VICTOR HUGO NOTRE-DAME’IN KAMBURU

Büyük salon

Bugün tam üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay, on dokuz gün oluyor; Parisliler, üç çevre duvarının kuşattığı Ile de la Cité, üniversite ve Şehir’den oluşan kentlerinde, zangoçların olanca güçleriyle çaldığı bütün çanların gümbürtüsüyle uyandı.
Oysa o 6 Ocak 1482 günü, hiç de tarihin anısını sakladığı bir gün değildir. Paris’in çanlarını ve burjuvalarını sabahın köründe harekete geçiren olayın öyle dikkate değer bir özelliği yoktu. Ne Picardie’lilerin veya Burgogne’luların bir saldırısıydı bu, ne bir kutsal emanetin tören alayıyla kentte dolaştırılması, ne Laas bağlarında bir öğrenci ayaklanması, ne dehşetli efendimiz muhterem kral’ın kente girişi, hatta ne de Paris Adliyesi önünde erkek ve kadın hırsızların ipe çekildiği güzel bir asılma gösterisi. On beşinci yüzyılda sık sık görüldüğü gibi süslü püslü, tuğlu sorguçlu bir elçilik heyetinin çıkagelişi de söz konusu değildi. Daha iki gün önce böyle bir kafile, veliaht ile Flandre prensesi Marguerite’i evlendirme işini kotarmakla görevli Flaman elçileri, Saygıdeğer Kardinal de Bourbon’un fena halde canını sıkmak pahasına, Paris’e giriş yapmıştı; Kardinal, kralın gözüne girmek için, bu kaba saba köylü kılıklı Flaman yetkili güruhunu güler yüzle karşılamak ve kendi Bourbon konağında, şiddetli bir yağmur kapıdan içeri sızarak görkemli duvar halılarını sırsıklam ederken pek güzel bir ibretlik oyun ve güldürü ile ağırlamak zorunda kalmıştı.
Jehan de Troyes’nın dediği gibi Paris’in bütün halkını ayağa kaldıran o 6 Ocak günü, çok eski zamanlardan beri birlikte kutlanan Krallar Günü ile Deliler Bayramı’ydı.
O gün Grève Meydanı’nda şenlik ateşi yakılacak, Braque Şapeli’nde mayıs direği dikilecek ve Adalet Sarayı’nda dinî bir temsil verilecekti… Program bir gün önce, Naip6 hazretlerinin, göğüslerine kocaman beyaz haçlar işlenmiş deve yünü mor kumaştan, şık ceketler içindeki tellalları tarafından sokak başlarında boru çalınarak duyurulmuştu.
Bu yüzden, kadını erkeği tüm ahali sabahtan itibaren evlerini dükkânlarını kapayıp kentin dört bir yanından, belirlenen üç yerden birine doğru yola koyulmuştu. Herkes seçimini yapmıştı: kimi şenlik ateşine, kimi mayıs direğine, kimi temsile… Paris avarelerinin, kökü çok eskilerde bulunan sağduyularının hakkını vermek için belirtelim, bu kalabalığın büyük kısmı, mevsime tıpatıp uygun düşen şenlik ateşine ya da Adalet Sarayı’nın sımsıkı kapalı ve korunaklı büyük salonunda verilecek olan temsile yöneliyordu; meraklılar çiçek bile açamamış zavallı mayıs direğini, Braque Şapeli’nin mezarlığında ocak ayının soğuk göğünün altında rahat rahat kakırdasın diye tek başına bırakmakta anlaşmışlardı.
Halk özellikle Adalet Sarayı’na giden sokaklara akıyordu, çünkü evvelsi gün gelen Flaman elçilerin de verilecek temsile ve yine aynı büyük salonda yapılacak olan “deliler papası” seçimine katılmaya niyetli oldukları biliniyordu.
O gün, devrinde dünyanın en büyük kapalı alanı olarak ün yapmış olsa da (gerçi Sauval henüz Montargis Şatosu’nun büyük salonunu ölçmemişti ama), söz konusu büyük salona girebilmek öyle kolay bir iş değildi. Palais Meydanı, pencerelerdeki meraklılara adeta bir deniz manzarası sunuyordu; meydana açılan beş altı sokak, birer nehir ağzı gibi, buraya her an yeni insanlar boşaltıyordu. Durmadan büyüyen bu kalabalık, düzensiz biçimli meydanın içine doğru yer yer birer burun gibi çıkıntı yapan binaların köşelerine dalgalar halinde çarpıyordu. Yüksek gotik ön cephenin ortasında, iki insan selinin durmadan inip çıktığı, ara sahanlığın altında kırıldıktan sonra geniş dalgalar halinde iki yandaki basamaklara yayıldığı büyük merdiven, göle dökülen bir çağlayan gibi akıyor, akıyordu. Bu dev kırkayağın çığlıkları, gülüşleri, tepinişleri büyük bir gürültü, büyük bir uğultu meydana getiriyordu. Bu gürültü ve uğultu zaman zaman şiddetleniyor, kalabalığı büyük merdivene doğru iten akım geri dönüyor, karışıyor, burgaçlanıyordu. Sebep ya bir güvenlik görevlisinin birini itip kakması ya da düzeni sağlamak isteyen valilik çavuşlarından birinin atının çifte atmasıydı. Valilikten sonra el değiştire değiştire, nihayet bugünkü Paris jandarma örgütüne miras kalan, hayran olunası gelenek!..
Kapılar, irili ufaklı pencereler, çatıların üstü, gürültülü kalabalığı seyreden, sarayı seyreden –ve fazlasını istemeyen– sakin ve kibar binlerce burjuva simasıyla dolup taşıyordu; zira Paris’te pek çok kişi seyredenleri seyretmekle yetinir; bizim için arkasında bir şeyler olup biten bir duvar bile son derece ilgi çekici bir şeydir.
Biz 1830 yılı insanlarına, zihince bu on beşinci yüzyıl Parislilerinin arasına karışıp onlarla birlikte çekiştirilerek, dirseklenerek, tökezletilerek Saray’ın 6 Ocak 1482 günü kalabalığa o denli dar gelen büyük salonuna girme imkânı verilseydi, göreceğimiz manzara ne ilginçlikten ne de cazibeden yoksun olurdu; çevremizde sadece o denli eski şeyler bulunurdu ki, bunlar bize yepyeni görünürdü.
Okur razı gelip de bizimle birlikte o büyük salonun eşiğini aşarak mintan, camadan, dolman veya kaput türünden çeşitli giysiler içindeki bu gürültücü kalabalığın içine dalarsa edineceği izlenimi hayal gücüyle yeniden bulmaya çalışacağız.
Her şeyden önce kulaklarda uğultu, gözlerde kamaşma… Başlarımızın üstünde, oymalı ahşap panolarla kaplı, koyu maviye boyanıp üzerine altın yaldızla zambak motifleri serpiştirilmiş sivri kemerli çifte kubbe; ayaklarımızın altında siyah beyaz damalı mermer zemin. Birkaç adım ötemizde kocaman bir sütun, yanında bir tane daha, onun yanında bir tane daha… Salonun tam ortasında boydan boya sıralanan toplam yedi sütun, çifte kubbeye destek görevi görüyor. İlk dört sütunun etrafında, cam eşya ve incik boncukla pırıl pırıl parlayan dükkânlar; son üçünün etrafındaysa davacıların poturları ve savcıların cüppelerinin sürtünmesiyle yıpranıp cilalanmış, meşe ağacından oturma yerleri. Salonda çepeçevre, yüksek duvarlar boyunca, kapı ve pencerelerin arasında, sütunların arasında, Pharamond’dan7 beri bütün Fransa krallarının sıra sıra heykelleri; miskin kralların kolları sarkık, gözleri yerde; yiğit ve savaşçı krallarsa başlarını ve ellerini kahramanca göğe doğru kaldırmışlar. Sonra, sivri kemerli yüksek pencerelerde rengârenk vitraylar; salonun büyük giriş çıkış yerlerinde ince oymalarla süslü sanat eseri kapılar; ve her şey, kubbeler, sütunlar, duvarlar, pervazlar, ağaç kaplamalar, kapılar, heykeller baştan başa göz alıcı biçimde mavi ve altın yaldızla tezhiplenmiş; görmekte olduğumuz tarihte zaten biraz solmuş olan bu renk cümbüşü, Du Breul’ün gelenek icabı hâlâ hayranlığını ifade ettiği uğurlu 1549 yılında, toz ve örümcek ağları altında neredeyse tamamen kaybolmuş bulunuyordu.
Şimdi de, bir ocak gününün ölgün ışığıyla aydınlanan bu uzun ve geniş salonun, duvarlar boyunca düzensizce akan ve yedi sütunun çevresinde burgaçlanan alacalı bulacalı ve gürültücü bir kalabalık tarafından istila edildiği göz önüne getirilsin, tablonun bütünü hakkında az çok bir fikir edinmeye bu kadarı yetecektir; biz de tablonun en ilginç ayrıntılarını daha açık ve net olarak göstermeye çalışacağız.
Şurası kesindir ki, Ravaillac, IV. Henri’yi öldürmemiş olsaydı, Adalet Sarayı’nın kalemine teslim edilmiş bir Ravaillac davası dosyası; bu dosyayı ortadan kaldırmakta çıkarı bulunan suç ortakları; dolayısıyla, dosyayı yakmak için kalemi, kalemi yakmak için de Saray’ı yakmaktan daha iyi bir yol bulamayan kundakçılar ve sonuç olarak da 1618’deki yangın olmayacak, Eski Saray büyük salonuyla birlikte hâlâ yerinde duracaktı. Ben de okura, “Git kendin gör,” diyebilecektim ve böylece her ikimiz de zahmetten kurtulmuş olacaktık: ben böyle bir betimlemeyi yapmak, o da okumak zahmetinden. Bununla şu yeni hakikat kanıtlanmış oluyor: büyük olaylar, tahmin edilemeyen sonuçlara yol açar.
Gerçi öncelikle Ravaillac’ın suç ortakları olmaması, sonra da hasbelkader var idiyse bile bunların, 1618 yangınında taksiri bulunmaması da pekâlâ mümkündür. Nitekim elimizde yangının gayet akla yakın iki açıklaması daha var: Birincisi, herkesin bildiği gibi 7 Mart’ta gece yarısından sonra Saray’ın üzerine gökten düşen, bir kadem eninde ve bir arşın boyundaki alev saçan büyük yıldız. İkincisi, Théophile’in dörtlüğü:
Gayet hazin bir olaydı gerçekte Adalet Hanım’ın Paris kentinde
Fazla baharatlı yemek yiyerek
Kendi sarayını vermesi ateşe…
1618 yılındaki Adalet Sarayı yangınının politik, fiziksel ve şiirsel olmak üzere bu üç açıklaması hakkında ne düşünülürse düşünülsün ne yazık ki kesin olan, bunun bir yangın olduğudur. Bu felaket yüzünden, özellikle de onun eksik bıraktıklarını tamamlayan art arda çeşitli restorasyonlar yüzünden, Fransa krallarının bu ilk meskeninden, daha Yakışıklı8 Philippe zamanında bile içinde Kral Robert’in yaptırdığı ve Helgaud’un9 anlattığı muhteşem binaların kalıntıları aranacak kadar eski olan, Louvre’un ağabeyi bu saraydan, bugüne pek az şey kalmıştır. Hemen her şey kaybolmuştur. Saint Louis’nin “gerdeğe girdiği”10 mühürdarlık odası ne oldu? Ya, “üzerinde deve yününden bir mintan, kaba yünlü, kolsuz bir üstlük ve siyah ipekten bir harmani varken Joinville’le birlikte halılara uzanarak” adalet dağıttığı bahçe?.. İmparator Sigismund’un odası nerede? Ya IV. Charles’ınki? Yurtsuz Jean’ınki? Nerede VI. Charles’ın af fermanını yayınladığı merdiven? Étienne Marcel’in, veliahdın gözü önünde, Robert de Clermont ile Mareşal de Champagne’ı boğazladığı yassı taş? Peki ya Karşı-Papa11 Benedictus’un fermanlarının yırtıldığı ve bunları getirenlerin alay olsun diye papa gibi cüppeyle başlık giydirilmiş olarak ve nedamet getirmek için bütün Paris’i dolaşmak üzere yola koyuldukları müracaat kapısı? Ya koyu mavisi, yaldızları, sivri kemerleri, sütunları, heykelleri ve oymalarla delik deşik koca kubbesiyle büyük salon? Ya yaldızlı oda? Ya Hz. Süleyman’ın tahtını bekleyen aslanlarınki gibi, adaletin karşısında güce yakışan o ezik tavırla, başı yerde, kuyruğu bacaklarının arasında kapıda duran taş aslan? Ya o güzel kapılar, o güzel vitraylar? Biscornette’i utandıracak titizlikle işlenmiş demir doğrama? Du Hancy’nin zarif marangozluk eserleri?.. Zaman ne yapmış, insanlar ne yapmış bu harika eserlere?.. Bütün bunlara karşılık, bütün bu Galya tarihine, bütün bu gotik sanata karşılık bize ne verildi? Saint-Gervais’nin ana kapısının beceriksiz mimarı Mösyö de Brosse’un sakil basık kemerleri… Sanat namına işte bu; tarihe gelince, Patrus’lerin dedikodularının hâlâ yankılandığı kalın sütunun geveze anıları var elimizde.
Yani fazla bir şey sayılmaz. Her neyse biz gerçek Eski Saray’ın gerçek büyük salonuna dönelim.
Bu devasa dikdörtgenin iki ucundan birini ünlü mermer platform işgal ediyordu; o denli uzun, geniş ve kalınmış ki, eski arazi evraklarının Gargantua’nın iştahını açacak bir üslupla dediğine göre, dünyada böyle bir mermer dilimi daha görülmemişmiş. Öbür ucunda ise XI. Louis’nin, içine Meryem Ana’nın huzurunda diz çökmüş durumda kendi heykelini koydurduğu ve kral heykelleri dizisinde iki yerin boş kalmasına aldırmadan, Fransa kralları olarak gökte itibarlarının yüksek olduğuna inandığı iki azizin, Charlemagne ile Saint-Louis’nin heykellerini taşıttığı şapel vardı. Yapılalı altı yıl olduğu için henüz yeni olan bu şapel, ülkemizde gotik çağın sonunu temsil eden ve Rönesans’ın göz alıcı ve uçuk fantezilerinde on altıncı yüzyıl ortalarına kadar devam eden o narin mimari, harikulade heykelcilik, ince ve derin taş işçiliği üslup ve zevkine göre inşa edilmişti. Ana kapının üstündeki vitray özellikle bir incelik ve zarafet şaheseriydi, dantelden bir yıldızdı adeta.
Salonun ortasına, büyük kapının tam karşısına, dinî temsillere davet edilen Flaman elçileri ve diğer ekâbir için, duvara dayalı, altın yaldızlı brokar kaplı bir peyke yerleştirilmiş, yaldızlı odanın bir koridor penceresinden yararlanılarak buraya özel bir giriş yolu da ayarlanmıştı.
Usule göre dinî temsil, büyük mermer platformun üstünde sahneye konacaktı; bu yüzden platform daha sabahtan itibaren ona göre hazırlanmıştı. Adliye personelinin topukları altında çiziklerle kaplanmış ağır mermer platform, kalaslardan çatılmış oldukça yüksek bir kafese kaidelik ediyordu; bunun bütün salondan görülebilen üst yüzeyi sahne işlevi görecek, kalın perdelerle gizlenmiş iç tarafı da oyuncular tarafından vestiyer olarak kullanılacaktı. Öylesine dışarıdan dayanmış bir seyyar merdiven, sahneyle vestiyer arasında bağlantıyı kuracak, hem girişler hem de çıkışlar bu dimdik basamaklardan yapılacaktı. Bu merdivenden çıkmak zorunda olmayan hiçbir oyuncu, hiçbir ara olay, hiçbir sürprizli olay yoktu. Sanatın ve düzeneklerin, o masum ve muhterem çocukluk dönemi işte!
Adalet Sarayı savcısının12 dört çavuşu, idam günlerinde olduğu gibi bayram günlerinde de halk eğlencelerinin bu zorunlu muhafızları, mermer platformun dört köşesinde ayakta duruyorlardı.
Oyun, Adalet Sarayı’nın büyük saatinin on ikiyi vurmasından sonra başlayacaktı. Bir tiyatro gösterisi için kuşkusuz bayağı geç bir saatti bu; fakat elçilerin saatine uymak zorunda kalınmıştı.
İmdi, bahsettiğimiz bütün o kalabalık, sabahtan beri beklemekteydi. Bu kibar meraklıların birçoğu gündoğumundan beri Saray’ın büyük merdivenlerinin önünde titreşip duruyor, hatta kimileri içeri ilk girenler arasında olabilmek için geceyi büyük kapının eşiğinde geçirdiklerini bile iddia ediyordu. Kalabalık anbean yoğunlaşıyor ve normal seviyesini aşan su gibi duvarlar boyunca yükselmeye, sütunların çevresinde şişmeye, saçakların, pervazların, pencere denizliklerinin, mimarinin bütün çıkıntılarının, heykel ve kabartmaların üzerine taşmaya başlıyordu. Bu yüzden, bu sıkışıklık, sabırsızlık, can sıkıntısı, bu bencillik ve çılgınlık gününün özgürlüğü, bir böğre batan sivri bir dirsek ya da bir ayağı ezen çivili bir ayakkabı nedeniyle ikide bir patlak veren tartışmalar, uzun bekleyişin verdiği yorgunluk, elçilerin geleceği saatten çok önce bile, dar bir yere tıkılan, hapsedilen, sıkıştırılan, çiğnenen ve nefessiz kalan bu halkın bağırış çağırışlarına gergin, hatta sinirli bir hava veriyordu. Flamanlara, belediye başkanına, Kardinal de Bourbon’a, Adalet Sarayı savcısına, Madam Marguerite d’Autriche’e13, değnekli çavuşlara, soğuğa, sıcağa, bozuk havaya, Paris piskoposuna, “deliler papası”na, sütunlara, heykellere, falanca kapalı kapıya, filanca açık pencereye sövgü ve beddualar ayyuka çıkıyordu. Bütün bunlar büyük kitlenin içine dağılmış öğrenci ve uşak gruplarını pek eğlendiriyordu, bunlar hüküm süren memnuniyetsizlik haline kendi muziplik ve hınzırlıklarıyla katkıda bulunuyor, adeta genel hırçınlığı dürtükleyerek azdırıyorlardı.
Bu neşeli ifritlerden oluşan özel bir grup vardı ki, bir pencerenin camını indirdikten sonra hiç korkmadan denizliğin üzerine yerleşmiş, oradan hem içeriyi hem dışarıyı, hem salondaki kalabalığı hem meydandaki ahaliyi seyrediyor, her ikisinden de kaba şaka ve alaylarını esirgemiyordu. Yaptıkları taklitlere, attıkları çınlayan kahkahalara, salonun öbür ucundaki arkadaşlarıyla alaycı söz alışverişlerine bakılırsa bu genç okullu güruhunun, diğerlerinin yorgunluk ve can sıkıntısını paylaşmadıklarını ve kendi zevkleri için gözlerinin önündeki manzaradan asıl gösteriyi sabırla beklemelerini sağlayan bir başka gösteri çıkarmayı pekâlâ bildiklerini anlamak hiç de zor değildi.
İçlerinden biri, bir sütun başlığındaki akantus14 figürüne tutunan sevimli ve muzip suratlı, minyon yapılı sarışın bir oğlana, “Kalıbımı basarım, ‘Joannes Frollo Molendino’15 dedikleri sensin!” diye bağırdı. –“Adını iyi koymuşlar doğrusu, Değirmen Jehan, çünkü iki kolunla iki bacağın rüzgârda dönen kanatlara benziyor. Ne kadar zamandır buradasın?”
“Şeytan bağışlasın,” diye yanıtladı Joannes Frollo, geleli dört saatten fazla oldu, umarım bunları Araf’taki bekleme süreme sayarlar. Sainte-Chapelle’de Sicilya kralının sekiz mugannisinin, saat yedideki büyük ayinin birinci ayetini okuyuşlarını dinledim.
“Sıkı muganniler doğrusu,” dedi öbürü, “külahlarından daha sivri sesleri var! Kralın Aziz Yuhanna efendimize bir ayin adamadan önce, Aziz Yuhanna efendimizin Provence şivesiyle okunan Latinceyi sevip sevmediğini soruşturması gerekirdi.”
“Bunu Sicilya kralının o lanet olası mugannilerine iş yaratmak için yaptı zaten!” diye bağırdı pencerenin altındaki kalabalıktan bir yaşlı kadın. “Sorarım size, bir ayin için bin Paris livre’si harcanır mı? Üstelik para, Paris halindeki deniz balığı keseneğinden geliyor!”
“Sakin ol kocakarı!” dedi balıkçı kadının yanı başında eliyle burnunu kapatan iriyarı ve ciddi görünüşlü bir adam. “Mutlaka bir ayin yaptırmak gerekiyordu; Kral tekrar hastalansın mı istiyorsun?”
“İyi konuştun, Kral’ın kürkçübaşısı Gilles Lecornu Usta!” diye bağırdı sütun başlığına yapışmış bücür mektepli.
Kralın zavallı kürkçübaşısının münasebetsiz adı bütün öğrencilerin kahkahalarıyla karşılandı. Kimileri, “Lecornu! Gilles Lecornu!” diye bağırıyor; bir başkası “Cornutus et hirsutus16!” diye lafı onun ağzından alıyordu.
“Ee, ne olmuş?” diye devam etti sütun başlığındaki küçük şeytan. “Elbette öyle olacak. Gülünecek ne var bunda? Saygıdeğer insan Gilles Lecornu, kral konağının kâhyası Jehan Lecornu Usta’nın kardeşi, Vincennes Ormanı başkapıcısı Mahiet Lecornu Usta’nın oğlu, hepsi Paris’in namlı burjuvalarından, hepsi babadan oğula evli!..”

Neşenin dozu arttı. Şişman kürkçü, ağzını bile açmadan dört bir yandan kendisine yönelen bakışlardan sakınmaya çalışıyor ama boşuna terleyip soluyordu; gösterdiği çaba, ahşaba gömülen bir kama gibi, gücenmişlik ve öfkeden kıpkırmızı kesilmiş ablak suratının yanındakilerin omuzlarına daha sıkı gömülmesine yarıyordu ancak.
Nihayet çevresindekilerden biri, onun gibi şişman, kısa boylu ve saygı telkin eden bir adam, imdadına yetişti:
“Rezalet! Bir burjuvayla böyle konuşmaya cüret eden şu talebelere bakın! Benim zamanında olsaydı bunlara bir çalı demetiyle bir güzel sopa çeker, sonra da o çalı demetinin ateşinde yakarlardı…”
Bütün çete kahkahayı bastı.
“Hey, hey, dur bakalım! Bu makamdan şarkı söyleyen de kim? Kim o uğursuz kukumav bozuntusu?”
“Hah, tanıdım,” dedi biri; “Üstat Andry Musnier bu.”
“Üniversitenin dört yeminli kitapçısından biri olduğundan,” dedi öbürü.
“Bu dükkânda her şey dörder dörder gider,” diye bağırdı bir üçüncüsü; “dört millet17, dört fakülte, dört bayram, dört vekilharç, dört seçici, dört kitapçı…”
“Öyleyse,” dedi Jehan Frollo, “onlara ‘dört şeytan oyunu18’ oynamalı.”
“Musnier, senin kitaplarını yakacağız.”
“Musnier, uşağını döveceğiz.”
“Musnier, karına asılacağız.”
“Şu tombul güzel Matmazel Oudarde’a…”
“O kadar şen ve taze ki, sanırsın dul kalmış.”
“Şeytan canınızı alsın!” diye homurdandı Üstat Andry Musnier.
“Üstat Andry,” dedi hâlâ sütun başlığına asılı duran Jehan, “sus, yoksa başına düşerim!”
Üstat Andry başını kaldırdı, bir an sütunun yüksekliğini, haylazın ağırlığını kestirmeye çalışır göründü, bu ağırlığı zihninde, hızın karesiyle çarptı ve sustu.
Muharebe meydanına hâkim olan Jehan zafer coşkusuyla devam etti:
“Bu dediğimi yapar mıyım yaparım Üstat, her ne kadar bir başdiyakozun kardeşi olsam da…”
“Gerçekten kibar beyler canım şu bizim üniversitenin adamları! Böyle bir günde bile ayrıcalıklarımıza sahip çıkmamak nasıl bir şey? Şehirde mayıs direği ve şenlik ateşi, Cité’de tiyatro, deliler papası ve Flaman elçiler var; peki üniversitede? Hiç!”
“Oysa Maubert Meydanı yeterince geniş!” diye bağırdı pencere denizliğindekilerden biri.
“Kahrolsun rektör, seçiciler ve vekilharçlar!” diye bağırdı Jehan.
“Bu akşam Champ-Gaillard’da bir şenlik ateşi yakmak lazım,” diye devam etti öbürü; “tabii Üstat Andry’nin kitaplarıyla…”
“Ve kâtiplerin yazı masalarıyla!” dedi yanındaki.
“Ve mubassırların değnekleriyle!”
“Ve dekanların tükürük hokkalarıyla!”
“Ve vekilharçların büfeleriyle!”
“Ve seçicilerin sandıklarıyla!”
“Ve rektörün tabureleriyle!”
“Kahrolsun!” dedi bücür Jehan ilahi makamında; “Kahrolsun Üstat Andry, mubassırlar ve kâtipler; ilahiyatçılar, tabipler ve hukukçular; vekilharçlar, seçiciler ve de rektör!”
“Galiba dünyanın sonu gelmiş!” diye mırıldandı Üstat Andry, kulaklarını tıkayarak.
“Hey, iyi insan lafının üstüne gelirmiş!” diye bağırdı penceredekilerden biri; “İşte rektör, meydandan geçiyor!”
Herkes bir anda meydana doğru döndü.
“Bu sahiden bizim muhterem rektörümüz Üstat Thibaut mu?” diye sordu, içerideki sütunlardan birine yapışmış olduğundan dışarıda olup biteni göremeyen Jehan Frollo du Moulin.
“Evet, evet,” dedi diğerleri, “bu o, Rektör Üstat Thibaut.”
Gerçekten de rektörle üniversitenin bütün ileri gelenleri hep birlikte elçileri karşılamaya giderken tam o sırada meydandan geçiyorlardı. Pencereye yığılan öğrenciler, onları çeşitli alaycı laflar ve alkışlarla karşıladı. İlk salvoya, kıtasının başında en önde giden Rektör hedef oldu; saldırı acımasızdı.
“Günaydın Sayın Rektör! Hey, duymuyor musun, günaydın dedik!”
“Burada bulunmak için n’apıyor bu kaşarlanmış kumarbaz? Zarlarını bırakmış mı yoksa?..”
“Katırına binmiş nasıl da tıpış tıpış gidiyor! Katırın kulakları onunkiler kadar uzun değil…”
“Hey, baksana! Günaydın Sayın Rektör Thibaut! Tybalde aleator! İhtiyar salak! İhtiyar barbutçu!”
“Tanrı seni korusun! Bu gece de düşeş attın mı?”
“Ah moruk herif! Bir ayağı çukurda! Kumar ve zarlar uğruna nelere katlanmıyor!”
“Nereye böyle Tybalde ad dados19? Üniversiteye kıçını dönüp rotayı şehre çevirmişsin bakıyorum…”
“Herhalde Thibautodé Sokağı’nda kendine ev aramaya gidiyor,” diye bağırdı Jehan du Moulin.
Bütün güruh, çılgınca alkışlarla ve gümbür gümbür bir sesle bu espriyi tekrarladı.
“Thibautodé Sokağı’na ev aramaya gidiyorsunuz değil mi Sayın Rektör? Şeytanın avukatı kumarbaz seni?..”
Sonra sıra diğer görevlilere geldi.
“Kahrolsun mubassırlar! Kahrolsun eli sopalılar!”
“Baksana Robin Poussepain, şu herif de kim ola?”
“Kim olacak Gilbert de Suilly, Gilbertus de Soliaco, Autun Koleji’nin mühürdarı.”
“Al pabucumu; senin yerin daha müsait; fırlat suratına.”
“Saturnalitias mittimus ecce nuces.”20
“Kahrolsun altı ilahiyatçı, beyaz üstlükleriyle birlikte!”
“Bunlar ilahiyatçı mı? Ben Sainte-Geneviève’in Roogny yurtluğu karşılığında şehre verdiği altı beyaz kaz zannetmiştim.”
“Kahrolsun tabipler!”
“Kahrolsun ders münakaşaları!”
“Sana şapka çıkarıyorum, Sainte-Geneviève’in mühürdarı! Bana bir haksızlık yapmıştın –doğru söylüyorum– Normandiya milletindeki yerimi İtalyan olduğuna göre Bourges vilayetinden gelen küçük Ascanio Falzaspada’ya verdi.”
“Bu haksızlık!” dedi bütün öğrenciler; “kahrolsun Sainte-Geneviève’in mühürdarı.”
“Hey sen, Üstat Joachim de Ladehors! Hey sen, Louis Dahuille! Hey sen, Lambert Hoctement!”
“Şeytan görsün yüzünü Almanya milleti vekilharcının!”
“Sainte-Chapelle’in papazlarının da öyle, gri kürkleriyle birlikte, cum tunicis grisis!”
“Seu de pellibus grisis fourratis!”21
“Heheheyy! Sanatın ustaları! Tüm o güzel kara cüppeler! Tüm o güzel kızıl cüppeler!”
“Doğrusu güzel kuyruk olmuş, rektörün arkasında!”
“Denizle evlenmeye giden Venedik Dükası sanırsın!”
“Baksana Jehan, Sainte-Geneviève ruhani heyetine ne dersin?”
“Şeytan görsün ruhani heyeti!”
“Rahip Claude Choart! Doktor Claude Choart! Marie la Giffarde’ı mı arıyorsun?”
“Glatigny Sokağı’nda oturuyor.”
“Bıçkınlar kralının yatağını yapıyor.”
“Dört mangırlık borcunu ödüyor; quatuor denarios.”
“Aut unum bombum.”
“İster misin senin suratına da ödesin?”
“Arkadaşlar! İşte Üstat Simon Sanguin, Picardie seçicisi; karısını da terkisine almış.
“Post equitem sedet atra cura.”22
“Aferin Simon usta!”

Günaydın Sayın Seçici!”
“İyi geceler Sayın Seçici Hanım!”
“Bütün bunları gördükleri için ne kadar da mutlular!” diye iç çekerek mırıldanıyordu Joannes de Molendino, hâlâ sütun başlığındaki kenger yapraklarının arasına tünemiş durumdaydı.
Bu sırada üniversitenin yeminli kitapçısı Üstat Andry Musnier, Kral’ın kürkçübaşısı Üstat Gilles Lecornu’nün kulağına eğilmişti:
“Sözümü şuraya yazın, efendim, dünyanın sonu gelmiş. Talebe taşkınlığının böylesi şimdiye dek görülmedi. Her şeyi mahveden, devrin o lanet olası yeni icatlarıdır. Gülle atan silahlar, yılancık topları, humbara topları ve özellikle Almanya’dan gelen şu musibet; yani matbaa. Elyazması olmazsa kitap da olmaz. Basım tekniği, kitapçılığı öldürüyor. Dünyanın sonu gelmekte…”
“Kadife kumaşların alıp başını gidişine bakınca,” dedi kürkçü, “ben de gayet iyi görüyorum bunu.”
Tam o anda saat on ikiyi vurdu.
“Hahh!..” dedi kalabalık hep bir ağızdan. Öğrenciler sustu. Sonra kalabalıkta bir kargaşa, başlarda ve ayaklarda büyük bir hareketlilik, büyük bir öksürük patlaması ve mendil seferberliği yaşandı; herkes kendine çekidüzen verdi, bir yer tuttu, gruplaştı, dikeldi; ardından derin bir sessizlik çöktü. Tüm boyunlar gergin, tüm ağızlar açık, tüm bakışlar mermer platforma dönüktü. Ama orada hiçbir şey görünmüyordu. Adalet Sarayı savcısının dört çavuşu hâlâ yerlerinde, dört boyalı heykel gibi dimdik, hiç kıpırdamadan duruyorlardı. Bütün gözler Flaman elçilere ayrılmış peykeye çevrildi. Kapı kapalı ve peyke boştu. Kalabalık sabahtan beri üç şey bekliyordu: öğleyi, Flaman elçileri ve sahneye konulacak oyunu. Sadece öğle, vaktinde gelmişti.
Bu kadarı da fazlaydı ama!..
Bir, iki, üç, beş dakika, bir çeyrek saat beklendi; gelen giden olmadı. Hâlâ peyke ıssız, sahne sessizdi. Bu arada sabırsızlığın ardından kızgınlık gelmiş, henüz alçak sesle de olsa öfkeli sözler ortalıkta dolaşmaya başlamıştı, “Temsil, temsili isteriz!” mırıltıları duyuluyordu. İnsanlar sinirden kıpır kıpırdı, henüz uzaktan gürültüsü duyulan bir fırtına, kalabalığın üstünde dalgalanıyordu. İlk kıvılcımı Jehan du Moulin çaktı:
“Temsil nerede kaldı? Flamanların canı cehenneme!” diye bağırdı ciğerlerinin bütün gücüyle, sütununa yılan gibi dolanarak.
Kalabalık el çırptı.
“Temsil!” diye tekrarladılar hep birlikte, “Flandre’ın canı cehenneme!”
“Bize temsil lazım, hem de hemen!” diye devam etti öğrenci, “Yoksa Adalet Sarayı savcısını asalım, derim; hem komedi hem ibretlik oyun niyetine…”
“Güzel konuştu!” diye bağırdı kalabalık, “asma işine çavuşlardan başlayalım.”
Bu öneriyi, şiddetli alkışlar izledi. Dört zavallı görevlinin benizleri solmaya başlamıştı, korkuyla bakışıyorlardı. Kalabalık onlara doğru hareketlenmişti; aralarındaki zayıf parmaklığın kalabalığın baskısıyla esneyip içeri doğru bel verdiğini şimdiden görüyorlardı.
Durum son derece kritikti.
Dört bir yandan, “Vurun, kırın!” çığlıkları yükseliyordu.
Tam o sırada yukarıda anlattığımız vestiyerin perdesi kalkarak ilginç bir şahsiyete yol verdi; bu kişiyi görmek bile kalabalığı durdurdu ve sanki sihirli bir değnek öfkesini meraka dönüştürdü.
“Sessiz olun! Sessiz olun!” diye bağrıştılar dört bir yandan.
Kendinden hiç de emin görünmeyen ve eli ayağı titreyen adam, reverans yapa yapa mermer platformun kenarına kadar ilerledi; kalabalığa yaklaştıkça reveransları daha ziyade diz çökmeye benziyordu.
Bu arada sükûnet yavaş yavaş yeniden sağlanmıştı. Kalabalıkların sessizliğinden her zaman yayılan şu hafif uğultu kalmıştı sadece.
“Burjuva efendiler,” dedi, “ve burjuva hanımefendiler, Monsenyör Kardinal Hazretleri’nin huzurunda gayet güzel bir ibretlik oyun sahnelemek şerefine nail olacağız. Oyunun adı ‘Meryem Ana Hazretleri’nin Verdiği Doğru Hüküm’dür. Jüpiter rolünü ben oynuyorum. Kardinal Hazretleri şu sırada Monsenyör Avusturya Dükü’nün muhterem elçilerine refakat etmekte, elçilik heyeti de halen üniversite rektörünün nutkunu dinlemek üzere Baudets Kapısı’nda bulunmaktadır. Yüce Kardinal Hazretleri gelir gelmez temsile başlayacağız.”
Adalet Sarayı savcısının dört zavallı çavuşunu kurtarmak için en azından Jüpiter’in işe karışmasının gerektiği muhakkaktı. Bu son derece gerçek hikâyeyi uydurmuş olmak ve dolayısıyla Kritik Hanım nezdinde onun sorumluluğunu taşımak mutluluğuna erişmiş olsaydık bile, şu anda klasik Nec deus intersit23 buyruğu bize karşı kullanılamazdı. Kaldı ki Jüpiter efendinin kılık kıyafeti de pek güzeldi ve kalabalığın dikkatini çekerek gazabını yatıştırmakta az rol oynamamıştı. Jüpiter, yaldızlı düğmeli siyah kadife kaplı bir zırh yelek giymiş, başına yine yaldızlı gümüş düğmelerle bezeli sorguçlu bir miğfer geçirmişti. Suratının birer yarısını kaplayan kırmızı boya ve kaba sakal olmasaydı, elinde taşıdığı üzerine parlak madenî pullarla incik boncuk serpiştirilmiş ve alışık gözlerin yıldırımı temsil ettiğini kolayca anladığı yaldızlı mukavva rulosu olmasaydı, et renginde ve Yunan usulünce bağcıklara sarılmış ayakları olmasaydı, kılığının ciddiyet ve resmiyeti açısından pekâlâ Sayın Berry Dükü’nün muhafızlarından bir Breton okçuyla karşılaştırılabilirdi.
II
Pierre Gringoire

Bu arada, Jüpiter nutkunu çekerken kılığının herkeste uyandırdığı memnuniyet ve hayranlık da söyledikleri anlaşıldıkça dağılıyordu; söz, o talihsiz, “Yüce Kardinal Hazretleri gelir gelmez temsile başlayacağız” cümlesiyle bağlanınca sesi, yuhalamalar içinde duyulmaz oldu.
“Hemen başlayın! Temsil! Temsili hemen isteriz!” diye haykırıyordu halk. Bütün seslerin üstünde Johannes de Molendino’nun sesi, tıpkı Nîmes halk protestolarındaki çığırtma gibi, gürültüyü delip geçiyordu:
“Hemen başlayın!” diye yırtınıyordu öğrenci.
“Jüpiter’in de Kardinal de Bourbon’un da canları cehenneme!” diye bağırıyorlardı Robin Poussepain’le pencereye tünemiş olan diğer öğrenciler.
“Temsili hemen isteriz!” diye tekrarlıyordu kalabalık. “Hemen! Derhal! Şimdi! Oyunculara da Kardinal’e de birer iple birer çuval geliyor yoksa…”
Zavallı Jüpiter’in ödü patlamış, gözleri büyümüş, kırmızı boyanın altında benzi solmuştu; yıldırımını düşürdü, miğferini eline aldı; bir yandan selam veriyor, bir yandan da tir tir titreyerek kekeliyordu: Kardinal Hazretleri… Elçiler… Madam Marguerite de Flandre… Ne diyeceğini şaşırmıştı. Aslında asılmaktan korkuyordu.
Beklediği için halk tarafından asılmak ya da beklemediği için Kardinal tarafından asılmak… Ne yana dönse uçurum, yani darağacı görüyordu…
Bereket versin biri çıkıp geldi ve sorumluluğu üstüne alarak onu bu kötü durumdan kurtardı.
Parmaklığın berisinde, mermer platformun çevresinde bırakılmış boş alanda durmakta olan ve sırtını dayadığı sütun sırık gibi ince uzun vücudunu tüm gözlerden koruduğu için o âna dek kimsenin fark etmediği bir tipti bu; uzun boylu, zayıf, solgun, sarışın, alnında ve yanaklarındaki kırışıklara karşın henüz genç olan bu adam, eskilikten aşınmış ve parlayan siyah şayak giysisi içinde, gözleri pırıl pırıl parlayarak ve dudaklarında bir tebessümle mermer platforma yaklaşıp zavallı kurbana bir işaret yaptı. Fakat öbürü şaşkın şaşkın bakıyor, yine de onu görmüyordu.
Yeni gelen bir adım daha attı ve, “Jüpiter!” dedi, “dostum Jüpiter!”
Öbürü işitmiyordu da.
Bunun üzerine, uzun boylu sarışın adam sabrını kaybetti ve Jüpiter’in adeta suratına bağırdı:

“Michel Giborne!”
“Kim çağırıyor beni?” dedi Jüpiter, sıçrayarak uykudan uyanmış gibi.
“Ben,” dedi siyah giysili adam.
“Haa!” dedi Jüpiter.
“Hemen başlayın,” dedi öbürü. “Halkın istediğini yapın. Savcı Bey’i yatıştırma işini ben üzerime alıyorum, o da Kardinal Hazretlerini yatıştırır.”
Jüpiter rahat bir nefes aldı. Hâlâ yuhalamakta olan kalabalığa:
“Saygıdeğer burjuva efendiler,” diye haykırdı ciğerlerinin tüm gücüyle, “temsile hemen başlıyoruz.”
“Evoe Juppiter! Plaudite cives!”24 diye haykırdı öğrenciler.
“Yaşasın! Hurra!” diye gürledi halk.
Kulakları sağır edici bir alkış koptu; Jüpiter’in perdesinin ardındaki vestiyere çekilmesinden sonra bile salon hâlâ alkıştan yıkılıyordu.
Bu arada, adeta sihirli bir değnekle, sevgili Corneille’imizin dediği gibi fırtınayı sütliman bir havaya dönüştürmüş olan meçhul kişi de tekrar sütununun gölgesine çekilmişti. Seyircilerin ilk sırasında yer alan ve onun Michel Giborne-Jüpiter’le konuşmasına kulak misafiri olmuş iki genç kadın işe karışmasaydı, herhalde orada eskisi gibi görünmez, hareketsiz ve sessiz kalmaya devam edecekti.
“Üstat,” dedi kadınlardan biri, yaklaşması için işaret ederek.
“Sen sus bakiim Liénarde’cığım,” dedi yanındaki güzel, taze ve en şık kıyafetini giymiş olduğundan pek özgüvenli görünen arkadaşı. “O mektepten veya kiliseden değil ki, halktan biri; onlara üstat denmez, beyefendi denir.”
“Beyefendi,” dedi Liénarde.
Meçhul adam parmaklığa yaklaştı.
“Benden bir şey mi istiyorsunuz hanımlar?” diye sordu içtenlikle.
“Yoo, hiçbir şey,” dedi Liénarde utangaç utangaç, “arkadaşım Gisquette la Gencienne sizinle konuşmak istiyordu da.”
“Hayır efendim,” dedi Gisquette kızararak, “Liénarde size ‘üstat’ dedi, ben de ‘beyefendi’ demesi gerektiğini söyledim, o kadar.”
İki genç kız başlarını eğdiler. Kızlarla sohbet etmeye dünden razı olan adam gülümseyerek bakıyordu.
“Yani bana,” diyecek bir şeyiniz yok, öyle mi hanımlar?”
“Yoo, hiçbir şey,” dedi Gisquette.
“Hiçbir şey,” dedi Liénarde da.
Sarışın uzun boylu adam yerine dönmek için bir adım attı. Fakat iki meraklı kadının tuttuklarını bırakmaya niyetleri yoktu.
“Beyefendi,” dedi Gisquette hararetle, açılan bir su bendinin ya da seçimini yapmış bir kadının engel tanımaz atılganlığıyla. “Demek ki siz oyunda Meryem Anamızı oynayacak olan o askeri tanıyorsunuz, öyle mi?”
“Jüpiter rolünü demek istiyorsunuz galiba,” dedi adsız adam.
“Tabii ya,” dedi Liénarde, “serseme bak! Siz o Jüpiter’i tanıyor musunuz?”
“Michel Giborne’u mu? Evet madam.”
“Yaman bir sakalı var!” dedi Liénarde.
“Şey,” dedi Gisquette ürkek ürkek, “iyi şeylerden mi söz edecekler oyunda?”
“Çok iyi şeylerden, matmazel,” dedi adsız adam, hiç tereddüt etmeksizin.
“Mesela ne gibi?” dedi Liénarde.
“Meryem Ana Hazretleri’nin Verdiği Doğru Hüküm. Oyunun adı bu; ibretlik bir oyun, ne sandınız?”
“Ha, o başka tabii,” dedi Liénarde.
Kısa bir sessizlik oldu, meçhul adam sessizliği bozdu:
“Yepyeni bir oyun bu, henüz hiç oynanmadı.”
“Öyleyse iki yıl önce oynananın aynısı değil,” dedi Gisquette; “hani sayın papa elçisinin geldiği gün oynadıkları ve üç güzel kızın… şeyleri… canlandırdığı…”
“Denizkızlarını,” dedi Liénarde.
“Hem de çırılçıplak,” diye ekledi genç adam.
Liénarde utanarak gözlerini indirdi. Gisquette arkadaşına baktı ve o da aynı şeyi yaptı. Adam gülümseyerek devam etti:
“Seyretmesi çok hoştu. Ama bugünkü, Flandre’lı prenses için özel olarak yazılmış bir ibretlik hikâye.”
“Aşk şarkıları da söylenecek mi?” diye sordu Gisquette.
“Yok canım!” dedi meçhul adam; “ibretlik oyunlarda öyle şey olur mu? Türleri birbirine karıştırmamak lazım. Güldürü olsaydı neyse ama…”
“Yazık!” dedi Gisquette; “O gün Ponceau Çeşmesi’nde birbirleriyle dövüşen vahşi adamlar ve kadınlar vardı ve bazıları da kısa maniler ve aşk şarkıları söyleyerek çeşitli hareketler yapıyorlardı.”
“Bir papa elçisi için uygun olan şey, bir prensese uygun düşmeyebilir,” dedi adam oldukça soğuk bir sesle.
“Sonra,” diye sözü aldı Liénarde, “yanlarında birkaç tane müzik aleti de vardı, pes perdeden pek tatlı ezgiler çalıyorlardı.”
“Gelip geçenleri serinletmek için,” dedi Gisquette, “çeşmenin üç musluğundan şarap, süt ve tarçınlı sıcak şarap akıyor, isteyen istediği kadar içiyordu.”
“Ponceau’nun biraz aşağısında,” diye devam etti Liénarde, “Trinité Meydanı’nda, İsa Mesih’in çilesi canlandırılıyordu.”
“Hatırlamaz olur muyum!” diye haykırdı Gisquette, “Tanrı’yı haça germişlerdi, sağında ve solunda da birer adi hırsız vardı…”
Sohbetin burasında iki genç kadın, sayın papa elçisinin şehre girişini hatırladıkça büsbütün hararetlenerek bir ağızdan konuşmaya başladı.
“Daha ileride, Peintres Kapısı’nda, pek süslü giyinmiş başka insanlar vardı.”
“Saint-Innocent Çeşmesi’nde, bir sürü köpeğin ve boru seslerinin yaygarası arasında bir geyiği kovalayan o avcı vardı.”
“Paris mezbahasında da Dieppe Zindanı’nı temsil eden darağaçları vardı.”
“Elçi geçtiği zaman, hatırlıyorsun değil mi Gisquette, bir saldırı düzenlemiş ve bütün İngilizlerin boğazları kesilmişti.”
“Châtelet Kapısı’nda da çok güzel şahıslar vardı.”
“Tepesine tenteler gerilmiş Change Köprüsü’nün üstünde de öyle.”
“Elçi geçtiği zaman köprünün üstünden iki yüz düzineden fazla her cinsten kuş salıverildiydi; çok güzeldi değil mi Liénarde?”
“Bugün daha güzel olacak,” dedi nihayet onları dinlerken sabırsızlandığı anlaşılan muhatapları.
“Bu temsilin güzel olacağına garanti veriyor musunuz?” dedi Gisquette.
“Elbette veriyorum,” dedi adam; sonra biraz üstüne basarak ilave etti: “Hanımlar, oyunun yazarı benim.”
“Sahi mi?” diye şaştı iki genç kız.
“Sahi ya!” dedi şair hafifçe şişinerek. “Yani gösteriyi hazırlayan iki kişiyiz: Jehan Marchand, kalasları kesip sahneyi kurdu ve bütün ağaç işlerini yaptı; ben de oyunu yazdım. Benim adım Pierre Gringoire.”
Cid’in yazarı bile bu kadar gururla, “Adım Pierre Corneille,” diyemezdi.
Okurlarımız fark etmiştir, Jüpiter’in perdenin arkasına çekilişinden, yeni ibretlik oyunun yazarının böyle birdenbire adını açıklayıvererek Gisquette’le Liénarde’ın naif hayranlığını kazandığı ana kadar belli bir zaman geçmişti. İlginçtir, birkaç dakika önce o kadar gürültü koparan bu kalabalık şimdi aktörün sözüne inanmış, uslu uslu bekliyordu. Bu da, tiyatrolarımızda her gün doğrulanan şu ebedi hakikati kanıtlıyor: Seyirci kitlesini sabırla bekletmek için en iyi yol, ona temsile hemen başlanacağını söylemektir.
Ancaaak… öğrenci Joannes uyumuyordu.
“Heeey!” diye haykırdı aniden, kargaşanın yerini almış olan sakin bekleyişin arasında; “Jüpiter, Meryem Ana, şeytanın soytarıları, siz dalga mı geçiyorsunuz bizimle? Hani oyun? Oyun nerede? Başlayın, yoksa biz yeniden başlayacağız!..”
Fazlası gerekmedi.
Kafesin içinden pes ve tiz sesli enstrümanlardan gelen bir müzik duyuldu; kalın perde kalktı, suratları boyanıp pudralanmış dört oyuncu dışarı çıktı, sahnenin dik merdivenini tırmandılar ve üst platforma varınca seyircilerin önünde sıra olup yerlere kadar eğilerek selam verdiler. O zaman müzik sustu. Oyun başlıyordu.
Dört oyuncu reveranslarının parsasını alkış olarak fazlasıyla topladıktan sonra, adeta dinî bir sessizlik içinde, okurlarımızı muaf tutmayı uygun gördüğümüz bir proloğa başladılar. Zaten, bugün de olduğu gibi, seyirciler onların söylediklerinden çok kılık kıyafetleriyle meşguldü ve doğrusu bunda haklıydılar da. Dördü de yarısı beyaz yarısı sarı, birbirinden ancak kumaşın cinsiyle ayrılan uzun harmaniler giymişlerdi: Birincisi yaldızlı ve simli brokar, ikincisi ipekli, üçüncüsü yünlü, dördüncüsü de patiskaydı. Oyunculardan birincisi sağ elinde bir kılıç, ikincisi iki altın anahtar, üçüncüsü bir terazi, dördüncüsü de bir bel tutuyordu. Bu simgelerin açık seçik oluşuna karşın neye delalet ettiklerini anlayamayacak kadar tembel kafalara yardım olsun diye, giysilerin eteklerinde iri siyah harflerle işlenmiş şu ibareler okunuyordu: brokar giyside BENİM ADIM ASALET; ipekli giyside BENİM ADIM RUHBAN; yünlü giyside BENİM ADIM EMTİA patiska giyside BENİM ADIM EMEK. İki eril temsilî kişinin (Ruhban ve Emek) cinsiyetini, giysilerinin nispeten kısalığı ve başlarındaki cramignole25 şapka, bütün uyanık seyircilere açıkça gösteriyordu; onlar kadar kısa giysili olmayan iki dişi temsilî kişinin ise başlarında birer hotoz vardı.
Proloğun şiirini dinlerken Emek’in Emtia’yla, Ruhban’ın da Asalet’le evli olduklarını ve iki mutlu çiftin ortaklaşa muhteşem bir altın yunusları bulunduğunu ve bunu ancak dünyanın en güzel kadınına armağan etmek istediklerini anlamamak için de gerçekten hayli kalın kafalı olmak gerekiyordu. Dördü birlikte dünyayı dolaşarak bu güzeli arıyorlardı; sırasıyla Golkonda kraliçesini, Trabzon prensesini, Tataristan ulu hakanının kızını vb. vb. geri çevirdikten sonra, Emek ile Ruhban; Asalet ile Emtia, şimdi de Adalet Sarayı’nın mermer platformunda dinlenmekteydiler; içi dışı bir dinleyici topluluğunun karşısında, o devirde Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sınavlarında “üstat” adaylarının “lisans” serpuşlarını kazanmak için sarf edebilecekleri özdeyiş ve vecizeleri sıralıyorlardı. Bütün bunlar gerçekten çok güzeldi.
Bu esnada, dört temsilî kişinin yarış edercesine metaforlara boğduğu bu kalabalığın içinde, az önce iki cici kıza adını söyleme mutluluğuna direnememiş olan bizim aslan yazar ve şair Pierre Gringoire’ınkinden daha dikkatli bir kulak, daha hızlı çarpan bir yürek, daha çok büyümüş gözler ve daha fazla uzamış bir boyun yoktu. Kızlardan bir-iki adım ötede, sütunun arkasındaki yerine dönmüş, oradan dinliyor, seyrediyor, oyunun tadını çıkarıyordu. Proloğunun başlangıcını selamlayan hakşinas alkışlar hâlâ kulaklarında çınlıyordu; bir yazarın, fikirlerinin, sessizce dinleyen büyük bir dinleyici kitlesi önünde bir aktörün ağzından döküldüğünü gördüğünde kapıldığı vecde benzer bir duyguyla kendisini temaşaya vermişti. Hey gidi haysiyetli Pierre Gringoire hey!
Söylemekten üzüntü duyuyoruz ama bu ilk esrime hali çabucak bozuldu. Gringoire, dudaklarını o sarhoş edici sevinç ve zafer kupasına ancak yaklaştırmıştı ki, kupanın içine acı bir damla düştü.
Kalabalığın arasında kaybolduğu için hasılat yapamayan ve herhalde yanındakilerin ceplerinde de bu eksikliği tazmin edecek kadar nakit bulamayan üstü başı yırtık pırtık bir dilenci, bakışları ve sadakaları üzerine çekmek için, herkesin görebileceği bir yere tünemenin iyi olacağını düşünmüştü. Böylece, proloğun ilk dizeleri okunurken elçilere ayrılmış peykenin direklerinden yararlanarak peyke parmaklığının alt kısmını kuşatan silmeye çıkıp oturmuştu ve oradan, üstündeki paçavraları ve sağ kolundaki iğrenç yarayı göstererek insanların dikkat ve merhametini uyandırmaya çalışıyordu. Öte yandan, ağzını açıp tek söz söylemiyordu.
Onun bu sessizliği, proloğun engellenmeden sürüp gitmesini mümkün kılıyordu; eğer kötü talih, öğrenci Joannes’in, sütununun tepesinden dilenciyi ve hareketlerini fark etmesini sağlamasaydı, hiçbir aksilik olmayacaktı. Genç bıçkın onu görür görmez deli gibi gülmeye başladı; gösteriyi kestiğine ve salona hâkim olan sessizliği bozduğuna hiç aldırmadan, olanca sesiyle haykırdı: “Hey, şu sadaka isteyen üçkâğıtçı dilenciye de bakın!”
Kurbağalı bir su birikintisine bir taş atmış ya da bir kuş sürüsüne bir el ateş etmiş olan herkes, bu münasebetsiz sözlerin, dikkatini sahneye vermiş kalabalığın üzerinde yarattığı etki hakkında bir fikir edinebilir. Gringoire, elektriğe tutulmuş gibi titredi. Prolog kesildi, bütün başlar bir uğultu eşliğinde dilenciye çevrildi; o ise rahatsız olmak şöyle dursun, bu durumu hasat için iyi bir fırsat olarak değerlendirdi ve gözlerini yarı yarıya kapayarak, sızlanan bir sesle dilenmeye başladı: “Sevdiklerinizin başı için bir sadaka!..”
“Heyy! Ama bu… Kellemi koyarım ki bu Clopin Trouillefou yahu!” diye devam etti Joannes; “Heyy! Arkadaş, yara bacağındayken rahatsız ediyordu herhalde. Koluna taşımışsın baksana…”
Böyle konuşurken bir maymun çevikliğiyle dilencinin yaralı koluyla uzattığı yağlı fötr şapkaya bir bakır para fırlattı. Dilenci hiç istifini bozmadan sadakayı alıp alaycı lafı sineye çekti ve acıklı bir sesle devam etti: “Lütfen bir sadaka!..”
Bu olay, salonun dikkatini bir hayli dağıtmıştı; Robin Poussepain’le penceredeki öğrenciler başta olmak üzere birçok seyirci, öğrencinin cırtlak sesiyle, dilencinin de hiç tınmadan mırıldandığı dualarıyla proloğun ortasında doğaçlamadan icra ettikleri bu garip düeti neşeyle alkışlıyorlardı.
Gringoire bu işe fena bozulmuştu. İlk şaşkınlığını atlatmış, gösteriyi kesen iki münasebetsize ters bir bakış fırlatmaya bile tenezzül etmeden, sahnedeki dört oyuncuya bağırıp duruyordu: “Devam edin! Lanet olsun, devam etsenize!”
O sırada üstlüğünün kenarından çekiştirildiğini hissetti; biraz canı sıkılmış olarak döndü ve gülümsemekte oldukça zorlandı. Ama gülümsemesi gerekiyordu, zira giysisini çekiştiren, Gisquette la Gencienne’in güzel koluydu; parmaklığın arasından uzanmış, şairin dikkatini çekmeye çalışıyordu.
“Beyefendi,” dedi genç kız, “devam edecekler mi?”
“Elbette,” dedi Gringoire, soruya oldukça şaşırarak.
“Öyleyse, beyefendi,” dedi kız, “nezaket gösterip bana açıklamak…”
“Ne diyeceklerini mi?” diye onun sözünü kesti Gringoire; “peki, dinleyin!”
“Hayır,” dedi Gisquette, “şimdiye kadar dediklerini…”
Gringoire, açık yarasına dokunulmuş bir adam gibi yerinden hopladı ve dişlerinin arasından mırıldandı:
“Ne illet şey şu kalın kafalı ve alık kız!”
Ve o andan itibaren Gisquette, şairin zihninden silindi.
Bu sırada aktörler onun buyruğuna itaat etmiş, onların tekrar konuşmaya başladığını gören seyirciler de yeniden dinlemeye koyulmuşlardı; tabii böyle aniden bölünen piyesin iki parçası arasında bir tür kaynak yapılırken birçok güzelliği de kaçırmışlardı. Gringoire içinde buruk bir acıyla bunu düşünüyordu. Yine de sükûnet yavaş yavaş tekrar sağlanmıştı; öğrenci susuyor, dilenci şapkasının içindeki birkaç parayı sayıyordu; oyun yeniden ağır basmıştı.
Aslında bu gayet iyi bir eserdi; bize öyle geliyor ki, birkaç küçük uyarlamayla bugün bile pekâlâ yararlanılabilirdi. Biraz uzun ve biraz boş, yani kurallara uygun olan sunum oldukça basitti ve Gringoire, vicdanının saf ve temiz tapınağında onun anlaşılırlığına hayrandı. Tahmin edileceği gibi, dört temsilî şahsiyet, dünyanın üç köşesini dolaştıkları halde altın yunuslarından münasip bir şekilde kurtulmanın çaresini bulamadıklarından, biraz yorgundular. Bu arada, Marguerite de Flandre’ın, o sırada Emek ile Ruhban’ın, Asalet ile Emtia’nın kendisi için dünyayı dolaştıklarından habersiz Amboise’da kapalı tutulan genç nişanlısına26, gayet nazik imalarla birlikte, harika balığın övgüsü geliyordu. Tabii söz konusu nişanlı gençti, yakışıklıydı, kuvvetliydi; ama her şeyden önce (Tüm krallık erdemlerinin harikulade kökeni!) Fransa aslanının oğluydu. Bu cesur metaforun hayranlık verici olduğunu ve tiyatronun doğal tarihinin, böyle bir istiare ve methiye gününde, bir aslanın oğlu olan bir yunustan hiç ürkmeyeceğini burada açıkça belirtiyorum. Zaten coşkunluğu kanıtlayan, tam da bu nadir ve lirik karışımlardır. Yine de, eleştiri hakkımızı korumak adına şöyle diyebiliriz: Şair bu güzel fikri pekâlâ iki yüzden daha az dizede de işleyebilirdi. Fakat sayın valinin kararnamesine göre temsil öğleden, saat dörde kadar devam edecekti ve bu yüzden de zamanı doldurmak gerekiyordu. Zaten halk da sabırla dinliyordu.
Birdenbire, Bayan Emtia ile Bayan Asalet arasındaki bir kavganın tam ortasında, Emek Usta’nın tam da şu harika, “Ormanda görmedim şimdiye dek daha muhteşem bir hayvan,” dizesini söylediği anda, elçilere ayrılmış olan ve o âna kadar münasebetsizce kapalı kalmış olan peykenin kapısı daha münasebetsiz bir şekilde açıldı ve kapıcı gür

sesiyle duyurusunu yaptı:
“Monsenyör Kardinal de Bourbon Hazretleri.”
III
Monsenyör Kardinal

Zavallı Gringoire! Saint-Jean Şenlikleri’nde kullanılan kestane fişeklerinin topluca kopardığı gümbürtü, yirmi arkebüzün hep birden ateşlenmesi, 29 Eylül 1465 Pazar günü Paris kuşatmasında bir atışta yedi Burgonya’lıyı öldüren Billy Kulesi’nin şu ünlü yılancık topunun patlaması, Temple Kapısı’nda depolanan bütün barutun infilak etmesi, bu tumturaklı ve dramatik anda, şairimize bir kapıcının ağzından dökülen şu sözlerden daha az kulak parçalayıcı gelirdi: Monsenyör Kardinal de Bourbon Hazretleri.
Bunun nedeni, Pierre Gringoire’ın Kardinal’den korkması ya da onu küçümsemesi değildi. O ne bu kadar zayıf ne de haddini bilmeyecek kadar cüretkârdı. Bugün dedikleri gibi tam bir seçici olan Gringoire, her zaman her şeyin ortasında durmayı (stare in dimidio rerum) bilen, akıl ve liberal felsefe küpü, öte yandan kardinallere önem vermemezlik de etmeyen, seviyeli ve sağlam, ılımlı ve sakin kişiliklerden biriydi. Bilgeliğin bir başka Ariane gibi eline bir yumak iplik tutuşturduğu ve dünyanın başlangıcından beri insan olaylarının labirentinde o yumağı çöze çöze yol alan, arkası hiç kesilmeyen değerli filozof soyundan… Bunlar bütün çağlarda karşımıza çıkar, hep aynıdırlar, yani her zaman çağlarıyla uyumlu… Burada hak ettiği şekilde betimlemeyi başarabildiğimiz takdirde on beşinci yüzyılda onları temsil edecek olan bizim Pierre Gringoire’ı saymazsak, on altıncı yüzyılda bütün yüzyıllara yaraşır şu naif ve soylu sözleri yazmış olan Peder Du Breul’ün esin kaynağı da onların zihniyetidir:
Ben mensup olduğum millet açısından Parisli, konuştuğum dil açısından Parrhisia’lıyım, zira Yunanca parrhisia konuşma özgürlüğü anlamına gelir. Bu özgürlüğü Monsenyör Conty prensinin amcası ve kardeşi saygıdeğer kardinallere karşı bile kullandım; ama her defasında onların yüksek rütbelerine saygıyla ve hayli kalabalık olan maiyetlerinden kimseyi de kırmadan…
Demek ki bu sözlerin Pierre Gringoire’da yarattığı nahoş etkide ne Kardinal’e karşı kin veya nefret ne de onun mevcudiyetini küçümseme vardı. Tam tersine; şairimizin, proloğundaki birçok imanın, özellikle Fransa aslanının oğlu veliahda düzülen methiyelerin, böyle yüce kulaklara ulaşmasına özel bir önem atfetmemek için biraz fazla sağduyusu ve fazlaca yıpranıp eprimiş bir giysisi vardı. Fakat şairlerin o soylu tabiatına hâkim olan, çıkar kaygısı değildir. Farz edelim şairin bütünü on sayısıyla temsil edilsin; bir kimyacı onu analiz ve –Rabelais’nin dediği gibi– farmakopoliz etse dokuz parça özsaygısına karşı bir parça çıkar kaygısından oluşmuş bulacağı kesindir. İmdi, kapının Kardinal’e açıldığı anda, Gringoire’ın halkın hayranlığıyla kabarıp bir balon gibi şişen dokuz parça özsaygısı olağanüstü bir artış sürecindeydi; az önce şairlerin bileşiminde ayırt ettiğimiz, gözden kaçacak kadar küçük bir adet çıkar kaygısı molekülü ise bunun altında bastırılmış, kaybolmuştu. Aslında değerli bir bileşendir bu, gerçeklik ve insanlık safrası ki, o olmasaydı şairlerin ayakları yere basamazdı. Gringoire, koca bir insan topluluğunu hissetmenin, görmenin, adeta elinde tutmanın zevkini sürüyordu; gerçi hırlısı hırsızıyla pek muteber bir topluluk değildi bu ama ne önemi vardı! Methiyesinin bütün bölümlerinde her an ortaya çıkıveren ölçüye gelmez tiratlar karşısında insanlar şaşkına dönüyor, taş kesiliyor, adeta solukları kesiliyordu ya, önemli olan buydu… İddia ediyorum ki genel mutluluğu o da paylaşıyordu ve kendi komedisi Florentin’in27 temsilinde, “Bu rapsodi hangi hödüğün eseri?” diye soran La Fontaine’in aksine, Gringoire büyük olasılıkla yanındakine, “Kiminmiş bu şaheser?” diye sorardı. Artık Kardinal’in ani ve zamansız gelişinin onun üzerinde nasıl bir etki yaptığını tahmin edebiliriz.
Korktuğu şey ne yazık ki fazlasıyla başına geldi. Kardinal hazretlerinin girişi, seyirci kitlesini altüst etti. Bütün başlar peykeye doğru döndü. Kimse kendi söylediğini bile duyamaz oldu. Bütün ağızlar, “Kardinal! Kardinal!” diye sayıklıyordu. Talihsiz prolog bir kez daha kesildi.
Kardinal, peykenin eşiğinde bir an durdu. Seyircilerin üzerinde oldukça kayıtsız bakışlarını gezdirirken gürültü arttıkça artıyordu. Herkes onu daha yakından görmek istiyordu. İnsanlar yarış edercesine başlarını yanındakilerin omuzları üzerinden aşırmaya çalışıyorlardı.
Kardinal gerçekten bir ulu şahsiyetti ve onu seyretmek diğer bütün komedilere değerdi. Bourbon Kardinal’i, Lyon başpiskopos ve kontu, Primat des Gaules28 olan Charles, hem Kral’ın büyük kızını almış olan kardeşi Beaujeu senyörü Pierre dolayısıyla XI. Louis’yle hem de annesi Burgonya prensesi Agnès dolayısıyla (Burgonya dükü) Cesur Charles’la29 akraba oluyordu. İmdi, bu “Galya üstpiskoposu”nun karakterinin hâkim ve ayırt edici özelliği, dalkavuklara has bir zihniyet ve güçlülere karşı derin bir sadakatti. Bu iki akrabalığın başına ne kadar dert açtığı, manevi kayığının, ne Louis’ye ne de Charles’a –Nemours Dükü ile “serdar” Saint-Pol’ün başlarını yemiş olan bu Skylla ve Kharybdis’e30– çarparak batmaması için, ne kadar çok dünyevi kayalık arasında manevra yapmak zorunda kaldığı tahmin edilebilir. Tanrı’ya şükür, bu deniz yolculuğunu kazasız belasız atlatmış ve Roma’ya sağ salim varmıştı. Fakat, artık limanda olmasına karşın, hatta tam da limanda bulunduğu için, o denli uzun zaman kaygı ve güçlükler içinde geçmiş olan siyasal yaşamında yaver gitmiş veya gitmemiş şansının çeşitli sonuçlarını hiçbir zaman endişe duymadan hatırlayamıyordu. Bu yüzden, 1476 yılının kendisi için siyah ve beyaz olduğunu söylemeyi âdet edinmişti; bununla, o yıl içinde hem annesi Bourbonnais düşesini hem de kuzeni Burgonya dükünü kaybetmiş olduğunu ve ikinci yasın, birincisi için teselli teşkil ettiğini kastediyordu.
Aslında iyi bir adamdı. Keyifli bir Kardinal hayatı sürüyor, krala özgü Challuau şarabıyla neşe bulmaktan gocunmuyor, Richarde la Garmoise ile Thomasse la Saillarde’dan nefret etmiyor, yaşlı kadınlardan çok güzel kızlara sadaka veriyor ve bütün bu nedenlerle Paris’in halk tabakası tarafından bayağı seviliyordu. Etrafında ağzını bozmaktan ve sırasında âlem yapmaktan çekinmeyen çapkın piskopos ve yüksek rütbeli manastır başrahiplerinden oluşan bir maiyet olmaksızın asla şehirde gezmiyordu. Auxerre’deki Saint-Germain Manastırı’nın dindar kadıncağızları birçok kez, akşamları Bourbon konağının aydınlanmış pencerelerinin altından geçerken öğleden sonra kendilerine ikindi duasını okumuş olan aynı seslerin, kadeh çınlayışları arasında XII. Benedictus’un –papalık tacına üçüncü katı eklemiş olan papanın– Bacchus’vari sözünü mırıldandıklarını duyarak şoka uğramışlardı: “Bibamus papaliter.”31
Salona girişinde kendisini, az önce o kadar hırçın ve bir papa seçmeye niyetlendiği şu günde bile bir Kardinal’e saygı göstermeye pek isteksiz olan kalabalık tarafından kötü karşılanmaktan koruyan da, herhalde, bu denli haklı olarak kazanılmış popülerliği oldu. Fakat Parisliler pek kin tutmaz; hem zaten bu haysiyetli burjuvalar temsili resen başlatmış oldukları için Kardinal’e üstün gelmiş oluyorlardı ve bu zafer onlara yetiyordu. Kaldı ki Monsenyör Kardinal de yakışıklı adamdı doğrusu, kendisine pek yakışan pek güzel kırmızı bir cüppesi vardı; bu demektir ki bütün kadınlar, başka deyişle seyircilerin büyük kısmı ondan yanaydı. Yakışıklıysa ve kırmızı cüppesi de kendisine yakışıyorsa bir Kardinal’i gösteriye geç geldiği için yuhalamak gerçekten haksızlık ve densizlik olurdu.
Evet, ne diyorduk, Kardinal salona girdi, ekâbirin avama karşı kullandığı atadan miras gülümsemeyle seyircileri selamladı ve aklından bambaşka şeyler geçiyormuş gibi düşünceli düşünceli narçiçeği kadifeden koltuğuna yöneldi. Piskopos ve başrahiplerden oluşan maiyeti, bugünkü deyimle kurmay heyeti de peşinden peykeye girerken salonda büyük bir merak ve uğultu dalgası uyandırmaktan da geri kalmadı. Herkes bunları birbirlerine göstermekte, adlarını söylemekte yarış ediyordu; içlerinden en az birini tanımayan kimse yoktu. Kimi Marsilya piskoposu monsenyör –hafızam beni yanıltmıyorsa– Alaudet’yi, kimi Saint-Denis birinci rahibini, kimi Saint-Germain-des-Prés başrahibi, XI. Louis’nin bir metresinin hovarda kardeşi Robert de Lespinasse’ı… Birçok yanılgı ve uyumsuz sesler de cabası… Öğrencilerse küfür ediyorlardı. Gün onların günüydü, onların deliler bayramı, onların çılgınlık âlemi, onların yıllık

hukukçu ve okullu şenliği… O gün, caiz olmayan ve kutsal sayılmayan hiçbir kepazelik yoktu. Sonra kalabalığın arasında şirazeden çıkmış bazı hanımlar da vardı, Dörtokka Simone, Tapacı Agnès, Tekeayak Robine gibi… Böyle güzel bir günde, kilise büyükleriyle hayat kadınlarından oluşmuş bu kadar neşeli bir toplulukta, rahatça küfür savurup Tanrı’nın adını biraz örselemek fazla görülebilir miydi? Dolayısıyla, öğrenciler bu haklarını kullanmaktan geri kalmıyordu ve curcunanın ortasında, bütün bu papaz adayı ve öğrencilerin dilinden –yılın geri kalan kısmında Saint-Louis’nin kızgın demirinin korkusuyla tutulan bu dillerden– dökülen, en günahından en müstehcenine kadar korkunç küfürler gırla gidiyordu. Zavallı Saint-Louis! Kendi adalet sarayında nasıl da dalga geçiliyordu onunla!.. Her öğrenci peykeye yeni gelenler arasından siyah, gri, beyaz veya mor bir cüppeyi hedef almıştı. Joannes Frollo de Molendino ise, bir başdiyakozun kardeşi sıfatıyla, hiç çekinmeden kırmızıya saldırmıştı ve gözlerini Kardinal’e dikerek avazı çıktığı kadar şarkı söylüyordu:
Cappa repleta mero!32
Burada okurlarımızı aydınlatmak için açıkladığımız bütün bu ayrıntılar, salonu dolduran uğultunun arasında o kadar boğuluyordu ki, peykedekilerin kulaklarına ulaşmadan dağılıp gidiyordu. Zaten ulaşsaydı da Kardinal fazla umursamazdı, zira böyle günlerde bu tür taşkınlıklar göreneklere girmiş bulunuyordu. Kaldı ki, kaygılı yüz ifadesinden de anlaşıldığına göre, kendisini yakından izleyen, ve peykeye hemen hemen onunla aynı anda giren başka bir derdi de vardı: Flandre’lı elçilik heyeti.
Kardinal’in kaygılanmasının sebebi, kurt politikacı olması ve kuzini Marguerite de Burgonya’nın kuzeni Viyana dükü veliaht Charles’la evlenmesinin olası sonuçlarını gözünde büyütmesi değildi; Avusturya dükü ile Fransa kralının bu alçıyla sıvanacak iyi ilişkilerinin ne kadar süreceği, İngiltere kralının, kızının küçük düşürülmesini nasıl karşılayacağı da pek umrunda değildi. Her akşam, Kral’ın Chaillot Bağları şarabının hakkını veriyor, XI. Louis tarafından (tabii Hekim Coictier tarafından biraz gözden geçirilip düzeltilmiş olarak) IV. Edward’a hediye edilen aynı şaraptan birkaç şişenin günün birinde Louis’yi Edward’dan kurtaracağını aklına bile getirmiyordu. Monsenyör Avusturya dükünün çok şerefli sefaret heyeti, Kardinal’i böyle kaygılara boğmuyor, ancak başka bir yönden adamakıllı canını sıkıyordu. Gerçekten de –romanın ikinci sayfasında bu konuda birkaç söz etmiştik– kendisi yani Charles de Bourbon gibi bir şahsiyetin adsız sansız burjuvaları, kendisi gibi bir Kardinal’in birtakım belediye meclisi üyelerini, yine kendisi gibi keyif ehli şarapsever bir Fransız’ın, bira fıçısı Flamanları törenle karşılayıp üstelik eğlendirmek zorunda kalması pek yenilir yutulur şey değildi; hem de herkesin gözü önünde… Bu herhalde Kral’ın keyfi için oynadığı en çekilmez mutluluk rollerinden biri olacaktı.
Dolayısıyla, kapıcı gür bir sesle, “Monsenyör Avusturya dükünün sayın elçileri!” diye anons edince dünyanın en sevecen çehresiyle (buna çok dikkat ediyordu) kapıya doğru döndü. Söylemeye gerek yok, tüm salon da aynı şeyi yaptı.
O zaman, Avusturya Dükü Maximilien’in kırk sekiz elçisi, Charles de Bourbon’un rahiplerden oluşan cıvıl cıvıl maiyetiyle tam bir tezat yaratan ciddi ve ağırbaşlı bir edayla, ikişerli sıra halinde, başlarında Saint-Bertin Manastırı başrahibi, Altın Post şansölyesi, muhterem peder Jehan ile Dauby beyi ve Gand yüksek savcısı Jacques de Goy olduğu halde, içeri girdiler. Salonda, bu şahsiyetlerin her birinin kapıcıya söylediği ve onun da kafasını gözünü yararak kalabalığa tekrarladığı garip adları ve burjuva unvanlarını duyabilmek için, bastırılmaya çalışılan gülüşlerle birlikte derin bir sessizlik oldu. Heyetin içinde Louvain şehri belediye meclisi üyesi Loys Roelof; Brüksel belediye meclisinden Sayın Clays d’Etuelde; Voirmizelle beyi, Flandre Parlamentosu başkanı Sayın Paul de Baeust; Anvers şehri belediye başkanı Jehan Colleghens; Gand şehri Anayasa Kurulu Başkanı George de la Moere; adı geçen şehrin yönetim bölgeleri başsorumlusu Gheldolf van der Hage; Bierbecque Beyi, Jehan Pinnock ve Jehan Dymaerzelle vd. vd. vardı… Savcılar, meclis üyeleri, belediye başkanları; belediye başkanları, meclis üyeleri, savcılar; hepsi baston yutmuş gibi dimdik, kaskatı duruyordu, kadife ve damasko kumaşlardan resmî kılıklar içindeydiler, başlarında Kıbrıs sırmasından kocaman püsküllerle süslü siyah kadife şapkalar vardı; aslında dürüst Flaman tipleri, Rembrandt’ın Gece Devriyesi’nin siyah arka fonunda son derece güçlü ve ağırbaşlı olarak öne çıkardığı kişilerin soyundan, ciddi suratlı ve haysiyetli simalardı bunlar; Avusturya Dükü Maximilien’in bildirisinde ifade edildiği gibi, sağduyularına, cesaretlerine, deneyimlerine, sadakat ve temkinliliklerine tam bir güven beslemekte haklı olduğu adeta hepsinin alınlarında yazan şahsiyetler…
Fakat içlerinden biri müstesnaydı. Bu uyanık, zeki, kurnaz görünüşlü adam, bir tür maymun ve diplomat suratına sahipti, Kardinal’in ona doğru üç adım ilerleyip yerlere kadar eğilmesine rağmen, adı sadece Gand şehri meclis üyesi ve naibi Guillaume Rym idi.
O sırada pek az kişi Guillaume Rym’in kim olduğunu biliyordu. Bir devrim zamanında olayların üzerinde güneş gibi parlayacak olan; fakat on beşinci yüzyılda kirli entrikalara gömülmüş, Saint-Simon dükünün dediği gibi lağımlarda yaşayan eşi az bulunur bir deha… Zaten Avrupa’nın başlağımcısı olarak takdir de ediliyordu; XI. Louis’yle samimiyet içinde entrikalar çeviriyor, sık sık Kral’ın gizli işlerine el atıyordu. Kardinal’in bu çelimsiz Flaman yöneticisine gösterdiği nezakete şaşıp kalan kalabalığın bilmediği şeylerdi bunlar…
IV
Jacques Coppenole Usta

Gand naibi ile Kardinal pek alçaktan birer reverans ve ondan daha alçak bir sesle birbirlerine bir iki laf ederlerken uzun boylu, ablak suratlı, geniş omuzlu bir adam, Guillaume Rym’le birlikte içeri girmek için çabalıyordu; bir tilkinin yanındaki buldog gibi. Fötr şapkasıyla deri ceketi, çevresindeki kadife ve ipeklilerin ortasında bir leke gibi duruyordu. Adamı yolunu şaşırmış bir seyis zanneden kapıcı onu durdurdu:
“Hey arkadaş! Buradan geçilmez.”
Deri ceketli adam, kapıcıya bir omuz attı.
“Benden ne istiyor bu soytarı?” diye öyle yüksek sesle haykırdı ki, bütün salon bu garip konuşmayı duymak için kulak kesildi. “Görmüyor musun, ben de kafiledenim?”
“Adınız?” diye sordu kapıcı.
“Jacques Coppenole.”
“Meslek ve unvanınız?”
“Çorapçı. Gand’da Trois Chaînettes tabelası altında faaliyet gösteriyorum.”
Kapıcı geri çekildi. Belediye başkanlarını, meclis üyelerini takdim etmek, hadi neyse; fakat bir çorapçıyı? Kolay iş değildi. Kardinal zaten diken üstündeydi. Bütün halk bakıyor ve dinliyordu. Kardinal Hazretleri zaten iki günden beri bu Flaman ayılarını, az çok insan yüzüne çıkacak hale getirmek için yontmaya uğraşıyordu ve şimdi ortaya çıkan bu garabet, işi zorlaştırmaktaydı. Bu sırada Guillaume Rym, kurnazca bir gülümsemeyle kapıcıya yanaştı ve kulağına, “Gand şehri belediye amirliği kâtibi Jacques Coppenole Usta’yı anons edin,” diye fısıldadı.
“Kapıcı,” diye tekrarladı Kardinal yüksek sesle, “ünlü Gand şehrinin belediye başkanlığı kâtibi Jacques Coppenole Usta’yı anons et.”
Bu bir hataydı. Guillaume Rym tek başına sorunu bertaraf edebilirdi; ne var ki Coppenole, Kardinal’i işitmişti.
“Hayır, Tanrı aşkına!” diye bağırdı gök gürültüsü gibi bir sesle, çorapçı Jacques Coppenole. “Duyuyor musun kapıcı? Eksiği fazlası yok. Tanrı aşkına! Çorapçı unvanı yeterince güzel. Sayın arşidük birçok kez eldivenini benim çoraplarımda aramıştır.”
Salon, alkış ve kahkahalarla çınladı. Paris’te taşlamalar her zaman gerektiği gibi anlaşılır ve tabii her zaman alkışlanır.
Ayrıca ekleyelim ki Coppenole, halktan biriydi ve etrafındaki kitle de halktı. Bu yüzden aralarında, elektriklenme gibi çabucak, kolayca iletişim kurulmuştu. Flaman çorapçının, saray adamlarını aşağılayan gururlu çıkışı, oradaki bütün avam ruhlarında, on beşinci yüzyılda henüz müphem ve belirsiz olan bir tür haysiyet duygusunu harekete geçirmişti. Az önce Sayın Kardinal’e kafa tutan bu çorapçı, onlardan biriydi! Kardinal’in cüppesinin kuyruğunu tutan Sainte-Geneviève başrahibinin vekilinin mübaşirlerinin uşaklarına bile saygı ve itaate alışmış olan yoksul ve zavallı insancıklara pek hoş gelen bir düşünceydi bu.
Coppenole, gururla Kardinal’i selamladı; o da XI. Louis’nin bile çekindiği bu güçlü burjuvanın selamına aynı şekilde mukabele etti. Sonra, Philippe de Comines’in dediği gibi bilge ve muzip bir adam olan Guillaume Rym bir üstünlük ve alay gülümsemesiyle ikisinin peşine takıldı ve her biri yerini aldı; Kardinal biraz bozulmuş ve kaygılı, Coppenole ise sakin ve kurumluydu. Herhalde çorapçılık unvanının başka bir unvandan geri kalır tarafı olmadığını; kardinal bile olsaydı bugün evlendireceği Marguerite’in annesi Marie de Burgonya’nın kendisinden çorapçıyken korktuğundan daha az korkacağını düşünüyordu; öyle ya, bir kardinal, Atak Charles’ın kızının gözdelerine karşı tüm Gand ahalisini ayaklandıramazdı; bir kardinal, Flandre’lı prenses gözdeleri için halkına yalvarmak üzere darağacının dibine kadar geldiğinde, onun gözyaşlarına ve yakarışlarına karşın gevşeyen halkı bir sözle galeyana da getiremezdi; oysa siz, soylu ve ünlü senyörler Guy d’Hymbercourt ve Şansölye Guillaume Hugonet! Kellelerinizin düşmesi için çorapçının deri ceketli kolunun kalkması yetmişti!..
Ancak zavallı Kardinal için daha her şey bitmemişti; bu kadar berbat bir toplulukta bulunmanın acı kadehindekini, tortusuna dek içmesi gerekiyordu.
Okur daha proloğun başlangıcında peykenin kenarına yapışmış olan küstah dilenciyi herhalde unutmamıştır. Ünlü davetlilerin gelişi ona, tuttuğunu bıraktırmış değildi; yüksek rahipler ve elçiler, fıçıya istiflenen gerçek Flaman ringaları gibi salondaki sıralara yerleşirken o, yerini daha bir benimsemiş, sütunun tepesinde bacak bacak üstüne atmıştı. Sıradan bir küstahlık değildi bu ve dikkatler başka yere yönelmiş olduğu için ilk anlarda farkına varılmamıştı. Öte yandan o da salonda hiçbir şey göremiyordu; Napolilere has bir kaygısızlıkla başını iki yana uzatıyor, ara sıra uğultunun içinde istemdışı bir alışkanlıkla, “Tanrı aşkına için bir sadaka!” diye mırıldanıyordu. Aslına bakılırsa bütün salonda, Coppenole ile kapıcının tartışmasına başını bile çevirmeye tenezzül etmeyecek tek kişi o olurdu muhtemelen. Ama rastlantı bu ya, şimdiden halkın kanının iyice kaynadığı ve bütün gözlerin üzerine dikildiği Gand’lı çorapçı, tam dilencinin üstünde, peykenin birinci sırasına gelip oturdu. Ve Flaman elçisinin, gözlerinin önündeki garip tipi iyice inceledikten sonra paçavralara sarılı omzuna dostça bir şaplak indirdiğini görenler doğrusu az şaşırmadı. Dilenci döndü; ikisinin yüzünde de bir şaşkın, minnettar ve neşeli bir ifade belirdi vb. vb. sonra seyircilere hiç aldırış etmeksizin çorapçıyla hırpani dilenci, birbirinin ellerini tutarak alçak sesle konuşmaya başladı; peykenin yaldızlı çuha örtüsünün üstüne yayılan Clopin Trouillefou’nun yırtık pırtık esvapları bir portakalın üzerindeki tırtıl etkisi yaratıyordu.
Bu garip sahne, salonda öyle bir çılgınlık ve neşe uğultusuna yol açtı ki, Kardinal de olayın farkına varmakta gecikmedi. Biraz eğildi ve bulunduğu yerden Trouillefou’nun iğrenç hırkasını ancak şöyle böyle görebildiği için, doğal olarak dilencinin sadaka istediğine hükmetti ve bu kadar cüret karşısında isyan ederek bağırdı: “Sayın Adalet Sarayı savcısı, bu serseriyi nehre atın!”
“Tanrı aşkına! Monsenyör Kardinal,” dedi Coppenole, Clopin’in elini bırakmadan, “o benim dostlarımdandır.”
“Noel! Noel!” diye bağırdı kalabalık ve o andan itibaren Coppenole Usta Gand’da olduğu gibi Paris’te de halk nezdinde itibar kazandı; çünkü, –diyor Philippe de Comines– bu cüssede adamların, yolu yordamı bir kenara bırakırlarsa orada itibarları vardır.
Kardinal dudağını ısırdı. Yanındaki Sainte-Geneviève Manastırı başrahibine doğru eğildi ve alçak sesle şöyle dedi:
“Doğrusu Sayın Arşidük, Madam Marguerite’in habercisi olarak bize pek sevimli elçiler göndermiş!”
“Kardinal hazretleri,” dedi Başrahip, “bu domuz suratlı Flamanlar için nezaketini boşa harcıyor. Margaritas ante porcos.”
“Daha doğrusu,” dedi Kardinal gülümseyerek, “Porcos ante Margaritam33.”
Cüppeli küçük ekâbir topluluğu, bu kelime oyununa bayıldı. Kardinal de kendini biraz rahatlamış hissetti. O da bir nükte yapıp kendini alkışlatmış, böylece Coppenole’le ödeşmişti.
Şimdi, okurlarımız arasından –günümüz üslubunda dendiği gibi– bir imge veya bir fikri genelleme yeteneğine sahip olanlara, izinleriyle, tam dikkatlerini dondurduğumuz anda Saray’ın büyük salonunun arz ettiği manzarayı gayet net olarak gözlerinin önünde canlandırıp canlandırmadıklarını soracağız. Salonun tam ortasında, batı duvarına yaslanmış, altın yaldızlı brokar kaplı geniş ve görkemli bir tür peyke var; sivri kemerli küçük bir kapıdan buraya, bir tören alayı halinde, bir kapıcının sıtma görmemiş sesiyle anons edildikçe, ağırbaşlı tavırlı önemli kişiler giriyor. İlk sıralara ermin kürkler, kadifeler ve ağır lal rengi kumaşlara bürünmüş muhterem şahsiyetler yerleşmiş bile. Onurlu bir sessizliği koruyan bu peykenin etrafında, aşağıda, karşıda, her yerde yoğun bir kalabalık ve büyük bir uğultu… Peykedeki her simanın üzerine binlerce göz dikili, her ad hakkında binlerce fısıltı dolaşıyor. Evet, manzara sahiden ilginç ve seyircilerin dikkatini hak ediyor etmesine de, şurada, salonun ta ucunda, üstünde ve altında dörder rengârenk kuklayla bir sahneye benzeyen şu şey de neyin nesi? Ve sahnenin yanındaki siyah üstlüklü solgun yüzlü adam da kim ola? Ne yazık sevgili okur, Pierre Gringoire bu… ve de proloğu…
Onu hepimiz külliyen unutmuştuk.
Onun korktuğu da tamı tamına buydu zaten.
Kardinal’in girdiği andan itibaren Gringoire proloğunun selameti uğruna çırpınıp durmuştu. Önce sahnede donup kalan aktörlere devam etmelerini ve seslerini yükseltmelerini buyurmuş, sonra kimsenin dinlemediğini görünce onları susturmuştu; kesintinin sürdüğü yaklaşık on beş dakikadan beri de durmadan ayağını yere vuruyor, çırpınıp duruyor, proloğun devamı için çevrelerindekileri dürtüklesinler diye Gisquette’le Liénarde’a sesleniyordu; ama hepsi boşunaydı. Kimse gözünü ve kulağını, bu geniş görüş çemberinin odak noktasını oluşturan Kardinal, elçiler ve peykeden ayırmıyordu. Hem sonra galiba, istemeyerek de olsa söylemek zorundayız, Kardinal’in gelip de bu kadar korkunç bir şekilde dikkatleri dağıttığı sırada, prolog zaten salondakileri biraz sıkmaya başlamıştı. Netice itibariyle gerek peykede gerek mermer platformda seyredilen şey aynıydı, yani Emek ile Ruhban’ın, Asalet ile Emtia’nın çekişmesi… Zaten birçok insan bu şahsiyetleri, Gringoire’ın giydirmiş olduğu sarılı beyazlı gömlekler içinde, manzum repliklerle konuşan, makyajlı ve kostümlü, adeta saman doldurulmuş kuklalar olarak görmektense Flaman elçilik heyetinde ve piskoposluk erkânında, Kardinal’in cüppesi ve Coppenole’ ün ceketi altında, yaşayan, soluk alan, bir şeyler yapan, birbirlerini dirsekleyen etten kemikten canlılar olarak görmeyi tercih ediyordu.
Yine de şairimiz, sükûnetin biraz sağlandığını görünce her şeyi kurtarabilecek bir numara tasarladı. Yanındakilerden sabırlı görünüşlü şişmanca ve sakin bir adama dönerek, “Beyefendi,” dedi, “ne dersiniz, yeniden başlasınlar mı?”
“Neye?” dedi adam.
“Neye mi, temsile tabii,” dedi Gringoire.
“Nasıl isterseniz,” dedi muhatabı.
Bu yarım onay Gringoire’a yetti; kendi işini kendi görerek ve mümkün olduğu kadar kalabalığa karışmaya çalışarak bağırmaya başladı: “Temsili başlatın! Temsili tekrar başlatın!”
“Vay canına!” dedi Joannes de Molendino, “Orada dipte neler oluyor? (Zira Gringoire dört kişilik gürültü yapıyordu.) Hey, baksanıza arkadaşlar, temsil bitmemiş miydi? Tekrar başlatacaklarmış. Bu haksızlık değil mi?”
“Hayır! Hayır!” diye bağırdı bütün öğrenciler. “Kahrolsun temsil! İstemiyoruz!”
Fakat Gringoire dört bir yana koşuyor, öğrencileri bastırmak için daha da yüksek sesle bağırıyordu: “Başlayın! Başlayın!”
Bağırışlar sonunda Kardinal’in dikkatini çekti.
“Sayın Adalet Sarayı Savcısı,” dedi birkaç adım ötesindeki siyah giysili bir adama, “bu serseriler kutsal su havuzunda dalaşan şeytanlar mı, böyle cehennemî bir gürültü yaptıklarına göre?..”
Adalet Sarayı Savcısı bir tür iki yaşayışlı devlet memuru, adliyeci sınıfından bir çeşit yarasaydı, hem fareden hem kuştan, hem yargıçtan hem askerden bir şeyler kapmıştı. Kardinal Hazretlerine yaklaştı ve onun hoşnutsuzluğunu üzerine çekme korkusu içinde kekeleyerek halkın tuhaf davranışını açıklamaya girişti: öğle saati Kardinal hazretlerinden önce gelmişti ve oyuncular, Kardinal hazretlerini beklemeden başlamak zorunda kalmışlardı.
Kardinal kahkahadan kırıldı.
“Ant olsun, Sayın üniversite R

ektörü de aynı şeyi yapmalıydı. Ne dersiniz Sayın Guillaume Rym?”
“Monsenyör,” dedi muhatabı, “komedinin yarısından kurtulduğumuza sevinelim. Bu bile bir kazançtır.”
“Yani bu keratalar, oyunlarına devam edebilirler mi?” diye sordu savcı.
“Devam edin, devam edin!” dedi Kardinal; “Benim için fark etmez. Bu arada ben de dua kitabımı okurum.”
Savcı, peykenin kenarına doğru ilerledi ve eliyle sessizlik işareti yaptıktan sonra, hem oyunun tekrar başlamasını hem de burada kesilmesini isteyenleri tatmin etmek için şöyle bağırdı:
“Burjuvalar, köylüler ve kentliler! Kardinal hazretleri devam edilmesini emrediyorlar.”
Her iki tarafın da karara boyun eğmesi gerekti. Fakat bu nedenle yazar da seyirciler de uzun süre Kardinal’e hınç beslediler.
Böylece sahnedekiler tekrar oyuna başladı ve Gringoire da hiç olmazsa eserinin geri kalan kısmının dinleneceğini umdu. Fakat bu umut da kurduğu diğer hayaller gibi kırılmakta gecikmedi; gerçekten de salonda sessizlik şöyle böyle yeniden sağlanmış, fakat Gringoire, Kardinal’in tekrar başlama iznini verdiği sırada peykenin henüz dolmamış olduğunu ve Flamanlardan sonra korteje dahil başka önemli kişilerin de çıkageldiğini fark etmemişti. Sahnedeki diyaloğun arasında ikide bir bunların ad ve unvanlarını anons eden kapıcının naraları temsili mahvediyordu. Gerçekten de, bir piyesin ortasında, iki beytin, bazen de iki yarım dizenin arasına bir kapıcının ciyaklayan sesinin şöyle ayraçlar sokuşturduğunu bir düşünün:
“Sayın Jacques Charmolue, kilise mahkemesinde Kral’ın vekili!”
“Jehan de Harlay, Paris şehri gece devriyesi şövalyeliğinde muhafız, kraliyet seyisi!”
“Sayın Galiot de Genoilhac, şövalye, Brussac senyörü, kraliyet topçubaşı!”
“Sayın Dreux-Raguier, efendimiz kralın Fransa, Champagne ve Brie’den sorumlu su ve ormanlar komiseri!”
“Sayın Louis de Graville, şövalye, Kraliyet danışman ve mabeyincisi, Fransa amirali, Vincennes Ormanı kapıcısı!”
“Sayın Denis Le Mercier, Paris Körler Evi muhafızı! vb. vb…”
Durum dayanılmaz bir hal alıyordu.
Sahnedeki gösteriyi izlenemez hale getiren bu garip refakat müziği, ilginin gittikçe arttığını ve eserinin beğenilmek için sadece dinlenmeye ihtiyacı olduğunu gördüğü ölçüde, Gringoire’ı daha da kızdırıyordu. Gerçekten de daha ustalıklı ve daha dramatik bir olay örgüsü düşünülemezdi. Proloğun dört şahsı, ölümcül bir sıkıntı içinde yakarıp duruyorlardı ki, bizzat Venüs, vera incessu patuit dea34, Paris şehrinin arması olan geminin göğüs kısmına iliştirildiği güzel bir giysi içinde karşılarına çıkmıştı. En güzel kıza vaat edilmiş olan veliahdı istemeye geliyordu. Vestiyerden yıldırımının gürültüsü işitilen Jüpiter de ondan yanaydı ve tanrıça az daha amacına ulaşacak, yani düpedüz veliahdla evlenecekti ki, beyaz damaskolar giymiş ve elinde bir papatya (Flandre Prensesi Marguerite’in saydam simgesi) tutan gencecik bir kız çocuğu çıkageliyor ve Venüs’le mücadele etmeye başlıyordu: beklenmedik durum ve sorunu çözecek olay. Venüs, Marguerite ve diğerleri bir tartışmanın ardından, Meryem Ana’nın hükmüne boyun eğecekleri konusunda anlaşıyorlardı. Piyeste bir güzel rol daha vardı, Mezopotamya kralı Dom Pedro rolü; ama bu kadar kesinti arasında bunun neye yaradığını anlamak zordu. Bütün bunlar sahneye o sözünü ettiğimiz merdivenden çıkmışlardı.
Fakat olan olmuştu bir kere. Bu güzelliklerin hiçbiri ne hissediliyor ne anlaşılıyordu. Kardinal’in girişiyle sanki görünmeyen sihirli bir ip, bütün bakışları mermer platformdan peykeye, salonun güney ucundan batı kenarına çekmişti. Kalabalığı etkisi altına alan büyü hiçbir şeyle bozulmuyordu. Bütün gözler oraya dikiliydi ve yeni gelenler, onların lanet olası adları, suratları ve kılık-kıyafetleri sürekli biçimde dikkatleri sahneden uzaklaştırıyordu. Çok hazin bir durumdu bu. Gringoire’ın yenlerinden çekiştirmesiyle ara sıra sahneye dönen Gisquette ile Liénarde hariç, şişman sabırlı komşu hariç, kimse yüzüstü bırakılmış zavallı ibretlik oyunu dinlemiyor, seyretmiyordu. Gringoire artık insanları yalnız profilden görüyordu.
Bina ettiği bütün o şan şöhret ve şiir yapısının parça parça çöküşüne o denli derin bir acıyla tanık oluyordu ki!.. Hele bu halkın bir ara eserini izleme sabırsızlığıyla Adalet Sarayı Savcısı’na başkaldırmanın eşiğine geldiğini düşününce!.. Ama şimdi eser önlerinde olduğu halde kimse umursamıyordu. Oysa temsil nasıl da bir alkış tufanıyla başlamıştı! Halk teveccühünün ebedî gelgiti işte!.. Düşünün bir kere, az daha savcının çavuşlarını bile asacaklardı! Hâlâ o güzelim ânı yaşıyor olmak için neler vermezdi!..
Kapıcının hoyrat monoloğu nihayet bitti; herkes gelmişti, Gringoire da rahat bir nefes aldı. Aktörler cesaretle oyunlarına devam ediyorlardı. Fakat Gringoire, çorapçı Coppenole Usta’nın birdenbire ayağa kalkıp bütün dikkatleri üstünde toplayarak, şu iğrenç nutku çekmeye başladığını duymaz mı:
“Paris’in sayın burjuva ve soyluları, Tanrı aşkına, burada ne yaptığımızı anlamıyorum. Şurada, köşede, şu kerevetin üstünde, dövüşmeye niyetli gözüken birtakım insanlar görüyorum. Dinî oyun derken kastettiğiniz bu mu bilmem; ama eğlenceli bir şey olmadığı belli. Dilleriyle kavga ediyorlar, o kadar. On beş dakikadır ilk vuruşu bekliyorum, hiçbir şeyin geldiği yok. Birbirlerini sadece hakaretle yaralayan ödlekler bunlar. Londra yahut Rotterdam’dan güreşçiler getirtilmeliydi; o zaman görürdünüz yumruk nasıl çalınırmış, sesi ta meydandan duyulurdu. Bunlarsa insanda merhamet uyandırıyor. Hiç olmazsa bir Mağrip dansı ya da herhangi bir şaklabanlık yapsalar ya bize! Bana söylenen bu değildi. Papa seçimiyle birlikte bir deliler bayramı vaat edilmişti. Gand’da bizim de deliler papamız vardır, Tanrı aşkına, bu hususta kimseden geri değiliz! Ama bakın biz nasıl yapıyoruz: Buradaki gibi büyük bir kalabalık topluyoruz; sonra herkes sırayla başını bir delikten geçirip diğerlerine yüz şaklabanlığı yapıyor; en çirkin suratı gösteren alkışlarla papa seçiliyor. Bu kadar. Çok eğlenceli oluyor. Sizin papanızı da bizim usulle seçelim mi? Ne kadar olsa şu gevezeleri dinlemekten daha az sıkıcı olur. Tabii onlar da başlarını deliğe sokup yüz şaklabanlığı yapmak isterlerse oyuna dahil olurlar. Ne dersiniz sayın burjuvalar? Burada da Flaman usulü gülmek için her iki cinsten yeterli sayıda gülünç numune var nasıl olsa ve suratlarımız güzel bir yüz şaklabanlığı beklenebilecek kadar çirkin.”
Gringoire karşılık vermek isterdi ama şaşkınlık, öfke, isyan duygusu yüzünden dili tutuldu. Zaten, halkın gönlünü fetheden çorapçının önerisi, kendilerine Soylular, diye seslenildiği için gururları okşanmış burjuvalar tarafından öylesine coşkunlukla karşılandı ki, her türlü direnme boşuna olacaktı. Kendini akıntıya bırakmaktan başka çare yoktu. Gringoire, Thimanthes’in35 Agamemnon’u gibi başını gizleyecek bir harmanisi olmadığından, iki eliyle yüzünü kapadı.
V
Quasimodo

Coppenole’ün fikrini uygulamak için gereken her şey göz açıp kapayıncaya kadar hazır edildi. Burjuvalar, öğrenciler ve hukukçular işe koyulmuştu. Mermer platformun karşısındaki küçük şapel, yüz şaklabanlığı gösterilerine sahne olarak seçildi. Kapının üstündeki güzel vitray kırılmış, yerinde taştan bir çember kalmıştı ve yarışmacıların başlarını bu delikten çıkarmalarına karar verildi. Buraya ulaşmak için, kim bilir nereden bulunarak iyi kötü üst üste konulmuş iki fıçının üstüne çıkmak yeterliydi. Her adayın, erkek olsun kadın olsun (zira kadın papa da seçilebilirdi), yüz şaklabanlığının izleyicilerde yaratacağı etkinin tam ve yepyeni olması için, suratını kapatması ve ortaya çıkış ânına kadar şapelde saklanması kurala bağlandı. Şapel bir anda adaylarla doldu ve kapısı üstlerine kapandı.
Coppenole bulunduğu yerden her şeyi düzenliyor, yönetiyor, ayarlıyordu. Bu gürültü patırtı içinde, Gringoire kadar sarsılan Kardinal, işlerini ve akşam duasını bahane ederek bütün maiyetiyle birlikte salondan ayrılmış, ancak gelişinde o kadar heyecanlanmış olan kalabalık, gidişine en küçük bir tepki bile göstermemişti. Hazretin bu yenilgisini fark eden sadece Guillaume Rym oldu. Halkın ilgisi de güneş gibi döngüsünü takip ediyordu; salonun bir ucundan yola çıkmış, bir süre ortasında durakladıktan sonra şimdi öbür ucuna gelmişti işte. Mermer platform ve brokar kaplı peyke sıralarını savmışlar, sıra XI. Louis’nin şapeline gelmişti. Artık meydan her türlü çılgınlığa açıktı. Ortada sadece Flamanlarla ayaktakımı vardı.
Yüz şaklabanlığı yarışması başladı. Ters çevrilmiş kıpkırmızı gözkapakları, hayvan ağzı gibi açılmış ağzı ve İmparatorluk askerlerinin kaba saba çizmeleri gibi kırıştırdığı alnıyla pencerede arzı endam eden ilk surat salonda öylesine bir kahkaha tufanı kopardı ki, Homeros36 orada olsaydı bütün bu hödükleri tanrı sanırdı. Ama büyük salonun Olympos’a benzer hiçbir yanı yoktu ve Gringoire’ın zavallı Jüpiter’i bunu herkesten iyi biliyordu. Yarışma ikinci, sonra üçüncü yüz şaklabanlığıyla devam etti, ardından bir diğeri, bir diğeri daha; her defasında kahkahalar ve neşeli tepinmeler iki misline çıkıyordu. Bu gösteride, günümüzün ve salonlarımızın okuruna, hakkında bir fikir vermenin zor olduğu özel ve anlaşılmaz bir baş döndürücülük, bir mest etme ve büyüleme gücü vardı. Gözünüzde canlandırmaya çalışın: Üçgenden yamuğa, koniden çokyüzlüye art arda bütün geometrik şekilleri; hiddetten şehvete bütün yüz ifadelerini; yeni doğmuş buruş buruş bebekten ölüm döşeğindeki kırış kırış ihtiyara kadar bütün yaşları; Faunus’tan37 Baal-Zebub’a38 kadar bütün garip dinsel fantezileri; köpek ağzından kuş gagasına, domuz suratından öküz simasına kadar bütün hayvan profillerini sunan bir dizi surat… Pont-Neuf’ün bütün kabartma suratlarının, Germain Pilon’un eliyle taşlaştırılmış bu kâbuslardan çıkma yaratıkların, yeniden can ve soluk bulup birer birer ateş saçan gözlerle yüzünüze baktıklarını; Venedik karnavalının bütün maskelerinin dürbününüzün merceğinde geçit resmi yaptıklarını; tek sözcükle bir insan kaleydoskobu tasavvur edin.
Eğlence gittikçe daha Flaman işi oluyordu. David Teniers bile durumun hayli eksik bir tablosunu çizebilirdi. Salvator Rosa’nın savaş tablosu, Bacchus Şenliği olarak tasavvur edilsin. Artık ne öğrenci, ne elçi, ne burjuva, ne erkek ne de kadın kalmıştı ortada; ne Clopin Trouillefou, ne Gilles Lecornu, ne Dörtokka Marie ne de Robin Poussepain… Genel başıbozukluk içinde her şey siliniyordu. Büyük salon artık kocaman bir utanmazlık ve cümbüş kazanı olmuştu; her ağız bir çığlık, her yüz çarpılmış bir surat, her birey bir duruştu ve hepsi birden bağırıyor, uluyordu. Birer birer yuvarlak pencereye gelip dişlerini gıcırdatan tuhaf suratlar, zaten harlı olan ateşe atılan odunlar gibiydi. Bütün bu kaynaşan kalabalıktan, kaynayan kazandan çıkan buhar gibi, acı, tiz, keskin, sineğin kanatlarına has ıslık gibi bir uğultu yükseliyordu.
“Heeeey! Lanet olsun!”
“Şu surata bak!”
“Bir boka yaramaz.”
“Başkası gelsin!”
“Guillemette Maugerepuis, şu boğa suratına baksana; bir tek boynuzları eksik. Senin kocan olmasın?”
“Başkası gelsin!”
“Hay papanın işkembesine! Bu surat da ne böyle?”
“Hey, hey! Hile var! Yalnız suratlar gösterilecekti.”
“Ah şu kahrolası Perrette Callebotte! Bunu da mı yapacaktı!”
“Noel! Noel!”
“Boğuluyorum yahu!”
“Şuna da bak, kulakları delikten geçmiyor!”
Vb. vb…
Ancak dostumuz Jehan’ın hakkını yememek lazım. Bu curcunada, onun hâlâ, gabya yelkenine tırmanmış bir miço gibi, sütununun tepesinde olduğu görülüyordu. İnanılmaz bir çılgınlık içinde çırpınıyor, alabildiğine açılmış ağzından duyulmayan bir çığlık yükseliyordu; ne kadar şiddetli olursa olsun genel uğultu tarafından bastırıldığı için duyulmuyor değildi bu çığlık, kuşkusuz Sauveur’e göre saniyede on iki bin, Biot’ya göre sekiz bin titreşimlik algılanabilir tiz ses sınırını aştığı içindi.
Gringoire’a gelince ilk umutsuzluk ânı geçince kendini toplamış, talihsizlik karşısında direniyordu. Konuşan makineleri olan oyuncularına üçüncü kez, “Devam edin!” demişti. Sonra, mermer platformun önünde geniş adımlarla volta atarken gidip şapelin penceresinde görünmek gibi fanteziler bile geçiriyordu aklından; sadece bu nankör halka, dilini çıkarma zevkini tatmak için… “Ama yoo! Bu bize yakışmaz; intikam yok! Sonuna kadar savaşacağız!” diye tekrarlıyordu. “Şiirin halk üzerinde büyük etkisi vardır; onları geri getireceğim. Kimin galip geleceğini göreceğiz, surat şaklabanlığı mı, söz sanatı mı…”
Ne yazık ki oyununun tek seyircisi kendisi kalmıştı.
Durum az öncekinden daha beterdi, çünkü şimdi insanların yalnız sırtlarını görüyordu.
Yanılmışım. Kritik bir anda daha önce danıştığı sabırlı şişman adam hâlâ tiyatroya dönük duruyordu. Gisquette ile Liénarde’a gelince onlar çoktan sıvışmışlardı.
Gringoire, biricik seyircisinin bu sadakatinden dolayı çok duygulandı. Yaklaştı ve ona hitap etmek için kolunu hafifçe sarstı, zira adamcağız parmaklığa yaslanmış biraz şekerleme yapıyordu.
“Beyefendi,” dedi Gringoire, “size çok teşekkür ederim.”
“Beyefendi,” dedi şişman adam esneyerek, “ne için?”
“Canınızı sıkanın ne olduğunu anlıyorum,” diye devam etti şair, “oyuncuları rahatça işitmenize engel olan şu gürültü, değil mi? Ama içiniz rahat olsun, adınız gelecek kuşaklara geçecektir. Sahi, adınız neydi?”
“Renault Château, Châtelet de Paris mühürdarı, hizmetinizdeyim.”
“Beyefendi, siz burada Musa’ların tek temsilcisisiniz,” dedi Gringoire.
“Çok naziksiniz beyefendi,” dedi Paris yargı ve infaz kalesinin mühürdarı.
“Oyunu gerektiği gibi dinleyen bir siz varsınız,” diye devam etti Gringoire, “nasıl buldunuz?”
“Ha? Hımm!” diye karşılık verdi hâlâ mahmurluğunu üzerinden atamamış olan şişman yüksek devlet görevlisi; bayağı keyifliydi doğrusu.
Gringoire’ın bu övgüyle yetinmesi gerekti, çünkü şiddetli haykırışlarla karışık bir alkış tufanı konuşmalarını bıçak gibi kesti. “Deliler Papası” seçilmişti.
“Noel! Noel!” diye bağırıyordu bütün halk.
Gerçekten de o sırada penceredeki delikte ışıldayan surat harikalar harikası bir surattı. Bütün beşgen, altıgen ve ucube suratların pencerede art arda gözüküp de cümbüş tarafından galeyana gelmiş muhayyilelerde tasarlanan gülünçlük idealini bir türlü gerçekleştiremeyişlerinden sonra, seçimi kazanmak için ancak şu anda topluluğun gözünü kamaştırmakta olan müthiş surat gerekiyordu. Bizzat Coppenole Usta bile alkışladı; yarışmaya katılmış olan ve yüzünün çirkinliği, Tanrı bilir hangi raddelere ulaşabilen Clopin Trouillefou bile yenilgiyi kabul etti. Biz de aynı şeyi yapacağız. Okura bu dörtköşe burun, bu at nalı biçimindeki ağız, sağ göz devasa bir et beninin altında tamamen kaybolurken çalı gibi kızıl bir kaşın altından bakmaya çalışan bu küçücük sol göz, kale mazgalı gibi gedik gedik olan bu düzensiz dişler, dişlerden birinin fillerinki gibi üstüne sarktığı bu nasır tutmuş dudak, bu çatal çene ve hele de bütün bunların üzerine tuz biber eken genel yüz ifadesi, bu kötülük, şaşkınlık ve hüzün karışımı hakkında bir fikir vermeye kalkmayacağız. İsteyen, yapabilirse hayalinde canlandırsın.
Herkes alkışlıyordu. Kalabalık şapele doğru koştu, delilerin kutlu papası adeta bir zafer töreniyle dışarı çıkarıldı. Ama şaşkınlık ve hayranlık asıl o zaman doruğuna ulaştı; zira yarış için buruşturulup çarpıtılmış sanılan surat aslında adamın normal suratıydı…
Ya da, daha doğrusu, bütün varlığı bir çarpıtılmışlıktan ibaretti. Kızıl saçların fışkırdığı kocaman bir kafa; iki omuz arasında, etkisini ön tarafta da hissettiren koca bir kambur; ancak dizlerin birbirine temas edebileceği kadar yamuk duran ve önden bakınca sapları birbirine bitiştirilmiş iki orağa benzeyen bir uyluk ve bacak sistemi; geniş ayaklar ve devasa eller; bütün bu biçim bozukluklarıyla birlikte, bir tür korkutucu gürbüzlük, atiklik ve cesaret görüntüsü… Kuvvetin de güzellik gibi uyumun bir sonucu olduğunu söyleyen ezelî kuralın garip bir istisnası… Delilerin, kendilerine seçtikleri papa böyle biriydi işte.
Sanki kırıldıktan sonra parçaları yeniden doğru dürüst yapıştırılamamış bir dev.
Bir büyük adamın39 dediği gibi temelden itibaren geniş, adeta eni boyuna eşit olan ve Kykloplara40 benzeyen bu bodur yaratık şapelin eşiğinde belirip kımıldamadan durduğunda, üzerine sırmadan çan kuleleri serpiştirilmiş yarı kırmızı yarı mor giysisini, özellikle de kusursuz çirkinliğini gören halk, onu hemen tanıdı ve hep bir ağızdan bağırdı:
“Quasimodo bu! Zangoç Quasimodo! Notre-Dame’ın kamburu Quasimodo! Tekgöz Quasimodo! Topal

Quasimodo! Noel! Noel!”
Görülüyor ki zavallı yaratığın istemediğin kadar lakabı vardı.
“Gebe kadınlar dikkatli olsun!” diye bağırıyordu öğrenciler.
“Ya da gebe kalmak isteyenler!” diyordu Joannes.
Gerçekten de kadınlar elleriyle yüzlerini kapatıyorlardı.
“Hay çirkin maymun!” diyordu bir kadın.
“Çirkin olduğu kadar da kötü!” diyordu bir diğeri.
“Şeytanın ta kendisi!” diye ekliyordu bir üçüncüsü.
“Benim evim maalesef Notre-Dame’a yakın; bütün gece bunun çatılarda fink atışını işitiyorum.”
“Kedilerle birlikte.”
“Hep damlarımızın üstünde.”
“Bacalarımızdan içeri bakıp bize nazar değdiriyor.”
“Geçen akşam pencereme gelip yüzünü gözünü oynattı. Erkek sandım, yüreğim ağzıma geldi.”
“Şeytan ayinlerine gittiğine eminim. Bir keresinde süpürgesini benim su leğenimin yanına bıraktı.”
“İğrenç suratlı kambur!”
“Kötü ruh!”
“Pööh!”
Buna karşılık erkekler pek memnundu ve alkışlıyorlardı.
Bu gürültü ve patırtıya konu olan Quasimodo, şapelin kapısında ciddi ve somurtuk bir ifadeyle dikiliyor, kendini hayran bakışlara sunuyordu.
Bir öğrenci, galiba Robin Poussepain, yanına yaklaşıp onunla alay etti, neredeyse dibine girmişti. Quasimodo ağzını bile açmadan çocuğu kemerinden tuttuğu gibi kaldırıp kalabalığın üzerinden on adım öteye fırlattı.
Hayran kalan Coppenole Usta, Quasimado’ya yaklaştı.
“Tanrı aşkına! Kutsal Babamız! Sen sahiden hayatımda gördüğüm en güzel çirkinsin! Paris’te olduğu kadar Roma’da da papalığa layıksın.”
Böyle konuşarak, neşeli bir tavırla elini onun omzuna attı. Quasimodo kıpırdamadı. Coppenole devam etti:
“Öyle matrak bir herifsin ki, seninle yiyip içmek için sabırsızlanıyorum, bana on iki Tours akçesi tutarındaki bir gümüş liraya mal olsa bile. Ne dersin?”
Quasimodo cevap vermedi.
“Tanrı aşkına!” dedi çorapçı, “Sağır mısın be adam?”
Gerçekten de zangoç sağırdı.
Fakat Coppenole’ün tavırlarından sıkılmaya başlamıştı; öyle korkunç bir diş gıcırtısıyla ona doğru döndü ki, Flaman dev, kedinin önünden kaçan bir buldog gibi geriledi.
O zaman garip şahsın çevresinde, en az on beş adım yarıçapında bir korku ve saygı çemberi oluştu. Bir kocakarı Coppenole’e Quasimodo’nun sağır olduğunu söyledi.
“Sağır ha!” dedi çorapçı çınlayan Flaman kahkahasıyla, “Tanrı aşkına! İşte sana tam bir papa!”
“Hey, onu tanıyorum!” diye bağırdı, Quasimodo’yu daha yakından görmek için nihayet sütun başlığından inmiş olan Jehan, “başdiyakoz olan ağabeyimin zangocu bu. Merhaba Quasimodo!”
“Amma adammış ha!” dedi düştüğü için her tarafı yara bere içinde olan Robin Poussepain; “ortaya çıkıyor: bakıyorsun kambur; yürüyor: topal; size bakıyor: tekgöz; siz ona bir şey diyorsunuz: sağır. Peki, dili ne işe yarıyor bu Polyphemos’un?”
“İstediği zaman konuşur,” dedi kocakarı, “çan çala çala sağır olmuş. Dilsiz değil.”
“Dilsizliği eksik kalmış,” dedi Jehan.
“Bir göz de fazlası var,” diye ekledi Robin Poussepain.
“Yoo,” dedi Jehan, zekice, “tek göz, körden çok daha eksiklidir, çünkü kendinde eksik olanı bilir.”
Bu arada tüm dilenciler, tüm uşak takımı, tüm yankesiciler öğrencilere katılmış, alay halinde gidip adliyenin dolabından deliler papasının mukavvadan tacı ile gülünç cüppesini getirmişlerdi. Quasimodo hiç istifini bozmadan, bir tür gururlu uysallıkla, bunların kendisine giydirilmesine izin verdi. Sonra onu süslü püslü bir sedyenin üzerine oturttular; Deliler Loncasından on iki “memur” sedyeyi omuzlarına aldı. Kendi biçimsiz ayaklarının altında bütün bu dimdik, biçimli ve yakışıklı insan kafalarını gördüğü zaman, Kyklop’un asık suratına buruk ve küçümseyici bir tür sevinç ifadesi yayıldı. Derken yaygaracı ve hırpani tören alayı, âdet olduğu üzere, saray koridorlarını, ardından sokak ve kavşakları dolaşmak amacıyla yürüyüşe geçti.
VI
Esmeralda

Okurlarımıza, bütün bu olaylar esnasında Gringoire’ la temsilinin iyi dayandığını söylemekten mutluluk duyuyoruz. Durmadan dürtüklediği aktörleri tiyatro eserini oynamaya, o da dinlemeye ara vermemişlerdi. Curcunayı, başa gelen çekilir, diyerek kabullenmiş, sonuna kadar gitmeye azmetmişti; halkın ilgisinin tekrar temsile yöneleceğine dair umudunu koruyordu. Quasimodo, Coppenole ve deliler papasının sağır edici maiyeti, büyük bir gürültüyle salondan çıktıkları zaman, bu ölgün umut ışığı parlayıvermişti. Kalabalık da hevesle onların peşinden seyirtti. “Pekâlâ,” dedi şair, “bütün oyunbozan takımı defolup gidiyor işte…” Ne yazık ki, oyunbozanlar dediği, tüm izleyici kitlesiydi; göz açıp kapayıncaya kadar büyük salon boşalıverdi.
Doğrusunu söylemek gerekirse hâlâ birkaç seyirci vardı; kargaşa ve gürültü patırtıdan gına getirmiş, kimileri dağınık duran, kimileri sütunların dibine kümelenmiş, kadınlar, yaşlılar, çocuklar… Pencere denizliklerine ata biner gibi oturmuş birkaç öğrenci de meydanı seyretmekteydi…
“Pekâlâ,” diye düşündü Gringoire, “oyunumun sonunu dinlemeye yetecek kadar insan var. Kalabalık değil ama bunlar seçkin bir grup, kültürlü kesimden.”
Aradan biraz zaman geçti, Meryem Ana’nın gelişinde büyük bir etki yapacak olan bir senfoni çalınması gerekirken çalınmadı. Gringoire, çalgıcılarının da deliler papasının alayıyla birlikte gitmiş olduğunu fark etti. “O bölümü atlayıp devam edin,” dedi umursamazlıkla.
Kendisine oyunundan bahsediyorlarmış gibi gelen bir grup burjuvaya yaklaştı. Konuşmalarından yakalayabildiği kadarı şöyleydi:
“Cheneteau Usta, Navarre Konağı’nı biliyor musunuz? Hani eskiden Mösyö de Nemours’a aitti?..”
“Evet, Braque Kilisesi’nin tam karşısında.”
“Maliye onu nakkaş Guillaume Alixandre’a Paris akçesiyle yılda altı livre sekiz meteliğe kiralamış.”
“Kiralar ne kadar da yükselmiş!”
“Boş ver!” dedi Gringoire içinden; “diğerleri dinliyor ya…”
Tam o sırada penceredeki genç muziplerden biri bağırdı:
“Arkadaşlar! Esmeralda! Meydanda Esmeralda var!”
Bu sözcük sihirli bir etki yaptı. Salonda kalmış olanların hepsi pencerelere üşüştüler, görmek için duvarlara tırmandılar; “Esmeralda! Esmeralda!” diye tekrarlıyorlardı.
Aynı anda dışarıdan da şiddetli alkış sesleri geliyordu.
“Esmeralda mı? Bu da ne demek oluyor?” dedi Gringoire, kederle ellerini kavuşturarak; “aman Tanrım, görünen o ki şimdi de sıra pencerelere geldi.”
Mermer platforma döndü ve temsilin kesilmiş olduğunu gördü. Burası tam da Jüpiter’in yıldırımıyla ortaya çıkacağı andı. Ama Jüpiter, sahnenin altında kıpırdamadan duruyordu.
“Michel Giborne!” diye bağırdı kızgın şair, “ne yapıyorsun orada? Rolün bu mu? Çabuk çık yukarı!”
“Maalesef,” dedi Jüpiter, “öğrencinin biri merdiveni aldı.”
Gringoire baktı; dediği doğruydu. Piyesin düğümü ile düğümün çözülmesi arasında bütün iletişim kopmuştu.
“Haylaz serseri!” diye mırıldandı. “Peki neden aldı o merdiveni?”
“Gidip Esmeralda’yı görmek için,” diye cevap verdi Jüpiter, süklüm püklüm. “Hey, şuraya bak, kimsenin kullanmadığı bir merdiven!” dedi ve alıp gitti.
Bu son darbeydi; Gringoire durumu tevekkülle karşıladı.
“Şeytan canınızı alsın!” dedi oyunculara; “paranızı ancak ben paramı alırsam alırsınız.”
Bunu dedikten sonra, başı eğik ama meydanı en son terk eden, iyi savaşmış bir general gibi dışarı çıktı.
Sarayın dolambaçlı merdivenlerini inerken dişlerinin arasından homurdanıyordu:
“Bu Parisliler tam bir eşek sürüsü, bir hödük güruhu. Bir temsili seyretmeye geliyor ama seyretmiyorlar! Her şeyle ilgilendiler, Clopin Trouillefou’yla, Kardinal’le, Coppenole’le, Quasimodo’yla, şeytanla! Ama Meryem Ana’ya gelince: Yok! Avare serseriler, bilseydim size ne Meryem Ana’lar verirdim! Ya ben? Yüzler görmek için geldim ama sadece sırtlar gördüm! İnsan şair olsun da ancak bir eczacı kadar sükse yapsın ha! Gerçi Homeros da Yunan kasabalarında dilencilik yapmış, Naso41 ise Moskofların elinde sürgünde ölmüş. Ama o Esmeralda’ larıyla ne demek istediklerini anlıyorsam Tanrı belamı versin! Bir kere bu sözcük de ne böyle? Çingene diline ait galiba!”

Benzer İçerikler

Zorba – Nikos Kazancakis Online Kitap Oku

yakutlu

Öldüğüm Gün

yakutlu

Ateş, Güneş ve Ada

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy