BİRİNCİ BÖLÜM
Bir dakika, beni nereye götürüyorsunuz?“Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak. Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın.”
Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım.
“Onları hemen ara, avukatımı devreye sok,” dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembihledim.
Pencere kenarında oturuyordum, Müjdat yanımdaydı. Almanya’dan birlikte döndüğümüz kafilenin öbür elemanları da uçaktaydı. Üst üste viski içtiğimi anımsıyorum. Sık sık dışarı bakıyordum. Heyecanlıydım. Yerde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dönüp baktım. Halit (Kıvanç) Ağabey’le işaretleşerek selamlaştık. Perran (Kutman), “Güçlü ol, telaşlanma, arkandayız,” anlamında yumruğunu sıkıp öpücük yolladı. Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü de bizimle birlikte uçaktaydı.
Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüzce, ağır ağır hareket ediyordum. Müjdat’a döndüm, “Beni götürürlerse bavulumu sen al,” dedim. “Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et.”
Yolcular birer ikişer uçağı terk etti. Çevremdekilere baktım. Halit Ağabey ile Perran dışındakilerin kaçamak ve korkak bakışlarıyla karşılaştım. Gözucuyla süzüldüğümü hissediyordum. Suçlayıcı tavırlar ve bakışlar dikkatimi çekti. Öyle telaşlıydım ki daha uçaktan çıkmadan polislerin gelip beni götüreceğini sanıyordum.
Korktuğum şimdilik başıma gelmemişti. Uçağa yanaştırılan körüğün içinden yürüdüm, koridorlar geçtim, köşeler döndüm. Sürekli çevreme bakınıyor, sivil polis arıyordum. Şimdi şuradan çıkacak diye bekliyordum, ama yoktu işte. Yanımda Müjdat vardı. O da heyecanlı görünüyordu.
Kuyruğa girmiş insanların ardına eklendim. Bir anda kravatsız, ama takım elbiseli iki kişi dikkatimi çekti. Bana bakıyorlardı. Pasaport kontrolü için benim girdiğim sıranın ucundaki polis kulübesinin yanına geldiler. Oradan da doğrudan bana yöneldiler. Gözlerini üstüme dikmişlerdi. Artık emindim; bunlar sivil polisti. Tüm hareketleri ağır çekim görmeye başladım.
“Tarık Bey, sizi şöyle alalım; pasaportunuzu verin, biz hallederiz…”
Konuşacak halim kalmamıştı. Havaalanının ortasındaki karmaşa ve gürültüde siyah beyaz ve hareketsiz dikiliyordum. Bu manzaradan makasla oyulup çıkarılmış, başka bir deftere yapıştırılmıştım.
Müjdat benimle konuşan polise döndü:
“Bir sorun mu var memur bey?”
Polisler onu duymazdan geldiler, hiçbir şey söylemediler. Pasaport kuyruğu uzuyordu ve birlikte geldiğimiz kafiledekiler sadece bakıyorlardı. Derken polisin sesini yeniden duydum:
“Hakkınızda tutuklama emri var.”
“Hangi nedenle? Ne olmuş ki?”
Soruyu gene Müjdat sormuştu. Polisler bilgi vermemekte kararlı görünüyorlardı; koluma girdiler, kuyruktan çıktık. Beni pasaport kulübelerine sokmayacaklarını anladım. Yürüdük. Yanda, kapısında “Emniyet Odası” yazılı odayı gördüm. Hemen, beni arka taraftan çıkaracaklarını düşündüm. Birden, “Bavullarım var; bavullarımı almalıyım,” deyiverdim.
Bunun üzerine beni pasaport kulübelerinin yanına götürdüler. Bir polis pasaportumu aldı, herkesin önüne geçti, pasaportumu uzattı. Kuyrukta sıra beklememize gerek kalmadan, polisle birlikte salona gittik, bavulların döndüğü yürüyen bandın önünde beklemeye başladık.
Önce pasaportu alan polis, sonra yavaş yavaş yolcular geldiler. Müjdat’ın biraz telaşlı ve şaşkın olduğu dikkatimi çekmişti. Polise bir şeyler daha sordu:
“Tarık’ı nereye götürüyorsunuz?”
“Emir var, başka bir şey bilmiyoruz.”
Gene elde var sıfırdı. Beklemeye koyulduk. Uzunca bir ara geçti. Müjdat dayanamadı:
“İyi ama, nereye götürdüğünüzü de mi bilmiyorsunuz?”
Polis bu kez yanıt verdi, ama önce bizi şöyle bir güzel bekletti. Uzunca bir aradan sonra, “Birinci Şube’ye,” dedi.
Bir koşturmadır gidiyordu; insanlar kendi dertlerinin peşine düşmüşler, ellerinde paketler, çantalar, bavullarla dükkânlara giriyor, çıkıyor, görevlilere bir şeyler soruyor, bir yerlere yetişmeye, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorlardı. Aslında geçip gidenlerin evlerine ya da otellerine varmak dışında hiçbir şey umurlarında değildi. Bazen birileri acıyarak bana bakıyordu ya da belki bana öyle geliyordu.
“Abime söyle, evi boşaltsın,” dedim Müjdat’a.
Demiryol filmi için Ankara Makine Kimya Enstitüsü’nden aldığım fünye ve kitaplığımdaki yasaklanmış kitaplar gelmişti aklıma. Silahımı bulmalarını da istemiyordum.
Müjdat’la sürekli konuşuyorduk. Neler yapılmalıydı? İlk aklımıza gelenler, olasılıklar ve daha bir sürü acele ve heyecan sonucu türeyen düşüncelerdi. Bir ara Müjdat, polise, “Tarık’ın hiçbir suçu yok; Tercüman gazetesinin yalan yanlış başlığı yüzünden oluyor bütün bunlar,” dedi.
Sigara üstüne sigara içiyordum.
Bavul bekleme yerinde tanıdık birileri var mı diye bakıyorum, sanatçı arkadaşları görüyorum. Onlar da beni görüyorlar. Merak ve dikkatle tanıdık bir yüz aradığım halde bakışlarımızın bu buluşmasından rahatsız olmuştum. Aradığım neydi bilemiyorum; belki bir tür destek, yüreklendirme, ya da ne bileyim, çıkışta görüşürüz, meraklanma, mesajı. Ama bazılarında, “Tarık Akan tutuklandı!” diye bir ağızdan bağırma isteği var gibiydi.
Bir ara, Müjdat ve Halit Ağabey’le birlikte yanımda duran Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü Nezih Demirkent’e döndüm.
“Abi, gazeteniz yazar artık olup biteni; hem bu benim için bir savunma da olur,” dedim.
Böylece Hürriyet’in desteğini almış olacaktım.
Yazı işleri müdürü rahat görünüyordu. Hiç düşünmeden, “Sen hiç merak etme, gereken her şey yapılacaktır,” dedi.
(Dedi ama, Selimiye’den salıverildiğimde tutuklanma haberim dışında benimle ilgili en ufak bir yazı yayımlanmamış olduğunu öğrendim.)
Bavullar gelmeye başladı. Buradan sonra nereye gideceğimi, beni nelerin beklediğini bilmediğimden, “Bavulum ne kadar geç görünse o kadar iyidir,” diye düşünüyordum. Hoş, zaman kazanmakla elime ne geçeceğini de bilmiyordum ya, gene de artık yönelmiş olduğum belirsizliğe doğru gidişimi geciktirebilmenin peşindeydim. Ama o konuda da şanssızdım işte; bavulum ilk birkaç bavulla birlikte çıkıp gelmişti. Bozuldum. Gözümle izliyordum, yaklaştı, yaklaştı; alayım mı, almayayım mı, alayım mı almayayım mı… Almadım. Önümden geçip gitti. Bavulum önümden yedi-sekiz kez geçti. Müjdat kendininkini almış, beni bekliyordu. Bavullarını alan gidiyordu. Bavullar iyice azalmıştı. Müjdat, “Seninki nerede?” dedi. “Çıkmadı mı?”
Ona durumu açıklamak yerine, “bilmiyorum” gibisinden dudak işareti yaptım.
Biraz daha zaman geçti. Yanımdaki polislere döndüm, “Benim bavulumu Müjdat alsın, şubeye bavulla gelmeyeyim,” dedim.
Polisler kabul ettiler. Hemen bavulumu aldım, Müjdat’ın el arabasına koydum. Ağır ağır, amaçsızca hareket ediyordum, havaalanından ayrılmak istemiyordum. Polis şöyle bir kolumu dürttü. Müjdat, Halit Ağabey, ben ve polisler hiç konuşmadan dışarı çıktık.
Beni tanıyanlar oluyordu; gülenler, el sallayanlar…
Üstüme bir suçluluk duygusu yapışmıştı, kurtulamıyordum. Suratım asıktı. Gözlerim sürekli tanıdık birilerini arıyordu.
Çıkış kapısında üç sivil polis daha belirmişti. Müjdat’la öpüştük. Gözlerine baktım, ayrıldık. Saat beş buçuğa geliyordu.
Açık mavi, sivil plakalı, kısa burunlu bir minibüse bindim. Kapının karşısına denk gelen yerdeki koltuğa oturdum; şoförün arkasına, cam kenarına. Yanıma pasaport işlemlerimle ilgilenen polis oturmuştu. Bir tanesi en öndeki tek kişilik koltuğa, elinde Akrep taşıyan üç-dört polis de arkamdaki koltuklara yerleştiler. İşin ciddiyetini biraz daha hissettim.
Öndeki polis, telsiziyle talimat geçti:
“… numaradan … numaraya…”
Biraz sonra yanıt geldi:
“Dinlemedeyim.”
“Müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
Hareket ettik. Önümüzdeki araba, içindeki dört kişiyle sivil plakalı beyaz bir Renault’ydu. Bir ara arkama baktım; bir Renault da arkamızdan geliyordu. Öyle sıkı bir ablukaya alınmıştım ki, neredeyse kendimden kuşkulanacaktım.
Neden bu kadar güvenlik önlemi aldıklarını çözemedim. Sıkıntı bastı. Sakinleşmek için yinelediğim sözler anlamını yitirmişti, kötümserliğe teslim olmuştum. Gittikçe karamsarlaştım. Londra Asfaltı’na çıktık. Hiç kimse konuşmuyordu. Ben bir şeyler söyledim sonunda; kısa sorular. Yanıtlar da çok kısa oldu. Onlara sigara tuttum. Hepsi aldılar. Havayı biraz yumuşatmak istiyorum; “Ben size iyi davranıyorum, siz de bana iyi davranın,” demeye getiriyordum. Olmaz ya, olsun istiyordum.
Bir ara, minibüsü incelemeye başladım. Hep yaptığım şey. Araçtan normalin üstünde gürültü geliyordu; aşağı baktım, bastığım yerler çürümüştü, egzoz patlaktı, koltukların yayı kırık, döşemeleri yırtıktı.
“Dökülüyor bu minibüs,” dedim. “Geceniz gündüzünüz yok, aldığınız az buz sorumluluk değil. Keşke daha modern araçlarla çalışabilseniz.”
O anda neler düşündüler bilemiyorum, ama söylediklerimde samimiydim. Ortalık biraz yumuşar gibi oldu. Araya uzun sessizlikler girse de karşılıklı sorular soruldu. Telsiz sürekli açıktı, bir kulağım oradaydı. Hangi semtten geçsek, “Şimdi şurayı geçtik!” – “Anlaşıldı!” – “Şimdi burayı geçtik!” – “Anlaşıldı!” seslerinin eşliğinde ilerliyorduk. Polislerle sohbet koyulaşmaya başlamıştı. Havadan sudan konuşuyorduk, ama arada ciddi sorular da geliyordu. Ağız aradıklarını anladım. Yer belirleme konuşmaları bir ara kesildi. Telsizin öbür ucundaki ses sordu:
“Neredesin – Neredesin?”
“Şu anda Mecidiyeköy’deyiz müdürüm, on dakika sonra oradayız.”
Ve Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü göründü. Ana kapıdan içeri girdik. Sola kıvrıldık. Birinci Şube tabelasının önünde durduk. Kapıda bizi bekleyen beş-altı kişi vardı; biri kısa boylu, esmer, çok sert yüzlü, kravatlı, ötekiler kravatsız, kot gömlekli. Arabadan indiğim an koluma giren polis beni giriş kapısından içeri soktu. Sert yüzlü kravatlı olanın yanından geçerken adam, “Geç bakalım Tarık,” dedi; kalın bir sesti.
Büyük kapıdan içeri girdiğimde karşıma büyük bir salon çıktı. Salonda, oturulacak yerlerin dışında banka veznesi biçiminde camlı bir bölme vardı. Yandaki kapıdan bu bölmeye sokuldum.
Kravatlı, kalın sesli, sert yüzlü adam, içerideki masanın yanında dikilmişti. Bana, “Üstünde ne var ne yoksa hepsini masaya koy!” dedi.
Söylediğini yaparken bir başka polisin ona, “Müdürüm,” dediğini duydum. Hemen, çabucak bir daha bakıp bu sert görünüşlü adamı inceledim.
Saatimi, kemerimi, her şeyi masanın üzerine koydum. Üzerimde 10.000 mark vardı; hepsi yüzlük bir demet para. Onları da masanın üzerine bıraktım. Müdürün gözleri açıldı:
“Kaç para var orada?”
“10.000 mark,” dedim.
Müdür, “Neden bu kadar çok parayla dolaşıyorsun; nereden buldun?” gibi sorular sordu. Parayı Egemen Bostancı’dan almıştım.
Müdür yüzüme baktı, sonra polise döndü, “İşlemleri hızla bitirin. Parayı kasaya koyun, emanete alın. Tarık’ı da yan tarafa alın, beklesin,” deyip gitti.
Öteberimi kaydederek bir naylon torbaya koydular. Türk paralarını bana verdiler, “Bunlar sana gerekli olacak, cebine koy,” dediler.
Pek bir şey anlamadım, ama aldım. Sonra beni bu camlı bölmeden çıkardılar. Dar ve uzunca bir koridora geldik, sağlı sollu kapılar vardı. Biraz yürüdüm. Tam karşıdan, gözleri bağlı bir genci getiriyorlardı. Biri kolundan tutuyordu. Kenara çekildim, yanımızdan geçtiler. Bir an tutulup kaldım sanki, hiçbir şey düşünemedim, arkama bakamadım bile. Neler oluyordu böyle, hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnızca korku hissediyordum, gittikçe büyüyen bir korku.
Beni bir odaya soktular. İçeride kimse yoktu. İki çelik masa, daktilolar, dosya dolapları görüyordum. Polis beni bir sandalyeye oturttu, gitti. Uzun bir süre orada kaldım. Sürekli birileri giriyor, bir şeyler yapıyor ve gidiyordu.
Akşam saat yedi ya da sekiz sularında müdür geldi. Sakin görünüyordu. İkimiz de ayaktaydık. Olayın nasıl olduğunu sordu. Hemen büyük bir telaşla bütün oyunculuk yeteneğimi ortaya koyarak en inandırıcı rolümü oynamaya başladım. Acele acele Tercüman gazetesinin yanlış bir başlık attığını, yanlı bir haber hazırladığını, hiçbir suçum olmadığını uzun uzun anlattım. Ayaküstü bir ifade aldı, “Sen merak etme, yarın sabah erkenden seni savcıya gönderirim, ifaden alınır, serbest bırakılırsın,” deyip gitti.
Nasıl rahatlamıştım birden. Sabah buradan kurtulacaktım, serbest kalacaktım, işte bu kadardı hepsi. İçeri giren sivil polislerle sohbet ediyordum. Zaman zaman ellerinde Akreplerle başka polisler girip çıkıyor, telefonlar, telsizler, anonslar duyuluyordu.
Saatler geçti.
On bir buçuk dolaylarında bir polis hışımla içeri girdi, “Kalk! Benimle gel!” dedi sert bir sesle.
Birlikte koridora çıktık. Girişteki büyük salona geldik. Beni havaalanından alan komiserle bir polis daha orada bekliyordu. Her şey birden keskinleşmişti, ortalıkta sivri bir şeyler dolanıyordu. Derken müdür geldi. Suratı asıktı. Çok öfkeli görünüyordu. Polisler hemen şöyle bir toparlandılar.
“Bu adamın bavulu nerede? Avrupa’dan böyle mi geldi?” diye bağırdı müdür.
Polislerden biri yanıtladı:
“Hayır efendim, arkadaşı Müjdat Gezen götürdü.”
Müdür bana yöneldi:
“Müjdat nerede oturuyor?”
“Bilmiyorum.”
Müdür bağırıyordu:
“Hayvan herifler! Gidin çabuk her şeyi halledin! Evini de arayın!”
Arkasını dönüp küfrederek uzaklaştı. Salonun havası değişmiş, ağırlaşmıştı. Neler oluyordu, anlamıyordum. Beni gene aynı minibüse bindirdiler. Bu kez beş polisle yola çıktık. Önümüzde, arkamızda Renault arabalar yoktu. Sirkeci’den girip sahilden ilerledik. Telsizle sürekli olarak Müjdat’ın evini soruyorlardı. Hiç konuşmuyordum. Az önceki kaygısız halimin aksine telaşlı ve moralsizdim. Cankurtaran’a yaklaşırken polislerden biri, “Yahu çok acıktık, şurada köftecide yemek yiyelim, ne dersin?” dedi.
Hemen atıldım:
“Tabii, çok iyi olur, ben de çok acıktım.”Cankurtaran’ın hemen köşesindeki lokantaya girdik. Her şeyi ben ısmarladım, onlar yediler. Telsiz sürekli çalışıyordu. Müjdat’ın adresi telsizle bulundu, yazdılar. Polisler köfteleri yedikçe gevşemişlerdi; davranışları değişti, sanki biraz yumuşadılar. Yemeğin sonunda gelen hesaba ise şaşıp kalmamak mümkün değildi; inanılmaz bir rakam vardı faturanın üstünde. Altı üstü köfte yemiştik, ama lokantanın iki-üç akşamlık hesabı kadar bir para tutmuştu. Polislerle lokanta sahibinin içli dışlı olduklarını düşünmeden edememiştim.
Tekrar minibüsle sahil yolundan devam ettik. Evime doğru gidiyorduk. Heyecanımı bastırmaya çalıştım. Acaba Müjdat, ağabeyime söyledi mi, acaba ağabeyim evi temizledi mi, evdeki fünye ve kitaplar ortadan kalktı mı, kalkmadıysa nasıl bir yol izleyeceğim, ne söylemem gerekir; bunları düşünüyordum. Komiser sürekli telsizle konuşuyordu. Karşı telsiz de, “Biz geldik bekliyoruz,” gibi yanıtlar veriyordu. Benim komiser yer bildirdi, “Şu kadar zaman sonra intikal edeceğiz,” dedi. Demek ki bir ekip de evimin önünde bekliyordu.
Eve yaklaştıkça merakım da, heyecanım da artıyordu. Zeytinburnu’nu geçtik, Bakırköy sahiline yaklaşıyorduk. İşte gelmiştik bile. Kaldırıma çekilmiş bir minibüs ve askerî kamyon gözüme çarptı. Bizim minibüs öbür minibüsün arkasına yanaştı. Arabadan indik. Şaşırıp kalmıştım; çevre, sivil polis ve G3’lü birçok askerle doluydu. Sanki bir kaleyi ya da düşman evini kuşatmışlardı. Apartmanın önünü askerler sarmıştı; hepsinin gözü üstümdeydi. Askerî kamyonun hemen yanından bir yüzbaşı bana doğru geldi. Öbür minibüsteki polislerle birlikte apartmanın dış kapısına doğru yürüdük; askerler dışarıda kaldı. Evdeki yasak kitaplar ve filmde kullandığımız fünyeler aklımdan çıkmıyordu, heyecandan başka bir şey düşünemiyordum. Asansör olmasına rağmen merdiveni tırmandık; bir ordu gibi. Merdivende insanlar kaynıyordu, ama katlardan çıkıp bakan olmamıştı. Çıkmaya devam ettik. Altıncı kata geldiğimizde; soluk soluğaydık. Anahtarla kapıyı açmak üzereyken, yüzbaşı, “Bir görgü tanığı gerek. Komşularından birini alıp gel,” dedi.
Alt katta oturan Cahit Bey’in adını söyledim. Polis daha aşağıya inmeden Cahit Bey kapıyı açtı. Heyecanı her halinden belliydi; kısa boylu, gözlüklü, şişman bir adamdı, yüzü mosmordu, elleri titriyordu. Polis gerekenleri söyledi.
Kapıyı açtım. İlk olarak ben girdim. Sağdaki odaya hemen bir göz attım: Kitaplığımın yarısı boşalmıştı. Bunu görünce büyük bir rahatlık duydum. Tabii kitaplığımın yer yer boş olması hoş olmayan bir görüntüydü. Polis anlamıştı, ama bir şey yapamıyordu.
(Salıverildikten sonra ağabeyime kitapları ne yaptığını sordum; fünyelerle birlikte hepsini denize attıklarını öğrendim. İki arkadaşıyla eve gelmişler, kitaplara bakmışlar, bakmışlar, bunların hangisi yasak hangisi değil, içinden çıkamamışlar; sonra bir avukat arkadaşına telefonla sormuşlar, gene işin içinden çıkamamışlar, bunun üzerine ne kadar kırmızı kaplı kitap varsa hepsini bavula doldurmuşlar. Asansörle indirirken asansör çökmüş, komşular kurtarmış. Evin önündeki deniz kenarında ellerinde iki bavulla iki kişi, sağa sola bakmışlar, polise yakalanırlarsa ne yapacaklarını düşünmüşler. Hepsini birden mi, yoksa tek tek mi denize atacaklarına karar verememişler, tek tek atmışlar, hafif bir lodos varmış, atılan kitapların bazıları denizde yüzmeye başlamış, onlar da korkularından hepsini birden denize atıp kaçmışlar.)
Evimin her yeri didik didik aranıyordu; Cahit Bey ve yüzbaşı dışında içeride on polis vardı. Polisin biri yatak odamdan Nesimi’ nin kendi elyazısı ile yazılmış bir şiirini buldu, salona, komisere getirdi. Bazı kitapları komisere gösterip, masanın üzerine bırakıyorlardı. Bu arada ben polislere çay demlemiştim. Herkese yetecek kadar çay bardağım olmadığı için çeşit çeşit bardaklarla ikram ettiğimi anımsıyorum. Telsiz sürekli çalışıyordu.
Sıra zabıt tutmaya gelmişti. Komiser elyazısıyla yazıyordu. Masanın üstünde biriken birkaç yasak kitap vardı, ama onları kaydetmedi. Nesimi’nin şiirini yazmak istedi.
“Bunu da yazmayıver,” dedim.
Anlaşılan, Cankurtaran’daki köfteler işe yaramıştı; onu da yazmadı.
Tutanağın altını Cahit Bey ile, yüzbaşı imzaladılar. Yasak hiçbir şey yoktu, ama tutanak iki dosya kâğıdı tutmuştu.
Aşağı indik. Askerler gitti, biz, iki minibüsle yola koyulduk. Bu kez Müjdat’ın evine gidiyorduk.
Cihangir’e Tavukuçmaz’dan girdik. Dolaştığımızı, evi zor bulduğumuzu anımsıyorum; ara sokaklardan birindeydi. Kapıyı çaldık. Müjdat’ın sesi duyuldu:
“Kim o?”
Yanıt kesin ve netti:
“Polis!”
“Bir dakika,” dedi Müjdat içeriden.
Uzun bir süre bekledik. Neden sonra kapı açıldı, Müjdat üstünde gecelikle kapıda dikiliyordu.
“Hayırdır, bir şey mi var?”
“Müjdat, bavulumu almaya geldik,” dedim.
Bizi içeri aldı; dört-beş polis, bir de ben. Bavulum salonun bir köşesinde duruyordu. Müjdat polislerle konuşmaya başladı. Ben hemen bavulu açtım. Telefon defterim yerinde duruyordu. Müjdat bu işi halledememişti anlaşılan. Polislere belli belirsiz bir bakış attım, defteri halının altına sokuverdim. Bavulu kapattım. Dışarı çıkmak üzere ilerlerken, yatak odasının kapısından bir kızın yatakta oturduğunu gördüm.
Bavulla birlikte dışarı çıktık. Minibüse, oradan Gayrettepe’ye.
Çok yorgundum. Gecenin üçü ya da dördü olmalıydı. Ortalık sakin görünüyordu. Adının T. olduğunu öğrendiğim müdüre durum rapor edildi. (Zaten evdeki arama boyunca ve Müjdat’ın evinden bavulu almamız sırasında telsizle olup bitenden sürekli haberli kılınmıştı.) T. aksi ve suratsız davranıyordu. Birkaç saat önce beni yüreklendiren, “Sabaha çıkarsın,” diyen adam o değildi sanki.
Elimdeki bavulu işaret ederek, “Onu şuraya bırak,” dedi, sonra polise döndü: “Tarık’ı aşağıya alın. Tek kalsın.” Bana bakarak devam etti: “Yarın seni savcıya gönderirim, bir gece yat bakalım…”
Öyle farklıydı ki tavrı… Yanından ayrılmadan önce, polise, “Sert yapma, gözünü bağlamana gerek yok,” dedi.
Kolumdan tutan polisin yol göstermesiyle, önce eşyalarımı bıraktığım, sonra da bavul kovalamacasından önce birkaç saat beklediğim odalardan geçtik. Koridor bitti, geniş bir kapı açıldı. Döner merdivenlerden aşağı indik. Bu kez büyük, demir bir kapının önünde durduk. Polis kapıya vurdu. Demir kütlenin orta yerindeki gözetleme kapakçığı açıldı, birisi bize baktı, sonra kapı açıldı, elinde kalın bir sopa tutan bir adam belirdi. İçeri girer girmez dayanılmaz bir koku duydum. Girişteki geniş alan, elli-altmış metrekare kadardı. Polisin kaldığı odacık solda, kızların kaldığını sonradan öğreneceğim hücrelerin uzandığı taraftaydı. On-on iki hücre de sağ yanda vardı. Polisin odasının karşısında bir hücre daha olduğunu görmüştüm; içeride tahta bir ranza vardı ve hücrenin kapısı yoktu.
İki polisle birlikte bir süre polisin odasında oturduk. Sürekli imalı sözler ediyorlardı, sanki hafiften sorgulanıyordum. Sopalı polis arada dalga geçiyordu. Yorgundum. Onlara da söylemiştim, “Yorgunum,” demiştim. Beni getiren polis yarın çıkacağımı söyledi. Sopalı olan da oldukça ılımlı davranıyordu. Saatin kaç olduğunu artık kestiremiyordum. Bir süre sonra beni karşıdaki kapısız hücreye koydular. Üstüne karton kutular serilmiş tahta ranzaya uzanır uzanmaz uyudum.
İKİNCİ BÖLÜM
Burası Birinci ŞubeSabah olmuş, gün ışımıştı. Birtakım sesler duyuyordum, ama gözlerimi açamıyordum. Yeniden uykuya daldım. Uykumun en derin yerinde bacaklarıma bir tekme yedim. Neye uğradığımı şaşırmıştım.
“Ne oluyor lan be!” diyerek yerimden fırladım.
Tam küfrü basacakken birden nerede olduğumu anımsadım. Duvara çarpmış gibi durdum. Yelkenlerim suya indi. Başımdaki polis avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Toparlanamadan bir yumruk da mideme yedim; ranzaya çöküp kaldım. Polis kolumdan tuttuğu gibi beni açıklığa savurdu. Sürekli de küfrediyordu:
“Bunun ne ayrıcalığı var? Kim koydu bunu buraya?”
İtilip kakılırken, yerde oturmuş, ayaklarını uzatmış birilerini görmüştüm, ama ne olduğunu anlayamamıştım. Polis beni duvara çevirdi; bir yandan küfür ediyor, bir yandan da fotoğrafçıya fotoğraflarımın çekilmesini, parmak izlerimin alınmasını emrediyordu. Komiser olduğunu düşündüm.
Fotoğrafçı beni evirip çevirdi. O âna kadar duvara dönük olan gözlerim, yerde oturmuş, yaşları yirmi dolayındaki üç çocuğu gördü sonunda. Gözleri bağlıydı. Bakışlarım, ekmek gibi kabarmış tabanlarına takıldı. Bakakalmışım. Bir ayak tabanının bu denli şişebileceğini aklım almamıştı. Dehşete kapılmıştım. Gözlerimi çocuklardan alamıyordum. Fotoğrafçı elime rakamlı bir tabela tutuşturup sağlı sollu fotoğraflarımı çekti. Bakışlarım hâlâ çocuklardaydı. Ürkütücü ayrıntılar görmeye başlamıştım; şiş tabanlarda içlerinden sızan kanın kuruyup siyaha dönüşmüş olduğu yarım ya da birer santimlik yarıklar vardı. Çocukların sakalları uzamıştı. Birinin elinde de bir şişlik olduğunu gördüm.
Fotoğrafçı işini bitirdi, yeni gördüğüm bir polise seslenerek, “Tarık Abi’yle bir resmimizi çek, hatıra olur,” dedi.
Bir güzel fotoğraf çektirdik. Sonra bir fotoğraf da polisle.
Fotoğrafçı, “Abi parmak izi için gelecekler,” deyip gitti.
Polis beni odasına soktu. Ortada pis bir masa vardı, üstü ekmek kırıntılarıyla doluydu. Odanın iki tarafı tel örgülerle çevrilmişti. Yumuşak başlı bir adamdı polis, adını söyledi:
“A.”
Kaytan bıyıklı, parlak, siyah saçlı biri. Bana sigara verdi.
Gözüm, oturan çocuklara takılmıştı. A. bakışlarımdan rahatsız oldu. Çenemi tutamadım, “Çocuklara ne olacak,” falan gibi sözler söyledim. A. da beni yeniden kapısı olmayan karşıdaki hücreye gönderdi.
Buradan bakınca çocukları görebiliyordum. A., kızlar tarafına, “Doktor, doktor!” diye seslendi.
Küçücük, kot pantolonlu bir kız geldi. Sonradan kızın tıp fakültesinde okuduğunu öğrendim.
“Şunlara bir bak,” dedi A.
Hücreden iyice dışarı çıkmıştım. Kız, A.dan pamuk filan istedi. A. da, “Yürüt onları,” dedi.
Kız, küçücük boyuyla çocuklardan birini ayağa kaldırıp yere bastırmaya çalıştı. Dayanamadım, hücreye girdim. Dalmışım.
“Çık lan dışarı!” sesiyle uyandım.
Çıktım. Tanımadığım bir polis, beni iterek, “Şu pezevengi dokuz numaraya at!” dedi.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordum; uzun zamandır kendimde olmadığımı düşündüm.
Doktor kız, çocukların ayaklarıyla ilgilenirken yanlarından geçip hücrelerin olduğu koridora girdik. Birkaç çift göz gördüm. Polis bir kapıyı açtı. İçeri girdim. Karanlıktı ve beter bir sidik kokusu vardı. Hücre leş gibi tuvalet kokuyordu.
Tek başınaydım. Bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı. Zemini seçebiliyordum. Her taraf ıslaktı. Kapının karşısına denk gelen elli-altmış santimetrekarelik kuru bir yer fark ettim; oraya gidip çömeldim. Koku dayanılacak gibi değildi. Bulunduğum yer iki metreye bir metre küçük bir odaydı. Çişim gelmiş, karnım acıkmıştı. Sigara istiyordum. Kafam karmakarışıktı. Hücre kapısının üstündeki boşluktan dışarı baktım. Hücrelerden beş-altı tanesini görebiliyordum. Sağ tarafta tuvalet vardı. Karşı hücreden bir çocukla göz göze geldim, “Abi hoş geldin,” dedi alçak sesle.
“Sigaran var mı?” dedim.
“Yasak abi, yasak.”
Sonra o küçücük aralıktan başkaları seslendi:
“Geçmiş olsun Tarık Abi!” diyenler, yumruklarını sıkarak destek olmaya çalışanlar, el sallayanlar oldu. Yan hücredekilerle de selamlaştık, birbirimize el salladık. Herkes sakallıydı. Birine, “Kaç gündür buradasın?” diye sordum.
“Elli,” diyenler, “altmış,” diyenler oldu.
Her an birisi gelip beni alacak diye tetikte bekliyordum. Ama gene de zaman geçmek bilmiyordu. Ara sıra karşı hücredeki çocuklarla göz göze geliyorduk. Oturuyordum, kalkıyordum, çömeliyordum, çömelmiş olarak uyumaya çalışıyordum; olmuyordu. Zamanla başa çıkamıyordum. Dayanamadım, kapıya vurmaya başladım. Polise seslendim:
“Arkadaş! Bir dakika bakar mısın? Polis Bey! Memur Bey!”
Ağzımı kapının üstündeki deliğe yaklaştırmış, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Çocuklardan birisi, “Tarık Abi… Abi sakin ol, dikkatli ol,” diye uyardı.
Kimse gelmemişti. Çıldıracak gibi oldum. Sakinleşemiyordum. İçimde ayaklanan şey bir türlü yatışmıyordu. Bir süre sonra kapıya daha hızlı vurmaya başladım. Gene karşı hücreden biri, “‘Polis Bey,’ deme abi, dayak yersin, amirim de,” dedi.
Bu kez hem, “Amirim” demeye, hem de kapıya vurmaya başladım. Uzun bir zaman sonra A. geldi, kapıyı açtı:
“Ne var?”
“Çişim geldi; tuvalete gitmek istiyorum.”
“Tuvalet izni günde üç keredir, akşama gidersin, sabret,” dedi.
Tam kapıyı kapatacakken araya girdim:
“Tuvalet şurada; hücrelerden kimse bakmıyor.”
Hiç oralı olmadı. Kapıyı kapatıp gitti. Kuru zemine çömeldim. Bacaklarımı iyice sıkıyordum; olmuyordu gene de. Çömelmek de kâr etmiyordu. Yolu yoktu, hücreye işemeye karar verdim. Kapının üstünden yeniden koridora baktım, karşı hücredekilere alçak sesle seslendim:
“Arkadaş, baksana yahu… Tuvaletinizi nereye yapıyorsunuz?”
“Orada süt kutusu yok mu?”
“Burada bir bok yok!”
“O zaman koyver gitsin.”
Kıs kıs güldüler.
Bir süre daha sabrettim, sonra hücreye işedim. Belli olmasın diye kuru bölümü ıslatmamaya dikkat ettim. Çişimin kokusundan rahatsız olurum sanıyordum, ama fark etmedim bile. İçerideki sidik kokusu zaten her şeyi bastırıyordu. Rahatlamıştım. Meğer çiş yapabilmek ne güzelmiş, ne bulunmaz nimetmiş… O rahatlıkla çömelip biraz kestirmeye çalıştım. Zaman zaman başardım da.
Karnım acıkmıştı. Saati merak ediyordum. Sıkıntıdan patlayacak gibiydim; sıkıntıdan, tedirginlikten, meraktan. Her dakika koridora bakıyordum. Arada bir hücre kapıları açılıp kapanıyordu, ama neler olup bittiğini göremiyordum. Her seferinde yerimden kalkıp baktım, ama boşuna. Bir aralık çömeldiğim yerde gene uyudum. Bir hayli zaman geçti. Arada bir karşı hücredeki çocuklarla konuştuk. Polisin ayak seslerini duyunca hemen geri çekiliyorlardı.
Polis koridorda bas bas bağırıyordu:
“Aranızda konuşanı görürsem ananızdan doğduğunuza pişman ederim!”
Bir yandan da kapılara sopayla vuruyordu. Acıkmıştım. Su bile yoktu.
Derken kapılar teker teker açılmaya başladı. Çocuklar önümden geçip tuvalete gittiler. Sıra benim hücreme geldi, polis, “Üç dakikan var, çabuk ol,” dedi.
Tuvalete gittim.
Böyle tuvaleti askerde bile görmemiştim. Alaturkaydı, içi ağzına kadar bok doluydu. Kokusu da, görüntüsü de leş gibiydi. Bir kenarda, daracık bir oyuntunun ucunda bir lavabo vardı. İçi simsiyah olmuştu. Suyu açtım, ayaklarıma döküldü; lavabonun ortasında geniş bir çatlak vardı. Elimi yüzümü yıkadım, kana kana su içtim. Tuvalet işimi de halledip dışarı çıktım. Kapıda bekleyen polisle birlikte iki adım atıp hücreme girdim.
Böylece hücremde neden yerlerin su içinde olduğunu da anlamıştım; bütün bu pislik tuvaletten taşıp geliyordu. Gene yerime oturdum. Hafif hafif kaşınıyordum, ama doğrusu umurumda değildi. Uyuklamaya başladım.
Kim bilir ne kadar zaman geçtikten sonra uyandım, ayaklarım açılsın diye hücrede biraz dolaştım. Hücrenin duvarları boyunca, ayaklarımın ıslanmasına aldırmadan yürüyordum. Zaman geçiyordu herhalde. Dışarıda hiç ses yoktu, çıt çıkmıyordu. Herkes uyuyor, diye düşündüm; ben de uyudum.
Gece yarısını geçtiğini düşündüğüm saatlerde, ayaklarımı sümüklüböcek gibi toplayıp yere kıvrılmışken, birdenbire kapı açıldı. Fırladım ayağa kalktım. Birini üstüme doğru ittiler. Genç bir çocuktu; yirmi-yirmi bir yaşlarında. Kapıya baktım; olağanüstü iri bir polis hücre kapısını kaplamış dikiliyordu. Elleri de kocamandı. Ağabeyim de çok iriyarı biridir, “Polisin iriliği aklıma yer ettiğine göre ağabeyimden bile yapılıydı demek,” diye düşünecektim sonradan.
Polis, hücreye getirdiği çocuğa sordu:
“Sen neden geldin lan?”
Ayaktaydım. Merak ve heyecanla izliyordum.
“Benim bir suçum yok,” dedi çocuk.
“Ne yani lan, suçun yok da seni camiden mi aldılar, pezevenk, neden aldılar?”
“Evden aldılar… Ders çalışıyordum… Tıp fakültesinde okuyorum. Beni aramıyorlar aslında, abimi arıyorlar; ama beni aldılar.”
“Abin kimmiş lan?”
“Mehmet Şener. Ben de Hasan Hüseyin Şener.”
“Başlatma lan Ahmetinden Mehmetinden! Kimmiş lan Mehmet Şener?”
“Ağca’ya silah veren,” dedi çocuk, övünerek. O âna kadar çocuğu çiğ çiğ yiyecekmiş gibi bakan polisin tüm hırsı tükenmişti.
Ben araya girdim; öfkeyle, “Bu çocukla beni aynı yere koyamazsınız,” dedim.
“Sen de kimsin lan?”
“Ben Tarık Akan’ım.”
“Ne olmuş lan Tarık Akan’san? Neden kalamıyormuşsun bununla? Bu insan değil mi?”
Çenemi tutamadım, ettim lafımı:
“Ben bu faşistle kalamam, beni başka yere…”
Mideme bir yumruk yedim. Ayaklarım yerden kesildi. Neye uğradığımı anlayamamıştım. Kendimi yerde buldum. İki-üç tekme de yerde yedim. Kafamı kolluyordum. Küfrün bini bir para tabii. Mideme yediğim yumruğun ağrısını bedenimin her yerinde hissedebiliyordum. Derken kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Kafamı yavaş yavaş kaldırdım. Çocuk karşımda duruyordu. Bana bakıyordu. Toparlandım. Kuru olan yere çömeldim. Öylece duruyorduk. Uzun bir süre hiç ses çıkarmadan bekledik. Sonra anlamsız, saçma sapan şeyler konuşmaya başladık. Zaman zaman gözlerimiz kapanıyordu, ama sürekli birbirimizi kontrol ediyorduk.
Sabah olmuştu. Yani ben sabah olduğunu tahmin ediyordum. Hücre kapılarının teker teker açıldığını duydum. Bir ses, “Bakkaldan bir şey istiyor musunuz?” diye soruyordu. Hücrelerden ekmek, beyazpeynir, süt, salam sesleri geldi. Bizim hücrenin de kapısı açıldı. Bakkal, “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Yan hücrelerden duyduğum şeylerin hepsini söyledim:
“250 gram beyazpeynir, ekmek, 250 gram salam, üç kutu süt.”
Bakkal, “Sen burada yenisin galiba,” dedi. “Bunlar sana yetmez, sabah, öğlen, akşam yiyeceksin.”
Her şeyi iki katına çıkarttım, parasını verdim. Bakkal yanımdaki çocuğa sordu.
“Benim param yok.”
Bakkal da çekip gitti.
Bakkaldan saatin sabah altı olduğunu öğrenmiştim. Bir süre sonra polis teker teker hücrelerin kapısını açıp tuvalet ziyaretlerini başlattı. Hücrelerin tuvalet işi bitince bakkal erzakı dağıtmaya başladı. Açlıktan perişan durumdaydım. Yemekten başka bir şey düşünmüyordum. Siparişlerim gelmişti. Aç kurtlar gibi yemeye başladım. Çocuk bana bakıyordu. Gözü yediklerimin üzerindeydi. Dayanamadım, onu da çağırdım. Kahvaltıyı paylaştık.
Saatin sekiz buçuk olduğunu sandığım sıralarda, bir polis sesi duyuldu. Yüksek sesle adlar okunuyordu. Her okunan ada karşılık hücrelerden bir ses geliyordu. Polis, hücrelerden yanıt geldikçe “Sorgu,” ya da “Sevk,” diyordu. Kapılar açılıp kapandı. Yirmi-yirmi beş kişinin adı okundu. Kapının üstünden izliyordum. Çocukların üstü başı kirliydi, aslında kirli değildi de leş gibiydi; sakalları uzamış, yüzleri kararmıştı. Gencecikti hepsi. Can kulağıyla adımın okunmasını bekledim; okunmadı. Sonra sesler azaldı. Sessizlik gene her yere yayıldı.
Köşemde oturuyordum. Birden kapı açıldı. Hemen ayağa kalktım. Polis, “Sen gel,” dedi, beni dışarı çıkardı.
Koridor boyunca yürürken girişteki alanı görebiliyordum. Yürüyüş süresince, daralıp genişleyen görüş alanıma giren yedi-sekiz çocuk, yüzleri duvara dönük bekliyorlardı. Birkaç adım atıp başka bir hücrenin önünde durduk. Polis kapıyı açtı.
“İçeri gir.”
İçeri girdim. Kapıyı kapattı. Bir şeyler olacak diye umutlanmışken, çıkacağımı düşünüp heyecanlanmışken kendimi başka bir hücrede, gençlerle birlikte bulmuştum. Benimle birlikte yedi kişiydik. Burası da çıktığım hücreyle aynı büyüklükteydi; iki metreye bir metre. İçeri girdiğimde bazıları ayağa kalktı. Teker teker, “Hoş geldin”, “Geçmiş olsun” gibi şeyler söylediler. Hemen, yedi kişinin burada nasıl kalacağını sordum. Gülmeye başladılar.
“İki kişi de sorguya gitti, bir de onlar dönerse o zaman gör bak,” dediler.
Oturduk. Sıkış tepiş bir durumdaydık; bacaklarını uzatanlar, toplayanlar. Kapının altından biraz olsun hava alırım diye yana oturmuştum, ama olacak gibi değildi. İçerisi çok havasız ve sıcaktı. Birkaç kişi donuyla oturuyordu. Hücre tavanının aydınlık olduğunu fark ettim. Sokaklarda kaldırımların üstüne döşenen kalın camdan yapılmıştı. Böyle birkaç hücrenin üzerinde herhangi bir yapı yoktu anlaşılan. Bir köşede süt kutuları duruyordu. Birkaçının içinde süt, birkaçının içinde su ve çiş vardı; hepsinin yeri ayrıydı tabii. Zamanından önce çişi gelen duvara doğru dönüyor, kutunun içine işeyip yerine koyuyordu. Karton kutunun içine yiyecekler konmuştu. Kutunun her yeri yağlıydı. Açılmış karton kutular yerlere serilmişti; bunların üzerinde oturuyorduk.
Çocuklarla sohbet ettik. İçlerinde hiç sağcı olmadığını övünerek söylüyorlardı, ama gene de hepsi çok temkinli görünüyordu; kimin ne olduğu belli değildi aslında. Herkes ajan, polis olabilirdi. Benim neden içeri girdiğimi merak ettiler. Uzun uzun anlattım. Avutmaya çalıştılar.
“Sana hiçbir şey olmaz, hemen çıkarsın,” dediler.
Hepsi öğrenciydi; başka başka üniversitelerde okuyorlardı. Aralarından bazıları çok uzun süre içeride kalmıştı. Biri doksanıncı gününe yaklaşıyordu, yani her an sevk edilebilirdi. Gözaltı süresi kırk beş gündü; bu süreden fazla Siyasi Şube’de tutmaya hakları yoktu. Ama kırk beş güne yaklaşırken Sıkıyönetim’e sevk çıkarılıyordu, Selimiye’de savcı serbest bırakıyordu, çocuk da seviniyordu serbest kaldım diye. Oysa çocuğu getiren ekip Selimiye’nin kapısında bekleyip serbest kalanı tekrar tutukluyor, gene Siyasi Şube’ye getiriyordu; ikinci bir kırk beş gün başlamış oluyordu. İçerideki çocuklar “birinci kırk beş” ya da “ikinci kırk beş” diye konuşuyorlardı.
Öğlen tuvaletinden sonra kutudaki yiyecekleri paylaştırdılar. Akşam yemeği ayrıldı.
Bir-iki kişi yan yatabiliyordu. Bazıları, oturmaktan yorulanlar, ayağa kalkıyordu, o zaman biraz yer açılıyordu. Akşama doğru, saat beş gibi, yavaş yavaş sorgudan dönüşler başladı. Ben 2 numaralı hücrede kalıyordum. Kapı açıldı. Bir çocuğu içeri attılar. Arkadaşları hemen çocuğu tutarak yere yatırdılar. Çocuk pelte gibiydi. Yalnızca inliyordu. Hücrenin tam ortasında uzunca yatıyordu. Hepimiz ayaktaydık. Görünürde herhangi bir şey yoktu; kan, morluk gibi. Sonra çocuklardan biri, “Elektrikten geliyor,” dedi.
Çocuğa güçlükle su içirdiler. Çevresine çömelmiştik. Uzun bir süre uyudu. Akşam uyandığında kollarının tutmadığını gördüm. Filistin askısına almışlar. Kaygılanacak bir şeyi olmadığını, ertesi gün hareket edebileceğini söylediler. Yemeğini arkadaşları yedirdi. Çocuk yerde yattığı için dört-beş kişi ayakta duruyor, sırayla yere çömeliyorduk. Zaman geçsin diye her şeyden konuşuyorduk. Bazen espriler yapılıyor, fıkralar anlatılıyordu. Geçici de olsa bir an rahatlıyorduk.
Akşam tuvaletine çıktık, sonra yemeğimizi yedik. Kutudan çıkarılan ekmekler bölündü, içine beyazpeynir, ikişer dilim salam ve zeytin kondu.
Geç bir saatte bir kızın uzaktan gelen çığlıklarını duyduk. Uzun uzun bağırıyordu. Sesi bir süre kesiliyor, sonra yeniden başlıyordu. Kimi zaman çığlıkları çok derinden geliyordu, duymak için kulak kabartmak gerekiyordu; bazen de sesler iyice yükseliyordu. Bu sesi sabaha kadar dinledik. İşkenceden gelen çocuğun anlattığına göre bir eve yapılan operasyonda polislerin elinden kaçan genç bir kız ikinci kattan aşağıya atlamış, bir yerleri kırılmış. Kızın kırıklarıyla oynayarak işkence yapmışlardı. İnanılacak gibi değildi, ama insan çığlıkları duyunca başka bir şey olamayacağını düşünüyordu. Sabaha doğru ses kesildi.
Sabah tuvaleti, bakkal faslı… Sekiz kişiden yalnızca iki ya da üç kişinin parası vardı. En çok para veren bendim. Paralar kutuya atılıyor, siparişi bir kişi yapıyordu. Aramızda komün hayatı başlamıştı; olan olmayana verecekti. “Sosyalizmi yaşatıyoruz,” diye espriler yapıyorduk.
Sabah yemeğinden sonra gene listeler okundu. Her hücreden iki-üç genç çıktı. Bizim hücreden iki kişinin adı okundu; biri sevk, biri sorgu için. Sevk için giden neşeli, sorguya gidense asık suratlıydı. Benim adım gene okunmadı.
Çocuklar meydanda toplandı. Ayak sesleri yavaş yavaş azaldı. Hücrede yatan çocuğun kolları hareketlenmeye başlamıştı. Bir arkadaşı kollarına masaj yapmaya çalıştı.
Öğlen tuvaleti, öğlen yemeği, sohbet derken, akşama doğru işkenceden dönenler geldiler. Hücrelerin kapıları açıldı, kapandı. Bizim hücreye kimse gelmemişti. Akşam tuvaletinden sonra altı kişi oturduk. İçerisi tenhalaşınca sanki biraz rahat etmiştik.
Birden kapı açıldı. Polisin biri bana, “Çık ulan dışarı!” dedi.
Hiçbir polis “ulan”sız konuşmuyordu. Ben hemen ceketimi aldım. (İçeri girerken siyah, mevsimlik, güzel bir ceketti, bazen yastık, bazen yorgan diye kullanınca ceketlikten çıkmıştı.) Ayakkabılar demir kapının dışında duruyordu, hepsi birbirine karışmıştı. Hepsi de topuğuna basılarak, terlik gibi kullanılıyordu. Mokasen de olsa böyle kullanmak zorundaydık, çünkü ayakkabıya harcanacak zaman yoktu. O kargaşada ayakkabımı buldum, giydim. O saatte sorgu olmadığı için dışarı çıkacağım diye umutlanmıştım. Polis önden bir-iki adım ilerledi, hemen yan taraftaki hücrenin kapısını açtı: 1 numaralı hücre.
“Gir lan içeri!”
Ayakkabıları hücrenin kapısında çıkarttım. Kapının önünde bir sürü ayakkabı vardı. İçeri girdim. Kapı kapandı.
Bir-iki adım attım, sağdaki duvarın ortalarında zar zor bir kişilik yer açtılar, oraya oturdum. Çocukların hepsiyle selamlaştık.
“Hoş geldin, seni burada görmek ne garip, demek yalnız değilmişiz,” dediler.
Biri oturduğu yerden kalkıp, “Abi buraya otur, rahat edersin,” deyip kapı önünü gösterdi.
Onları rahatsız etmemek için, “Burası iyi,” dedim.
Biri dışında hepsi çok genç. O birisi, sarışın, posbıyıklı, açık renk gözlü, otuz-kırk yaşlarında cin gibi bir adam. Mühendis odalarından birinin başkanıymış. Çok neşeliydi, çok da konuşkandı, fıkralar anlatıyordu. Neşesini herkese bulaştırıyor, içeridekilere moral depoluyordu. Geçmiş günlerdeki olayları çarpıtarak, komikleştirerek anlatıyordu. Hepimiz gülüyorduk.
Çocuklar, neden içeri girdiğimi sorduklarında o yanıtladı:
“Seni de mi camiden aldılar yoksa?”
Lafı ağzımdan almıştı. Gülmeye başladım. Ben de yavaş yavaş rahatlıyordum.
İçerisi üç metreye üç metre görünüyordu. Tam kırk üç kişiydik içeride. Öyle sıcak, öyle bunaltıcıydı ki herkes donla oturuyordu. Çoğunluk duvara yaslanmıştı. Tavanda 40 mumluk bir ampul yanıyordu. İçerisi sarımtırak bir renk almıştı, duvarlar terlemişti; sarımtırak bir su akıyordu. Yerlere gene karton kutular açılmış, yer döşeği yapılmıştı.
Mühendis, herkesi teker teker tanıtmaya başladı:
“Bu TKP’den, idamlık. Bu falanca örgütten, balık tutarken yakalanmış, denizdeki balıkları zehirliyormuş…”
Bütün çocukların adlarını biliyordu. Kimi anlatırsa o gülmeye başlıyordu. Şaşırmıştım. Tutuklanma, işkence çocukların umurlarında değilmiş gibi görünüyordu. Mühendis, biri için, “Bunun şu kadar bombalama işi var,” gibilerinden bir şeyler söylüyordu, ama sanki çocuğun umurunda değil gibiydi. “Bu enayi ötmüş,”; “Bu polis, buna dikkat et,” diyordu, gene kimse ciddiye almıyordu. Duvara sıralananları teker teker anlattı ve kapıya yakın duran, çok zayıf, çirkin suratlı bir çocukta kaldı: “Bu içimizdeki tek faşist polis köpeği; ajandır. Burada ne duyarsa gider yukarıda anlatır.”
Akşam tuvaletinden sonra sıra akşam yemeğine gelmişti. Bir daire oluşturduk. Karton kutular ortaya geldi. Mühendisle çocuklardan biri, nevaleyi paylaştırdılar. Akşam yemeğinde nevalenin hepsinin bitmesi gerekiyordu, sabah yenileri alınacaktı. Yemekler yendi. Kenarlara çekildik. Çöpler toplandı, çöp kutusuna atıldı; salamın zarı, peynir kâğıtları, ekmek kırıntıları. Ben de donla oturmaya başladım.
Bir ara mühendis, “Tarık, çay içer misin?” dedi.
Herkes kıkırdamaya başladı. Yanıt vermedim. Bir şeyler döndüğü belliydi. Sonra bir daha sordu:
“Çay içer misin? Şimdi demleyeceğiz.”
Herkes oyunu biliyor, gülüyordu. Ben de