80 GÜNDE DEVR-İ ÂLEM
Konuşkan bir adam değildi Phileas Fogg. Ondaki gizemli hâli arttıran da bu gizem dolu sessizliğiydi. Ama hayatında esrarlı denecek bir yan yoktu.
Şimdiye kadar belli bir yolculuk etmiş miydi?..
Belki de söyledikleri doğruydu, kim bilir. Çünkü hiç kimse dünyayı onun kadar iyi bilmiyordu. En ücra yerler hakkında dahi fikirleri olurdu. Bazen klüpte yollarını kaybetmiş yolcular hakkında konuşulurdu. O zaman Phileas Fogg, bu konuşmalardaki hataları düzeltir, gerçek ihtimalleri gösterir, bu olaylar sonunda onun anlattığı gibi biterdi.
Phileas Fogg, uzun süredir Londra’dan ayrılmamıştı. Kendisini daha eskiden tanıyanlar, evinden klübe gelmek için her gün yürüdüğü yol hariç, onu başka yerde görmediklerini söylüyorlardı. Phileas Fogg, yalnız gazete okumak ve vist oynamakla vakit geçirmekteydi. Vist, konuşulmadan oynanan bir kâğıt oyunu olduğundan onun yaradılışına uygundu.
Phileas Fogg evli değildi. Ayrıca akrabası ya da dostu da yoktu. Saville Row’daki evinde tek başına oturuyordu. Bir tek uşak, evin bütün işlerini görebiliyordu. Çünkü Phileas Fogg, öğle ve akşam yemeklerini hep aynı saatlerde, klübün aynı salonunda ve aynı masada yerdi. Günün yirmi dört saatinin on saatini evinde geçiriyor, bu süre içinde ya uyuyor ya da giyinerek tıraş oluyordu.
Saville Row’daki evi lüks olmamakla beraber, çok rahat bir yerdi. Ev sahibinin alışkanlıkları hiç değişmediği için evin hizmeti pek o kadar ağır değildi. Fakat Phileas Fogg, çalıştırdığı bir tek uşağın yine de her işi tam zamanında ve çok düzgün yapmasını isterdi. Tam o gün, yani 2 Ekim tarihinde Phileas Fogg, uşağı James Forster’ın işine son vermişti. Uşağın suçu çok büyüktü. Efendisinin tıraş suyu seksen altı derece olacakken, seksen derece su getirmişti. Çok titiz olan efendisi de bu durum karşısında uşağına yol vermişti. Şimdi James Forster, yerine gelecek olan öteki uşağı bekliyordu. Yeni uşağın saat on birle on bir buçuk arasında gelmesi gerekiyordu. Phileas Fogg, bir koltuğa kurulmuş, iki ayağını hazır ol vaziyetinde bir asker gibi birbirine yaklaştırmıştı. Vücudu dimdikti. Gözlerini saate dikmişti. Saat tam on bir buçuktu. Bay Fogg’un her günkü gibi evden çıkıp Reform klübe gitmesi gerekiyordu.
Tam o sırada, Phileas Fogg’un oturmakta olduğu küçük salonun kapısı vuruldu.
İşine son verilmiş uşak James Forster göründü:
“Yeni uşak geldi efendim…” dedi.
Onun peşi sıra da içeriye otuz yaşlarında bir delikanlı girerek selam verdi. Phileas Fogg:
“Sen Fransız’sın; ama adın John, öyle mi?..” diye sordu.
Yeni uşak:
“Asıl adım Jean’dır…” dedi. “Fakat tanıdıklarım hep bana Paspartu Jean derler. Övünmek gibi olmasın ama tuttuğum her işin üstesinden gelirim de ondan. Herkes beni dürüst bir insan olarak tanır. Yalnız doğruyu söylemek gerekirse, şarkıcılık, canbazlık ve jimnastik hocalığına kadar her işi yaptım. Şimdi ise maksadım, sakin bir hayat sürmek. ‘Paspartu’ adını unutmak.”
Phileas Fogg:
“Paspartu fena isim değil…” dedi. “Seni bana tavsiye eden dostlarım, hakkında iyi şeyler söylediler. Ne işi yapacağını biliyorsun, değil mi?”
“Evet efendim.”
“Peki, saatin kaç?”
Paspartu, cebinden gümüş bir saat çıkarıp bakarak:
“On biri yirmi geçiyor efendim…” dedi.
“Evet ama saatin tam dört dakika geri. Neyse, farkın ne kadar olduğunu anladık ya, o da yeter. Şu hâlde 2 Ekim 1872 Çarşamba günü sabah saat on bir yirmi dörtten itibaren benim hizmetimdesin.”
Phileas Fogg sonra şapkasını alarak dışarıya çıktı. Paspartu, sokak kapısının açılıp kapandığını işitti. Yeni efendisi dışarıya çıkıyordu. Kapı ikinci kez açılıp kapandı. Şimdi de kendisinden önce bu evde uşaklık eden James Forster sokağa çıkmıştı.
Paspartu böylece Saville Row’daki evde yalnız kaldı.
Paspartu, yeni efendisini incelemek imkânını da bulmuştu. Bay Fogg, kırk yaşlarında kadar olmalıydı. Asil ve güzel bir yüzü vardı. Biraz şişmancaydı ama bu, ona yakışıyordu. Tam bir İngiliz centilmeniydi. Bay Fogg, sakin ve soğukkanlıydı, kronometre gibi dakik ve hassas bir adamdı. Paspartu’ya gelince o, arsız, yüzsüz, utanmaz bir adam değildi. İyi bir insandı, sevimli bir yüzü vardı. Yumuşak başlıydı, herkese yardıma hazırdı. Koyu kumral saçları daima biraz dağınıktı. İçi dışı bir, samimi bir çocuktu. Acaba Paspartu, efendisinin aradığı cinste, her işi eksiksiz, saniyesi saniyesine gören bir uşak olabilecek miydi? Gerçi Paspartu, epeyi fırtınalı, haşarılık dolu bir gençlik geçirmişti. Şimdi sakin, rahat bir hayat sürmekten başka istediği yoktu. İngilizlerin sakin insanlar olduğunu duyunca buraya çalışmaya gelmişti. Paspartu her şeyden önce, efendisi olarak kabul ettiği ve hizmetinde bulunduğu kimseye karşı saygı duymak isterdi. Saat on bir buçuğu çalmış, Paspartu da Saville Row’daki evde yalnız başına kalmıştı. Hemen evin içini dolaşmaya başladı. Bodrumdan tavan arasına kadar her yeri gezdi. Temiz ve muntazamdı. Evin içi, işlerin kolayca görülmesine elverişli biçimde düzenlenmişti. Bütün bunlar Paspartu’nun pek hoşuna gitti. İkinci katta kendisine ayrılan odayı kolayca buluverdi. Tam istediği gibi bir odaydı. Kendi odasında saatin üzerine asılmış bir kâğıt vardı ve üzerinde yapılacak günlük işler yazılıydı. Paspartu bunu alıp iyice okudu. Phileas Fogg’un elbise dolabı da çok düzgün şekilde tertiplenmişti. Her pantolonun ceketin üzerinde bir numara vardı. Bu numaralar, aynı zamanda bir girdi çıktı defterine yazılmıştı. Her numaranın hizasında da mevsimine göre, bu elbisenin hangi günde giyilecekleri yazılıydı. Ayakkabılar için de aynı usul kullanılmıştı. Evde kitap ve kitaplık yoktu. Bay Fogg böyle şeyleri gereksiz görürdü. Çünkü Reform klüpte zaten iki kütüphane vardı.
Paspartu, evin her yanını adamakıllı inceledikten sonra ellerini ovuşturdu.
. “Tam bana göre bir yer doğrusu” diye tekrarladı. “Bay Fogg’la mutlaka iyi anlaşacağım. Evinde oturmaktan hoşlanmıyor. Saati saatine iş görüyor. Makine gibi adam.”
Saat on ikiyi kırk yedi geçe, sofradan kalkıp salona gitti. Sırasıyla bütün gazeteleri okudu.
Reform klübün bazı üyeleri içeri girdiler. Gelenler: Mühendis Andre Stuart, Banker John Sullivan ve Samuel Fallentin, bira fabrikatörü Thomaz Flanagon ve İngiltere bankasının yönetim kurulu üyelerinden Gauldhier Ralph’ti. Bunlar da Phileas Fogg gibi vist oyununun tiryakisiydiler. Hepsi zengin ve itibarlı kişilerdi. Thomas Flanagon sordu:
“Ralph, şu hırsızlık meselesinden ne haber?”
Andrew Stuart da söze karıştı:
“Banka, paranın üstüne bir bardak su içecek galiba.”
Gauthier Ralph ikisine birden cevap verdi:
“Ne münasebet! Hırsızı mutlaka yakalayacağız. Belli başlı bütün limanlara dedektifler gönderdim. Bu hırsız kimse, onların elinden kurtulamayacaktır.”
Andrea Stuart:
“Peki ama hırsızın ne biçim bir adam olduğu anlaşıldı mı?” diye sordu.
Gauthier Ralph, ciddi bir eda ile cevap verdi:
“Her şeyden önce, bu adam hırsız değil ki…”
“Hırsız değil de ne demek? Bu adam bankadan elli beş bin İngiliz sterlini çalmamış mı?”
Gauthier Ralph: “Hayır!” dedi.
Bu arada başka bir ses duyuldu:
“Morning Chronicle’in yazdığına bakılırsa adam gerçek bir centilmenmiş.”
Bu cevabı veren Phileas Fogg’du. Bu sözleri söylerken arkadaşlarına da selam verdi, onlar da onu selamladılar.
Söz konusu olay, üç gün önce, 29 Eylül’de olmuştu. Birisi elli beş bin sternlinlik bir deste parayı, İngiltere bankası başveznedarının önündeki bankodan alıp gitmişti. Bu kadar büyük bir hırsızlığın, böyle kolayca yapılabildiğine şaşanlar da olmuştu. Bankanın aynı zamanda müdür yardımcısı olan Guadhier Ralph, şöyle cevap veriyordu:
“Başveznedar tam o sırada tahsil ettiği parayı deftere geçiriyormuş. Bu şartlar altında insan, her şeye birden dikkat edemez ki…”
İngilizler bankalarında ne bir bekçi, ne de bir demir parmaklık bulundurur. Paralar ortada durur… İngiltere bankası denen o mükemmel kurum, halkın şerefine, namusuna büyük önem verir.
Fakat 29 Eylül günü işler böyle iyi gitmemişti.Yani para destesi gitmiş ve bir daha geri gelmemişti. Bunun üzerine yok olan para, zarar hanesine geçirilmişti.
En usta dedektifler Liverpol, Glasgow, Havre, Süveyş, Brizdizi limanlarına gönderilmişti. Kalan paranın yüzde beşi, hırsızı bulan dedektife bağışlanacaktı.
Centilmenler arasında paranın bulunup bulunmayacağı hararetli biçimde tartışılıyordu. Andre Stuart:
“Bana kalırsa, bu işte şans hırsızdan yana. Çünkü çok usta bir şeye benziyor bu adam.”
Ralph:
“Yok canım, hiçbir yere kaçamaz ki.”
“Neden kaçamayacakmış?”
“Nereye kaçabilir?”
“Orasını pek bilemem ama dünya geniştir.”
Phileas Fogg, alçak sesle konuştu:
“Dünya eskiden genişti…” dedikten sonra, kesmesi için kâğıtları Thomas’a verdi. Oyun sırasında tartışma yine durdu. Fakat çok geçmeden yeniden başladı.
Gauthier Ralph:
“Ben de Bay Phileas Fogg gibi düşünüyorum. Dünya küçüldü sayılır. Çünkü insan şimdi yüz yıl önceye göre on kez daha az bir süre içinde dünyayı dolaşabiliyor. İşte bu yüzden hırsızlık için de araştırmalar daha çabuk yapılabilecek.”
Fakat Stuart, Ralph’ın sözlerine bir türlü inanmak istemiyordu. Oyun bittikten sonra yine bu konuyu açtı.
“Bay Ralph, ‘dünya küçüldü…’ diye çok hoş bir şey söylediniz doğrusu. Demek şimdi üç ayda dünya turu yapılabiliyor.”
Phileas Fogg araya girdi:
“Ne münasebet! Şimdi dünya turu tam seksen günde yapılabiliyor.”
John Sullivan’da Phileas Fogg’a hak verdi.
Andrea Stuart:
“Evet, seksen gün ama kötü hava, ters yönden esen rüzgârlar, gemilerin batması, trenlerin yoldan çıkması filan bu hesapta yok…” diye bağırdı.
Phileas Fogg oyuna devam ederken cevap verdi:
“Her şey dahil, merak etmeyin.”
Tartışma hararetlenmişti. Oyun sırasında da konuşmaya başlamışlardı.
Phileas Fogg, elindeki kızları açtığı sırada cevap verdi:
“Hepsi dahil dedim ya.”
Andrea Stuart:
“Bay Fogg, iş lafta kaldığı sürece belki hakkınız vardır; ama yolculuğu yapmaya kalkışınca…”
“Yolculuğu yapmaya kalkışınca da seksen günde bu dünya turunu bitiririm, Bay Stuart.”
“Bitirin de görelim.”
“Bu sizin elinizde. İsterseniz birlikte yola çıkalım.”
“Tanrı korusun. Ama ben dört bin İngiliz sterlinine bahse girerim ki kimse bu süre içinde böyle bir dünya turunu yapma imkânı bulamaz.”
Bay Fogg cevap verdi:
“Aksine… Ben bunun pekâlâ mümkün olduğunu söylüyorum.”
“Mümkünse yapın!”
“Seksen günde dünya turu mu?”
“Evet.”
“Yaparım elbette…”
“Ne zaman?”
“Hemen şimdi… Haberiniz olsun, masraflar size ait.”
“Delilik olur bu?..” diye bağırdı, Bay Stuart. “Biz oyunumuza devam edelim.”
“Öyleyse yeniden kâğıt verin.”
Andrea Stuart, kâğıtları titrek bir elle alacağı sırada birden masanın üzerine bıraktı:
“Pekâlâ Bay Fogg, dört bin İngiliz sterlinine bahse giriyorum öyleyse!”
Fallentin:
“Stuart, sakin ol biraz, yaptığın ciddi bir iş değil…” dedi.
“Ben bahse giriyorum dedim mi her zaman ciddidir…” dedi.
Bay Fogg: “Öyle olsun…” dedi. Sonra da klüp arkadaşlarına dönerek ilave etti: “Baring Brothers bankasında yirmi bin sterlin param var. Ben bunları ortaya koyuyorum.”
Sullivan bağırdı:
“Yirmi bin İngiliz sterlini mi? İyi ama beklenmedik bir gecikme yüzünden bu parayı yitirebilirsiniz!” Bay Fogg başını eğerek:
“Dünyada beklenmedik bir şey yoktur…” diye cevap verdi.
“Evet ama Bay Fogg, bu seksen günlük süre, bu iş için gereken zamanın asgarisi olarak hesaplandı.”
“Varsın olsun, o da iyi kullanıldı mı yeter de artar bile.”
“Seksen günü geçirmemek için saniyesi saniyesine trenden inip vapura binmek, vapurdan inip tekrar trene binmek gerekecek.”
“Ben de saniyesi saniyesine yapacağım.”
“Şaka ediyorsunuz.”
“Bahis, bildiğimiz gibi ciddi bir iştir. Böyle bir şey söz konusu oldu mu da iyi bir İngiliz kesinlikle şaka etmez. Seksen günde, hatta daha da kısa bir zamanda bu geziyi yapacağım. Seksen gün, bin dokuz yüz yirmi saat ya da yüz on beş bin iki yüz dakika eder. Kim isterse yirmi bin İngiliz sterlinine bahse girişmeye hazırım. Kabul ediyor musunuz?..”
Stuart, Fallentin, Sullivan, Flanagan ve Ralph, aralarında konuştuktan sonra, “kabul ediyoruz” dediler. Bay Fogg:
“Peki, Dover’e tren saat sekizi kırk beş geçe kalkıyor, ona bineceğim.”
Stuart:
“Bu akşam mı?” diye sordu.
Phileas Fogg:
“Tabii bu akşam…” diye cevap verdi. Sonra da bir cep takvimi çıkarıp bakarak ilave etti:
“Bugün 2 Ekim çarşamba, değil mi? Bu hesaba göre 21 Aralık cumartesi günü saat sekiz kırk beşte buraya, Reform klübün bu salonuna, dönmüş olacağım. Dönmezsem, Bering Brothers bankasındaki
hesabımda bulunan yirmi bin İngiliz sterlini fiilen ve hukuken size ait olacak beyler. İşi sağlama bağlamak için size yirmi bin İngiliz sterlinlik bir çek veriyorum, buyurun.” Hemen zabıt tutuldu. İlgili altı kişi imzaladılar. O sırada saat yediyi çaldı. Bay Fogg’a:
“İsterseniz oyunu bırakalım da yol hazırlığı yapın…” dediler. O yine kılı kıpırdamadan:
“Ben daima hazırım…” dedi. Sonra kâğıtları açarak ilave etti: “Karo ile açtım, oyun sırası sizde Bay Stuart.”
Phileas Fogg, oyunda yirmi bin İngiliz sterlini kazandıktan sonra saat yediyi yirmi beş geçe arkadaşlarından izin isteyip Reform klüpten ayrıldı. Uşak, Bay Fogg’un böyle programa aldırmaksızın bu beklenmedik saatte çıkageldiğini görünce epey şaşırdı. Çünkü elindeki programa göre efendisinin ancak gece yarısı dönmesi gerekiyordu.
Phileas Fogg odasına çıktı, sonra uşağını çağırdı:
“Paspartu!..”
Uşak cevap vermedi. Efendisi onu çağırıyor olamazdı. Çünkü çağırma saati henüz gelmemişti. Bay Fogg sesini fazla yükseltmeden tekrar etti.
“Paspartu!..”
Bunun üzerine Paspartu odaya girdi. Bay Fogg:
“İkidir seni çağırıyorum, işitmedin mi?..” diye sordu. Paspartu saatini çıkarıp eline almıştı:
“Henüz gece yarısı olmadı ki efendim.”
Phileas Fogg:
“Biliyorum…” dedi. “Bu yüzden de sana çıkışmıyorum. On dakikaya kadar Dover’e, oradan da Calais’e gideceğiz.”
Fransız’ın yuvarlak yüzü buruştu. Yanlış işitmişti muhakkak.”
“Geziye mi çıkıyor sunuz?” diye sordu.
Phileas Fogg:
“Evet, dünya turu yapacağım.”
“Dünya turu mu?” diye mırıldandı uşak.
“Evet, hem de seksen günde. Onun için yitirecek bir dakikamız bile yok.”
“İyi ama bavulları ne zaman hazırlayacağız?” diye sordu Paspartu.
“Bavul filan götürmeyeceğiz. Ufak bir çanta yeter. İçine iki tane yün fanila, üç çift çorap koyarız. Sen de çantanı aynı şekilde hazırla. Diğerlerini yoldan satın alırız. Pardösümle seyahat battaniyemi de getir. Ayaklarım sağlam olsun. Zaten ya hiç yol yürümeyeceğiz ya da pek az… Haydi bakalım…”
Paspartu, Bay Fogg’un odasından çıkıp kendi odasına gitti, bir sandalyenin üzerine yığıldı.
“Oh, işimiz iş…” diye mırıldandı. “Ben de buraya rahat etmek için girmiştim sözde.”
Yol hazırlıklarını hemen yaptı. Seksen günde dünya turu şaşılacak bir şeydi. Saat sekizde Paspartu, kendisiyle efendisinin giyeceği eşyayı küçük bir çantaya yerleştirmişti. Kapıyı iyice kapattıktan sonra Bay Fogg’un yanına gitti.
Bay Fogg da hazırlanmıştı. Koltuğunun altında, Bradshaw yolculuk klavuzu vardı. Çantayı uşağın elinden alıp açtı, içine her ülkede geçen İngiliz kâğıt paralarından koskoca bir tomarı yerleştirdi. Sonra:
“Bir şey unutmadın ya?” diye sordu.
“Hayır efendim.”
“Pardösümle battaniyem nerede?”
“Burada, efendim.”
“Peki… Al şu çantayı bakayım. Dikkat et, içinde yirmi bin İngiliz sterlini var!” dedi.
Sonra efendiyle uşak, aşağıya indiler ve sokak kapısını iyice kilitlediler.
Phileas Fogg’la uşağı bir arabaya bindiler. Araba da çabucak Charing Cross istasyonunun yolunu tuttu. Saat sekizi yirmi geçe araba, istasyonun demir parmaklığı önünde durdu.
Phileas Fogg, Paspartu’ya:
“Paris’e iki tane birinci mevki bilet al…” dedi.
Saat sekizi kırk geçe Phileas Fogg’la uşağı, aynı kompartımana yerleştiler. Saat sekizi kırk beş geçe bir düdük öttü, tren ilerlemeye başladı.
Gece zifiri karanlıktı. Tren daha Sydenham’ı geçmemişti ki Paspartu, ümitsizlik dolu bir çığlık kopardı.
Bay Fogg:
“Ne var, ne oluyorsun?” diye sordu.
“Şey, acele çıktık ya… Heyecandan… Unutmuşum…”
“Neyi unutmuşsun?”
“Odamdaki hava gazı lambasını yanık unutmuşum.”
Bay Fogg soğuk soğuk cevap verdi.
“Öyleyse oğlum, hava gazı faturasını dönüşte sen ödersin.”
Seksen günde dünya turu Reform klübü üyeleri arasında büyük bir heyecan uyandırdı. Bu heyecan, muhabirler ve gazeteler yoluyla tüm Londra’ya yayıldı. Gazetelerde büyük tartışmalar çıkıyor, bunun delilik olduğu yazılıyordu. Phileas Fogg’un tarafını tutanlar yavaş yavaş vazgeçiyorlardı.
Yolculuğun yedinci günü Londra Polis Müdürü şöyle bir telgraf aldı:
Polis Müdürü Rowan’a
Şu anda Süveyş’teyim. Bankayı soyan Phileas Fogg’u izliyorum. Tutuklama emrini Bombay’a gönderin.
Dedektif Fix
Bu telgraf, ani bir etki yaptı. Fogg’un klüpteki resmi, hırsızın temsili resmine aynen uyuyordu. Herkes, Phileas Fogg’un İngiliz polislerinden kurtulmak için bu yolu seçtiğini düşünüyordu.
Süveyş’le Aden arası tam tamına bin üç yüz on mildir. Mongaila’nın kazanları iyice ateşlendiği için gemi, Aden’e yüz otuz sekiz saatlik bir zamanda varacaktır.
Kızıldeniz’in saati saatine uymaz. Çoğu zaman fırtınalıdır. İşte Mongalia, bu rüzgârda dehşetli sallanıyordu.
Phileas Fogg bunlara hiç aldırmıyor, yeni edindiği kâğıt meraklısı arkadaşları ile oyun oynuyordu. Paspartu kamarasında gününü gün ediyordu. Sonra nedense Bombay’da bu serüvenin sona ereceğini düşünüyordu. Süveyş’ten kalkışlarının ertesi günü, yani 29 Ekim’de gemi, Mısır’a uğradığı sırada güldüğü kibar kişiye yine rastlayınca bayağı sevindi.
Adamın yanına yaklaşıp sevimli sevimli gülümseyerek:
“Süveyşteyken bana siz kılavuzluk etmiştiniz, değil mi efendim?” diye sordu.
Polis hafiyesi: “Ha, evet…” dedi. “Ben de seni hatırladım. Sen de o acayip İngiliz’in uşağıydın, değil mi?”
“Evet, ta kendisi Bay… Bay…”
“Fix.”
“Evet Bay Fix, vapurda sizinle karşılaştığımda çok sevindim. Yolculuk ne tarafa?”
“Ben de sizin gibi Bombay’a gidiyorum.”
“Aman ne iyi. Daha önce buralara gelmiş miydiniz?”
“Çooook. Ben bu şirketin acentesiyim. Peki, Bay Fogg nasıl, iyi mi bari?”
“Çok iyi Bay Fix. Ben de iyiyim… Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyorum. Deniz havası yaradı galiba? Bu gezi Bombay’da sona ereceğe benziyor.”
“Evet ama efendini hiç güvertede göremiyorum.”
“Güverteye hiç çıkmaz ki. Meraklı değildir de…”
“Biliyor musun Paspartu, bu sözde seksen günlük dünya turunun altında gizli bir şey var gibi geliyor bana… Mesela diplomatik bir görev filan gibi.”
“Bay Fix, doğrusunu isterseniz benim de bir şey bildiğim yok. Sonra, aldırdığım da yok buna…”
O karşılaşmadan sonra Paspartu’yla Fix, sık sık buluşup konuştular. Fix, sırası gelince bu ahbaplıktan yararlanabilirdi. Mongalia, Aden’e 15 Ekim sabahı gelecek yerde, 14 Ekim sabahı gelmişti. On beş saatlik bir kazancı vardı. Bay Fogg’la uşağı karaya çıktılar. İngiliz centilmen, pasaportunu vize ettirdi. Fix sezdirmeden peşlerine takılmıştı. Vize işi bitince yarım kalan oyunun başına döndü.
Hint denizinde hava elverişliydi. Gemi, 20 Ekim günü saat dört buçukta Bombay rıhtımına yanaştı. Geminin Bombay’a 21 Ekim’de varması gerekiyordu. Oysa 20 Ekim’de gelmişti. İki gün daha kâr hanesine kaydetti. Kalküta treni tam sekizde hareket edecekti. Onun için Bay Fogg arkadaşlarına “hoşça kal” dedikten sonra vapurdan indi. Pasaport dairesine doğru ilerledi. Pasaport dairesinden çıktıktan sonra doğru gara gitti. Akşam yemeğini yedi. Bay Fogg’dan biraz sonra dedektif Fix de Mongalia gemisinden karaya çıkmış, doğru Bombay polis müdürünün yanına koşmuştu. Kimliğini gösterip hırsızlık yaptığından kuşkulanılan adamla ilgili durumu izah etti. Sonra da sordu:
“Londra’dan bir tutuklama emri geldi mi acaba?”
“Hayır, gelmedi.”
Fix buna fena hâlde bozuldu. Bu sefer müdürden, Fogg’u tutuklamak için emir koparmak istediyse de bu isteği reddedildi.
“Bu kraliyet polisinin işi… Tutuklama emrini ancak orası verebilir…” dedi.
Fix, tutuklama emrini beklemekten başka yol olmadığını anlayarak ısrar etmedi. Fakat hırsız sandığı Phileas Fogg’u Bombay’da kaldığı sürece gözden kaybetmemeye karar verdi. Phileas Fogg’un şehirde kalacağından kuşkulanmıyordu. Zaten Paspartu da bu fikirdeydi. Bu yüzden Fix de kendisine bol zaman kalacağını sanıyordu.
O gün yerliler bir çeşit bayram kutlamaktaydılar. Pas-partu’nun bütün bu garip törenleri merakla izlediğini söylemeye gerek yok…
Bu sırada Paspartu, hem kendisine hem de efendisine zararlı olacak bir harekette bulundu.
Paspartu az önce sözünü ettiğimiz bayram gösterilerini seyrettikten sonra gara gitmeye hazırlanıyordu. O sırada Malebar Hill’deki o muhteşem tapınağın önünden geçti ve aksilik bu ya, “Gidip şunun içini de bir göreyim” dedi.
Fakat onun iki şeyden haberi yoktu. Bunlardan ilki, bazı Hindu tapınaklarına yabancıların gitmesinin kesin olarak yasak oluşuydu. İkincisi de Hinduların bile bu gibi tapınaklara girerken ayakkabılarını çıkarmak zorunda olduklarıydı. Hem İngiliz hükûmeti bu ülkenin dinsel inançlarına saygı gösterir, hem de başkalarını saygı göstermeye mecbur tutardı. Bu yasağa aykırı hareket eden kimse, kim olursa olsun, şiddetle cezalandırılırdı. Paspartu da kötü niyetle değil, meraklı bir turist gibi Malebar Hill’in içine girmişti. Brahman süsleme sanatının bu göz kamaştırıcı örneğini hayran hayran seyrederken birdenbire kendini yerdeki mukaddes döşeme taşlarının üzerinde buluverdi. Çok öfkeli oldukları anlaşılan üç rahip, üstüne atılarak ayakkabılarını, çoraplarını çıkardılar, sonra da bağrışarak zavallı uşağı dövmeye başladılar.
Paspartu, kuvvetli ve çevik bir gençti. Hemen yerinden fırladı. Bir yumruk ve peşinden de bir tekme sallayıp hasımlarından ikisini yere yuvarladı. Bunlar uzun etekli cübbeleri içinde debelenirken o da bacaklarının var gücüyle tapınaktan dışarıya fırladı ve peşine takılan üçüncü Hindu’yu epeyce geride bıraktı. Fakat adam hâlâ kovalıyor, üstelik bağırıp çağırarak başına büyük bir kalabalık topluyordu.
Saat sekize beş kala, yani trenin kalkışından ancak birkaç dakika önce istasyona yetişebildi Paspartu. Ama yalın ayak, başı açıktı. Üstelik kavga sırasında çarşıdan satın aldığı öteberiyi de yitirmişti.
Fix de orada, istasyonun peronundaydı. Phileas Fogg’un peşindeydi. Onun Bombay’dan ayrılacağını anlamış, hemen onunla birlikte Kalküta’ya, hatta gerekirse daha uzağa da gitmeye karar vermişti. Paspartu, loş bir köşede durmakta olan Fix’i görmedi ama başına gelenleri efendisine kısaca anlatırken hafiye bunların hepsini duymuştu.
Phileas Fogg sadece: “Umarım bir daha başına böyle bir iş gelmez” dedi. Sonra da vagonlardan birine girip oturdu.
Zavallı Paspartu da yalın ayak ve süklüm püklüm, efendisinin ardından vagona girdi.
Fix, başka bir vagona binmeye hazırlanıyordu. Tam o sırada aklına başka bir şey geldi ve yola çıkmaktan birdenbire vazgeçti.
Kendi kendine, “Yok yok, burada kalayım, daha iyi” dedi… “Şimdi ortada işlenmiş bir suç var. Bu Paspartu denen adam, Hindu dinine hakarette bulundu. İkisi de avcumun içinde demektir.”
O anda lokomotifin uzun uzun düdük çaldığı duyuldu. Tren de gecenin koyu karanlığı içinde kaybolup gitti.
Tam zamanında yola çıkmıştı. Tren oldukça kalabalıktı. Bunlar arasında birkaç subay ve sivil memurla, afyon ve çivit tacirleri de vardı. Paspartu da efendisiyle aynı kompartımanda oturuyordu. Karşı köşede üçüncü bir yolcu daha yer almıştı. Bu adam General Sir Francis Cromarty idi. Süveyş’le Bombay arasında, Bay Fogg’la kâğıt oynayanlardan birisi de oydu. Şimdi de Benares yakınlarında konaklamakta olan kıtalarının başına gidiyordu.
Sir Francis Cromarty, sarışın, iri yarı bir adamdı. Elli yaşlarında kadar vardı. Sir Francis Cromarty, yol arkadaşını oyun oynarken iyice incelemiş ve onun garip bir adam olduğunu anlamakta gecikmemişti.
Tren ertesi gün, yani 21 Ekim tarihinde Khandeish topraklarında ilerlemeye başladı. Burası oldukça düzlük bir yerdi… Paspartu uyanmış, etrafı seyrediyordu.
Saat 12.30’da tren Burhampur istasyonunda durdu ve Paspartu, dünyanın parasını vererek bir pabuç aldı. Yerlilerin giydikleri cinsten bir pabuçtu bu… Üzerinde cam boncuktan işlemeleri vardı. Yeni pabuçlarını böbürlene böbürlene ayağına giydi.
Akşama doğru tren Suttur sıradağlarını tırmanmaya başladı. Ertesi gün, yani 22 Ekim’de Sir Francis Cromarty, “Saat kaç?” diye sorunca, Paspartu saatine baktı: “Saat üç” diye cevap verdi. Gerçekten de Paspartu’nun meşhur saati hâlâ Greenwiche meridyenine göre ayarlıydı. Burası da yetmiş yedi derece kadar batıda olduğuna göre, saat dört saat kadar geriydi.
Bunun üzerine Sir Francis, Paspartu’ya saatin doğrusunu söyledi. Vaktiyle Fix’in de yaptığı gibi, bu saat farkının neden ileri geldiğini ona anlattı. Ama o inatçılık edip saatini ileri almadı.
Tren, sabahın sekizinde ve Rothal istasyonunu geçtikten on beş mil sonra ormanın ortasındaki açıklıkta durdu. Ormanın kenarında bir iki ahşap evle birkaç işçi kulübesi vardı. Trenin kondüktörü vagonların önünden geçerek: “Yolcular burada inecekler!” diye bağırdı.
Phileas Fogg, Sir Francis Cromarty’nin yüzüne baktı ama o da trenin ormanın ortasında niçin durduğunu anlayamamıştı.
Paspartu da onlar kadar hararetteydi. Hemen trenden indi, biraz sonra da geri geldi: “Efendim, demiryolu burada bitiyor…” dedi.
O zaman Sir Francis Cromarty hayretle sordu:
“Bu da ne demek?”
“Yani, tren yoluna devam edemeyecek.”
Tuğgeneral hemen vagondan indi. Phileas Fogg da acele etmeksizin onu izledi. İkisi birlikte kondüktörün karşısına dikildiler.
Sir Francis Cromarty:
“Biz neredeyiz şimdi?” diye sordu.
“Kholby köyündeyiz generalim.”
“Burada mı kalacağız?”
“Eeee, öyle. Demiryolu
inşaatı bitmedi ki…”
“Neee? Demiryolu inşaatı bitmedi mi?”
“Hayır, bitmedi. Burayla Allahabad arasında elli millik bir kesimin inşaatı henüz bitmedi. Ama Allahabad’dan ileriye demiryolu yine devam ediyor.
“İyi ama gazeteler ‘Demiryolu işletmeye açıldı’ diye yazmışlardı hani?”
“Generalim, sizin okuduğunuz gazeteler aldanmış olacaklar…”
Sir Francis, yavaş yavaş kızmaya başlıyordu:
“Peki ama nasıl olur da Bombay’dan, Kalküta’ya bilet kesersiniz?..” diye sordu.
“Biz biletleri hep böyle keseriz. Çünkü bizi tercih eden yolcular Kholby ile Allahabad arasında demiryolu olmadığını, bu mesafeyi başka taşıt araçları ile aşmak gerektiğini bilirler.
Sir Francis olanlara iyice sinirlenmişti. Hele Paspartu, bıraksalar kondüktörü bir temiz pataklayacaktı. Efendisinin yüzüne bakmaya cesaret bile edemiyordu.
Bay Fogg sadece: “Sir Francis, isterseniz tartışmayı bırakalım da Allahabad’a gitmek için bir taşıt bulmaya çalışalım…” dedi.
“İyi ama Bay Fogg, bu gecikmenin size de çok büyük zararı dokunacak.”
“Hayır, Sir Francis, ben bunu zaten hesaba katmıştım.”
“Neee? Demek siz yolun kapalı olduğunu…”
“Yok canım, yolun kapalı olduğunu nereden bilecektim? Ama önünde sonunda yol boyunca karşıma bir engel çıkacağını biliyordum. Neyse, henüz hiçbir şey kaybolmuş değil. Programımdan iki gün öndeyim… Bunları feda etsem bile, sonuç değişmez. Kalküta’dan kasımın ikinci günü öğleyin Hong Kong’a bir vapur var. Bugün ayın yirmi ikisi ve Kalküta’ya ulaşmak için de yeterli zamana sahibiz.
Zaten yolcuların çoğu buradan öteye yolun bitmemiş olduğunu biliyordu. Bu yüzden herkes trenden inmiş, köyde ne kadar araba, tahtırevan, midilli gibi ulaşım aracı varsa, hepsini ele geçirmişti. Bu yüzden Bay Fogg’la Sir Francis Cromatry bütün köyü aradılar ama bir şey bulamadan geri geldiler.
Phileas Fogg:
“Ben yürüyerek giderim.” dedi.
Paspartu o sırada efendisinin yanına gelmişti.
Bu sözleri işitince, içinden, “Eyvah! Hapı yuttuk!” dedi. Sonra da süslü süslü fakat çok ince tabanlı pabuçlarına bakarak düşünceli düşünceli başını salladı. İyi ki o da kendi hesabına araştırmalar yapmıştı. Biraz ezile büzüle:
“Efendim, ben bir taşıt buldum galiba…” dedi.
“Neymiş o bulduğun?” diye sordu Bay Fogg.
“Bir fil buldum! Yüz adım kadar ötede oturan bir Hintli var, fil onun…”
“Gidip bakalım şu file…” dedi.
Beş dakika sonra Phileas Fogg, Sir Francis ve Paspartu bir kulübenin içinde bir Hintli ile oturuyordu. Bahçe gibi bir yerde ise bir fil durmaktaydı. Bay Fogg’la iki arkadaşının isteğiyle Hintli, onları o bahçe gibi yere soktu.
Phileas Fogg fili kiralamaya karar vermişti. Bu hayvanların soyu tükenmeye yüz tuttuğu için Hindistan’da fillere çok değer verirler. Bay Fogg, Hintli’ye ne kadar para teklif ettiyse kiralamayı kabul ettiremedi. Bu sefer Phileas Fogg, fili satın almaya karar verdi.
“Bin İngiliz sterlinine satar mısın onu?”
Fakat aksilik bu ya! Hintli filini satmak niyetinde değildi… Ama belki de daha fazla para koparmak için böyle davranıyordu. Nihayet Bay Fogg iki bin İngiliz sterlini verince Hintli hayvanı satmaya karar verdi.
Alışveriş bittikten sonra iş bir kılavuz bulmaya kalıyordu. Bu, daha kolay çözümlendi. Zeki yüzlü bir Hintli:
“İsterseniz sizi ben götüreyim…” dedi.
Bay Fogg kabul etti. Ona da yolculuğun sonunda dolgun bir para ödeyeceğine söz verdi.
Adam, filin üzerine bir örtü yaydı. Sonra hayvanın sırtına iki yanı küfeli bir semer geçirdi. Bunlar yolculuk için hiç de elverişli değildi. Ama yapılacak fazla bir şey de yoktu.
Küfelerin birine Sir Francis, diğerine de Phileas Fogg bindi. Paspartu da örtünün üzerinde, efendisiyle generalin arasına oturarak bacaklarını filin sırtının iki yanından aşağıya sarkıttı. Yerli kılavuz ise filin boynuna tırmandı ve saat dokuzda köyden ayrılarak kestirme olsun diye hurma ağaçlarından oluşan bir ormana daldı.
Kılavuz hep kestirmeden gidiyor, yerlilerden uzak durmaya çalışıyordu. Geceyi bir evde geçirdiler.
Sabah altıda tekrar yola çıktılar. Kılavuz o akşam Allahabad istasyonuna varacağını umuyordu. Yolculuk olaysız geçiyordu. Fil, akşama doğru korku belirtileri göstererek birdenbire duruverdi. Saat dörttü. Ormandan birtakım gürültüler geliyordu. Kılavuz, yolcuları indirip fili bir ağaca bağladı. Ve gürültünün nereden geldiğine bakmaya gitti. Birkaç dakika sonra da geri geldi:
“Brahmanlar toplu hâlde bu tarafa doğru geliyorlar…” dedi. “Ne yapıp etsek de onların gözüne gözükmesek
Sonra fili bir fundalığın içine gizledi. Yolcular da ağaçlara çıktı.
Çalgı sesleriyle insan çığlıkları gittikçe yaklaşıyor, şarkılar, davul ve zil sesleri birbirine karışıyordu. Çok geçmeden alayın baş tarafı ağaçların altından gözüktü. Ağaçtan bunları rahatlıkla görebiliyorlardı.
En önde rahipler vardı. Bunların etrafını bir sürü kadın, erkek ve çocuk almıştı. Ölüler için söylenen dualardan birini hep bir ağızdan mırıldanıyorlardı. Yerliler acayip bir şekilde boyanmışlardı. Arabanın her tarafını yılanlarla süslemişler, üstüne de korkunç ve çirkin bir heykel oturtmuşlardı. Arabayı iki çift hörgüçlü yaban öküzü çekmekteydi. Bu heykel, kafası kesik bir devin üstünde, ayakta durmaktaydı. Kılavuz:
“Tanrıça Kâli… Aşk ve ölüm tanrıçasıdır bu…” dedi.
Paspartu:
“Ölüm tanrıçası olmasına aklım erer ama aynı zamanda aşk tanrıçası oluşuna hayır!” dedi. “Böyle suratsız bir kadın aşk tanrıçası olur mu hiç?”
Yerli, Paspartu’ya, “Sus” diye işaret etti.
Yerliler, heykelin etrafında çeşitli hareketler yaparak dans ediyorlardı.
Onların peşi sıra da birkaç tane Brahman kadını geliyordu. Bunlar en güzel elbiselerini giymişlerdi. Yanlarında ayakta duracak gücü olmayan bir kadını sürüklüyorlardı.
Bu kadın gençti. Bir Avrupalı gibi beyaz tenliydi. Boynu, kolları bir sürü mücevherle süslüydü. Üzerindeki ince bir tülle örtülü altın pullu bir entarinin kıvrımları arasından vücut hatları iyice belli oluyordu.
Bu genç kadının arkasından muhafızlar gelmekteydi. İyice silahlanmışlar ve omuzlarındaki tahtırevanda bir ceset taşımaktaydılar. Bir ihtiyarın ölüsüydü bu. Sanki hâlâ hayattaymış gibi bu ölüyü güzelce giyindirmişlerdi. Bunların arkasından da kendinden geçmiş bir sürü din adamı geliyordu.
Sir Francis bütün gürültü patırtının geldiği yere acayip ve kederli bir tavırla bakıyordu. Kılavuza dönerek;
“İnsan kurban edilen bir tören bu, değil mi?” diye sordu.
Kılavuz “Evet” anlamına gelen bir işaret yaptıktan sonra, parmağını dudaklarına götürdü. Alay ağır ağır ağaçların arasından geçip gitti. Sonra ormanın derinliklerinde sesleriyle birlikte kayboldu.
Phileas Fogg, Sir Francis’in söylediği bu kurban sözcüğünü işitmişti. Alay geçip gittikten sonra sordu:
“Neymiş bu tören?”
Tuğgeneral cevap verdi:
“Bay Fogg, bunun, insanların kurban edildiği bir tören olduğu doğru. Ama kurban zorla değil, isteğiyle katılır. Şu demin gördüğünüz genç ve güzel kadın var ya, yarın şafakla beraber onu diri diri yakacaklar.”
“Peki o ölü ne oluyor öyle?”
Bu sefer kılavuz cevap verdi:
“Ölü, kadının kocası olan prens… Bu adam Bundel-kung’da bağımsız bir racadır.”
Phileas Fogg, en ufak bir heyecan belirtisi göstermeden sordu:
“Nasıl oluyor da böyle vahşice gelenekler buralarda hâlâ yaşayabiliyor? İngilizler neden kaldıramadılar bunları?”
Sir Francis:
“Artık Hindistan’ın birçok yerinde insan kurban edilmiyor böyle. Ama biz bu bölgelere, hele bu Bundelkung bölgesine hiç söz geçiremiyoruz. Vindhia dağlarının bütün kuzey yamaçlarında boyuna adamlar öldürülür, yağmalar yapılır.”
Paspartu da:
“Vah zavallı kadın! Diri diri yakacaklar onu ha?” diye mırıldanıyordu.
“Zaten yakılmazsa, akrabaları ona hayatı zindan ederler. Saçlarını traş ederler, yemek vermezler, evden kovarlar. Sonunda da zavallı kadın uyuz köpek gibi bir köşede ölüp gider. Onun için ömür sürmektense, diri diri yakılmayı tercih ederler.”
Tuğgeneral bunları anlatırken kılavuz devamlı başını sallıyordu. Sir Francis sözlerini bitirdikten sonra:
“Ama bu kadın kendini isteye isteye yaktırmıyor…” dedi. “Zavallıyı da yarın şafakla birlikte yakacaklar…”
“Nereden biliyorsun?”
“Bundeklung’da bu işi herkes bilir.”
“İyi ama kadıncağızda hiç de karşı koymak ister gibi bir hâl yoktu…” dedi.
“Onu kenevir dumanı ve afyonla sarhoş etmişlerdir de ondan.”
“Peki nereye götürüyorlar kadını?”
“Buradan iki mil uzakta Pillajı tapınağı vardır, oraya götürüyorlar. Yakılacağı saat gelinceye kadar geceyi orada geçirecek.”
“Yakma işi ne zaman olacak?”
“Yarın sabah güneş doğarken.”
Kılavuz bu cevabı verdikten sonra, fili sık fundalıktan çıkartıp boynuna tırmandı. Fakat tam özel bir ıslık sesiyle hayvanı sürmeye başlayacağı sırada, Bay Fogg onu durdurdu. Sir Francis’e dönerek:
“Şu kadını kurtarsak nasıl olur?” diye sordu.
General:
“Kadını kurtarmak mı? Çıldırdınız mı siz, Bay Fogg?” diye bağırdı. “Hem yolunuzdan da kalırsınız bu yüzden…”
“Zararı yok, şimdiki hâlde programımdan on iki saat ilerideyim. Bu on iki saati de bu iş için kullanabilirim.”
“Ha, o başka. Cidden iyi bir insansınız siz Bay Fogg.”
“Eh, bazen, vakit bulduğum zaman öyleyimdir…” dedi.
Bu, çok büyük yüreklilik isteyen bir tasarıydı. Bay Fogg dünya turunu tehlikeye atmış olacaktı. Ama hiç çekinmedi. Kadını kurtarmaya karar verdiler.
Bir saat sonra Pillaji tapınağına yaklaştılar. Zavallı kadını nasıl kurtaracaklarını araştırdılar. Akşam olunca keşfe çıktılar. O sırada Hint yoksullarının feryatları bir bir susuyordu. Bunların hepsi afyonkeşti.
Hep birlikte ormanda ilerlemeye başladılar. Küçük bir ırmağın kenarına geldiler. Orada kocaman bir odun yığını gördüler. Yığının üstünde racanın ölüsü duruyordu. Adam da dul karısı ile beraber yakılacaktı. Biraz daha ileriye gittiler. Tapınağın içine girmenin imkânsız olduğunu anlamışlardı. Tuğgeneral:
“Bekleyelim…” dedi. “Daha sekiz saatimiz var. Belki nöbetçiler de uyur.”
Bunun üzerine bir ağacın altına oturup beklemeye başladılar. Gece yarısına kadar beklediler ama bir değişiklik olmadı.
Aralarında konuşma yaparak tapınağa arkadan girmeye karar verdiler.
Gece yarısına doğru ıssız ormanda yürüyerek tapınağın duvarları dibine ulaştılar. Ancak duvarı delmek gerekiyordu. Bunun için çakıdan başka aletleri yoktu. Hep birden işe koyularak delik açmaya uğraşıyorlardı.
İşler ilerlemekteydi ki tapınağın içinden bir bağrışma duyuldu. Buna da dışarıdan hemen başka bağrışmalar karşılık verdi. Hemen ormanın içine kaçıp saklanmaya başladılar.
Fakat o sırada dehşetli bir aksilik oldu. Tapınağın arka tarafında, muhafızlar, kimseyi yaklaştırmayacak şekilde yerlerini aldılar. Dört arkadaşın o anda duydukları hayal kırıklığını anlatmak imkânsızdı. Şimdi zavallı kadını nasıl kurtaracaklardı?
General alçak sesle:
“Dönmekten başka çaremiz yok galiba!” dedi.
Kılavuz:
“Evet, başka çare yok!” diye cevap verdi.
Fogg:
“Durun…” dedi. “Ben Allahabad’a yarın öğleden önce ulaşsam da olur.”
Sir Francis cevap verdi:
“İyi ama ne yapmak niyetindesiniz? Birkaç saate kadar güneş doğacak, sonra…”
“Şimdi talihimiz yaver gitmedi ama bakarsınız son anda işler yoluna giriverir.”
Diğer yandan da Paspartu, bir ağacın dallarına tırmanmış, kafasındaki düşünceyi evirip çeviriyordu. Bu düşünce önce aklından bir şimşek gibi geçivermişti. Sonunda zihninde iyiden iyiye yer etti.
Önce kendi kendine, “Delilik olur bu!” diye söylenmişti. Şimdi ise, “Neden olmasın?” diyordu. “Binde bir de olsa, yine bir şanstır bu; denemeye değer. Sonra bu herifler öyle aptal şeyler ki…”
Sonra kafasındaki şeyin ne olduğunu fazla düşünmedi bile. Çok geçmeden ağacın alt dalları üzerinden çevik hareketlerle yılan gibi kaymaya başladı. Dallar yere doğru eğilmişti. Eskiden canbazhanelerde çalışmış, itfaiyecilik yapmış, ayrıca jimnastikle de uğraşmış olduğu için, Paspartu bu işi büyük bir kolaylıkla yapıyordu.
Saat ilerliyordu. Zaman gelmişti. Yerlere serilip uyumakta olan bütün insanlar, dirilen ölüler gibi kımıldanmaya başladılar. Sağda solda birkaç kişi ayağa kalkmıştı bile. O sırada tam tam sesleri duyuldu. Demek ki zavallı genç kadının ölüm saati gelmişti artık.
Tam o sırada tapınağın kapıları açıldı ve içeriden dışarıya daha kuvvetli bir aydınlık vurdu. Bay Fogg’la Sir Francis, bu çiğ ışığın içinde biçare kurbanı gördüler. İki rahip zavallıyı kollarından tutmuş, dışarıya sürüklüyordu. Hatta onlara öyle geldi ki kadıncağız son bir gayretle canını kurtarmaya uğraşmakta, afyonun sarhoşluğunu dağıtıp cellatlarının elinden kurtulmak için çabalamaktaydı. Sir Francis’in yüreği birden “Hop” etti. Çırpınır gibi bir hareketle Phileas Fogg’un elinden yakaladı. O sırada arkadaşının elinde bir bıçak tutmakta olduğunu gördü.
Diğer yandan kalabalık da harekete geçmişti. Kenevir dumanları yüzünden genç kadın yine uyuşuk bir hâle düşmüş bulunuyordu. Hint yoksullarının arasından geçerken bunlar inançlarının etkisiyle bağrışıp çağırışıyorlardı.
Phileas Fogg’la arkadaşları kalabalığın son sıralarında karışarak onunla beraber ilerlediler.
İki dakika sonra ırmağın kenarına varmışlar, odun yığınından elli adım kadar uzakta durmuşlardı