Öldürün O Gazeteciyi Tuncay Özkan

Bu kitap, bir gazeteci olarak meslektaşlarımın, düşünsel üretimleri nedeniyle alçakça katledilişine duyduğum tepkinin ürünüdür. Türkiye’de gazetecilere karşı girişilen saldırılar, özünde demokrasiye yönelik sindirme, korkuyu düşüncenin üzerinde baskı unsuru olarak yerleştirme çabalarıdır. Buna demokrasiye inanan herkesin ve her kesimin karşı koyması gerekir.  Kapılarımızı kapatıp kaçmak yerine, kapılarımızı açıp bu saldırılara karşı sesimizi ve gücümüzü birleştirmek zorundayız.

Gazetecilerin katillerinin bulunması, sıradan bir polisiye olaymış gibi faili meçhul dosyalarda kalmamalıdır.  Bu olayların ortaya çıkartılması için ne yaptığımızı hep beraber sorgulamamız gerekmektedir. Bu sorgulamada basının topluma karşı en önde hesap vermesi gerektiğine inanıyorum. Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in,  Uğur Mumcu’nun ve diğer gazetecilerin katillerinin bulunması için neyi ne kadar yapabildik? Korkarım bu sorunun yanıtı, basın için acı verici olacaktır.

Bu kitapta yer alan belge ve bilgilerin tamamı devlet arşivinden ve mahkeme dosyalarından araştırılarak çıkartılmıştır. Çetin Emeç suikastiyle ilgili  çalışmalarımızı önce Cumhuriyet gazetesinde, ardından da Arena programında özet olarak yayımlamıştık. Bu araştırmalarımız basın kuruluşlarının 1993 yılı içinde verdiği Çetin Emeç ve Uğur Mumcu özel ödüllerine değer bulundu.

” Öldürün O Gazeteciyi”  çalışmamız karanlıklara karşı kalemleriyle dövüşüp kalleş pusularda demokrasi için can veren bütün  gazetecilere adanmıştır.

Kitapta yer alan belgelerin toplanması sırasında çok büyük yardımları olan dostum; A.K.’ye,  yolumu aydınlatan eşime,  çalışma arkadaşlarıma teşekkürü bir borç biliyorum.

Tuncay Özkan

BİRİNCİ BÖLÜM

ÖLÜMÜ BEKLEYEN ADAM

“ÖLÜMÜN ÜRPERTİSİ”

1980 yılını henüz devirdiğimiz günlerdeydi. Sırtımda, bel kayışımla iç çamaşırımın tam buluştuğu noktada babadan kalma brownig taşıyordum. Kaçaktı belki, ama ben resmi “koruma” istemiyordum. Ihkakı hak (haklılığını koruma) duygusunun bir kez daha tazelendiği günlerdi ve ben kendi olanaklarımla kendimi kurtarmaya bakıyordum.

Aslında aynı can pazarının kurbanı olarak ruhunu teslim edenleri hatırladıkça, belki gülünç gelecek bu söylediklerim ama bir melun kuşku hepimizin yüreğini dağlıyordu. Beni sağcısı da solcusu da hedef biliyordu. Gece olur olmaz saatte gelen telefonlardan, posta kutuma altından atılan imzalı imzasız mektuplardan anlıyordum bunu.

O günlerde bir geceydi. Hayli ilerlemiş bir saatte arabamla gazeteden dönüyordum. Evim 20-30 metre sonra denize açılan meyilli bir yolun solundaydı. Sokak kapımız da tam bir fenerin altında..

İki taraflı kaldırımlar boyunca sağlı sollu  sıralanmış otomobillerin arasından geçtim. Gözlerimle park edecek yer bakındım. Bizim evin önünde bir araba girecek boşluk vardı. Geldim geri geri o araya süzülmeye hazırlandım. Tam o sırada  aynı doğrultuda bir yeşil  Murat dikkatimi çekti.

Loş bir Sokaktı bizimki. Evlerin arasından gelir, küçük bir meydanda son bulurdu. Daha ötede iskelesi vardı, ama vapuru yoktu. Gelip geçeni de olmaz, gecenin bu ilerlemiş saatinde otomobilli aşıklara sığınak vazifesi görürdü.

Ama, yeşil Murat’ın  dört tekerlekli bir aşna fişne aracı olmasına olanak yoktu. Bütün arabalar burunlarını aşağı, denize doğru çevirmişken, bu gelmiş aşağıdan yukarı tam da en aydınlık noktada durmuştu.

Kendisini gizleme gereği duymamış olacak ki, kısa farlarını yanık bırakmıştı. Ama güneşlikleri indirilmişti. Sanki ön tarafta iki kişi belli olmasınmış gibi..İşin daha da garibi, bunca kamuflaja rağmen, şoför koltuğundaki o iki kişinin bir kadın bir erkek değil, iki erkek olmasıydı.

İlişkinin en çirkiniydi desem değil. İki karaltı da, aralarında uçurum varmış gibi, sağdan  ve soldan iki ön kapıya yaslanmıştı.

Yapabileceğim hiçbir şey yoktu artık.

Geri vitesi taktım. Gaza hafiften dokundum. Usulca geri geri hareket ettim.

Tam iki otomobil arasındaki cebe gireceğim.

Yeşil Murat’ın uzunları üzerimde yandı, söndü. Gözlerim kamaştı. Araba çalıştı, ağır ağır hareket etti.

Kaderci bir teslimiyetle “tamam, sonum geldi” dediğimi biliyorum. Tabancamı da almamıştım.

Yeşil Murat yürür gibi usul usul yaklaştı. Ben artık kıskıvraktım, iki otomobilin arasına girmiş, kaçma kendimi koruma olanağından da yoksun..

O an beynimde bir ışık yandı söndü.

Tek yapabileceğim, ardımdan cellatlarımla ilgili bir not bırakmak olabilirdi.

Cebimden bir këğıt çıkardım, üç beş metre kadar  yaklaşan otomobilin numarasını yazdım ve ayaklarımın dibine bıraktım.

Üzerime gelen çalıntı bir araba olsa, sanki işime yararmış gibi.

Murattakiler sokuldular. Kullananın yanında oturan bıyıklıyla göz göze geldik.

Her an bir taraka bekliyordum.

Hayret!

Olmadı ve geldikleri gibi gittiler.

Hep usul usul.. Otomobil değil de kağnı sürermiş gibi.

Ölüme gözü kapalı meydan okuyacak kadar delifişek değilim.

Ama ödlek de değil.

Fakat o gece “gittim.. gidiyorum..” duygusunu olanca derinliği ile yaşadım.

Biz gazeteciler böylesine topun ağzındayız işte..

ÇETİN KAPİTAL

( 21 Mayıs 1988/Hürriyet)

” Topun ağzındaki ” adam, “Gazeteci Çetin Emeç”. Türk basınının gazete ve dergicilikte yeni çığırlar açan iki önemli adından biri. Abdi İpekçi ekolünün sağlamcılığına; gündem belirleme ve sansasyon boyutunu katarak gazetecilikte daha çok kitleye ulaşmanın kapısını aralayan kişi. Ölümünden önce  yaşadığı bir korku anını işte böyle anlatıyordu. Sanki yıllar sonra başına geleceklerden haberdar gibi…

ÖLÜMÜ HABER VEREN TELEFON

Çetin Emeç’in Suadiye, Suyanı Sokaktaki evinin telefonu 3 Mart 1990 günü sabah saat 09.00 sularında acı  acı çaldı. Telefona çıkan eşi Bilge Emeç, telaşlı ve acele acele konuşarak Çetin Emeç’i soran, ” Çok önemli hayati bir mesele, ulaşmam lazım ” diyen kadına, “Çetin Bey evde yok” yanıtını verdi. Kadın tüm ısrarlarına karşın, aynı yanıtı aldı.

“Hayati” bir konuda konuşmak istiyordu.

Ancak Çetin Emeç, evde yoktu…

Aynı kadın birer gün arayla iki kez daha aradı Emeç’in evini. Her arayışında devreye giren telesekretere aynı içerikte notlar ve bir telefon numarası bıraktı :

” Hayati bir konu acele arayın: 166  38 89.”

Çetin Emeç meşguldü. O kadar meşguldu ki; gün boyunca yemek yemeğe bile vakit bulamıyordu. Üstelik ona telefon edenlerin yarısının, mutlak “hayati” bir sorunu olurdu. Bu telefon konuşması da, öylesine bir algılanmayla üzerinde pek durulmadan öncekilere karıştı ve zaman akıp geçti.ÖLÜM

Tarihler 7 MART 1990’ı gösterdiğinde Çetin Emeç her zaman olduğu gibi Suadiye Suyanı Sokak l6 numaralı evinin önündeki aracına doğru, saat 09.20′ de yürümeye başladı.  Poförü Sinan Ercan kapıyı açtı. Çetin Emeç oturdu. Ercan, şoför mahalline yöneldi. İşte tam bu sırada  Çetin Emeç, 1980 sonrası bir gece evine dönerken duymayı beklediği tarakaları duydu. Ne olup bittiğini bile anlayamamıştı. Başlarında kar maskesi bulunan adamlar ateş ediyorlardı. Emeç yedi, şoförü Sinan Ercan üç kurşunla yaşama gözlerini yumdu.  Arkadaşları arasında  ” Çeto” olarak adlandırılan Çetin Emeç, dünyaya son kez bakmıştı kanla boyanan aracının penceresinden, kulaklarında taraka sesleriyle…

Saatler 10.00 olduğunda artık bütün Türkiye olayı öğrenmişti:  “Hürriyet gazetesinin yazarı, eski Genel Yayın Yönetmeni, Yönetim Kurulu Üyesi Çetin Emeç uğradığı suikast sonucu öldürülmüştür.”

O dönemde çalıştığım gazetede sabah toplantısı sırasında, Çetin Emeç’in öldürüldüğünü Cüneyt Arcayürek’ten öğrendik. Yakından tanıdığı Emeç’in ölümü, onu çok üzmüştü.

“Ne olacak bu işlerin sonu bilemiyorum”, diyordu.

O andan itibaren, Emeç suikastini ve arkasındaki güçleri araştırmaya başlamıştım.  Daha sonra tek tek toplamaya başladığım belgeler ortaya bu kitabın içindeki bilgileri çıkardı.

Türkiye’yi ayağa kaldıracak bu olay sonrasında soruşturmalar,öteki gazetecilerin öldürülüşünde olduğu gibi derhal başlatıldı. Polisin en uzman kişilerinin içinde bulunduğu ekipler kuruldu, herkes katil veya katillerin peşindeydi.

Emeç’e olaydan önce telefon ederek “hayati bir konuda” konuşmak isteyen kadın, olayın kilidi gibi gözüküyordu. Zaman tersine akmaya başlamıştı.

Telefondaki sözleri önemsenmeyen, dikkate alınmayan, ancak bir anda  en önemli kişi olan kadının adı Fatma Doğankayalı idi. Olaydan önce Emeç’i aramasının nedeni öldürüleceğini bildirmekti. Ancak ulaşamamıştı Emeç’e.

Polisler,  olaydan üç ay sonra, uzun süre izlemeye aldıkları, Fatma Doğankayalı’yı, gözaltına aldılar. Ölüm olayının ardından ” korktuğu” için ortaya çıkamadığını belirten Fatma Doğankayalı, haziran ayındaki bu ilk ele geçirilişinde, Emeç’i arama nedeni olarak bir köşe yazısını gösteriyordu.

Nedendir bilinmez, Emeç’in katillerini bulmak konusunda sürekli hamasi laflar eden  polis,  bu ilk ifadeden sonra  Doğankayalı’nın üzerine uzunca bir zaman gitmedi. Bunda o dönemin emniyet müdürü  Mehmet Ağar’ın “Bu işi bunlar yapamaz” düşüncesinin etkili olduğunu ileri sürenler kadar, Ağar’ın bu kişileri takip ettirdiğini söyleyenler de mevcut. Ancak daha sonra göreve gelen Vali Hayri Kozakçıoğlu ile Emniyet Müdürü Necdet Menzir, bu ipucunun üzerine  dikkatlice gidilmesini istediler.

Doğankayalı ikinci kez gözaltına alınarak getirildiği İstanbul Emniyetinde yeniden sorguya alındı.

20 Aralık 1992′ de, polise verdiği ilk ifadesinde hiç söylemediği konulara değiniyordu. Emeç’in, ölüm emrinin nasıl, kim tarafından, nerede  verildiğini, bunu kendisinin nasıl öğrendiğini ve tanıklık ettiği olayları şaşırtıcı açıklamalarla peşpeşe anlatıyordu.

Bu ifadenin hangi koşullar altında alındığı ise konuyu araştıran bir gazeteci olarak oldukça ilgimi çekiyordu. Doğankayalı ifadesini işkence altında vermiş olamaz mıydı? Bu sorunun yanıtı, ifadenin işkence altında alınmadığı şeklindeydi. Doğankayalı ifadelerinde, yüzleştirmede ve daha sonra gittiği DGM de kendisine işkence yapıldığını hiç söylememiş, aksine olayla ilgili polis ifadelerinin doğruluğunu dile getirmişti. Daha sonra kendisiyle görüşmelerde de hep polis ifadesine atıfta bulunarak, ” Ben her şeyi polis ifademde söyledim” ya da ” Her şeyi polise söyledim de ne oldu? ” diyordu.

Doğankayalı’nın söyledikleri kanlı ve karmaşık bir ilişkiler ağının  ilk ipucuydu.  Olayla ilgili ilk ciddi iddialardı. Ancak nedense bu ifade tozlu raflarda unutuldu, unutturuldu gitti. Polisin, adaletin unutuğu bu ifadeyi tozlandığı raflarda bulmam olaydan tam üç yıl sonra gerçekleşti. İfadenin üzerindeki tozları şöyle bir temizleyince de kıyamet koptu.

Doğankayalı’nın söylediklerini kamuoyu hiç bilmiyordu. O, Emeç’i ölümünden önce arayan kişiydi. Ne söylemek istediği, neler bildiği konusunda  merak vardı, ancak bilgi ve belge yoktu. İlk bulguları elde ettiğimizde  şaşırmadan, heyecanlanmadan edemedik. İddiaları müthişti.   Doğankayalı’nın söylediklerinin tozlu raflarda kalmasını, gazetecinin eline  geçmesinden daha iyi görenler, akla gelen her türlü engellemeyi çıkarmadan edemediler. Ancak ifadeye ulaşıldığında, bunca zahmete değdiği kuşkusuzdu.

Gelin Doğankayalı’nın bu şaşırtıcı ifadesini şimdi satırı satırına birlikte inceleyelim. Sizleri götüreceğimiz yer İstanbul…

SORGUDAKİ  KADIN

İstanbul Emniyeti Terör ile Mücadele şubesine bağlı polisler  karanlık koridorların açıldığı birküçük odada, çalıştığı zaman kulakları sağır eden bir eski model daktiloya geçirdikleri këğıda önce  “İfade Tutanağı ” diye yazdılar.

Doğankayalı’ya ” Nüfus cüzdanını oku ” dedi bir polis memuru. Sonra da daktilo gürültüsü arasında duyduklarını kağıda döktü:

“İfade Sahibi : Fatma Doğankayalı/ Aslen İstanbul İli Pişli İlçesi Harbiye Mahallesi Cilt no:014/03, Sayfa No: 41, Kütük Sıra No:261 üzerinde nüfus kayıtlı olup, ilimiz Kadıköy İlçesi Bostancı Emin Ali Paşa Caddesi Taşlıçeşme Sokak Ali Piran Apt. 32/1 sayılı yerde ikamet eder, Kadıköy İlçesi Erenköy Pemseddin Günaltay Caddesi Kamiller Sokak 2/7 İşpak adresinde işçi olarak ve sekreter olarak çalışır. İlkokul mezunu, sabıkasız olduğunu beyan eden, Rifat-Perihan kızı 1961 İstanbul doğumlu Fatma Doğankayalı’nın Emn. Ter. Müc. Pb. Müd. de alınan ifadesinde… ”

Daktilo sustu. Oda bir an sessizliğe gömüldü. Sivil giyimli ve üst düzey bir emniyet görevlisi olduğu, diğerlerinin kendisine gösterdiği saygıdan belli olan bir adam sandalyesine ters oturup gözlerini Doğankayalı’nınkine dikerek,

“Anlat bakalım … ama önce özgeçmişini anlat da seni bir tanıyalım.. Kimsin, ne iş yaparsın, nesin?”dedi.

Doğankayalı rahat görünmesine karşın endişeli bir ses tonunda  kendisini tanıtmaya başladı:

“1961 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokulu Fatih’te Muallim Naci İlkokulunda okudum. Daha sonra 1977 yılında Sultan Selim Kız Meslek Lisesi Akşam Kız Sanat Bölümünde okuduktan sonra diploma alarak mezun oldum.”

Soruyu soran polis, daktiloda ifadeleri yazana  dönerek ” Diploması gelene kadar ilkokul mezunu olarak geçir kayıtlara” dedi.  Sonra” Devam et”  diye ekledi.

Doğankayalı kaldığı yerden sürdürdü:

“Bundan sonra babamın arkadaşı olan Ziya Güven’nin Unkapanında bulunan İMC Bloklarında Konfeksiyoncu yanında 2-3 ay çalıştım. Bundan sonra Ziya Güven’in oğlu Feridun Güven’le görücü usulu ile ailelerimizin isteği üzerine sözlendim. 1979 yılının Temmuz ayında Feridun Güven ile evlendim. Evlendikten sonra 1987 yılına kadar herhangi bir işte çalışmadım. Sadece ev hanımı olarak kendi evimin işlerini yaptım. Bu evlilikten 2 kız 1 erkek çocuğumuz oldu. Pu an velayeti babada olduğundan babalarının yanlarındadırlar. Ve şu anda Mecidiyeköy’de ikamet ederler, adres olarak bilemiyorum. Feridun Güven ise; Kartal Cevizli Tekel Fabrikasının oto tamir kısmında halen çalışmaktadır. Mahkeme Kararı ile 1987 yılında ayrıldım. Ayrıldıktan sonra, Pişli’de Sıracevizlerde yaşlı bir bayanın yanında küçük bir oda tutarak kalmaya başladım. Burada kaldığım süre içerisinde yine BEFA’da çalışıyordum. 1988 yılının Ağustos ayında şu anda evli olduğum eşim Turgut Doğankayalı ile tanıştım. 1989 yılının Pubat ayının 27′ sinde Pişli Evlendirme Dairesinde resmi nikahlı olarak evlendim. Bundan sonra  BEFA’da çalışmaya devam ettim. Daha sonra gazete ilanı ile 1990 yılında 1. Levent’de bulunan Kaya Limited Pirketinde sekreterlik yapmaya başladım. Kaya Limited’te çalışırken Esentepe Haberler Sokakta ikamet ediyorum. Bu arada Ali Sami Yen Sokak Koru Apt. Kat:5 No:38’e taşındık.  Küçük bir odasında idareten kalmaya devam ettiğimizde yine ben KayaLimitedde çalışmaya devam ediyorum. 1990 yılının Ağustos ayında kayınvalidemin yanı olan Erenköy Pemseddin Günaltay  Caddesi Kamiller Çıkmazı Sokak No: 2/7 sayılı yere taşındım.

Kaya Limited şirketi Bağdat Caddesi Paşkın Bakkal’da Dadanlı Mağazası üzerinde bir şube açtı. Ben de evim oraya yakın olduğu için burada çalışmaya başladım. 1990 yılının Eylül ayında Tüccar Başında No:195/7’de ev tuttum. Eşimle beraber burada bir yıl ikamet ettik. Bu arada Kaya Limited’den ayrılıp, eşimin ailesinin şirketi olan İşpak’ta çalışmaya başladım. 1991 yılınan Ekim ayında mal sahibi Edirne’den döndüğü için o evi boşaltıp şu an ikamet ettiğim ve yukarıda adresini verdiğim evde oturmaktayım. Halen aynı İşpak’ta çalışmaktayım. Ben bugüne kadar yurtdışına hiç çıkmadım. Türkiye’de İstanbul’dan başka hiçbir yerde bulunmadım.”

ZEHEBİ İLE İLK TANIPMA

Sandalyesinde ters oturan sorgucu, kafasını kaşıyıp, derince bir yutkunduktan sonra, ” Eeeeee… Pu Zehebi ile nasıl tanıştın, bir de onu anlat bakalım ” derken, daktiloya da çıkardığı sesten dolayı ters bir bakış atmadan edemedi.

Fatma Doğankayalı, Zehebi’nin adını duyduğunda boğazında bir kuruma hissetti. Su isteyecekti, vazgeçti.

“Ben, ben… 1988 yılının Ağustos ayında eşim Turgut Doğankayalı ile tanıştıktan sonra…” deyip elinin tersiyle alnında biriken terleri sildi ve devam etti:

” Evlenmeye karar verdim. 1989 şubatın 27′ sinde evlendik. Ben eşimle tanıştığımda, eşim onun yanında çalışıyordu. Yani Muhammed Celal Zehebi’nin yanında çalışmaktaydı. Burada ev bulmam ve iş bulması konusunda eşim ile aramızda görüştük. Eşim Celal Beye benimle evleneceğini ve işten ayrılacağını ayrıca, ev aradığını söylemiş. Celal Bey de eşime, benimle görüşmek istediğini söylemiş. Ben de , eşimin bu isteği üzerine, Celal Beyle Esentepe Haberler Sokaktaki evde  kısa bir süre görüşme yaptım. Celal Bey bana kim olduğumu, ailemi ve ailemin nerede olduğunu ilk evlilikten kaç çocuğum olduğunu  sordu. Ben de, yukarıda size anlattığım şekilde Celal Beye durumu aynen anlattım.

Ben, bunları anlatırken eşim de Celal Beyin hizmetinde çalıştığı için Celal Beyin Haberler Sokaktaki evinin mutfağında Celal Beye tahminime göre, kahve yapıyordu. Celal Bey banakendisinin yanında çalışıp çalışamayacağımı sordu. Ben de şu anda çalışmış olduğum işimi seviyorum, bu işimde çalışmaya devam edeceğim dedim. Celal Beyle ilk tanışmamız bu vesile ile oldu. Daha sonra Celal Bey, eşim Turgut Doğankayalı’yı çağırıp burada kendi evlerinde beraber kalabileceğimizi ve ileride bahçedeki müştemilatında oturmamız için bize yer yapabileceğini söyledi. Biz de bunun isteği üzerine, ev bulamadığımızdan bunun Esentepe Haberler Sokaktaki evinde kalmaya başladık. Bu tarihlerde gazetelerde de Muhammed Celal Zehebi (Özel)in altın ve döviz işleri ile kaçakçılık yaptığını öğrendim. Bir de bu işlerin doğru olduğunu eşimden duydum. Kalan diğer hayali ihracaat işleri ile ve Suriye Ajanı olduğunu da basından takip ederek basındaki yazılardan okudum.”

ZEHEBİ,  DOSTLARI VE HOSTES KIZLAR

“Ben, evli olduğum eşim Turgut Doğankayalı ile evlenmeden önce, Muhammed Celal Zehebi (Özel) Esentepe Haberler Sokaktaki evime arkadaşları Cillo Mehmet ve bayan hostesleri getirdiği bu evde hep beraberce eğlence yaptıklarını, bu eğlencelerde eve getirdiği hosteslerle ilgili o tarihlerde basında hakkında çıkan yazılardan da okudum. Eşim o hosteslerle bizim oturduğumuz evde Cillo Mehmet’in eğlence yaptığını ve Cillo Mehmet’in yani Mehmet Yıldırım’ın bol para harcadığını bolca bahşiş bıraktığını eşim bana söyledi. Biz evlendikten sonra Cillo Mehmet’ye yani Mehmet Yıldırım ile Celal Zehebi (Özel)’in dostluklarının kalmadığını, biz bu evde oturduktan sonra da Cillo’nun bu eve geldiğini görmedim. Ben, Cillo Mehmet’i hiç görmedim. Sadece gazetelerdeki resimlerinden tanırım. Aynı şekilde Bay Viktor’un da Celal Beyle arkadaş olduğunu bizim kaldığımız evi ortak olarak paylaştıklarını eşimden duydum. Bay Viktor bizim bu kaldığımız eve bayan arkadaşlarıyla gelirmiş ve bu evde eğlenirmiş, Ben kendim çalıştığım için bunları görmedim. İşten geldiğimde bu olanları eşim bana anlatırdı. Bay Viktor’un eve gelip gittiğini kimse anlayamazdı. Bay Viktor’un eve geldiğini anlayabilmek için eşim etraftan tesbit etmeğe çalışırdı. Yani dağınık bir insan olmadığını vurgulamak istiyorum. Daha sonra Bay Viktor ile Celal Zehebi’nin arasında bir anlaşamazlık olduğunu, eskisi gibi samimi olmadıklarını, aralarının neden açık olduğunu bilmiyorum.

1990 yılı Pubat ayının sonlarına doğru idi, işten eve geliyordum. Yani o tarihte Celal Özel’e ait olup eşimle birlikte oturduğumuz Haberler Sokak 16 sayılı eve, buraya geldiğim sırada evden bazılarının çıktığını gördüm. Çıkan kişilerin yaş ortalamaları orta yaşlarda olmasına rağmen yanlarındaki bir kişinin genç oluşu, dikkatimi çektiği için biraz iyi baktım. Hatta kendi kendime bu gencin bu toplantıda işi nedir, diye de soru sorup düşündüm. Çünkü benim oturduğum ev aynı zamanda Muhammed Celal Zehebi (Özel)’in garsoniyer olarak kullandığı bir evdi.”

POLİSİN MERAK ETTİĞİ GENÇ

Sandalyesini düz çeviren sorgucu “Dur bakalım ” dedi. ” O genç kimmiş hiç merak etmedin mi?”

” Ettim… Basından takip ettiğim kadarıyla buraya gelen gördüğüm veya ismini duyduğum kişilerin de kaçakçılıkla ilgili olduğunu öğrendiğim için bir gencin bunların içine girmesini tuhaf karşıladığımdan dolayı dikkatli baktım.

Ben, daha sonra bu gencin kim olup olmadığını eşimden sordum. Net bir cevap alamadım. Sonradan öğrendiğim kadarıyla 20-25 yaşlarında 1.70 ,1.75  boylarında ince bıyıklı, esmer tenli, düz ve gür siyah saçlı olan bu şahsın Avukat Faruk Erten ile birlikte olduğunu öğrendim. Birlikteliklerinin derecesini ben bilmem.”

Sorgucu yüzünü buruşturup yanında bekleyen polis memuruna  “Bana hazırladığımız robot resimleri getirin” dedi. Selamını veren polis, hızla odadan çıktı. Oda yeniden sessizliğe bürünmüştü. Sorgucu yere bakıyordu. Daktilo susmuştu.  Sessizlik ürperticiydi. Biraz sonra elindeki resimlerle aynı polis içeri girdi. “Buyurun efendim”, diyerek resimleri sorgucuya uzattı.

Sorgucu ” İyi bak bakalım, o genç buna benziyor muydu?” diyerek elindeki   robot resmi kadına uzattı.

Doğankayalı  resme uzun uzun baktı…

“Benziyor,” dedi.

“Ne kadar benziyor?”

“Benziyor…”

“Adı nedir?”

“Bilmiyorum…”

Sorgucu ayağa kalkıp dolaşmaya başladı…

“Size yardımcı olmak istiyorum, ama  gerçekten adını, ne iş yaptığını bilemiyorum…”

Sorgucu, daktilosunun başında bu diyaloğun bitmesini bekleyen polise dönüp yazdırmayabaşladı:

“Bana bugün gösterdiğiniz ve Gazeteci yazar Çetin Emeç’in olay faili olarak bildirdiğiniz resmi inceledim. Yukarıda eşgalini verdiğim kişiye çok benzediği için de size bir yardımım olabilir düşüncesiyle bunu söylüyorum. Ama benim size eşgalini verdiğim şahsın ismi nedir, şu an nerededir, ne iş yapar onu ben bilmem.”

Sözlerini bitirip Doğankayalı’ya sordu:

“Bu  yazdırdıklarım gibi söylüyorsun değil mi?”

” Evet öyle demek istiyorum.”

ÖLÜM EMRİNİ DUYDUM

Sonra anlatmaya devam etti:

“Bu olaydan, yani toplantı olayından birkaç gün sonra idi. Ben, çalışmakta olduğum işyerimden, yukarıda adresini belirttiğim evime, evde unuttuğum bir şeyi almak üzere, öğle saatlerinde geldim. Evin mutfağından bahçeye açılan kapıyı anahtarla açarak içeriye girdim. Ben, eve gelirken kapı önünde eşimin kullandığı Celal Özel’e ait otoyu da görmedim. Mutfaktan  antreye geçtiğimde salon kapısının aralık olduğunu, konuşma sesi geldiğini duydum. Bunun üzerine sesin geldiği yere doğru yanaştım, telefonla beyimin patronu olan Muhammed Celal Özel’in konuştuğunu gördüm . Muhammed  Celal Özel karşıdaki ismini Mehmet olarak söylediği şahsa şöyle diyordu:

ÖLDÜRÜN O GAZETECİYİ

“O  gazeteci Çetin Emeç denen pezevengi derdest edip öldürün. Onun anasını avradını sinkaf edeyim”, şeklinde sözler söylediğini duymam üzerine koşarak mutfağa geçip oradan da evin bahçeye açılan kapısını kitleyip ben doğru işime gittim.”

Sorgudaki polislerin hepsi susmuştu. Daktilo yazmıyordu, eller notlar alıyordu. Doğankayalı, heyecanından kuruyan gırtlağını açmak için üst üste yutkundu. Meraklı bakışlar altında konuşmasını sürdürdü.

EMEÇ ‘ İ UYARMAK İSTEDİM

“Kendim yapı itibariyle biraz heyecanlıyım. Önce bu konuşmanın muhasebenini kendi kendime yaptım. Daha sonra da Çetin Emeç ve mensubu olduğu Hürriyet gazetesinin Celal Özel’in de aralarında bulunduğu ismi bazı kaçakçılık olaylarına karışmış Cillo Mehmet (Mehmet Yıldırım) Mehmet Çelikel, Turan Çevik ve ismini hatırlayamadığım birçok kişiler hakkında yazı yazdığı için bunlar hedef kabul etmiştir, düşüncesine kapıldım. Telefon konuşmasını duyduğum tarihten tahminen 3-4 gün sonra 2 gün süreyle sabahın erken saatlerinde 011 kanalı ile öğrendiğim evinin telefonunu telefonla arayıp Çetin Emeç’le ilişki kurup kendisine düzenlenecek bu tür bir eylemi bildirmek üzere, telefon ettim. Karşıma bir bayan çıktı. Bu bayana ben çok önemli hayati önem arz eden bir konu anlatacağım, lütfen evde ise görüşmem gerekir, diye söyledim. Telefondaki bayan ısrarla evde olmadığını bildirmesi üzerine inandırıcı olmabilmem için Muhammed Celal Özel’in Haberler Sokak No: 16 sayılı evinde bağlı bulunan 166 38 89 nolu telefon numarası ile kendi ismim olan Fatma Doğankayalı olarak da ismimi bildirdim. Ama bu telefondan Çetin Emeç tarafından ben hiç aranmadım. Aransaydım, bilgim olurdu. Çünkü benim evde olmadığım zamanlar eşim evde olurdu, bir de Çetin Emeç beni arasa ya gece arayacak, veya sabahın erken saatlerinde arayacaktı. O saatlerde ben evde olacaktım. Diğer Muhammed Celal Özel ve arkadaşlarının telefona çıkma ihtimali de çok zayıftı. Onun içinde hiç tereddütsüz ismimi  ve telefon numaramı verdim.”

Sorgucu  “Sen ne söylediğinin farkında mısın? Bu konuşmayı duydun mu? Zehebi’nin konuştuğunu  iddia ettiğin Mehmet kim?” diye sordu. Sesindeki tonlama kadını korkutmuştu.

“Yemin ederim doğruyu söylüyorum” diye kekeledi Doğankayalı .

ÖLDÜR EMRİNİ ALAN MEHMET  KİM?

“Ben, Muhammed Celal Özel’in Çetin Emeç’i derdest edin, kaldırın talimatını verdiği Mehmet kimdir, bunu bilmem. Yalnız yukarıda söyledim, onun arkadaşı olarak Mehmet Yıldırım (Cillo), Mehmet  Çelikel isimli kişileri duydum. Bunlardan Mehmet Çelikel’i evde de gördüm. Ama Mehmet Yıldırım’ı basındaki resimlerinden tanırım. Kendisini şahsen görmedim.

Yukarıda arz etmeye çalıştığım telefon konuşmasını duyduktan tahmini bir hafta veya 10 gün sonra Çetin Emeç ve şoförü Sinan Ercan bir saldırı sonucu öldürülmüştür. Ama bu eylemi bizzatkimin gerçekleştirdiğini ben bilmem. Kendisini yani Çetin Emeç’i ikaz etmeyi de, basından, yeraltı dünyası diye adlandırılan şahısların her işi hiç çekinmeden gerçekleştirdiklerini okuduğum için, aynı zamanda insanları çok sevdiğim  için, kendisine bir zarar gelmemesi yönünde ikaz etmek gayesiyle, ölümünden 4 veya 3 gün önce iki defa telefonla ulaşmaya çalıştım, ulaşamadım.”

İLK SORGU

“Çetin Emeç’in öldürülmesi olayından sonra ben de aramadım. Ancak 1990 yılının Haziran ayı içerisinde bir cumartesi günüydü. Ben Sami Yen Sokak Koru Apt. No:38 sayılı yerden çıkıp 1. Levent’deki işyerime giderken beni bir bayan ve bir erkek polis, taksi durağına gelmeden  durdurarak polis olduklarını söylediler. Benim kendileri ile şubeye kadar gitmemi istediler. Ben de kabul ederek onlarla birlikte şubeye geldim. Burada bana Çetin Emeç’i niçin aradığımı, Celal Zehebi’nin ne iş yaptığını Celal Zehebi’nin yanına kimlerin gelip gittiğini sordular ben de burada Çetin Emeç’in makale yazısı için aradığımı Celal Zehebi’nin adını o tarihlerde basında çıkan olaylardan duyduğumu ve inşaat işleriyle uğraştığını aktardım. Eşime polislerin beni aldığını 3 ay sonra söyledim. Daha sonra kendisine polislerin beni aldığını ve Celal Zehebi’nin ne işler yaptığını benden sorduklarını ben de inşaat işleri yaptığını polislere söyledim dedim. Ayrıca, Çetin Emeç’in evine telefon ettiğimi söylemedim.

Bilahare tarihini hatırlayamayacağım Arena programından sonra Tempo dergisinde yani 1992 Ekim ayında yayınlanan haberden sonra kocama Çetin Emeç’i benim aradığımı söyledim. Makale ile ilgili Çetin Emeç’le görüşmek istediğimi, eşim Turgut Bey böylece öğrenmiş oldu.”

“Peki Mehmet Çelikel’i nereden tanıyorsun?”

ZEHEBİ SURİYE AJANI MI?

“Ben, Taksim Aydede Sokakta bulunan Riva Otelinin sabihi Mehmet Çelikel’i bir sabah evde gördüm. İsmini ve kendisini tanımıyordum. Sonradan eşimden Celal Beyin arkadaşı olduğunu ve Taksim’de otelinin bulunduğunu Celal Beyin de bununla birlikte Taksim’deki Otelde beraberce kalıp eğlendiklerini öğrendim. O gün sabahleyin erkenden bizim eve geliş nedenini daha sonra Hürriyet gazetesinde çıkan haberden; Mehmet Çelikel’le Celal Zehebi’nin Suriye ajanı olduklarını okudum. Daha sonradan da eşimden öğrendiğime göre, bu haberden dolayı erken saatte bizim eve geldiğini öğrendim, bizim evde Mehmet Çelikel 3 veya 4 gün kaldı. Bu arada Celal Zehebi de eşime valiz hazırlatıp seyahate çıkacağını söylemiş , yurtdışına gitti. Ama hangi ülkeye gittiğini bilmiyorum. Zannedersem Turan Çevik’le ilgili bir seyahatti. Kendi hakkında gazetelerde yazılar çıkınca Celal Zehebi de seyahate çıkardı. Bize hangi ülkeye gittiğini söylemezdi. Bir defasında da yine Ankara’ya gideceğini söyledi, benim valizlerimi hazırlayın dedi. Eşim de hazırlığını yaparak ne ile gittiğini hatırlamıyorum. Turgut mu götürdü, taksi ile mi gitti bilmem. Aradan 2 gün geçtikten sonra evi telefonla aradı. Telefona ben çıktım. Turgut evde mi diye bana sordu. Ben de evde dedim. Telefonu Turgut’a verdim. Telefonda Turgut’a birtakım notlar ve bazı yapılması gereken işlerin yapılması için yazılar yazdırdı. Bu evrakların Avukatı Faruk Erten’e verilmesini söyledi. Ben eşime nereden aradığını sorunca, eşim de bana Londra’dan aradığını ve Londra’daki kaldığı adresini verdiğini söyledi. Bu telefon görüşmesinden sonra eşim kendisine söylenen evrakları götürerek Avukat Faruk Erten’e verdi. Evrakların hakkında tam bilgim yoktur. Ancak o tarihte Celal Zehebi’nin Devlet Güvenlik Mahkemesinde mahkemesinin devam ettiği, evrakların bu olayla ilgili olduğunu eşimden duydum.”

POLİSE BENİ TANIMADIĞINIZI SÖYLEYİN

“Bu gidişinde Gazeteciler Sitesi Haberler Sokakdaki evde eşimle birlikte bizi kiracı olarak gösterip kira kontratı yaptığını kendisini polisler aradığında, bizim kendisini tanımadığımızı sadece bizim oturduğumuz evin sahibi olduğunu, kendisini hiç görmediğimizi ev kirasını bankaya yatırdığımızı söylememizi beyimden istediğini öğrendim.

Kira kontratını 2 suret yaptığı halde ikisini de kendisi alıp gitmiştir. Ben, kira kontratını hiç görmedim.

Muhammed Celal Zehebi hakkında gazetelerde yazılar çıkınca her zaman seyahate çıkardı. Her gittiği yerden telefonla arar, fakat nerede olduğunu söylemezdi. Yapılacak işler hakkında eşime talimat verirdi. Yapılacak işler ise, çek senet işleriydi. Alışverişte ordan al oraya, şuraya, buraya ödeme yap diye emirler verirdi.

Celal Zehebi’nin yanına kimler gelir, gider çalıştığımdan görmezdim. Sadece eşimden duyardım. Her ne iş olursa eşim veya yanında çalışan Müslüm Erdem isimli şahsa yaptırırdı. Diğer işlerini genelde Müslüm Erdem yapardı. Hatta bir defasında, eve bir genç kız getirdiğini, bu kızın Celal Zehebi ile, ilişki kurduğunu ismini bilmediğim Arap kadınlarının yeğeni olduğunu eşimden öğrendim. Hatta bir keresinde Celal Zehebi’nin hakkında yine Hürriyet gazetesinde bir haber çıkmıştı. Bu haberden sonra Celal Zehebi yine seyahate çıkmıştı. Seyahetten döndükten sonra yanında 30-35 yaşlarında genç birisi vardı. Bu da Celal Zehebi’yeSonradan öğrendiğimde bu Celal Beyin yeğeni imiş. Bizim kaldığımız evde yani Esentepe’de beraberce hesap işleri yaparlardı. Hatta bu hesapları Arapça olarak yazdıklarından ben ne hesabı yaptıklarını anlamazdım. Ve kendi aralarında Arapça konuştuklarından ne konuştuklarını bilmem. Celal Bey biz evde bulunduğumuz sıralarda telefonla görüştüğü zaman Arapça  konuşurdu. Türkçe konuşmadığından bir şey anlamazdık.

1990 yılının Ocak ayı içerisinde Celal Beye 40-45 yaşlarında iki kişi misafir geldi. Gelenler Araptı. Bir hafta kadar kaldılar. Daha sonra ayrıldılar. Bir de 1990 yılının Mayıs ayı içinde bu iki şahıs yine geldiler. Yine bir hafta misafir olarak kalıp gittiler. Bu geliş gidişlerinde bu şahısları Celal Bey alıp götürür, dışarda yemeklerini yedirirdi. ”

POLİSİN GÖSTERDİĞİ RESİMLER

“Aralarında ne görüştüğünü ne geçtiğini bilmem. Hatta yukarıda size söylediğim tarihte yani 1990 yılının Haziran ayında polisler beni yakaladıklarında bana gösterdikleri resimlerden bir tanesi bu gelen iki şahıstan birine benziyordu. Bir de Celal Beyin yeğeni Celal Beyle  Arapça konuşmalar yaparlardı. Ben Arapça bilmediğim için bu görüşmelerden bir şey anlamazdım. Mahkeme işleri olunca yanında çalışan Müslüm Erdem isimli şahıs aracılığı ile ve Avukatı Faruk Erten ile mahkemelik işlerini mahkemenin savcı ve hakimlerini görerek ve bunları yemeğe götürerek her türlü işlerini yemek masalarında hallederdi. Ben bunu eşimden duydum. ”

“Bunlar doğru mu?”, diye üsteledi sorgucu.

“Hepsi doğru, vicdanım rahatsız. Onun için anlatıyorum. ”

Sorgucu kadına başını sallayıp ” Ekleyeceğin var mı?” dedi.

“Yok” yanıtını verdi Doğankayalı.

Sorgucu, daktilocu polise dönüp ” Sonunu, ‘Benim olay hakkındaki bildiklerim ve gördüklerim yukarıda anlattıklarımdan ibarettir’ diye bağla” talimatını verdi. Bu sırada Fatma Doğankayalı “Bunlar benim konuştuklarımı duyarsa , bizi yaşatmazlar, bizi koruyun” diye ağlamaya başladı.

“Tamam ” diyerek başını sallayan sorgucu, ” yazıya bir de ‘ben burada sizlere bildiklerimi anlattım. Anlattıklarımdan dolayı kendim ve eşim hakkında bizlere güvence verilmesini talep ediyorum’ diye ekle” dedi. Doğankayalı’ya dönüp “Tamam mı? ”  diye sordu.  ” Tamam” dedi kadın.

“İfadeyi yaz, okusun imzalasın, sonra siz imzalayın, sonra da ben imzalayacağım” diyerek odadan çıktı sorgucu. İfade yazıldı, Fatma Doğankayalı okudu,” tamamen doğru” dedi ve imzaladı. Polisler “okuduktan sonra tastik etti ve edildi” diye not düşüp tarihi yazdılar: 20.12. 1992.

Bu ifade Çetin Emeç olayıyla ilgili olarak ilk ciddi bulguydu. Ancak nedense olayı aydınlatmakla görevli olanlardan çok, bir gazeteci olarak bizim ilgimizi çekti.  Fatma Doğankayalı’nın adını verdiği Zehebi kimdi? Hiç kimse bu konuda tam bir bilgi sahibi değildi. Oysa dosyalar dolusu belge mevcuttu hakkında. benzer biriydi.İKİNCİ BÖLÜM

ULUSLARARASI  ARANAN ADAM: ZEHEBİ

Sorgu odasından kuşkulu çıkan polis şefi,  odasına geçtiğinde kendi adamlarından güvendikleriyle bir grup kurdu.  Ekibin başındaki polise, ” Bu Zehebi’yi 24 saat izleyeceksiniz. Kiminle konuşuyor, ne yapıyor, hepsini istiyorum” dedi.

“Ne zaman başlayalım? ” sorusuna “Hemen” yanıtını verdi.  Zehebi’yle ilgili olarak yaptığım çalışmalar sonucu ortaya çıkan portre biraz karanlıktı.

Görüştüğüm hemen bütün üst düzey yöneticiler( Zehebi’yi tanıyanlar) Ortadoğulu istihbarat servislerinin, özellikle de Suriye istihbaratı El Muhabarat’ın Türkiye’de temasda olduğu kişiler arasında Zehebi’nin bulunduğu iddiasını ortaya atıyorlardı. Bu konuda MİT ve İstanbul Emniyeti’nin çeşitli raporlarının da mevcut olduğu ileri sürüyorlardı.

Araştırmalarımda Zehebi ile ilgili ilk başvuru yerim Kapalıçarşı esnafı oldu. Herkes çok iyi tanıyordu kendisini. Onlara göre Zehebi gerçekten “ilginç bir adamdı”. Kendisi bile Suriye istihbaratıyla  ilişkisini saklamıyordu, ya da kimilerinin kanısına göre böyle göstermeye çalışarak üzerine gelinmesini engellemeye çalışıyordu. Adı uluslararası karapara operasyonları ve uyuşturucu ticaretinde kilit noktalarda geçiyordu.

Bunlardan birisi de 1989’da İsviçre Adalet Bakanı Elizabeth Kopp’un kocasının adı karıştığı için, görevinden ayrılmasına yol açan, uluslararası karaparanın aklanmasına ilişkin soruşturmaydı. Bu soruşturma Avrupa’da olduğu kadar, uzantılarıyla Kolombiya uyuşturucu pazarında (uyuşturucu mafyasının kralı olarak ünlenen, daha sonra ABD’nin uydu teknolojisi aracılığıyla yerini saptayarak öldürdüğü Escobar’ın karaparalarının aklanması da dahil), Amerika’da büyük gürültüler koparmaya yetmişti.

İtalyan mafyası olayı çok yakından izliyordu. Bir bağlantısıyla da ASALA terör örgütü ve Türkiye’yi yaşamsal düzeyde ilgilendiriyordu. Bu davanın Türkiye’de bilinen adı Magharian* kardeşlerin yargılanmasıydı. İşin içinde sadece karapara aklanması operasyonları bulunmuyordu. Silah, uyuşturucu ve terör örgütlerine aktarılan paralar da bu soruşturmanın temelinde yer almaktaydı.

İsviçreli savcılara göre Kolombiyalı  uyuşturucu  babalarının paralarının aklanmasındaki en önemli iki ad, Jean ve Barkehv Magharian kardeşlerdi. Ve onların da  Türkiye’de Zehebi ile iş yaptıkları belirtiliyordu.

Bu konuda en ilginç bulgularımı İsviçre savcılarının Türk makamlarına  da ilettikleri, ancak nedense üzerine pek de gidilmeyen bilgilerdi.

Savcılara göre Magharian’lar, Cenevre’deki  Mirellissa  adlı karapara aklayıcısı bankaya ” Doktor ” lakaplı Zehebi için yüksek miktarlarda para yatırmaktaydılar. Isviçre makamları, Türkiye’ye gönderdikleri yazılarda, Magharian kardeşlerin tutuklandıkları sırada, bürolarında yapılan aramalarda ele geçirilenlere de dikkat çekiyordu.  İtalyan polisinin yürüttüğü eroin soruşturmaları sonucunda, İsviçre polisine yazdığı ve Zehebi’nin İsviçre bankalarında hesabını soran, bunun uyuşturucu parasıyla ilişkisini araştıran bir resmi mektubun da ele geçirildiğini bildiriyorlardı.”Yani dikkat edin sizin emniyet veya adli mekanizmalarına da sızmış olabilirler” demek istiyorlardı. Ancak bu uyarı kulak arkası ediliyor, ya da bazı güçler bunun görülmemesini istiyorlardı.

Uluslararası  örgütün  resmi bağlantıları çok güçlüydü. İsviçre polisi  bu araştırmaları sırasında Dahabi , Zehabi, Zehebi gibi adlarla tanınan ve “Doktor” takma adlı ve banka hesaplarında “TIR” kodunu kullanan kişinin, Suriye yurttaşı olduğunu ve Türkiye’de yaşadığını belirliyordu. İsviçre makamları Amerikan uyuşturucuyla mücadele örgütü DEA tarafından 1980’den bu yana eroin kaçakçılığı suçundan kaçak ilan edilen Mohamed Kaim Sobhi Dahabi’nin de  aynı kişi  olduğuna inandıklarını  belgelerle ortaya çıkardılar. Ve bunu Türkiye’ye Interpol kanalıyla da bildirdiler. Konuyla ilgili olarak ulaştığımız belgeler arasında ilgili İsviçre savcısının el yazısı da bulunuyor. Bunu kitabın ekler bölümünde göreceksiniz.

Zehebi’nin İsviçre dosyasında yer alan yüzlerce sayfa belgenin içinde olayı en açık şekildeözetleyen kısımlar vardı.  Üzerlerinde “Çok gizli” damgası bulunan ve İsviçre savcılarının Türkiye’ye ilettiği belgelerin  bu bölümlerinde şunlar yazılıydı:

“Magharian’ların söz konusu GUARDAG  AG ile  ilişkilerinin olduğu da tespit edilmiştir. Magharian’ların , kartvizitleri arasında, Zürich Swiss Bankasına ve GUARDAG AG firmasına ait  bazı kartları da ele geçirilmişti. Yukarıdaki firmanın sahibi olduğunu belirttiğimiz, Simon Ankeshian isimli şahıs  da Berber Yaşar diye anılan Yaşar Aktürk’ün sağ koludur. Daha önce de belirtiğimiz gibi Doğan Sağlam’ın Uğur Sağlam ile  ilişkisi vardır.  Uğur Sağlam’ın, Zürichteki  CS Bankasında  hesabı bulunmaktadır. OHANNESSIAN’ın da bu hesap ile ilgili olarak vekaletnamesi vardır.

Arbergstr 123 Biel adresindeki binanın müştemilatının Cristal Saat firmasınca da büro olarak kullanıldığını da belirtmek isteriz. Bu firmanın müdürü, Biel de ikamet eden İsviçre vatandaşı,  3 Eylül 1948 Amman doğumlu Dahabi Mazen’dir.

Bu şahsın Magharian’larla bağlantılı olan  ve İstanbul’da ikamet eden Doktor diye bilinen Jalal Dahabi ( Celal Zehebi) ile ilişkisinin bulunduğu kesindir.

Magharian’ların da Dahabi Mazen ile iş ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Dahabi’nin, adres ve  telefon numaraları  Magharian’ların üzerinden çıkmıştı.  Cenevre’deki Mırellıssa Bankasında hesabı bulunmaktadır. Dahabi , Magharian’lara, İstanbul’dan Bulgaristan, Sofya  üzerinden Zürich’e TIR rumuzu ile para göndermektedir.  Bu para sistematik bir şekilde düzenli olarak gönderilir.  Alaylı Walıd adlı kişi, bu paranın  uyuşturucudan elde edildiğini açıklamıştır.

Bunu daha iyi açıklamak için;

18 Nisan 1984 tarihinde, Milan’da 9 Ağustos 1941 Manastır doğumlu Hamza Türküresin sahte kimliğini kullanan Adem Akgüler,  10 Ağustos 1940 Pirelep doğumlu Vasfi Bayrak sahte kimliğini kullanan Rahif Sakarya ve 16 Ağustos 1948 İtalya doğumlu Marcello Puddu isimli şahıslar, bavullarında 14 kilo 800 gram eroin maddesiyle yakalanmışlardır. Marcello  Puddu isimli şahsın  üzerinde bulunan notlardan birinde, el yazısı ile  Mirellis Roy hesabı, telefon 28 31 11 Cenevre yazısı bulunmuştur.

Ayrıca  diğer bazı konularda şöyledir:

TDB Cenevre ” Hesap numarası: 6211 kayıtlı olduğu isim Mr. L. Naley Saro mamafi  bu şahıs SM kısaltması kullanıldığından, bu hesaba para transfer eden kişi Osman lakabıyla tanınan Mehmet  Yıldırım’dır.  İlgili bankanın  dökümantasyo-nunun temini açısından  bu geçerlidir.

Socıete Fınance Mırellis ” Cenevre ” Gönderen : Mr. Claude. Alıcı : Cavalıer’dir. Cavalıer , TIR kısaltma adıyla tanınan (TIR’ın Tırnovalı ailesinin kısaltması olduğu dolayısıyla da şahsın Jalal Dahabi olduğu malumdur) ve paranın transferini emreden şahıstır.

Tirnovalı  Soydan ve Jalal Dahabi hakkında daha önce bahsedilmişti. Tirnovalı ve Soydan uyuşturucu işinden kazandıkları parayla geçinen kişilerdir. Ayrıca bu olayda da yine ilgili banka kayıtlarına ihtiyaç vardır.

Societe Finance Mirellis “Cenevre Hesap no: 425006” Osman attn. Mr. Claude ( Maumary). Burada yine daha önce  söylenmiş olan miktarda paranın transferini emreden kişi ki, bu şahıs muhtemelen Mehmet Yıldırım olabilir, bu hesap belgeleri üzerinde ele geçirilebilecek faydalı bilgilerin tetkiki ile olur.

Shakarchı Tradıng AG. SBS Hesap no: 198000 att.  Mr. Kossa.  Bu Shakarchı’nın Zürichteki SBS Bankasındaki hesabıdır.  Kossa bu hesabın bulunduğu bankada işçi olarak çalışmaktadır.  Biz Shakarchı’nin hangi işle iştigal ettiğini biliyoruz ( Karapara aklamayı kastediyor) . Bu hesaba Magharian kardeşler de para göndermiştir.

Magharian kardeşlerin hesaplarının Alman polisi ile de yapılan kontrolleri sonucunda ortaya çıkan isimler şöyledir:

Hüseyin Yılmaz, Türk uyruklu, bir turist grubuna  kayıtlı.

Chemie Akzo; Belçika ve Hollanda uyruğuna kayıtlı, adı birkaç defa Avrupa’da ona eroin ve morfin temin edicisi olarak kayıtlara geçmiştir.

Türkiye’de Celal Zehebi ya da Dehabi olarak tanınan  kişinin en yakın arkadaşları  ise haklarında uyuşturucu, döviz, altın ve hayali ihracat suçlamalarıyla onlarca dava açılan  kişiler. Bunlar arasında Türk yeraltı dünyasının ünlüleri olan ve  en ön saflarda bulunan Mehmet  Yıldırım (Cillo Mehmet), Mehmet  Çelikel ve Turan Çevik başta geliyor.

İsviçre savcılarının ve güvenlik birimlerinin hakkında bu kadar çok şey söyledikleri Zehebi, Türk emniyetinin de dikkatini çekmiştir. Türkiye’de de emniyetin Zehebi ile ilgili bazı değerlendirmeleri oldukça ilginçtir. Bu değerlendirmelere göre Zehebi şöyle bir adam:

“Suriye uyruklu iken  17 Eylül 1987 tarih ve 87/12140 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla  vatandaşlığımıza  alındığı  ilgi yazınızla bildirilen  ve hakkında bilgi talep edilen  Mehmet Edip ve Kadriye oğlu 1945 Halep doğumlu Muhammed Celal Zehebi ( Özel) ile ilgili yapılan arşiv tetkikinde;

07 Temmuz 1988 tarihinde  İsviçrede tutuklanan Magharian  kardeşlerle ilgili olarak yürütülen tahkikatlarda elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi için İsviçre polisince verilen dökümanlarda  Cenevre’deki Mirellis Sa Bankasındaki iki ayrı hesabı bulunduğu, ülkemizden Magharian kardeşlere Mehmet Yıldırım (Cillo) ile birlikte  yarım milyar franktan fazla parayı illegal yollardan göndermek suçundan aranmakta iken 12 Ocak 1989 tarihinde  İstanbul DevletGüvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığına giderek ifadesini verdikten sonra serbest bırakıldığı, ifadesinde;

22 yıldan beri Türkiye’de oturduğunu, İstanbul Gayrettepe Alisamiyen Sokak 3/A daire 38 de faaliyet gösteren Zehabi Dış Ticaret  Limited  şirketleri  ortağı olup 1974 yılında eşi Betül  ile evlenmek suretiyle Türkiye’de devamlı ikamete  başladığını, henüz Türk vatandaşlığına geçmediğini,  doktor unvanını ise Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde 4 yıl tıp tahsili yapmış olmasından kaynaklandığını bildirmiştir.”

Burada ilginç olan; Zehebi’nin, 17 Eylül 1987 günü, Türk vatandaşlığına alınmasına karşın, 12 Ocak 1989′ da verdiği ifadesinde Türk vatandaşı olmadığını söylemesi, ve yargılamasının da Suriye vatandaşı olarak yapılmasıdır. Ayrıca dosyalarda Zehebi ile ilgili pek çok bilgi varken bunların kopuk kopuk ve birbirinden ayrı olmasıda ilginçtir. Sanki görünmez bir el dosyaları birbirine karıştırmış gibi…

Magharian olayıyla ilgili olarak yürütülen operasyonlarda  “Yurtdışına Döviz Kaçıranların Listesi” de oldukça ilginç. Sadece Zehebi ‘de değil, bakın daha  kimler yer alıyor bu listede.

Osman Asilsoy, Dikran Bahadır Altun, Nazar Altun, Mehmet Veysi Canbaloğlu, Ayşe Arzu Topal (Dalokay), Hacı Hasan Bozdoğan, Mehmet Yıldırım, Muhammed Celal Dabahi (Zehebi) Doktor Kod Adlı, Mehmet  Özkan, Ramazan Üldes, Hasan Bozdoğdu (Halıcı), Yaşar Dönmez (Saatçi), Ali Pekmezci (İş Bankası Eminönü şubesine adına döviz indirilen şahıs), Hasan Savaş (Sarraf, Yapı Kredi Bankası Tahtakale Pubesine  adına döviz indirilen şahıs), Refik  Uyar (Amca kod adlı, Hakan Oteli sahibi), Mehmet Duran Üstündağ (Hacı Duran kod adlı, yurtdışından altın getiren şahıs), Aydın ……………. (Soyadı bilinmiyor. Banker Ceyhan Bektaş adına döviz toplayan şahıs), Halil Yıldırım (Sarraf).”

Olaylarla ilgili olarak Türk güvenlik birimlerinin yaptığı çalışmalarla ilgili raporlarda dikkat çekici bilgiler bulunmaktadır. Bu konuda  bir dosyada elime geçen ve Emniyet Genel Müdürlüğünün uzmanlarınca hazırlanan  raporu size aktarmak istiyorum.

“İnterpole tabi ülkelerden İsviçre Polisi ile yapılan bilgi alışverişi sonucu İsviçre’de gözaltına alınan Magharian Kardeşlere Türkiye’den kara ve hava yoluyla Osman Asilsoy, Bahadır Dikran Altun, Nazar Altun, Mehmet Yıldırım, Mehmet Veysi Canbaloğlu isimli şahısların illegal yoldan döviz gönderdikleri, topladıkları dövize esas olan paraların ise menşeinin karanlık olduğu  kanatine varılarak konunun tahkiki ve sanıkların yakalanarak operasyona gidilmesi kararlaştırılmıştır.

06.11. 1988 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğünün gerekli onayı ile İstanbul’a ekip halinde intikal edilerek keyfiyet İstanbul Emniyet Müdürü Vali Sayın Hamdi Ardalı’ya arz edilmiş, İstanbul Mali Pube  ekipleriyle müşterek operasyon yapılarak sanık Osman Asilsoy, Dikran Bahadır Altun, Nazar Altun, Mehmet Veysi Çanbaloğlu olayda kuryelik yaptığı anlaşılan hostes Ayşe Arzu Topal (Dalokay) gözaltına alınmışlar, yapılan sorgulamalar neticesinde sanıklar haklarında tekamül ettirilen tahkikat evrakı ile birlikte İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığına sevk edilmişlerdir.

Sürdürülen tahkikat sonucu sanık Osman Asilsoy’un Dikran ve Nazar Altun’un piyasadan topladıkları para, Bulgaristan üstünden kara ve hava yoluyla Magharian  kardeşlere intikal ettirdikleri, bu sevkiyatta Osman Asilsoy’un Hacı Bozdoğan isimli kuryesi  vasıtasıyla dövizlerini Bulgaristan da ikamet eden Küçük Osman lakabıyla tanınan Sergiz Zagaryan’a  intikal ettirdiği, sonra dövizlerin Magharian kardeşlere ulaştığı, Bahadır Dikran Altun’un, Magharian’lara gönderdiği dövizlerin bir kısmını Osman Asilsoy kanalından , bir kısmını Mehmet Veysi Canbaloğlu’nun kurye kullanarak bir kısımını da bankalar aracılığıyla Magharian kardeşlere ulaştırdığı, sanık Nazar Altun’un ise banka yoluyla dövizlerini Magharian’lara ulaştırdığı, Canbaloğlu’nun kendisine ait dövizler ile Dikran Altan’dan aldığı dövizleri hava yoluyla hostes Ayşe  Arzu Topal’ı kurye kullanarak Magharian kardeşlere ulaştırdığı belirlenmiştir.

Bu şahısların dışında birçok şahsın Magharian Kardeşlere döviz gönderdikleri belirlenmiştir. Bunlar arasında amca lakabıyla iş gören Refik Uyar, Doktor lakabıyla çalışan Muhammed Celal Dahabi ve Yaşar Dönmez’in gözaltına alınarak  konu ile ilgili  sorgulamalarının yapılması zaruri görülmektedir.

Ekibimizin yaptığı tahkikat sonucu, ülkemizden yurtdışına

a) Servet kaçırma

b) İhracat girdisi sağlama

c) Külçe altın getirme

d)1918 sayılı kanuna muhalif olarak yurda getirilmesi düşünülen emtiaya finans sağlamak için illegal yolla döviz kaçırıldığı, bu dövizleri gönderen sanıklarca , bu gayretler için kullanıldığı kanaatine varılmaktadır.

Ortalama günde 10-12 milyon dolar döviz toplanmakta, bu dolarların yüzde 80’inin illegal yolla İsviçre’ye gönderilmekte olduğu, İsviçre’de üstlenen Magharian kardeşler gibi komisyon alarak para transferi yapan PAKARGO A.G, MUGATDAP, PARLAK A.G  gibi şirketlerce dövizleri gönderen sanıkların isteğine göre  yurda gönderildiği,  hangi yolla olursa olsun gönderilen dövizlerin piyasadan toplanmasına esas olan Türk paralarının menşeinin belli olmadığı anlaşılmıştır.

Döviz toplayıp İsviçre’ye gönderen sanıkların her türlü menşei belli olmayan karapara sahiplerinin bulunduğu ve paralarını sanıklara verdiği, sanıkların da paraları dövize çevirerek yukarda belirtilen yollarla Magharian kardeşlere  ilettiği  anlaşılmış, Magharian kardeşlercetoplanan paraların, esas sahiplerine, yani esas sahiplerinin yurtdışında bulunan, federal bankalardaki hesaplarına intikal ettirildiği  müşahade edildiğinde, yurtdışına döviz göndermek gayesi olarak beşinci yolun da  karaparaların aklanması için dövizlerin yurtdışına kaçırıldığı anlaşılmaktadır.

Örneğin Osman Asilsoy’un ifadesine göre sanık Osman Asilsoy tarafından yurtdışına gönderilen dövizlerin büyük bir kısmının hayali ihracat girdisi olarak Ali Pekmezci  isimli şahsın Eminönü İş Bankası şubesinde bulunan hesabına, bir kısmının ise HasanSavaş isimli şahsın Tahtakale Yapı Kredi Bankası Pubesindeki hesabına döviz olarak indiği, Asilsoy’un bu şahıslardan kur farkı ve döviz gönderme masraflarını ve kendi  komisyonunu aldığı, Ali Pekmezci ve Hasan Savaş’ın da devletten hesaplarına gelen dövizin kanuni iadesini aldıkları belirlenmiştir.

Çok büyük meblağları bulan bu döviz sevkiyatının önlenebilmesi için bankaların uyarılması, havaalanlarında görev yapan personele ait çantalar ile yurtdışına çıkan şahıs ve otoların ince aramadan geçirilmesi, firmalara yurtdışına çalışma müsaadesi verilirken, şirket kurucu şahıslar ile şirketlerde şoför ve muavinlik yapan şahısların tahkikatlarının sıkı bir şekilde yapılması, döviz toplama müsaadesi verilen şahıs ve firmaların iyi bir incelemeden geçirilmesi ve bu olaylardan yakalanacak sanıklara uygulanacak cezaların artırılmasının doğru olacağı kanaatıyle  bilgilerinize arz ederiz.”

Aynı dönemde  İstanbul ve İzmir emniyetinin yürüttüğü ortak operasyonlarda ortaya çıkan tablo daha da ilginçti. Üstdüzey yetkililer ortak operasyonların amacını ve boyutunu şöyle açıklıyorlardı:

“İzmir Emniyet Müdürlüğünce el konulan  Marmaris’teki hayali ihracat olayından sonra, İstanbul’daki altın kaçakçılığı olayının hedef ismi de Yaşar Aktürk olmuştu. Ancak Aktürk yakalanacağı tiyosunu alınca İsviçre’ye kaçtı. ‘Zug’ kantonundaki evinde saklanmaya başladı. 1987 tarihli MİT raporuyla ilgili olarak açılan soruşturmalar sonucunda İzmir Emniyetince  hayali ihracat suçundan haklarında DGM tarafından tutuklanma kararı çıkartılan  Ertan Sert, Necdet Ulucan, Yaşar Aktürk’ün yanısıra,  Varujyan Kumdagezer ve Osman (Mirza) Asilsoy da araştırılan ve aranan kişilerdi.

Operasyonların, yani altın, döviz ve karaparanın odak noktası Yaşar Aktürk’tü. Uluslararası karapara aklayıcısı İsviçre şirketi Shakargo AP.’nin Türkiye temsilcisi olarak görev yapan Asilsoy’un adına İsviçreden 9 gün içinde transfer edilen dövizin tutarı 6 milyar lirayı buluyordu. Bu 1988’in rakamları. Shakargo AP.’nin sahibi Muhammed Pekerci ( Turgut Özal ve bazı ANAP lı milletvekilleriyle  arası çok iyiydi. Turgut Özal ve Ahmet Özal kendisiyle görüşmeler yapardı.) Suriye uyrukluydu. Bütün dünyada ününü karapara konusunda yapmıştı. Bizdeki hayali ihracat olaylarının pek çoğunun arkasında da o vardır. Uluslararası döviz transferinde karaparacıların tam aradığı adamdır Pekerci ve şirketi. *

Bu dönemde Hazine Kontrollerinin verdikleri bir raporda da Yaşar Aktürk’ün 6 bin İsviçre frangı aylık aldığı belirtiliyordu. Ayrıca uluslararası uyuşturucu ve silah kaçakçısı olan, firari Yaşar Avni Musullu ( Sarı Avni) ile Pekercilerin ve Aktürk’ün bağlantıları ile tüm transfer dekontları da elimizdeydi.

Benzer İçerikler

İlköğretim için 100 temel eser

yakutlu

KORKU VE TİTREME-SØREN ABBYE KIERKEGAARD

yakutlu

Franz Kafka -Boyun Eğmeyen Hayalperest

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy