Altın


altin-chris-cleave-pegasus-yayinlariGenellikle tam burada, size bu kitabın konusunu anlatırız, ama söz konusu Chris Cleave olunca işler biraz değişiyor. Çünkü eğer KÜÇÜK ARI’yı ya da KUNDAKÇI’yı okuduysanız onun kitaplarının konusunun, hikâyenin sadece bir kısmı olduğunu bilirsiniz; asıl hikâye, size nasıl hissettirdiklerinde saklıdır. ALTIN, hem fiziksel hem zihinsel açıdan, insan dayanıklılığının sınırları hakkında. Ağlayacaksınız.

ALTIN, bizi neyin başarıya götürdüğü ve başarı için neleri feda ettiğimiz hakkında. Hayatta olduğunuza şükredeceksiniz. ALTIN, her gün karşılaştığımız zorluklar hakkında; başkalarının şartlarına göre kazanmak ve kendi şartlarımıza göre galip gelmek arasındaki çelişki. Müteşekkir olacaksınız. ALTIN, yalnızca Chris Cleave’in anlatabileceği şekilde anlatılmış bir hikâye. Ve bir kere okumaya başladığınızda, bitiş çizgisine kadar yürek hoplatan bir serüven.

“Cleave, kadınları, özellikle de kırık kalpli kadınları büyük bir empati ve yetenekle yazıyor.”
-The Oregonian-

“Altın’ın kalbi, ailelerimiz için yaptığımız fedakârlıklarda atıyor.”
-Caley Anderson-

“Kimse bu kitabı okuyup şöyle hafif bir iç çekemeyecek. Israrla başkalarına okutmaya çalışacaksınız.”
-Alex Heminsley, BBC 6-

***

Salı 24 Ağustos 2004

Soyunma odası, Olimpik Velodrom, Atina.
Altın madalya için kadınlar Olimpik bisiklet sürat yarışı

Boyasız metal kapının hemen ötesinde beş bin erkek, kadın ve çocuk onun adım haykırıyordu. Bu, Zoe Castle’ın, sandığı kadar hoşuna gitmemişti. 24 yaşındaydı ve antrenörünün oturmasını söylediği yerde, onun yanında, mavi naylon koruyucusu hâlâ üzerinde olan ince, beyaz bankta oturuyordu.

“Kapıya dokunma,” dedi antrenör. “Alarm var.”

Küçük yeraltı soyunma odasmda sadece ikisi vardı. Duvarlar yeni sıvanmıştı ve maladan düşen ufak, donmuş sıva parçalan çimento zemine yayılmıştı. Zoe bir tanesini tekmeledi. Sıva parçası dağıldı, sıçrayarak tangırtıyla metal kapıya çarptı.

“Ne?” dedi antrenörü.

Zoe omuzlarım silkti. ‘Tok bir şey.”

Başarıyı gözünde canlandırdığında -buraya kadar gelmeyi hayal etme cesaretini bulabüdiğinde- Atina’daki her yapının zemini ve duvarları Platonik yüzeyliydi; iç ışıkla parıldayan Tanrısal bir malzemeden yapılmışlardı. Hava kurumuş çimento kokmuyordu. Yerde, içinde, odanın köşesinde kısmen monte edilmiş klimanın kurulum kılavuzunun bulunduğu bu beyaz plastik klasör yoktu.

Antrenörü, yüzündeki ifadeyi gördü ve gülümsedi. “Sen ha­zırsın. Önemli olan bu.”

Zoe da gülümsemeye çalıştı. Gülümseme yeni doğmuş bir tay gibiydi; bacakları hemen  bükülüverdî.

Yukarıda, halk tempolu bir şekilde ayaklarını yere vuruyordu. Yarış gecikmişti. Havalı kornalar ötüyordu. Oda sarsılıyordu; ses o kadar yüksekti ki Zoe’nun dişleri çenesinin içinde zangırdıyordu. Kalabalığın sesi cesaretini buharlaştırıyordu. Velodromu arka kapısıdan terk etmeyi, bir taksiye atlayıp havaalanına gitmeyi ve ilk uçakla eve dönmeyi düşündü. O basit, makul şeyi yapan ilk Olimpiyatçının kendisi olup olmayacağım merak etti: Olimpos’tan sessizce sıvışmak. Sivil hayatta yapabileceği bir şey olmalıydı. Der­giler onu seviyordu. Elbiselerle hoş görünüyordu. Parlak, siyah, kısa kesimli saçları ve eski zamanlarda yaşamış Avrupai) bir azizenin hüzünlü, solgun yüzündeki iri yeşil gözleriyle güzeldi. Dudaklarının çizgisinde bir tutam acımasızlık vardı; yüzünde, kendisine bakan gözleri oyalayan çelikten bir bıçak. Belki de bunu kullanmalıydı. Gösteriden sonra kuliste, bir muhabir Olimpiyatlardan kaçan şu İngiliz kıza çok benzediğini bilip bilmediğini sorunca kahkahalar atarak röportaj verebilirdi… Adı neydi? Ha! derdi. Bunu bana hep soruyorlar. Sahi, ne oldu o kıza?

Antrenörünün soluklan yavaş ve düzenliydi.

“Eh, sen iyi görünüyorsun,” dedi Zoe.

“Neden iyi olmayayım ki?”

“Sadece bir iş günü daha, değil mi?”

“Doğru,” dedi Tom. “Mesaimiz şimdi başlıyor. Yani, ne isti­yorsun ki… bir madalya mı?”

Zoe’nun nasıl baktığını görünce yalvarırcasına elini kaldırdı. “Özür dilerim. Eski bir antrenör şakası.”

Zoe kaşlarını çattı. Tom’a kızmıştı. Şu umursamazlığı, bu büyük bir olay değilmiş gibi yapması ona hiç yardımcı olmu­yordu. Genelde bundan çok daha iyi bir antrenördü, ama tam da Zoe’nun onun güçlü olmasına en çok ihtiyaç duyduğu anlarda zayıf düşüyordu. Belki de İngiltere’ye döner dönmez antrenörünü değiştirmeliydi. Sırf suratındaki o sahte-bilge ifadesini silmek için ona bunu şimdi söylemeyi düşündü.

En kötüsü, klimanın çalışmamasına rağmen kontrolsüz bir şekilde titremesiydi. Utanç vericiydi ve bunu durduramıyordu. Za­ten giyinmiş ve ısınmıştı. İdrar örneği ve büyük bölümü adrenalin olması gereken sekiz mi kan vermişti. Sponsorları için kameraya kısa, gergin bir görüntü vermiş, resmî yarışa giriş belgelerini im­zalamış ve yarış numarasını formasının arkasına takmıştı. Sonra çıkartıp doğru bir şekilde tekrar takmıştı. Bu korkunç bekleme dakikalarını dolduracak bir şey kalmamıştı.

Kalabalığın coşkusu iyice artmıştı.

Avuçlarını banka vurdu. “Oraya çıkmak istiyorum! Kapıyı neden kilitli tutuyorlar?”

Tom esnedi ve eliyle soruyu savuşturdu. “Bizim güvenliğimiz için. Güvenlik koridorları denetledikten sonra bizi çıkartacaklar.”

Zoe başını ellerinin arasına aldı; bankta öne arkaya sallanıyordu. Bu işkenceydi; bu küçük odada kilitli kalmak, yanş görevlilerinin onları serbest bırakmasını beklemek. Vücudunun titremesini durduramıyor, kalabalığın gürültüsünden menteşelerinin üzerinde sarsılan metal kapıdan gözlerini alamıyordu. Sağlam bir kapıydı; imza avcılarına sonsuza kadar, yangına otuz dakika dayanacak şekilde tasarlanmıştı ama korku dosdoğru içinden geçiyordu.

“Tanrım…” diye fısıldadı.

“Korkuyor musun?”

“Altıma ediyorum. Sahiden, Tom, sen etmiyor musun?” Tom’a baktı,

Tom başını salladı ve arkasına yaslandı. “Benim yaşımda insanı korkutan şey olayın kendisi değildir.”

“Ya nedir?”

Omuzlarını silkti. “Ah, bilirsin. Kendi zor hedeflerimin ve amaçlarımın peşinden giderken, en çok önem verdiğim ya da duygusal olarak sorumlu olduğum insanların ihtiyaçlarına ve hayallerine karşı, ruhen, yeteri kadar cömert olmadığıma dair o geçmek bilmeyen his.”

Çiğnediği sakızı patlattı ve tırnaklarım inceledi. Zoe öfkeden köpürüyordu.

Yukarıdaki tribünlerden gelen yeni tezahürat binayı salladı. Sunucu kalabalığı coşturuyordu. Zoe’nun adını haykırıyorlardı. Şimdi ayaklarım daha hızlı vuruyorlardı. Soyunma odasındaki süreli şerit lamba söndü ve kesik kesik titreşimlerle yeniden yandı. Alçıpan tavanın tamamlanmamış bölümünden tozlar döküldü.

Tom: “Sence bu bina dayanacak mı?”

Zoe patladı. “Kapa çeneni, tamam mı? Kapa çeneni, kapa çeneni, kapa çeneni!”

Tom sırıttı. “Ah, haydi, sadece bir bisiklet yarışı daha. Kolay iş.”

“Beş bin insan senin için bağırmıyor.”

Tom ona doğru eğilip kolunu tuttu. “Neden korkmalısın biliyor musun? Adını haykırmadıkları günden. O zaman benim gibi olacaksın. Pist tahtalarının çatlaklarının arasında biriken toz olacaksın. Koltukların altına yapıştırılmış çikletin üzerinde kuruyan tükürük olacaksın. Kalabalık çekip gittikten sonra etrafı süpüren süpürgelerin sesi olacaksın. İstediğin bu mu? Öyle mi?

Zoe suratsızca başını salladı.

Tom bir eliyle bir kulağını kavradı. “Ne? Bütün bu sevginin gürültüsünden seni duyamıyorum! Kimsenin hatırlamadığı kız olmak mı istiyorsun?”

“Hayır, lanet olası.”

Tom gülümsedi. “İyi o zaman. Şimdi kıçım kaldır ve kazan!”

İkisi de kapalı metal kapıya, sonra yere, sonra yine birbirine baktı. Bir an geçti.

Tom içini çekti. “İyi bir motivasyon konuşmasıydı ama, değil mi? Fazla erken zirve yapmış olabilirim gerçi.”

Zoe ate; saçan gözlerle ona baktı. Patlamaya hazırdı. Yukarıda kalabalık sürekli ayaklarım vuruyordu. Artık sıva tozlan aralıksız yağıyordu.

Zoe gözlerini kapıya sabitledi. “Neden gelmiyorlar? Asırlardır buradayız.”

“Belki bu bizim özel cehennemimizdir. Belki hiç gelmezler ve kalabalığın sesi daha da fazla yükselir ve sonsuza kadar düşün­celerimizle başbaşa kalırız.’

“Şakasını bile yapma, tamam mı? Kendimi yeterince suçlu hissediyorum.”

Tom ona dikkatle baktı. “Kate yüzünden mi?”

Zoe, o Kate’in adını söylediğinde hissettiği rahatlamaya şaşırdı. Bütün son dakika hazırlıklarının ardında -ayakkabı kramponla­rının sıkıştırılması, kask siperliklerinin parlatılması- bunun içini nasıl da kemirdiğini fark etmemişti.

“Burada olmalıydı,” dedi. “Bu finale o ve ben çıkmalıydık.” Antrenörü dizini sıktı- “Aferin sana. Ama Kate’i evde oturmaya sen zorlamadın. O kendi tercihini yaptı.”

“Yine de…”

“Bunu söylemeni istiyorum, Zoe. Kate kendi tercihini yaptı, demeni istiyorum.”

Zoe uzun bir süre yere baktı. Kalabalığın kükremesi, küçük, inşası bitmemiş odanın her bir yavaş molekülünü hızlandırıyordu. Vuran ayakların sarsıntısı bankın çelik iskeletininden yükseliyor, altındaki beyaz plastik oturağı titretiyordu.

Yavaş yavaş gözlerini kaldırıp antrenörüne baktı.

“Kate kendi tercihini yaptı,” dedi alçak sesle. “Ben de öyle.”

Tom gözlerine baktı.

“İyi,” dedi sonunda. “Ve şimdi bunu kafandan at Tamam mı? Oradaki hayat; buradaki spor. Sadece önümüzdeki on dakikayı düşünmen gerek.”

Zoe yutkundu. “Peki.”

Tom güldü. “İyi o zaman, bu kadar korkmuş görünme.”

“Şu gürültüyü dinle. Korkuyorum.”

“Bak, Zoe. Bütün zor işleri tamamladın. Finale kadar geldin. Buradaki en kötü durum senaryosu bütün gezegenin en hızlı ikinci bisikletçisi olmak. Önümüzdeki on dakikada olabilecek en kötü şey gümüş Olimpiyat madalyası kazanmak.”

“Kesinlikle.”

“Gümüş almaktan mı korkuyorsun?”

Zoe bir an düşündü, sonra başını sallayarak onayladı. “Kah­retsin, ölürüm daha iyi.”

“Sahiden mi?”

“Sahiden.”

Uzun, derin bir soluk aldı ve vücudundaki titreme durdu.

Tekrar ona baktığında Tom gülümsüyordu.

“Ne?” dedi Zoe.

“Genç hanımefendi, sonunda senin ilk Olimpiyat finaline hazır olduğuna inanıyorum. Şimdi bize bir iyilik yap ve oraya gidip kazan.”

“Ama kapı…”

Tom sırıttı. “Sadece senin zihnindeydi.”

Zat ayağa kalktı ve tereddütle, iki parmağıyla kapıyı ittirdi. Yağlı menteşeleri üzerinde kolayca açıldı ve kalabalığın uğultusu daha da yükseldi. Kapı güm diye durdurucuya çarptı ve bir zilin pes notasıyla çınladı.

Zoe, Tom’a baktı; gözleri kocaman açılmıştı.

“Ne?” diye sordu Tom ve onu kışkışladı. “Git. Anlaşılan ger­çekten de çok geç kaldın.”

Zoe açık kapıya baktı, sonra da Tom’a.

“Aslında çok iyisin,” dedi Zoe.

“Benim yaşıma geldiğinde başka seçeneğin yoktur.”

Piste çıkan uzun, beyaz bayalı merdiven, velodromun çatısındaki pencerelerden giren güneş ışığıyla gümüş rengine bürünmüştü. Geniş, beyaz son basamakta neredeyse dik, mavi şablon harflerle Olimpiyat sloganı yazılıydı: Citius, Altius, Fortius.’

Zoe sıcak, gümbürdeyen havadan, derin, yavaş, akciğerlerini dolduran bir soluk aldı. Ensesindeki tüyler ürperdi. Geçen her şey bağışlanmış, gitmiş ve unutulmuştu. Kalabalık onun adını haykırıyordu. Gülümsedi, soluk aldı ve ışığa ilk adımını attı.

203 Barrington Caddesi, Clayton, Doğu Mandıester

İki yatak odalı sıralı evin darmadağınık oturma odasındaki küçük televizyonda Kate Meadows en iyi arkadaşının tünelden velodromun ana arenasına çıkmasını seyrediyordu. Kalabalığın gürültüsü iki katına çıkmış, televizyonun hoparlörlerini zorluyordu. Yüreği sıkıştı. Bebeğin biberonu televizyonun üzerinde duruyordu ve kala­balığın uluması sütte eş merkezli dalgalar oluşturuyordu. Zoe’nun kalabalığın desteğine teşekkür etmek için kollarını kaldırmasıyla kopan gümbürtü, biberonu televizyonun üzerinde kaydırdı. Biberon kenarda sallandı, yere düşüp yan yattı ve yarısaydam ucundan, halının susamış kahveregi kumaşına içindeki beyaz mamayı akıttı. Kate aldırmadı. Zoe’nun görüntüsüne kilitlenmişti.

Kate yirmi dört yaşındaydı ve altı yaşından beri hayali, Olimpiyatlarda altın madalya kazanmaktı. Sporda en üst düzeye ulaşmıştı. Zoe’yla aynı antrenörü paylaşıyor, onunla birlikte ant­renman yapıyordu ve Ulusallar’da ve Dünya Şampiyonasında onu yenmişti. Ve sonra, Atina hazırlıklarının son yılında Sophie Bebek gelmişti.

Bu eski bir televizyondu ve görüntü kalitesi berbattı, ama Kate için, kendisi pigmentli epoksi/polyestertozu kaplı çelik ayaklı ve Almâs kırmızısı, çıkarılabilir, makinede yıkanabilir kılıflı, Ikea’dan alınmış Klippan kanepesinde otururken, Zoe’nun, on iki bin do­larlık, yüksek modüllü, tek yönlü karbon elyafından yapılmış mat siyah monokok çatılı Amerikan prototip yarış bisikletinin üzerinde oturduğu çok açıktı. Kate bu kanepe üzerinde kazanılacak zaferler de olduğunun çok iyi bilincindeydi ama bunlar küçük ve evcil yengilerdi; memeden kesilen bebekler ve kuruluğu hedefleyen lazımlık eğitimi kampanyalarıyla ölçülüyorlardı. Kate parmak boğumlarım şakaklarına bastırdı; kendine, Sophie’ye ve Atina’da bir gün sonraki kendi yarışına hazırlanan Jack’e olan aşkını hatır­lattı. Bütün haset dolu düşünceleri kafasından defetmeye çalıştı; şakaklarını acıyana kadar yoğurdu, ama Tanrı onu bağışlasın, kalbi hâlâ altın kazanmak için yanıp tutuşuyordu.

Sehpanın altında Sophie, yere dökülmüş kahvaltı ve öğlen yemeği döküntülerini karıştırıyor, mısır gevreklerini ve ne olduğu belirsiz lapayı ağzına götürdükçe mutlulukla cıvıldıyordu. Doktor onun Atina’ya gidemeyecek kadar hasta olduğunu söylemişti ama çocuktan şimdi sağlık fışkırıyor gibiydi. Kendine bebeklerin bu tür şeyleri kasıtlı olarak yapmadığını hatırlatman gerekiyordu.

Küçük, tombul parmaklarıyla senin hayallerinin kesin programını takip etmek ve sonra da astımlarını ve alerjilerini onunla çatışacak şekilde planlamak için mutfak takvimini kullanmıyorlardı.

Oturma odası kaynıyordu. Açık pencereden içeri giren serinletici bir esinti yoktu; sadece arka bahçelerinin açık renk betonundan yansıyan bunaltıcı ağustos sıcağı vardı. Kate terin sırtından aşağı aktığını hissediyordu. Bitişik duvardan, yan komşunun elektrik süpürgesini duydu. Elektrik süpürgesi inliyor ve dazlak plastik kafasını süpürgeliklere çarpıyordu; tekrar tekrar; şartlı tahliyeden umudunu kesen bir müebbetlik gibi. Çatırdayan elektrik parazitleri televizyon ekranında yukarıdan aşağıya iniyor, yanşa başlamak için yerini alan Zoe’nun yüzünü maskeliyordu.

İki bisikletçi şimdi çıkış hakeminin emirleri altındaydı. Bi­taraf bir ses ondan geriye doğru sayıyordu. Başlangıç çizgisinin yukarısında, bariyerin arkasında, Kate’in gözüne, bir grup UOK yetkilisi ve ÇÖKlerin arasındaki Tom Voss çarptı. Antrenörünün görüntüsüyle, onun gelişinin her zaman habercisi olduğu yoğun hareketliliğe bünyesini hazırlamak için, nabzı hızlandı. Vücuduna adrenalin hücum etti. Velodromdaki geri sayım beşe geldiğinde Zoe’nun ellerinin gidonların üzerinde gerilişini seyretti. Kendi elleri de gerilmişti; istemsiz olarak, oturma odasının boğucu ha­vasında, hayalet gidonları kavrıyorlardı. Bacak kasları seğiriyor, algısı her saniye genişleyerek keskinleşiyordu. Kate vücudunun hâlâ böyle umutsuzca kendisini yanşa hazırlıyor olmasından nefret ediyordu; tıpkı bir dulun yorgun düşmüş yüreğinin, ölmüş sevgilisinin fotoğrafını görünce hâlâ çarpması gibiydi.

Ayaklarının dibinde bir hareket oldu ve heyecanlı bir ciyaklama duyuldu. Yerdeki küçük elektrikli vantilatörü alıp kahve masasına…

Benzer İçerikler

Ermiş, Sörfçü ve Patron -ROBIN SHARMA

yakutlu

Başarı Üniversitesi

yakutlu

Kendimiz | Erol Erbaş | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy