Aşk-ı Sükûn alışılmışın dışında bir roman… Nuriye Çeleğen, bu kitapla çıktığı yolculukta, hakiki aşkın sırrını arıyor. Hepimizin az çok bildiği kıssa-yı İbrahim’den (a.s.) hareketle iki kadının gözlerinden aşkın tabiatını ve farklı kalplerdeki tecellilerini okumamızı teklif ediyor. Kur’an-ı Hakîm’den ve hadis kaynaklarından yararlanılarak ortaya çıkarılan bu eser, kıssanın kadınlara bakan cihetlerini anlatmasıyla da özgün bir boyut taşıyor. Peygamber annelerinin bu değerli hayat hikayesini, bizzat Hz. Hacer ve Hz. Sâre validemizin gözlerinden okumak isteyenler için, elinizdeki roman doğru bir seçim…
***
Sırr-ı evvel
ALEM, SIRRIN aşikâr olmamış hazinesindeydi. Kenz-i mahfinin (gizli hazine) görünme seyri, yokluğun örtüsünü aralattı. Kenzin açılımı, sırrın paylaşımıydı. Sır, mahremiyetti, gizli tutmuştu kendini.
Gizli kenz, ezel sırrını sıyırmayı, sır örtüsünü aralamayı, mahremiyet peçesini indirmeyi, giz perdelerini bin bir sır dolu hazine ile açmayı istedi. İstedi ki, bilinsin; istedi ki, görünsün.
Mahremiyet “Elif… Lâm… Mim…” dedi ve mahremiyetini ele verdi. Sır açığa çıktı. Kenz bin bir kapı ile açtı kendini. Sırlar aktı her
kapıdan sır sır…
Her sır, sırrını söyledi:
“Elif… Lâm… Mim…”
Her kapıdan da bin bir yol ile giriş başladı. Her yol başında bir kılavuz vardı.
Ve kenz sırrını zahir etti harf harf:
“Elif… Lâm…”
“Mim” sırrın dışa vuran yansımasıydı. “Lâm” sırra aracı olan mekândı. “Elif “sırrın sahibi.
Mim, dışa alev alev döküldü, adına “aşk” dendi.
Lâm, kendine bir mekân aradı, aşka aracılığını yapacağı bir yer. Ondan haberleri, ona muştulayacağı; adı mekân, ama “lâmekân” olan bir yer.
Lâm aracılığa en uygun yeri kalpte buldu.
Elif, “O”ydu. Aşkın çılgın tutkusu, birlik…
Lâm aracıydı, Elif ile Mim’in arasında.
Kenz mahremiyetini en mahrem ile paylaştı.
Kalp, mahremiyet ile sırrın, gizlilik ile bilinmezliğin, tutku ile aşkın çözülmez meydanı oldu.
Her şey bu serüvenle başladı. Kalbin sanılan ve aşk olarak anlaşdan sırrın, bin bir sır dolu bilinme öyküsü, başkasında görünme seyri.
Ve böylece sırda, Mim’li bir yolculuk başladı her dem.
Adım adım…
***
Bekleyiş…
NİL KABINA sığmıyordu o yıl. Sarayın surlarına geldiğinde sanki daha da kabarıyor, kahırlı tokatlarla surlara vuruyordu. Ürpertiyle Nil’in öfkeli sularına baktım.
– Ah Nil! Benim için başkasın. Sanki bir şeyler getirecek, bir şeyler vereceksin sanıyorum; oysa hep birilerimizi alıp gidiyorsun. Aldığın bu kaçıncı masum olacak?
Korkunun gücü ne de yamanmış! Yere çivilenmiştim… Saray başmuhafızının:
– Taraçada toplanın, emriyle koşmuştum sonra. Alina getirilmişti oraya yaka paça. Birkaç aydır Firavn’ın hizmetinde çalışıyordu. Onu eğlendirmek için elinden geleni yapıyordu. Ne olmuştu acaba? Firavn’a ne yapabilirdi ki, bu toy kız?
Alina, Firavn’un odasından kovulduğunda ne yapılacağını iyi bilen başmuhafız, önce kızın ağzını kapamıştı. Zulüm, kelimelere dökülmemeliydi. Tüm zalimler önce kelama yasak koyardı. Kelamın gücü büyüktü. Kelamdı, yokluğun elini varlığa tutturan.
Alina’nın Nil renkli gözlerine baktım…
Korku ve nefret bir çift gözde ancak bu kadar birleyebilirdi. Sükûtun çığlıklarıydı bağıran:
– Daha çok gencim. Lütfen, daha çok gencim. Yaşamak istiyorum, diyen gözlerin griye çalan tonunda boğuldum. Nil’in hırçın dalgalan vurmuştu korku birikmiş gözlerine.
Korku bir karanlık gibi çöktü içime. Ürperdim…
Muhafız elindeki mızrağıyla dokundu kızın sırtına. Atina’nın mızrakla parçalanan narçiçeği renkli elbisesine bulaşan kan, önce düz bir çizgi halinde aktı. Doğruluktu bu… Genç bedenin kanı önce taş zemine, sonra kanayan yüreklere düştü narçiçeği renginde. Alina, balkon kenarına yaklaştıkça çırpınan bir kuş gibi çevikleşiyor, muhafızın ellerinden kaçıp havalanmak, kanat çırpıp uçmak istiyordu. Hepimiz donmuştuk, mazlum ile zalimin mücadelesini seyrediyorduk. Nefret ettiğimizle merhamet ettiğimiz, hiç bu kadar yan yana olmamıştı. Hiç bu kadar aynı tabloda bir araya gelmemişti. Korku herkesi lal etmişti. İlk kez korkunun nasıl bu şey olduğunu anladım Sonta Korkuyu dulundum Zulüm mü korkuturdu, zalimin silueti mi. ayırt edemedim Korkuyordum işte. Bir çaresizin masum çırpınışları, yüreğim; amansız bir korkunun pençesiyle tırmalıyordu
Kelamın susturulduğu yerde sessizlik dil olmuştu Kim senin konuşmaya, ya da gözlerinden yaş akıtmaya cesareti yoktu Ağlamak. “Bunu tasvip etmiyorum’ demekti Ağlamak. haksızlığa direnişti. Zulüm gözyaşlarına samyeli olarak esti Gözpınarları kurudu
Nil. hırçın bir kükreyişin esintisi ile kabardı Kalpler zavallı bir masumun kahır dolu çırpınışlarıyla için için kanadı.
Vakit ikindiye indi. Güneş ayrılık rengindeydi.
Kan Alina’nın sırtından akmaya devam ediyordu. Muhafız kana bulanmış saçları hoyratça tuttu. Savrulan siyah saçları körpe bedeninde tutuşmak isteyen umutlar gibiydi. Nil huysuzlaştı…
Muhafız kızdıkça kızdı:
– Bakın, dedi, tek eliyle tuttuğu zayıf bedeni göstererek:
– Bakın da böyle olmayın. Efendimizi üzenin sonu işte böyle olur.
Taraçanın kenarına iyice yaklaştı. Taraça oldukça yüksek, Nil oldukça derindi. Korku, seyirci bedenleri medet umarcasına birbirine yaklaştırdı, gözler görmemek için kapandı. Muhafız kükredi:
– Bakın.
Acıyla bekleşen kadınların gözleri korkunun soğuk titremesiyle açıldı. Sararmış yüzlere ölümün solgun rengi vurdu.
Muhafızın kaba ve sert elleri, bir mengene gibi kavradı kızın gülfidanı gibi ince boynunu.
Zaman aktı. Güneş sessizce aktı…
Sona gelinmişti. Korku, gözlerden taş zemine düştü. Yürekler kor oldu, merhametli sineler yandı tutuştu. Şefkatten soyunmuş bir muhafız, genç bir bedeni tüm umutlarıyla taraçanın kenarından bıraktı, önce saçları, sonra narçiçeği renkli elbisesi havalandı rüzgârda. Nil’in serin suları körpe bir bedeni daha kucaklamıştı.
C.üneş, ölümün sarısıyla yansıdı ufka. Gözlerim, ümit bahşedecek diye beklediğim Nil’in, hep kucaklayan, hep alıp götüren sularına takılı kaldı.
Gün akşama baş koydu. Etrafta korku, havada narçiçeği renkli bir kızıllık vardı.
Muhbir
“KAF” VE “NUN” yokluğun varlığa yeniden tutunacağı haberini etrafa saldığında, her şey bu haberin sevinciyle kımıldamıştı. Varlığın ilk haberi, hayatı her daim haberle çalkalanır kılmıştı. Hayattaki serencam, hep bir haberin koşuşturması değil miydi? Kırılan ışıklar, gecenin haberini gündüzün koynuna atarken; şafağın basına sardığı kızıllık, gündüzün haberini gecenin karanlığına fısıldardı. Patlayan çiçekler, ağacın meyveye duracağı haberini baharın toy büyüsüne muştularken, sararan yapraklar sona gelindiği haberini baharın içine bir kor gibi atardı.
Haber, hep birilerine ulaşmak telaşındaydı; gizliliği sevmez, saklanmayı istemezdi.
Haber hızlıydı. Tez gider, çabuk ulaşırdı. Bir yerde, bir mekânda, bir kulakta kalmaz, bir gönle hiç sığmaz, kuş gibi kanat çırpardı oradan oraya.
Haber akıcıydı, su gibiydi, anlatıldıkça coşardı, yolunu kesmek zordu onun. Bu haberde de tüm haberlerin tılsımı vardı. Günlerce akıp durdu
mahalleden mahalleye. Uğramadığı bir ev bırakmadı. Ulaştığı her yerde kelamını kulaklara, merakını yüreklere bıraktı. Sır ortalığa
düşmüştü. Uzun bir bekleyişin sevinci sardı, haberi alanları.
Haberin ayağı tezdir hani, ulaşır ya tüm kapılara; Sâre’nin kulağına da ulaştı haber kuşunun çırpınan kanadı. Sâre titredi bu haberden.
Yüreğine kor gibi ince bir sızı indi.
Korktuğu haberin yankısıyla sarsddı. Çaresizce bakındı. Üzüntü yüreğinden önce boğazında yer tuttu. Kadınlık duyguları bir anda depreşti. Oysa beni eşine kendisi vermişti. Kıskanmamış mıydı? Kıskanmamak mümkün değildi elbette. Kıskançlık kadınlığın zaafı diye bilinirdi her daim. Belki gerçekten öyleydi, fakat “Kadın, eşini sevdiği kadar kıskanır” demişlerdi. Böyle öğretmişlerdi şimdiye kadar.
Sâre can dostu, sevgilisi İbrahim’i benimle paylaşırken elbette bu duyguları hissetmişti. Sevgiyi pay ederken, bölünmüşlüğün hüznünü çok acı yaşamıştı. Fakat şimdi bambaşka bir haberdi bu.
Demek?
Yüzlerce bilinmez soru dimağına dizildi. İçine bir kahrın ağırlığı, bir kaybedişin buruk hüznü düştü.
Kendisinin istediği, bir türlü ulaşamadığı şey gerçekleşmişti ha?
Şimdiye dek dillendirmediği pek çok kelime döküldü kelam dünyasına. Meğer ne çok sıfatlar varmış belleğinde benim adıma. Hepsi birden söze dizilmek için üşüştü dimağına, sonra tek tek savruldu söz harmanına:
– Köle kadın. Laf bilmez kadın. Demek öyleymiş ha!
(…)
Düşünceleri amansız bir yılgınlığın sarsıntısıyla kıvrandı.
Ana olacakmış!
Düşünmek istemedi.
Kendi islediği bir sonuçtu bu.
Kendisini İbrahim’ine çocuk doğursun diye vermişti. Hizmetçisi olduğum için, hiçbir zaman kendisi gibi evin hanımı olamayacağımı düşünmüştü. Şimdi ne olmuştu peki?
Bir şeyi unutmuştu galiba: Kadınlığı pay ederken, analığı pay etmenin ne yaman bir şey olacağım.
Bezgin hayalleri bebeğin küçük bedenine aktı. Bir bebek! Yıllardır Rabbine dua dua dökülüp dilendiği analığın şefkat parçacığı. Rahmetin kundağa durulmuş hali. Ana ile babanın yürek birliği, evliliğin görünürlük ışığı, yuvanın sıcaklığı, evin şenliği olan bebek…
Ruhu, bir yavru ile ısıtamadığı yuvasının soğuk yansımalarıyla üşüdü. Bu tatsız haber, düşünce imbiklerinde zihninin en ücra köşelerine kadar durmaksızın aktı.
– Hacer ana olacak!
Analığı pay edemedi.
Sâre’nin beyaz yüzü kıskançlığın alevleriyle kızarmıştı. Kahırlı bakışları, İbrahim’in yüzünde umutsuzca gezinip dururken sayısız sorunun endişe dolu fırtınası zihninde esip durdu:
– Onu benden daha mı çok sevecek? O artık çocuğunun anası olacak. Belki de aralarındaki bağ daha farklı bir boyuta ulaşacak?
Sâre düşündükçe titriyordu. Oturduğu yerde kıpırdadı. Yaslandığı ağacın iri gövdesine dayadı başını, boğulan bir insanın kendisini karaya atması gibi geçmişine sığındı. Haberin…