan?
Gelinceye kadar beklerim.
Hademe döndü, muhitle tezat yapan taze ve Nermin hayal, onun köhne kalbinde karmakarışık hisler uyandırdı. Hiddetlenmek mi, azarlamak mı lazım, müşfik bir tavır almak mı lazım bilmiyordu. Gayri ihtiyarî etrafına bakındı. Kendi de bilmeyerek oldukça yumuşak bir sesle:
— Burlarda nerede oturup bekleyecen?
— Ayakta beklerim.
— Bu iskemleye otuman mı?
Aliye hademeden gideceği mektep hakkında malûmat almaya çalıştı. Neharî idi; muallimeler ev tutup oturuyorlardı. Ev bulmak kafi miydi? Hademe, tek çapaklı gözünü kısarak düşündü, genç kıza baktı, eşrafın oğulları, yeni Maarif Müdürü’nün evinden cuma günleri taşan dümbelek seslerini, koltuğunun altında taşıdığı beyaz suyu, giden muallimenin macerasını düşündü. Bunların hepsini unutmak için sordu:
— Ortalık İstanbul’da nasıl gidiyo?
Merdivenlerden hayli ters bir ses, biraz da iknaya
çalışır bir ısrarla diyordu ki:
— Siz o kadının namussuz olduğunu, ahalinin istemediğini mazbata etmeniz lazım.
Kalın ve hoş bir erkek sesi:
— Nasıl idek efendim, garının bir kötülüğünü gozu- muzla gormedük. Bühtâne olma mı?
— Nasıl bühtân, ben gördüm ya! Muhasebecinin karşısında sabahlara kadar içip, şıkır şıkır oynadığını ben gördüm ya!
— Siz yazsanız daha bir tesiri olu…
— Olmaz. O, merkezde her şeyi benim üstüme atacak, Nazır’a şikâyet edecek. Siz bir mazbata yapmalısınız.
— Hele ben bir bizim eşrafa bir danışam baham.
O kadar dalmışlardı ki, sofada yanakları al al olmuş, biraz ürkmüş, biraz isyanla gözleri büyümüş Aliye’yi, ancak burun buruna gelince gördüler.
Maarif Müdürü’nün toparlak siyah sakalı, bulanık sünepe ve mürai gözleri, hilekâr uzun yüzü altında iğrenç, ince dudaklı bir ağzı vardı. Yanındaki meclis-i idare azasından, yerli Ömer Efendi, abanî sarıklı, temiz yüzlü, kır sakallı, taşranın bazan insanın canını gören, görmüş geçirmiş, mahzun, siyah gözleriyle insana bakan bir siması vardı. İkisi de Aliye’yi görünce şaşırdılar. Maarif Müdürü’nün bulanık gözleri daha bulandı, burnu uzadı, bütün yüzü daha hilekâr ve kibirle riyakâr bir tevazu- yu” karıştıran tavrını aldı, tehalükle:
-— Safa geldiniz hanım kızım; odaya buyurunuz da maksad-ı ziyaretinizi anlatınız, dedi.
Aliye kendine yavaş yavaş yaklaşan, nefesi ve yıpranmış, yağlı redingotu acayip kokan adamla kendi arasına kırık iskemleyi koymak arzusunu duyuyordu. Fakat cesur olmaya çalışan bir sesle:
— Ben İstanbul’dan gelen yeni mualimeyim, efendim. Nerede kalacağım, mektebim hakkında malûmat almaya geldim, dedi.
Maarif Müdürü, Aliye’yi odada müzakereye davet ettikçe o anlamamış gibi, işini ayakta, oracıkta halle çalışıyordu.
Müdür Bey’in tebessümü, kör hademenin garip sırıtışı onda bir tehlike hissi, niçin olduğunu bilmeden siper alan manevî bir ruhiyat yapmıştı. Müdür ona mektepte yatıp kalkmayı teklif ettiği zaman Ömer Efendi oldukça endişeli:
— Eksük etek, nasıl oluu? Yanunda Gantarcılar’m Hüseyin’in evi de…
Müdür tehevvürle atıldı:
— Sizinki taşra zihniyeti. Bu İstanbullu medenî hanımlar yalnız evde de yatar, ne zannediyorsunuz? Bu yaşta yapayalnız taşraya çıktıktan sonra…
Aliye, Kantarcılar’m bir tehlike olduğunu, Maarif Müdürü’nden olanca şiddetiyle iğrendiğini hissettiği için derhal Ömer Efendi’nin tarafına geçti.
— Buranın namuslu ve ihtiyar bir ailesi içinde bana bir oda bulmak kabil olur mu, dedi.
— Ben bizim evde bir danışam, belki bizim eve alırız.
— Ömer Efendi kendine işte kiracı da buldun.
Müdür Bey küçük bulanık gözlerini kırptı.
Bu sahneden Ömer Efendi, Gülsüm Hala’ya bahsederken gözleri yaşla doluyordu.
— Tasvir gibi’ bir giz, bizim irahmetli Emine’yi andım, demişti. O İrz düşmanı papaz zıfatlı Müdür gıza hemen goz attı. Giz öyle aslan yürekli ki…
Nihayet Gülsüm Hala’yı ikna etti ve karı koca beraberce Daire’ye Aliye’yi getirmeye gittikleri zaman, gözleri ateş gibi yanıyor, dişleri sımsıkı, kediden kaçan küçük bir fare gibi müdürün odasında bir köşeye sıkışmış buldular. Müdür bütün hile ve kuvvet ve kudretine rağmen öteki muallimelere oynadığı oyunu Aliye’ye derhal oynamayı münasip görmemiş, bu defa ahaliden mazbata isteyecek bir vaziyete düşmeden emelini yerine getirmeye karar vermişti.
Gece ocağın karşısında yatan Aliye, Gülsüm Ha- la’nın katı ellerini harikulâde yumuşak bir temasla saçlarında duyuyordu:
— Gizim, pambik gizim…
Odanın dışında Ömer Efendi ayakları ucuna basarak içeriye kuru incir dolu bir tabak uzatıyordu:
— Gülsüm, Aliye Hanım belki biraz yemiş yer.
Aliye sıcak bir kalp havasının kendini sardığını duydu, ince kollarını Gülsüm Hala’nın başörtüsüyle sarılı ihtiyar boynuna doladı. Ana kız gibi öpüştüler.
İki ihtiyarın kıymetli ve rahmetli Emine’sinin yerini birdenbire doldurmuştu.
ALİYE MEKTEPTE
Aliye bir hafta mektebe gidip geldikten sonra, ocağın karşısında yatar ve Gülsüm Hala’nın nasırlı elleri saçlarını rikkatle okşarken, gözlerinin daldığı alevlerde dimağının rüyet sahasına giren yeni sahneler şunlardı: Mektebin pis ve karanlık toprak avlusunda kokusuna mani olamadığı kırık kapılı hela, Maarif Müdürü’nün şüpheli işlerine alet olan ikinci muallime Hatice Hanım’ın rastıklı kaşları, elinden düşmeyen sigarasından sapsarı olan kınalı elleri, sonra bu kadının kendisine eski saraylarda yeni bir gözdeye karşı ihtiyar ve günü geçmiş gözdelerin mübalağalı tabasbuslarıyla” karışık gayzları… Muhayyilesine hâkim olan bu hayalin bir de canlı tarafı vardı. Bazan koşuşan, çok zaman makine gibi sıralara yapışık hasta ve soluk yüzleriyle oturan, İstanbul’un serbest ve yaramaz çocuklarının yüzlerine benzemeyen yağlı, küçük, püskülsüz fesleriyle kız çocuklara tahakküm eden erkek çocuklar, gözünün önünden gelip geçiyordu.
Kızlar o kadar acınacak, silik idiler ki, Aliye üzerinde yalnız merhamet izleri bırakıyorlardı. Fakat oğlanlar daha mütecaviz, daha canlıydı ve oldukça kasaba halkını temsil eden sınıflara garip surette bir benzeyişleri vardı.
Evvela kasaba esnafının çocukları vardı. Bunlar sin- nen en sağlam ve en çocuğa benzeyen bir sınıftı. Ekserisinin yuvarlak kırmızı yanakları, yanık yüzleri, siyah gözleri vardı. Yalınayak, yamalı şalvarlarla gelirlerdi ve diğerleri gibi burunları akardı ve elleri simsiyahtı. Buna rağmen Aliye onları en çok sevmişti.
Bunlar da öteki erkek çocuklar gibi kızların, fırsat buldukça saçlarım çekiyor ve dövüyorlardı. Fakat kendi kız kardeşlerini, hatta kendi sınıflarından olan kızları ötekilere karşı himaye ediyorlardı.5 Muallime Hatice Hanım bu sınıfa hiç ehemmiyet vermez, ders saatinde ekseri sigarasını yakar, sakızını çiğner, önlerine yazı meşkifi diye attığı ezelî bir besmele, herhangisi başını kaldıracak olursa: “Seni kör olasıca piç!” diye üstüne saldırırdı.
Adedi az olmasına rağmen imtiyazlı iki sınıf çocuk, eşraf çocuklarıyla memur çocuklarıydı. Eşraf çocuklarının ekserisi cılız, fena bakılmış, sümüklü, kirli, fakat mütehakkim ve ahlaksızdı. Hepsinin cebinde bir tabaka tütünü var. Hemen hepsi Hatice Hanımla karşılıklı sigaralarını yakarlar, avluda çömelirler; hem sigara dumanlarını savurur, hem evlerinde olanı biteni anlatırlardı. Bu karnı şiş, nefesi kokan, yarı sakat, marazlı” çocukları Aliye sevmemişti.
Küçük ve alil vücutlarında öyle marazî ve vaktinden evvel yetişmiş bir cinsiyet ve sefahat ve bunu öyle mürai bir şekilde örtmeleri ve öyle mutlak surette çalışmaktan kaçan tembel bir halleri vardı ki, herhalde eşrafın müstakbel vârisleri uzun senelerin damla damla biriktirdiği servet için çok tehlikeli görünüyorlardı. Bunların karşısında bir de bunlarla tahakküm ve kibarlık yarışı eden süslü, büyük memur çocukları vardı.
Aliye, ilk sınıfa girdiği zaman, pencerelerine kâğıt yapışmış pis dershanede epeyce birikmiş sigara dumanı, laubali sırıtan bir sürü küçük yüz gördü. Sınıf olanca kuvvetiyle yeni, yalnız ve zayıf görünen muallimeye kafa tutmaya karar vermiş görünüyordu. Onu şimdi yarı güldüren, yarı kalbini hâlâ hiddetle halecânlandıran olayı hatırlıyordu. Yanakları çukur çukur, mavi gözlü, toparlak bir oğlan, bu eşraf oğullarından Kantarcıların Hüseyin’in küçük oğlunun ayağına sıranın altından ayağım sallarken çarpmıştı.
İlk dikkati ve vazifeyi tespite çalışan Aliye’nin, karşısındaki mütesanit, kapalı ve yaramaz kütlenin samut” ve anlamamaya azmetmiş inadı karşısında yavaş yavaş yanakları kızarmaya başlamıştı. Birdenbire köşede bir vaveyla duydu. Tozlu tahtaların üstünde Kantarcılar’ın Sabri ile yüzünü birdenbire sevmeye başladığı çocuğu yuvarlanır buldu. Sabri küçüğü yatırmış, kafasını eğmiş, ensesine alabildiğine yumruk atıyordu. Çocukların hepsi karışmış, dershanede, kol bacak birbirine girmiş, alabildiğine feryat başlamıştı.
Aliye buna karşı alacağı vaziyeti kararlaştırmadan Hatice Hanım elinde bir değnekle koşmuş, sağa sola değ- r.eği sallamaya başlamış ve hâsıl olan kargaşalıkta hemen Sabri’nin dövdüğü küçüğü kulaklarından yakalamış, o da dövmeye başlamıştı.
O zaman Aliye feveran etti:
— O çocuğu bırak, dedi.
Sonra Sabri’yi kendi yakaladı. Hatice Hanım’ın ellerine verdi.
— Bunu şimdi aşağıya götür. Evine gönder. Uslu oluncaya kadar mektebe gelmesin, dedi. Hatice Hanım’ın onun eşraf çocuğu olduğu izahım hiç dinlemedi ve bu, derhal sükûnu iade etti. Ondan sonraki hayatı memur hanımlarıyla, eşraf oğullarının mektebe birer birer gelip tehditleri, kavgalarıyla geçti. Fakat o, her şeye rağmen mektepte sükûneti ve asayişi iade etti. Belki nasılsa bu işte kendine, mekteple alakadar olan Maarif Müdürü yardım ediyordu. Bununla beraber onu en çok müşkülata maruz bırakan Maarif Müdürü’nün hanımı olmuştu. Çocuğuna müstesna muamele yapılmasını talep ediyor, Aliye’ye:
— Hoca parçası, kocamın hepiniz halayığısınız, istersek hemen azlederiz, diye bar bar bağırıyordu. Tehlikesini sonra anladığı bir sahne daha vardı ki, o da, Kantarcı Hüseyin Efendi’nin büyük oğlu Uzun Hüseyin’in mektebe gelişiydi.
Aliye’nin ders verdiği odanın yan pencereleri kaim saçaklı, kocaman bir eve bakıyordu. Aliye, sıraların arasında dolaşırken bir gün gayri ihtiyarî o kaim ve biraz korkunç evin penceresine donmuş gibi yapışmış garip, sarı bir çehre gördü.
Derin ve dalgın, dershanenin camlarını delerek kendisine dalan iki donuk siyah gözle uzun, sarı, biçimsiz bir yüz, azıcık çarpık, uzun bir burun görünüyordu. Biraz mütereddi,’ biraz cılız ve kendi kendine çekilmiş eşraf delikanlılarının hususiyetlerini, zaaflarım mütekâsif bir surette kendinde toplamış bir baştı. Aliye bu başı görmemiş gibi derslerine devam etti, çocuklarla meşgul oldu, fakat bu sabit ve garip insan yüzü onu azıcık tevahhuş, azıcık istikrah ile zihnen burguluyordu. Gerçi Maarif Müdürü’nün de yağlı yakası üstündeki top sakallı, mürai yüzü, bulanık gözleri, sefih ve çirkin ağzı onu aynı istikrahla dolduruyordu. Fakat nasılsa ondan korkmuyor, herhangi dakika kapıdan dışarı atabilecek kudreti kendisinde hissediyordu. Bu, daha tehlikeli, daha tehlike noktaları vazıh olmayan bir korku telkin ediyordu.
Kantarcıların Hüseyin Efendi’nin küçük oğlu Sabri’yi, Aliye dışarı attığı günden beri sınıf ta sükûnet teessüs etmiş, küçük gözlerde günlerden beri Aliye’nin dersleriyle uyandırmaya muvaffak olamadığı dikkat ve alaka olanca ateşiyle yeni muallimeye karşı uyanmıştı.
Küçük hayatlarında bir eşraf çocuğuna henüz böyle muamele eden muallime görmemişlerdi. Esnaf ve küçük memur çocuklarının gözlerindeki dikkatte perestiş ile karışık bir minnet vardı. Eşraf ve büyük memur çocukları sinmiş, fakat müteyakkız ve muntazır görünüyorlardı.
Birdenbire dershanenin kapısı vurulmadan bir dar ile açılmış, önde günlerden beri yan pencereden mekoi gözetleyen adam, sapsarı ve hadîd, bir sima ile, elin- küçük Sabri, içeriye dalmıştı. Donuk siyah gözleri pa- parıl yanıyor, biraz çatık ağzı çok çirkin bir takallüs’nde haykırıyordu. Onun ne dediği anlaşılmadan, Aliye ha kudretli bir hiddetle kapıya doğru yürüdü. Asker basının sağlam iradesinden tevarüs ettiği sükûnla ve kuvvetli bir sesle:
— Siz kimsiniz, ne hakla kapıyı vurmadan giriyorsuz?
— Ben Kantarcılar’m Hüseyin Efendi’nin oğlu Uzun tseyin Efendi’yim, siz ne hakla bir eşraf çocuğuna sui lamele ediyorsunuz?
Uzun Hüseyin Efendi, ekseriyetle olduğu gibi İstan- l’da Hukuk Fakültesi’ne senelerce devam etmiş, nisan dürüst İstanbul lehçesi, fakat mebzul mecelle taatıyla konuşuyordu. Muallime Hatice Hanım Sab- lin elinden tutup evine iade ettiği zaman pencereden ktebi gözetleyen Hüseyin Efendi feveran etmiş, “Ben ahpeye gösteririm,” diye evinden fırlamış, o hızla yu- •ıya çıkmış, içeriye dalmıştı. Arkasından Muallime tice Hanım mütecessisa gözleriyle bakıyor, Sabri sırı- Dr, çocuklar büyük bir merakla sahneyi takip ediyor. Dal gibi bir kızın, fazla olarak bir nevi eşraf ve arif Müdürü’nün keyiflerine göre değişen, yalnız ona eğilmekle kasabada kalabilen bir kadının, Uzun şeyin Efendi’nin yüzüne korkusuz gözlerle bakıp bir vali azametiyle onu tevbihine fena halde şaşırmıştı. Hüseyin Efendi de herhangi kadın üstünde tasarrufı şahsî ve tahakkümü tabiî bulan bir zihniyetin altında tahtı sallanan bir hükümdar gibi telaşa düşmüş, muğlak bir gazap sonuna kadar, hakkını, kudretini muhafaza için silahlanan bir vaziyet almıştı. Hatta İstanbul şivesini unutarak:
— Sen kim oluyon garı, diye haykırdı. Sen muallime değil misin? Sen bu kasabanın muallimesi değil misin? Ne haddine bir eşraf çocuğunu koğuyon, ne haddine benim suratıma haykırıyon? İstanbul’un hayasız garılarına, erkeklerin suratına haykıran, yol iz bilmeyen garılarına burada lüzum yok. Ne okutmanı, ne de seni isteyoz.
Aliye’nin pembe yüzü, dudakları kadar kızardı. Onun da muhitinin, düşüncelerinin, tahsilinin biriktirdiği cinsiyetinin şerefini muhafaza etmek için toplanan azim ve arzusu galeyan ediyordu. Fakat ne bir zaaf, ne gözyaşı, ne de korku gösterdi. Alev yanakları ve alev gözleriyle kendi de hayret ettiği sakin, fakat biraz birdenbire kalınlaşan boğuk bir sesle:
— Şimdi buradan dışarı çıkın Efendi, dedi. Kasaba demek siz demek; değilsiniz, ben, Anadolu’ya çocuklarını okutmak için geldim. Bu kasabada sizin gibi terbiyesi eksik adamların yüzünden kalamazsam, başka yere gider, vazifemi yaparım. Çıkınız ve beni Maarif Müdürü’ne şikâyet ediniz. Fakat ben de bir kadın mektebine hususî odasına girer gibi, hem de söylediğini bilmez bir tarzda gelen sizi şikâyet edeceğim. Haydi, çabuk, şimdi!
Bunları söylerken yavaş yavaş gözleri Hüseyin Efendi’nin gözünde kapıya doğru yürüdü. O kadar kuvvetli, o kadar ince, genç vücudu, sıhhati ve tevazünü ile Hüseyin Efendi’den daha kavi menekşe gözleri öyle alev içindeydi ki, Hüseyin Efendi süratle çekildi. Aliye tamamıyla kapıyı kapadı. Bir şey olmamış gibi çocuklarla meşgul oldu.
Yalnız akşam dönerken çocukların bu şayanı hayret şeyi biraz daha görmek istiyorlarmış gibi uzaktan kendini takip ettiklerini gördü. Muallime Hatice Hanım ayrılırken ona bir mecnuna bakar gibi korkmuş gözlerle baktı.
Aliye bütün sıkıntılarını, yorgunluklarını Gülsüm Hala ile Ömer Efendi’nin yanında unutuyordu. Birdenbire onların irahmetli (rahmetli) Emine’lerinin boş ve yaralı kalplerindeki yerini almıştı. O geldi geleli temiz örtülü minderleri, inik perdeleriyle uykuda olan ev uyanmış, renklenmiş ve neşelenmişti. Şimdi pencerelerinde kırmızı, turuncu sardunyalar açıyor, köşe minderinin yanındaki iskemlelerin üzerinde gazeteler, kitaplar duruyor, ortada Aliye’nin yazı yazdığı, fakat aynı zamanda yemek yedikleri, çay içtikleri masa duruyordu. Karı koca, Aliye’nin hatırı için yerde, sinide yemek yemekten sarfınazar etmişler, onunla masada yiyorlardı.
Kantarcılar’ın Hüseyin’in mektebe tehdide geldiği günün akşamı Aliye vak’ayı Ömer Efendi ile Gülsüm Hala’ya anlatmıştı. Ömer Efendi birdenbire cüppesini toplamış, minderin üzerine bağdaş kurmuş, üstü abanî sarıklı fesini arkaya itmiş, düşünüyordu. Gülsüm yerde dizini dikelmiş, çorap örüyordu. Başörtüsü altından buruşuk ve iyi yüzü derhal gölgelendi. Aliye masanın başında Milli Eğitim Müdürlüğü’nün. Kendine çektiği.