AGATHA CHRISTIE-A c ı K a h v e

 

BiRiNCi BOLÜM

Hercule Poirot, Whitehall Mansions’daki küçük fakat insanı dinlendiren dairesinde kahvaltı ediyordu. Tatlı çörekle Kakao nefisti. Alışkanlıklarından çoğu zaman şaşmazdı; fakat o sabah uşağı George’dan bir fincan kakao daha istedi. Bir yandan da kahvaltı masasındaki gazeteye gqz atıyordu.

Her zamanki titizliğiyle, işi biten zarfları düzgünce üst üste koydu. Hepsi, dostu Hastings’in yıllar önce doğum gününde verdiği kılıç biçimindeki mektup açacağıyla muntazam olarak açılmıştı. İkinci bir zarf yığını, George’dan atmasını isteyeceği, gereksiz şeylerden oluşmaktaydı. Üçüncü desteyse, cevap vermesi gereken, en azından aldığını bildireceği mektupları içeriyordu. Bunlarla kahvaltıdan sonra ilgilenecekti, ancak kesinlikle saat ondan önce değil. Poirot işlere sabahın daha erken vaktinde başlamanın profesyonelliğe aykırı olduğuna inanırdı. Oysa bir davayla ilgilendiğinde… O zaman durum de-

ğişirdi tabii. Bir seferinde Hastings’le şafaktan önce…

Hayır, geçmişe dalmanın sırası değildi. Ah, o mutlu günler.

“Muhteşem Dörtlü” diye bilinen uluslararası bir suç örgütünü başarıyla çözdükleri son işlerinin ardından Hastings Arjan-tin’deki çiftliğine ve karısına dönmüştü. Eski dostu Hastings çiftlikle ilgili bir iş için geçici olarak Londra’daydı. Gel gör ki, bir olayı çözmek için yeniden beraber çalışmaları olası görün-müyordu. Her-cule Poirot’nun 1934 Mayısfnın o güzelim bahar sabahında yaşadığı huzursuzluğun nedeni bu muydu yoksa?

Emekliydi gerçi ama karşısına ilginç bir dava geldiğinde, ara sıra bu emekliliği bir yana bıraktığı olurdu. Keşke, fikirlerini ve teorilerini sınayacak Hastings’le birlikte yine iz peşinde olabil-seydi. Ne var ki, son birkaç aydır mesleki ilgisini çekecek bir olaya rastlamamıştı. Artık hayal güçleri geniş suçlular kalmamış mıydı ne? Hercule Poirot çözmeye tenezzül etmeyeceği, 5

alçakça, vahşice işlenmiş cinayetlerle hırsızlık vakaları mı du-yacaktı sadece?

George’un sessizce yanına gelip kakao vermesiyle düşünceleri yarıda kesildi. Buna sevindi ama yalnızca nefis tadına ba-yıldığı için değil. Parkta gezintinin ardından Mayfair’i takiben tek başına öğle yemeği yiyeceği Soho’daki restorana kadar yapacağı yürüyüş dışında ilginç bir şey gözükmeyen günü bir süre daha ertelemesini sağladığı için de memnun olmuştu. Ye-meğe pateyle

başlar/ardından sade bir bonne (emme, sonra da…

George’un çekilmeyip ona bir şeyler söylediğini farketti. Kusursuz bir uşak ve tipik İngiliz olan George uzun zamandır ya-nında çalışıyordu. Poirot’nun bir uşakta aradığı tüm özelliklere sahipti. Meraklı değildi ve fikirlerini nadiren dile getirirdi. Aynı zamanda İngiliz aristokrasisi hakkında bilgi küpüydü. Dahası, ünlü dedektifin kendisi gibi tam bir düzen hastasıydı. Poirot bir defasında ona, “Pantolonlarımı çok iyi ütülüyorsun, George,” demişti. “Fakat hayal gücün sıfır.” Nasıl olsa hayal gücü Hercule Poirot’da fazlasıyla mevcuttu. İyi pantolon ütülemek ise ender bulunan bir meziyetti. Evet, yanında George olduğu için gerçekten şanslıydı.

“… ve bu sabah onu arayacağınızı söyledim, efendim,” diyordu George.

“Bağışla, sevgili George. Aklım başka yerdeydi. Birisi telefon mu etti, dedin?”

“Evet, efendim. Siz dün gece Bayan Oliver’la tiyatrodayken.

Dönüşünüzden önce yattım ve o saatte not bırakmayı uygun görmedim.”

“Arayan kimdi?” diye sordu Poirot.

“Beyefendi adının Sir Claud Amory olduğunu söyledi, efendim. Bıraktığı telefon numarası Surrey’de bir yere ait olmalı.

Çok hassas bir konuymuş. Karşınıza çıkan kişiye adınızı ver-memenizi Sir Claud’un kendisiyle konuşmakta ısrar etmenizi 6

istedi.”

“Teşekkür ederim, George. Numarayı çalışma masama bırak.

Bu sabahki TVmes’ı okuduktan sonra Sir Claud’u arayacağım.

Konu ne kadar hassas da olsa, telefon etmek için henüz erken.”

George eğilip selam vererek yanından ayrıldı. Poirot kakao-sunu yavaş yavaş bitirdikten sonra, gazetesini alıp balkona çıktı.

Birkaç dakika sonra, gazete bir kenara bırakılmıştı. Uluslararası haberler her zamanki gibi iç sıkıcıydı. Hitler denen o korkunç adam Alman mahkemelerini Nazi partisinin kuklalarına çevirmiş, faşistler Bulgaristan’da iktidarı ele geçirmiş ve en kötüsü de, Poirot’nun ülkesi Belçika’da, Mons yakınlarında bir madendeki patlamada kırk iki işçi ölmüştü. Yurt haberleri kıs-men daha iyiydi. Yetkililerin karşı çıkmasına rağmen, kadın tenisçilerin Wimbledon’da o yaz şortla maçlara çıkmalarına izin verilmişti. Poirot’nun yaşıtları, hatta daha gençler ölme çağına dayandıklarından, ölüm ilanlarını okumak da ruhunu karartıyordu.

Poirot şezlongda arkasına yaslanıp ayaklarını pufa koydu. Sir Claud Amory? Bu isim ona hiç de yabancı gelmiyordu. Mutlaka bir yerde duymuştu. Evet, bu Sir Claud Amory bir alanda oldukça tanınmış birisiydi. Ama hangi alanda? Politikacı mıydı? Avukat rnı? Devlet görevlisi mi? Sir Claud Amory.

Amory.

Balkon sabah güneşini cepheden alıyordu. Poirot için şimdi-den çok sıcaktı hava. Güneşten çok hoşlanmadığı için, birazdan daha da rahatsız olacaktı. Daha fazla dayanamayacağımı hissedince, içeri girip Kim Kimdir kitabına bir bakayım, diye düşündü. Sir Claud tahmin ettiği gibi tanınmış bir simaysa, o kitapta adı geçiyordu mutlaka. Değilse… Ufak tefek dedektif kendi kendine omuz silkti. Hercule Poirot’nun kendini beğen-mişliği iflah olmazjık düzeyindeydi. Sir Claud’a ancak önemli 7

bir unvanı varsa ilgi göstermeyi peşinen kafasına koymuştu.

Sir Claud’un adı, kendi özgeçmişinin de yer aldığı Kim Kimdir’de geçiyorsa, ilgisine belki o zaman şayan olabilirdi.

Poirot aniden çıkan esinti yüzünden ve merakının da etkisiyle içeri girince ilk işi kütüphaneye koşup, sırtında altın harflerle Kim Kimdir yazan, kalın, kırmızı ciltli kitabı almak oldu. Aradığı ismi bulup yüksek sesle okudu.

AMORY, Sir Claud (Herbert): 1927’de şövalye ilan edildi. 24

Kasım 1878’de doğdu. 1907’de Helen Graham (1929’da öldü) ile evlendi. Eğitimi: Weymouth Lisesi; King’s College. Londra.

Fizik Araştırma Uzmanı, GEÇ Laboratuvar-ları, 1905; RAE

Farnborough (Radyo Bölümü), 1916; Hava Araştırmaları Ku-rumu, Swanage. 1921; partiküllerin hızlarını artırmak ve doğ-

rusal ilerleyen dalga hızlandırıcı konularında yeni prensipler ortaya koydu, 1924. Fizik Cemiyeti’nin Monroe Madalyası’yla onurlandırıldı. Yayınları: Bilim dergilerinde makaleleri yayınlandı. Adres: Abbot’s Cleve, Market Cleve kasabası, Surrey.

Tel: Market Cleve 314. Kulüp: Athenaeum.

“Ah, evet,” diye mırıldandı Poirot. “Şu ünlü fizikçi.” Birkaç ay önce, ortalığa dökülmeleri hükümet açısından sakıncalı bazı kayıp belgeleri bulduğunda, Majesteleri Kral’ın kabinesinden bir bakanla sohbet ediyordu. Bakan güvenlik önlemlerinin genel olarak yetersizliğinden yakınmıştı. “Mesela, Sir Claud Amory’nin üzerinde çalıştığı şey, gelecekteki savaşlar için büyük önem taşıyor. Ne yazık ki, kendisinin ve buluşunun em-niyet altında olacağı laboratuvar ortamında çalışmayı redde-derek, şehir dışındaki evinde çalışmakta ısrar ediyor.

Korkunç.”

Poirot Kim Kimdir’\ rafa koydu. “Yoksa Sir Claud, Hercule Poirot’nun yorgun, yaslı bir bekçi köpeği olmasını mı isteyecek?

Savaşla ilgili icatlar, gizli silahlar… Hayır, bunlar bana göre değil. Eğer Sir Claud…

George’un yan odada çalan telefonu açtığını işitti. Bir dakika sonra uşak kapıdaydı. “Yine Sir Claud Amory arıyor, efendim.”

Poirot telefona gitti. “Alo? Ben Hercule Poirot.”

“Poirot? Şahsen tanışmadık, fakat ortak dostlarımız var. Adım, Amory. Claud Amory…”

“Adınızı işiîmiştim, Sir Claud.”

“Bakın, Poirot. Şeytani bir sorunla karşı karsıyayım. Daha doğ-

rusu, öyle tahmin ediyorum. Emin değilim. Atomun patlatılmasın) sağlayacak bir yöntem üzerinde çalışmaktayım. Ayrıntılara girmeyeceğim, ancak Savunma Bakanlığı bu projeye büyük önem veriyor. Her şey tamam. Yeni ve öldürücü bir bombanın nasıl yapılacağını belirledim. Ev halkından birinin bu formülü çalmaya teşebbüs edeceği yolunda ciddi kuşkularım var. Şimdilik başka açıklama yapmam imkânsız. Konuğum olarak hafta sonu Abbot’s Cleve’e gelirseniz, beni çok sevindirirsiniz. Formülü Londra’ya götürüp, adını vereceğim Bakanlık görevlisine teslim etmenizi rica ediyorum. Bu isi Bakanlığın kuryesine ver-mememin nedenleri var. Bilim camiası dışında, başkalarının işine burnunu sokmayan, fakat zeki biri olması lazım…”

Karşıdaki aynada saçsız, yumurtaya benzeyen kafasına ve özenle sekil vermiş olduğu bıyığına bakan Hercule Poirot, uzun meslek hayatı boyunca kimsenin onu “başkalarının işine burnunu sokmayan” biri olarak tanımlamadığını, kendisinin de kendini öyle görmediğini düşündü. Fakat şehir dışında bir hafta sonu ve saygın bir bilim adamıyla tanışmak hiç fena gö-

rünmüyordu. Böylece -sadece cebinde ne olduğunu bilmediği, fakat ölümcül bir formülü taşıyarak- hükümete de şükranlarını göstermiş olacaktı.

Poirot, “Davetinizi seve seve kabul ediyorum, sevgili Sir

‘Claud,” diye adamın konuşmasını kesti. “Sizce sakıncası yoksa,cumartesi öğleden sonra orada olmak isterim. Pazartesi sabahı da, emanet edeceğiniz şey her ne ise onunla birlikte Londra’ya dönerim. Sizinle tanışmak için sabırsızlanıyorum.”

Poirot olayı ilginç bulmuştu. Yabancı ajanlar Sir Claud’un formülünün peşinde olabilirlerdi. Ama ev halkından biri gerçekten de… Neyse ne, hafta sonu bazı şeyler ortaya çıkacaktı nasıl olsa.

“George,” diye seslendi. “Kalın tüvit takımımı, ceketimi ve pan-tolonumu temizleyiciye götür lütfen. En geç cuma günü almalıyım. Hafta sonunda şehir dışında olacağım.” Sanki ömrünün kalanını Orta Asya steplerinde geçirecekmiş gibi bir tavırla ko-nuşmuştu.

Telefonda bir numara çevirdi. “Sevgili Hastings, birkaç günlü-

ğüne Londra’deki işlerinden uzaklaşmaya ne dersin? Yılın bu zamanında Surrey çok güzel olur…”

iKiNCi BOLÜM

Sir Claud Amory’nin evi Abbot’s Cleve, Londra’nın yirmi beş

mil güneydoğusundaki küçük kasabanın, daha doğrusu büyücek köyün, yani Market Cleve’in hemen dışındaydı. Ev mimari açıdan belirgin özellikler taşımayan, Viktorya tarzı, büyük bir yapıydı. Yer yer ağaç kümelerinin göze çarptığı bir araziye inşa edilmişti. Çakıl döşeli yol, ağaçların arasında kıvrılarak ana kapıda son bulmaktaydı. Arka cephe boyunca uzanan, terasın önünde, bakımsız bir bahçeye uzanan, eğimli, çimenlik bir alan vardı. ‘

Hercule Poirot’yla yaptığı telefon görüşmesinin üzerinden iki gün geçmişti. Sir Claud Amory evin doğu tarafında birinci kattaki küçük fakat rahat döşenmiş çalışma odasındaydı. Hava kararmaktaydı. Uzun boylu, asık suratlı ve görgü kurallarını çok iyi bilen bir adam olan, Sir Claud’un uşağı Tredwell iki-üç dakika önce akşam yemeği gongunu çalmıştı. Aile üyeleri, korido-run öbür tarafındaki salonda toplanıyor olmalıydılar.

Sir Claud kendini çabuk karar vermeye zorladığı anlarda ol-duğu gibi, parmaklarıyla masanın üstünde trampet çalmak-taydı. Elli yaşlarında, orta yapılı bir adamdı. Kır saçlarını geniş

alnından geriye doğru taramıştı. Buz mavisi gözlerinde endi-

şeyle karışık şaşkınlık vardı.

Tredwell kapıyı hafifçe tıklattıktan sonra içeri girdi. “Affedersiniz, Sir Claud. Galiba gongu duymadınız…”

“Evet, evet, Tredwell; tamam. Yemeğe az sonra geleceğimi söyler misin lütfen? Telefonla konuştuğumu belirt. Aslında, bir yeri aramak üzereyim. Sen servise başla.”

Tredwell sessizce uzaklaşırken Sir Claud derin bir soluk alarak telefonu önüne çekti. Ahizeyi kaldırdı. Birkaç saniye dinledik-ten sonra konuşmaya başladı.

“Burası Market Cleve 3-1-4. Benim için Londra’dan bir numara 11

Bayan Amory ikna olmamıştı. “Bu akşam hiç iyi görünmü-yorsun, hayatım.”

“Öyle mi?”

“Evet.” Bayan Amory ona yaklaştı. “Belki üşüttün. İngiltere’de yaz mevsimi insanı yanıltır. Senin alışkın olduğun İtalyan gü-

neşine hiç benzemez. Gerçekten, İtalya çok güzel bir yer olmalı.”

Lucia’nın gözleri uzaklara dalmıştı. “İtalya,” diye mırıldandı.

Çantasını yanına koymuştu. “İtalya…”

“Biliyorum çocuğum. Memleketini çok özlemiş olmalısın.

Orayla buranın iklimleri ve gelenekleri o kadar farklı ki. İtalyanlar…”

“Hayır! İtalya’yı hiç özlemiyorum!” Lucia’nın çığlığı Bayan Arnory’yi şaşırtmıştı. “Asla!”

“Haydi, çocuğum. İnsanın ara sıra memleketini özlemesi kötü bir şey değildir…”

“Asla!” diye yineledi Lucia. “İtalya’dan nefret ediyorum. Her zaman da nefret ettim. İngiltere’de sizin gibi iyi kalpli insanların arasında olmak çok güzel. Cennetteyim sanki!”

“Çok naziksin, hayatım. Hepimiz seni mutlu etmek istiyoruz; ama bazen ülkeni özlersin tabii. Ve anneni hiç tanımamış

olman…”

“Lütfen… lütfen… Annemden söz etmeyelim.”

“istemiyorsan, elbette, hayatım. Seni üzmek istememiştim.

Benden istediğin bir şey var mı?”

“Hayır, teşekkür ederim. Gayet iyiyim.”

“Benim için sorun değil, biliyorsun,” dedi Caroline Amory. “Bir şişe çok güzel amonyak ruhu var odamda. Biraz koklamak sana iyi gelir. Bilirsin; amonyak tuzu mu, tuz ruhu mu nedir, bir adı daha var. Banyoların temizlendiği tuz ruhundan değil tabii.”

Lucia yanıt vermeden gülümsedi. Ayağa kalkan Bayan Amory

amonyağı getirip getirmemekte kararsızdı. Kanepenin yastık-14

larını düzeltti. “Evet, soğuk almış olmalısın. Bu sabah çok iyiy-din. Belki de İtalyan arkadaşın Dr. Carelli’yi gördüğüne heyecanlandın. Gelişi sürpriz oldu, değil mi? Çok şaşırdın mutlaka.”

Bayan Amory, Lucia’nın kocası Richard’ın kütüphaneye girdi-

ğini farketmediği için, son söylediklerinin onu neden huzursuz ettiğini de anlayamamıştı. Arkasına yaslanıp gözlerini kapayan Lucia için endişelendi. “Ah, tatlım. Neyin var? Yine baygınlık mı geçifiyorsun yoksa?”

Richard Amory kapıyı kapayıp, iki kadına yaklaştı. Otuz yasla-rında, acık kumral saçlı, orta boylu, vücudu adaleli bir adamdı.

“Sen yemeğini bitir, Caroline Hala. Lucia’yla ben ilgilenirim.”

Bayan Amory hâlâ kararsızdı. “Sen miydin, Richard? Eh, ben masaya döneyim bari.” Kapıya doğru bir iki adım attı. “Babanın böyle şeylerden hazzetmediğini bilirsin. Hele bir konuğumuz varken. Üstelik bu adam yakın bir aile dostu da değil.”

Tekrar Lucia’ya baktı. “Dr. Carelli’nin senin dünyanın bu köşesinde yaşadığından haberi olmaksızın çıkagelmesi ne tuhaf, değil mi? Ona köyde rastladın ve davet ettin. Senin için büyük sürpriz olmalı.”

“Doğru,” dedi Lucia.

“Hep dediğim gibi, dünya gerçekten küçük,” diye devam etti Bayan Amory. “Arkadaşın çok yakışıklı, Lucia.”

“Öyle rni dersiniz?”

“Yabancı görünüşlü, elbette. Fakat yakışıklı. İngilizcesi de çok düzgün.”

“Evet, sanırım öyle.”

Bayan Amory konuyu değiştirmeye niyetli değildi. “Onun burada olduğunu bilmiyor muydun sahiden?”

Lucia, “Hayır,” diye atıldı.

Richard Amory’nin bakışları karısının üzerindeydi. Lafa karıştı.

“Senin için hoş bir sürpriz olmalı, Lucia.”

Karısı ona kaçamak bir bakış fırlattı, fakat bir şey demedi.

Bayan Amory’nin yüzü aydınlanmıştı. ‘”Evet. İtalya’dayken onu yakından tanır miydin, hayatım? Arkadaşın mıydı? Bence öyle olmalı.”

Lucia, “Hiçbir zaman arkadaşım olmadı,” derken sesine aniden bir acılık çöktü.

“Anlıyorum. Uzaktan bir tanıdığın yalnızca. Fakat nazik da-veti™ kabul etti yine de. Yabancıların biraz ısrarcı olduklarını düşünmüşümdür hep. Ah, seni kastetmedim, tatlım…” Bayan Amory her nasılsa kızarıp duraksadı. “Sen yarı İngiliz sayılır-sın.” Yeğenine anlamlı anlamlı baktı. “Doğrusu, artık tam anlamıyla ingiliz sayılır, değil rni Richard?”

Halasının imalı sözlerine yanıt vermeyen Richard onun diğerlerinin yanına dönmesini beklercesine kapıyı açtı.

Yaşlı kadın gönülsüzce kapıya yürüdü. “Yapabileceğim başka bir şey yoksa…”

“Yok, yok.” Richard’ın yanıtı gibi ses tonu da aksiydi. Bayan Amory, Lucia’ya şöyls bir gülümseyerek kütüphaneden çıktı.

Richard kapıyı kapayıp rahat bir soluk alarak karısının yanına gitti. “Ondan hiç kurtulamayacağız sandım.”

“Nazik olmaya çalışıyc rdu, Richard.”

“Ah, eminim. Ama biraz abarttı gibi.”

“Beni ne kadar sevdiği ortada,” diye mırıldandı Lucia.

“Ne? Ha, evet.” Aklı başka yerde gibiydi. Öylece durarak dikkatle karısını süzdü. Uzun bir sessizliğin ardından, biraz daha yaklaştı. “Senin için yapabileceğim bir şey olmadığına emin misin?”

Lucia zoraki gülümsedi. “Hayır, sağol, Richard. Sen yemek salonuna dön. Ben iyiyim.”

“Hayır. Seninle kalacağım.”

“Yalnız kalmak istiyorum.”

Kısa bir suskunluktan sonra Richard kanepenin arkasına geçti. “Minderler yeterli mi? Başına bir tane daha ister misin?”

Lucia, “Halimden memnunum,” diye terslendi. “Hava al

mak is-16

tiyorum. Teras kapısını açar mısın lütfen?”

Richard kapı kolunu açmakta zorlandı. “Kahretsin! Koca bebek buna o garip kilitlerinden takmış. Anahtar olmadan açılmaz.”

Lucia omuz silkti. “Boşver. Önemli değil.”

Richard masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturdu. Dir-seklerini dizlerine dayamıştı. “İhtiyar hep bu tür icatlar yapar.”

“Evet,” dedi Lucia. “Bu icatlar ona iyi para kazandırıyor.”

Richard, “Hem de çuvalla,” dedi surat asarak. “Ama onu çeken para değil. Bilim adamları hep aynı. Kendilerinden başkasına cazip gelmeyen şeylerle ilgilenirler. Atomu patlatmak da neyin nesi, Tanrı aşkına?”

“Baban büyük adam,” dedi Lucia.

Richard, “Günümüzün önde gelen bilim adamlarından biri ol-duğu doğru,” diye homurdandı. “Ama onun için sadece kendi bakış açısı geçerlidir.” Huzursuzluğu giderek artıyordu. “Bana hep çok kötü davrandı.”

“Farkındayım. Tutsak gibi bu evde kapatılmışsın. Neden seni ordudan ayırıp burada yaşamaya zorladı?”

“İşlerinde yardım etmem için herhalde. Fakat ona bir faydam dokunmayacağını anlamalıydı. O kadar zeki değilim.” Sandalyeyi Lucia’ya yaklaştırdı. “Tanrım, bazen kendimi bunalımda hissediyorum. İhtiyar para içinde yüzüyor ve servetini son ku-ruşuna kadar o lanet deneylerine harcıyor! Günün birinde zaten benim olacak parayı benden esirgememeli, buradan gitmeme de izin vermeli.”

Lucia, “Para!” diye bağırdı dikleşerek. “İş her zaman gelip paraya dayanıyor!”

“Örümcek ağına takılmış bir sinek gibiyim,” dedi Richard. “Çaresizim, hem de çok.”

Lucia dikkatle onu süzdü. “Ah, Richard. Ben de.”

Adam kuşkuyla baktı. Bir şey söyleyecekti ki, Lucia söze devam etti. “Ben de çaresizim. Buradan kurtulmak istiyorum.”

Aniden kalkarak kocasına yaklaştı. “Richard, çok geç olmadan, beni götür buradan.”

“Buradan götüreyim mi?” Sesinde ümitsizlik vardı. “Nereye?”

“Nereye olursa!” Lucia’nın heyecanı artıyordu. “Bu evden uzak olsun da, neresi olursa olsun. Korkuyorum, Richard! Her yerde gölgeler var.” Onları gerçekten görüyormuş gibi etrafına baktı.

Richard yerinden kalkmamıştı. “Beş parasız nasıl gideriz? Bir erkek cebinde para olmadan bir kadının gözünde değer kaza-namaz, Lucia. Öyle değil mi?”

Lucia geriledi. “Niçin böyle söyledin? Ne demek istiyorsun?”

Richard ifadesiz fakat gergin bir yüzle sessizce ona bakmayı sürdürdü.

“Bu akşam neyin var, Richard? Her zamanki gibi değilsin sanki…”

Richard yerinden kalktı. “Öyle mi?”

“Evet… Neyin var senin?”

“Şey…” Richard birden sustu. “Hiç. Hiçbir şeyim yok.”

Lucia arkasını dönmek üzere olan kocasının omuzlarına koydu ellerini. “Richard, hayatım…” Ellerini çekti. “Richard…”

Kocası yüzüne baktı. “Beni aptal mı sanıyorsun? O eski arkadaşının bu akşam eline bir not tutuşturduğunu görmedim mi sanki?”

“Yani demek istediğin…”

Richaıd hışımla kesti sözünü. “Neden masadan kalktın? Bayı-

lacak falan değildin. Numaraydı. O kıymetli notu okumak için sabırsızlanıyordun. O yüzden yalnız kalmak istedin. Önce Caroline Hala’yı başından savdın. Şimdi de benden kurtulmak istiyorsun.” Bakışlarında incinmiştik ve öfke okunuyordu.

“Richard, kızgınlığın yersiz. Carelli’ye bir şeyler hissettiğimi düşünüyor olamazsın! Richard, hayatım. Kalbimde senden başkasına yer yok. Bunu bilmiyor musun?”

Richard bakışlarını ondan ayırmıyordu. “Notta ne yazıyor?”

diye sordu usulca.

“Hiç… Hiçbir şey.”

“Göster öyleyse.”

“Ben… olmaz,” dedi Lucia. “Onu yırtıp attım.”

Richard’ın yüzünde buz gibi bir gülümseme belirip kayboldu.

“Hayır, yırtıp atmadın. Görmek istiyorum.”

Lucia sessizce onu süzdü bir an. “Richard, bana güvenmiyor musun?”

Richard ona yaklaşırken, “O notu senden zorla da alırım,” dedi dişlerinin arasından. “Bence…”

Lucia onu kendine inandırmayı dilercesine yüzüne bakarken, hafif bir çığlık atarak geriledi. Birden arkasını dönen Richard,

“Hayır,” dedi kendi kendine konuşur gibi. “İnsanın elinden gelmeyen şeyler vardır.” Yüzünü tekrar karısına döndü. “Fakat Carelli’yle kozumu paylaşacağım.”

Lucia korkuyla bağırarak koluna sarıldı. “Hayır, Richard. Bunu yapamazsın! Yalvarıyorum sana. Lütfen yapma!”

Richard, “Ne o, âşığın için endişeleniyor musun yoksa?” diye sordu küçümser bir ifadeyle.

“Benim âşığım falan değil!”

Richard onu omuzlarından tuttu. “Henüz değil belki. Kim bilir…” ,

Dışardan birtakım sesler gelince Richard sustu. Şöminenin ya-nına gitti. Tabakasından çıkardığı sigarayı yaktı. Sesler yaklaşırken, Lucia biraz önce kocasının boşalttığı koltuğa çöktü.

Benzi kül gibiydi. Ellerini kucağında kavuşturmuştu.

Bayan Amory yeğeni Barbara’yla içeri girdi. Barbara yirmi bir yaşında, son derece modern bir kadındı. Çantasını sallayarak Lucia’ya yaklaştı. “Merhaba, Lucia. Şimdi iyi misin?”

Benzer İçerikler

Operadaki Darbuka | Aykut Akgül

yakutlu

https://www.birazoku.com/kalinti-2-ceren-melek

yakutlu

Son Beş Gün – Elizabeth Norris Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy