Hapscomb’un benzin istasyonu Arnette’in hemen kuzeyinde, 93 numaralı karayolunun üzerindeydi. Houston’dan yüz yetmiş kilometre uzakta olan Arnette, dört sokaktan oluşan berbat bir kasabaydı. Bu gece bütün müdavimler benzin istasyonunda toplanmışlardı. Kasanın yanına yerleşmiş, bira içiyor, şundan bundan söz ediyor, ışıklı büyük levhaya çarpan böcekleri seyrediyorlardı.
Burası Bili «Hap» Hapscomb’un benzin istasyonuydu. Bu yüzden de Hapscomb ahmağın biri olduğu halde, herkes her konuda onun fikrini soruyordu. Kendi işyerlerinde olsalardı aynı saygıyı onlar da bekleyeceklerdi. Ama işyerleri yoktu onların.
Arnette’de sıkıntılı günler başlamıştı. 1970’de kasabada iki sanayi vardı. Biri elektronik hesap makineleri üreten bir tesis, öteki de örneğin piknikte kullanılan türden kâğıt ürünleri yapan bir fabrikaydı. Ama artık kâğıt fabrikası
kapanmıştı. Hesap makineleri yapan şirket de kötü durumdaydı. Çünkü bu aletlerin Tay-
van’da daha ucuza üretildiği anlaşılmıştı. Tıpkı küçük portatif televizyonlar ve transistorlu radyolar gibi…
Eskiden kâğıt fabrikasında çalışan Norman Bruett’le Tommy Wan-namaker artık devlet yardımıyla geçiniyorlardı. İşsizlik sigortalarının süresi çoktan sona ermişti. Henry Carmichael ve Stu Redman hesap makinesi fabrikasında çalışıyorlardı. Ama haftada ancak otuz saat. Victor Palfrey emekliydi. Elde sardığı pis kokulu sigaraları içerdi. Parası ancak bu kadarına yetiyordu.
Hap ellerini dizlerine koyarak öne doğru eğildi. «Bence bu enflasyon denilen saçmalığa aldırmamaları gerekir. Milli borç fasaryasına da. Baskı makinelerimiz de var, kâğıdımız da. Hükümet elli milyon tane bin dolarlık basmalı ve bu parayı
piyasaya sürmeli.»
İçlerinde Hap’in bu pek budalaca sözlerine itiraz edecek kadar kendisine saygısı
olan yalnız Palfrey’di. 1974 yılına kadar teknisyenlik yapmış olan Palfrey, pis kokulu sigaralarından birini daha sararken, «İşe yaramaz ki,» dedi. «Hükümet bunu yaptığı anda, Richmond’da İç Savaşın son iki yılında içine düşülen durumla karşılaşırız. O günlerde bir lokma ekmek almak istediğin zaman fırıncıya bir Güney doları veriyordun. Fırıncı da bunu ekmeğin üzerine koyuyor, dolar büyüklüğünde bir parça kesiyordu. Para dediğin yalnızca bir kâğıt parçasıdır.»
Hap ters ters, «Seninle aynı fikirde olmayan birkaç kişi tanıyorum,» diye cevap verdi. Yazı masasından kırmızı plastikten yapılmış bir kâğıt kıskacı aldı. «O
adamlara borcum var. Ve gitgide sabırsızlanıyorlar.»
Stu Redman elinde bira tenekesiyle, çatlak plastik iskemlelerden birinde oturuyor, benzin istasyonunun büyük penceresinden 93 numaralı karayoluna bakıyordu. Stu belki de Arnette’in en sessiz adamıydı. Bu kasabada büyümüştü.
Babası dişçiydi. Stu yedi yaşındayken ölmüş, geride karısıyla Stu’dan başka iki çocuk daha bırakmıştı.
Stu’nun annesi Arnette’in hemen dışındaki Kırmızı Top Kamyon Durağında işe girmişti o zaman. Bina 1969’da yanmamış olsaydı, Stu orayı şimdi oturduğu yerden görebilecekti. Kadının işi, dördünün aç kalmamalarını sağlamıştı, ama o kadar.
Stu dokuz yaşındayken çalışmaya
başlamıştı. Once Kırmızı Top’un sahibi olan Rog Tucker’m yanına girmişti.
Okuldan sonra kamyonların boşaltılmasına yardım ediyor, saat başına otuz beş
sent alıyordu. Daha sonra yakındaki Braintree kasabasında iş bulmuştu. Pek az bir ücret karşılığı haftada yirmi saat ağır iş yapabilmek için yaşını büyük söylemişti.
Stu şimdi Hap’le Vic Palfrey’in para konusundaki, daha doğrusu paranın esrarlı
biçimde ortadan kaybolması konusundaki tartışmalarını dinliyor, bir yandan da hayvan derisi yüklü arabaları çekerken ellerinin nasıl kanadığını düşünüyordu.
Bunu annesinden gizlemeye çalışmıştı. Ama Stu işe başladıktan birkaç gün sonra annesi durumu farketmişti. Oğlunun ellerine bakarak ağlamıştı biraz. Aslında sulu gözlü bir kadın değildi. Stu’ya işten çıkmasını da söylememişti. Durumu biliyordu. Gerçekçi bir insandı.
Stu’nun sessizliğinin bir nedeni, çocukken hiçbir zaman arkadaşı olmaması, böyle şeyler için zaman bulamamasıydı. Okula gitmek zorundaydı. Sonra da işe. En küçük kardeşi Dev, Stu komşu kasabada çalışmaya başladığı yıl zatürreeden ölmüştü. Stu bu olayın etkisinden hiçbir zaman kurtulamamıştı. Belki de bunun nedeni suçluluk duygusuydu. Stu, Dev’i diğer kardeşinden daha çok severdi. Ama onun ölümü
doyurulacak bir boğazın eksilmesi anlamına geliyordu.
Stu lisedeyken futbolu keşfetmişti. Annesi bu bakımdan ona cesaret vermişti.
Bunun çocuğun çalışma saatlerini kısaltacağını bile bile hem de. «Futbol oyna,»
demişti. «Buradan kurtulmanın bir tek çaresi varsa o da futbol, Stuart. Eddie Warfield’i unutma.» Eddie Warfield yerel bir kahramandı. Stu’nunkinden de yoksul bir ailedendi. Lisedeki futbol takımında başarıyla oynamıştı. Atletizm bursu kazanarak Teksas Üniversitesine gitmiş, on yıl futbol oynamayı sürdürmüştü.
Şimdi Eddie’nin batıda ve güneybatıda acele servis veren bir dizi lokantası
vardı. Amette için hiçbir zaman sönmeyecek bir efsane kahramanıydı. Arnette’de
«Başarı» denildiği zaman akla Eddie Warlfield gelirdi.
Stu, Eddie Warfield çapında bir oyuncu değildi. Ama lisenin üçüncü sınıfındayken yine de önemsiz bir atletizm bursu kazanma umudu vardı.
Ne çare ki, annesi hastalandı. Kadın çalışacak halde değildi artık. Kansere yakalanmıştı. Stu’nun liseden mezun olmasına iki ay kala öldü gitti. Geride Stu’yla Bryce’ı bıraktı. İki kardeşin geçimlerini sağlamaları gerekiyordu. Stu atletizm bursunu reddetmek zorunda kaldı. Hesap makinesi fabrikasında çalışmaya başladı. Sonunda Stu’dan üç yaş küçük olan Bryce başarıya ulaştı. Şimdi Minnesota’daydı ve IBM’de sistem analizcisi olarak çalışıyordu. Ağabeyine pek sık mektup yazmıyordu. Stu, Bryce’ı en son cenazede görmüştü. Karısının cenaze töreninde. Stu’nun karısı da annesi gibi kanserden ölmüştü. Stu zaman zaman Bryce’m da kendini suçlu hissettiğini düşünüyordu. Belki kardeşi biraz da utanıyordu ağabeyinden. Ne de olsa Stu ölmekte olan bir Teksas kasabasında yaşayan başarısız bir insandı. Günlerini bir mahkûm gibi fabrikada çalışarak, gecelerini de Hap’in benzin istasyonunda ya da «Kızıl Derili Kafası»nda bira içerek geçiriyordu.
Stu için hayatının en güzel dönemi evlilik günleriydi. On sekiz ay sürmüştü
evliliği. Sonra genç karısının rahminde kapkara, habis bir ur oluşmuştu. Üç yıl önce olmuştu bu. Genç adam karısının ölümünden sonra Arnette’den ayrılmayı, daha iyi bir hayat kurmayı düşünmüştü. Ama küçük kasabalara özgü o uyuşukluk, yakasını bırakmamıştı. Tanıdık yerlerin ve tanıdık yüzlerin büyüsünden kurtulamamıştı. Stu’yu Arnette’de çok severlerdi… Vic Palfrey bir keresinde onun için, «Eski tip bir serseri,» demişti. İltifatların en büyüğüydü bu.
Vic’le Hap tartışırlarken gökyüzü hâlâ biraz aydınlıktı. Ama toprak gölgelere bürünmüştü. Artık 93 numaralı karayolundan fazla araba geçmiyordu. Hap’in faturaların çoğunu ödeyememesinin bir nedeni de buydu. Ama işte şimdi bir araba yaklaşıyordu. Stu gördü önce.
Araba üç yüz metre kadar uzaktaydı. Günün son ışıkları, otomobilin dökülmemiş
olan son birkaç krom parçasını tozlu tozlu parlatıyordu. Stu’nun gözleri çok keskindi. Gelenin pek eski bir Chevrolet olduğunu anlamıştı. 1959-60 modeli olmalıydı. Farları yanmıyordu. Saatte ancak yirmi kilometre hızla ilerliyor, sağa sola yalpalıyordu. Arabayı henüz ondan başka kimse görmemişti.
Vic Palfrey, «Diyelim ki, benzin istasyonunun ipotek taksidini ödemen gerek,»
diyordu. «Meselâ… ayda elli dolar vereceksin.»
«Taksit bundan kat kat fazla.»
«Biz şimdi elli dolar farzedelim. Ve diyelim ki, Federaller senin istediğin gibi kamyon dolusu para bastılar. O zaman banka senden taksit olarak yüz elli dolar ister. Durumun yine kötü olur.»
Henry «Hank» Carmichael başını salladı. «Doğru ya!» Hap ona öfkeyle baktı.
Hank’in para vermeden makineden gazoz aldığını biliyordu. Hank de onun bu durumu bildiğinin farkındaydı. Bu yüzden Hank onun tarafını tutmalıydı. Tabii taraf tutmak istiyorsa.
Ancak dokuzuncu sınıfa kadar okumuş olan Hank, bilgiç bir tavırla, «Öyle olması
şart değil,» dedi. Sonra da nedenlerini açıklamaya başladı.
Stu’nun tek anladığı hepsinin başının dertte olduğuydu. Hap’in sesi anlamsız bir mırıltı halini alırken arabanın yalpalayıp sarsılarak yoldan çıkışını izledi.
Daha fazla ilerleyebileceğe benzemiyordu. Araba ortadaki beyaz çizgiyi aştı, sol tekerlekleri yolun kenarındaki tozları etrafa saçtı. Derken sarsılarak diğer tarafa doğru gitti. Kısa bir süre doğru dürüst ilerleyebildi, sonra yalpaladı, az kalsın hendeğe yuvarlanıyordu. Şoför sanki benzin istasyonunun ışıklı
levhasını farketmiş gibi arabayı binanın önündeki asfalt dökülmüş açıklığa doğru döndürdü. Araba hızı iyice azalmış bir füze gibi yaklaştı. Stu şimdi eski motorun gürültüsünü, ölmek üzere olan karbüratörün cızırtısını ve gevşemiş
valfların takırtısını duyuyordu. Pompaların yukarısındaki floresan çubukların ışığı, tozlu ön camdan yansıdığı için otomobilin içindekiler pek gözükmüyordu.
Ancak Stu, araba kaldırıma çıkarken şoförün gevşekçe yana sallandığını
farketmişti. Araba hâlâ durmuyor, yirmi kilometre hızla ilerliyordu.
«Yani tedavülde daha fazla para olursa…»
Stu usulca, «Pompalarını kapatsan daha iyi olacak, Hap,» dedi.
«Pompalarını mı? Ne..»
Norm Bruett dönmüş, pencereden dışarı bakıyordu, «Tanrım!»
Stu iskemlesinden kalktı. Tommy Wannamaker’la Hank Carmicha-
el’ın üzerinden eğilerek iki eliyle sekiz düğmeyi birden kapattı. İşte bu yüzden de arabanın ortadaki pompalara çarpışını gruptan yalnızca o göremedi.
Otomobil âdeta amansızca ve görkemli bir ağırlıkla pompalara bindirdi. Tommy Wannamaker ertesi gün «Kızıl Derili Kafası»nda stop lambalarının bir defa bile yanmadığına yemin edecekti. Şasinin altı betona sürtünürken çığlığı andıran bir ses çıktı. Stu dışında herkes sürücünün kafasının gevşekçe öne doğru sallandığını ve cama vurduğunu gördü. Camda yıldız biçimi çatlaklar belirdi.
Araba tekmelenmiş yaşlı bir köpek gibi zıpladı, pompalardan birini devirdi. O
sırada etrafa biraz gaz sızdı.
Otomobilin betona sürünen egzos borusundan çıkan kıvılcımları hepsi de farkettiler. Meksika’da bir benzin istasyonunun patlamasına tanık olan Hap, farkına varmadan elleriyle gözlerini korumaya çalıştı. Ama otomobil döndü, yüksekçe beton setten aşağıya indi. O arada bir pompayı daha yerie bir etti. 360
derecelik dönüşünü tamamlayarak bu kez de betona yanlamasına bindirdi. Arka kısmı sete çıkarak diğer gaz pompasını devirdi, durdu. Egzos borusu arkasından kuyruk gibi uzanıyordu. Otomobil karayoluna en yakın olan üç pompayı da parçalamıştı. Motor birkaç saniye düzensiz çalışmasını sürdürdükten sonra durdu.
Gürültüyü insanı korkutan bir sessizlik izledi.
Tommy Wannamaker soluk soluğa, «Tanrım…» dedi. «Burası havaya uçacak mı, Hap?»
Hap ayağa kalktı. «Uçacak olsa şimdiye kadar uçardı.» İhtiyatlı bir sevinç
duyuyordu. Pompaları sigortalıydı, primlerini de ödemişti. Mary her şeyden çok bu sigorta üzerinde durmuştu.
Norm, «Herif iyice sarhoş olmalı,» dedi.
«Stop lambalarını gördüm.» Tommy’nin sesi heyecandan tizleşmiş-ti. «Bir kere olsun yanmadılar. Tanrım! Hızla gelseydi şimdi hepimiz de ölmüş olurduk!»
Bürodan telaşla dışarı çıktılar. Hap en önde, Stu ise en gerideydi. Hap, Tommy ve Norm aynı anda
arabanın yanına vardılar. Benzin koku-
sunu duyuyor, otomobilin soğumaya başlayan motorunun saat tıkırtısını andıran sesini işitiyorlardı. Hap şoförün yanındaki kapıyı açtı, direksiyondaki adam eski çamaşır bohçası gibi dışarıya kayıverdi.
Norm Bruett, «Allah kahretsin!» diye bağırdı. Sesi neredeyse bir çığlığa dönüşecekti. Dönüp ellerini iri göbeğine bastırdı, kusmaya başladı. Buna, Hap’in yere yığılmadan önce ustalıkla yakaladığı şoför değil, arabanın içinden etrafa yayılan koku neden olmuştu. Kan, pislik, kusmuk ve çürümüş insan vücudu kokusundan oluşan iğrenç bir şeydi. Korkunç, yoğun bir hastalık kokusu… ölüm kokusu.
Hap döndü, şoförü koltuk altlarından tutarak sürükledi. Tommy telaşla adamın yerde sürünen ayaklarını kavradı. Şoförü Hap’le büroya taşıdılar. Tavandaki floresan lambaların ışığında tiksinti dolu yüzleri bembeyaz görünüyordu. Hap sigorta parasını unutmuştu.
Diğerleri arabanın içine baktılar. Sonra Hank elini ağzına bastırarak açıklığın kuzey köşesine doğru koştu. Küçük parmağını havaya kaldırmıştı. Şarap kadehini birinin şerefine kaldırıyormuş gibi. Akşam yemeğini olduğu gibi çıkardı.
Vic’le Stu bir süre arabanın içine baktılar, sonra da birbirlerine. Tekrar otomobile doğru eğildiler. Şoförün yanındaki yerde genç bir kadın oturuyordu.
Bolca elbisesinin eteği yukarıya doğru sıvanmıştı. Ona, üç yaşlarında, erkek mi kız mı olduğu pek belli olmayan bir çocuk yaslanmıştı. İkisi de ölmüşlerdi.
Boyunları birer iç lastik gibi şişmişti. Ciltleri sanki çürümüş gibi morumsu siyahtı. Gözlerinin altı da şişti. Vic daha sonra, «Güneş ışığından korunmak için gözlerinin altına lamba isi süren beyzbolculara benziyorlardı,» diyecekti.
Ölülerin camlaşmış gözleri yuvalarından uğramıştı. Kadın çocuğun elini tutuyordu. Burunlarından yoğun bir sıvı akmış ve pıhtılaşmıştı. Etraflarında sinekler uçuşuyor, sıvıya konuyor ya da açık ağızlarından içeri girip çıkıyorlardı. Stu bir zamanlar savaşa katılmıştı. Ama böyle insanın içine dokunacak bir durumla hiç karşılaşmamıştı. Gözleri durmadan kadınla çocuğun birbirine kenetlenmiş ellerine kayıyordu.
Stu’yla Vic geri geri giderek arabadan uzaklaştılar, boş gözlerle bir-
birlerine baktılar, sonra da benzin istasyonuna doğru döndüler. Hap’in telefonda telaşlı telaşlı konuştuğunu görüyorlardı. Norm arkalarından benzin istasyonuna doğru geliyor, zaman zaman omzunun üzerinden, devrilmiş pompalara bakıyordu.
Arabanın sürücü tarafındaki kapısı açıktı. Dikiz aynasının altından bir çift bebek patiği sallanıyordu.
Hank kapının yanında durmuş, pis bir mendille ağzını silmekteydi. Kederli bir sesle, «Tanrım! Stu,» diye mırıldandı. Stu da başını salladı.
Hap telefonu kapattı. Arabanın sürücüsü yerde yatıyordu. «Ambulans on dakika sonra burada olacak. Sizce bunlar…» Baş parmağıyla arabayı işaret etti.
Vic başını salladı. «Bunlar ölmüş.» Kırışık yüzü sapsarıydı. O pis kokulu sigaralarından birini sarmaya çalışırken tütünleri yere saçıyordu. «Şu ikisi şimdiye kadar gördüğüm insanların en ölüsü!» Stu’ya baktı. Genç adam da tekrar başını sallayarak ellerini ceplerine soktu. Midesi bulanıyordu.
Yerde yatan adam boğuk boğuk inledi. Hepsi de başlarını eğip ona baktılar. Bir dakika kadar sonra yabancının konuştuğunu, konuşmaya çalıştığını farkettiler.
Hap onun yanına diz çöktü. Ne de olsa, bu benzin istasyonu onundu.
Arabadaki kadınla çocuk hangi illetten ölmüşlerse, adamda da aynı hastalık vardı. Burnu durmadan akıyordu. Soluk alırken göğsünde sanki bir şey kaynıyor, garip bir ses çıkıyordu. Gözlerinin altı şişmeye başlamıştı; henüz kararmamış, birer mor leke gibiydiler. Adamın boynu fazla kalınmış gibi duruyordu. Eti kabarmıştı. Sanki iki çenesi daha vardı. Ateşinin iyice yüksek olduğu belliydi.
İnsan ona yaklaştığı zaman, kuzu kızartmak için dibinde ateş yakılmış bir tandırın yanına çömeliyor-muş gibi oluyordu.
Yabancı, «Köpek…» diye mırıldandı. «Onu çıkardınız mı?»
Hap onu usulca sarstı. «Ambulans çağırdım, bayım. İyileşeceksin.»
Yerdeki adam, «Biri defterleri aldı,» dedi. Sonra öksürmeye başladı. Birbirini izleyen, patlamalara benzeyen öksürükler yüzünden ağzından salyalar fışkırıyordu. Hap çaresizlik içinde yüzünü buruşturarak arkaya doğru eğildi.
Vic, «En iyisi onu döndürelim,» diye atıldı. «Yoksa boğulacak.»
Ama onlar bunu yapamadan öksürük kesildi, yerini yine o düzensiz soluklar aldı.
Yabancı gözlerini ağır ağır kırpıştırdı, çevresine toplanmış adamlara baktı.
«Burası… neresi?»
Hap, «Arnette,» diye açıkladı. «Burası da Bili Hapscomb’un benzin istasyonu.
Pompalarımdan bazılarını devirdin.» Sonra telaşla ekledi. «Ama önemli değil.
Sigortalıydı hepsi.»
Yerdeki yabancı doğrulup oturmaya çalıştı, ama başaramadı. Bir elini Hap’in koluna koymakla yetindi. «Karım… Küçük kızım…»
Hap aptal aptal gülümsedi. «Onlar iyi.»
Adam, «Galiba ben çok hastayım,» dedi. Boğuk ve yumuşak bir kükremeyi andıran sesler çıkarıyordu soluğu. «Onlar da hastaydılar. İki gün önce sabah kalktığımız zaman Tahoe…» Gözkapakları titreşerek ağır ağır kapandı. «Hastalık… Galiba yine de yeterince çabuk davrana-madık…»
Arnette Gönüllü Ambulansının sireni uzaklarda yankılanıyor, gitgide yaklaşıyordu.
Tommy Wannamaker, «Tanrım…» dedi. «Ah, Tanrım…»
Hasta adam gözlerini tekrar açtı. Şimdi bu gözlerde müthiş bir endişe vardı.
Tekrar doğrulup oturmaya çalıştı. Yüzünden terler akıyordu. Hap’in kolunu yakaladı. «Sally’yle LaVon iyi mi?» diye sorarken ağzından tükrükler sıçradı.
Hap adamdan yayılan sıcaklığı hissediyordu. Yabancı hastaydı, yarı çıldırmıştı, pis pis kokuyordu. Hap’in aklına eskiyen köpek battaniyelerinin kokusu geldi.
Hap biraz da telaşla, «Onlar iyi,» diye yineledi. «Sen yalnızca… yat ve rahatlamaya çalış. Tamam mı?»
Yabancı tekrar yere uzandı. Şimdi solukları daha kötüydü. Hank’le Hap onu yan döndürdüler. Adamın soluk alışları biraz düzelir gibi oldu. Yabancı, «Dün geceye kadar kendimi iyi hissediyordum,» diye mırıldandı. «Sonra gece hastalık yüzünden uyandım. Oradan çabucak kaçamadık. Bebek LaVon iyi mi?» Bunu hiçbirinin de anlayamadığı mırıltılar izledi.
Ambulansın sireni gitgide yaklaşıyordu. Stu taşıtı görebilmek için pencereye gitti. Diğerleri hâlâ yerdeki adamın çevresinde bir daire oluşturmuş, duruyorlardı.
Hap sordu. «Hastalığı nedir acaba, Vic? Bir fikrin var mı?»
Vic başını salladı. «Hayır.»
Norm Bruett, «Belki de yedikleri bir şey dokundu,» dedi. «Arabada California plakası var. Herhalde yol kenarındaki büfelerden pek çok şey alıp yediler. Belki de yedikleri hamburger zehirliydi. Oluyor böyle şeyler.»
Ambulans yaklaştı, harap Chevrolet arabayla benzin istasyonunun kapısı arasına girerek durdu. Tepesindeki kırmızı ışık çevrede garip daireler çiziyordu. Hava iyice kararmıştı artık.
Yerdeki yabancı birdenbire, «Bana elini ver!» diye bağırdı. «Seni oradan çekip çıkarayım!» Sonra sustu.
Vic, «Besin zehirlenmesi…» dedi. «Evet, olabilir. Öyle olduğunu umarım.
Çünkü…»
Hank, «Çünkü ne?» diye sordu.
«Çünkü bu bulaşıcı bir hastalık da olabilir.» Vic diğerlerine kaygıyla baktı.
«1948’de Nogales yakınlarında kolera salgını çıktıydı. Belirtiler bu adamınkine benziyordu biraz.»
Üç adam tekerlekli sedyeyle içeri girdiler. İçlerinden biri, «Hap,» dedi.
«Havaya uçmadığın için şanslısın. Adam bu mu?»
Diğerleri onların geçmesi için iki yana çekildiler. Bu üç adamı, yani Billy Verecker, Monty Sullivan ve Carlos Ortega’yı hepsi tanıyordu.
Hap, Monty’yi kenara çekti. «O arabada iki kişi var. Bir kadınla bir küçük kız.
İkisi de ölmüş.»
«Aman Tanrım! Emin misin?»
«Evet. Ama bu adamın durumdan haberi yok. Onu Braintree’ye mi götüreceksiniz?»
«Öyle sanırım.» Monty şaşkın şaşkın Hap’e baktı. «Arabadaki iki ölüyü ne yapacağım? Bu işle nasıl başa çıkacağımı bilemiyorum, Hap.»
«Stu eyalet polisine telefon edebilir. Seninle gelmemin bir sakıncası var mı?»
«Yok tabii.»
Hasta ada
mı sedyeye yatırdılar. Onu dışarı çıkarırlarken Hap, Stu’ nun yanına gitti. «Ben o adamla Braintree’ye kadar gitmek niyetindeyim. Sen eyalet polisini arar mısın?»
«Tabii.»
«Mary’i de arayıver. Ona olanları anlat.»
«Olur.»
Hap koşarak dışarı çıktı, gidip ambulansa bindi. Billy Verecker onun arkasından kapıları kapattı, sonra da iki arkadaşını çağırdı. Onlar büyülenmiş bakışlarla hurdahaş olmuş eski arabaya bakıyorlardı. Ambulans birkaç dakika sonra hareket etti. Sireni etrafta yankılanıyor, kırmızı ışığı asfalta kızıl gölgelerin düşmesine neden oluyordu. Stu telefona yürüdü.
Eski arabadan çıkardıkları yabancı, hastaneye otuz kilometre kala öldü. Son bir defa inler gibi soluk aldı, verdi, tekrar soluk almaya çalıştı ve sonra yaşamaktan vazgeçti.
Hap adamın arka cebinden cüzdanını çıkardı. İçinde on yedi dolar vardı.
California eyaletinden verilmiş şoför ehliyetinden, yabancının adının Charles D.
Campion olduğu anlaşılıyordu. Adam cüzdana askerlik belgesini ve karısıyla kızının fotoğraflarını koymuştu. Hap o resimlere bakmak istemedi.
Cüzdanı tekrar ölünün cebine sokarak Carlos’a sireni susturmasını söyledi. Saat tam dokuzu on geçiyordu.
Maine eyaletindeki Ogunquit kasabasında taştan yapılmış uzun bir iskele kıyıdan Atlas Okyanusuna doğru uzanıyordu. Frannie Goldsmith bugün iskeleyi, kendisini suçlayan gri bir parmağa benzetti. Arabasını park yerine sokarken Jess’in iskelenin ta ucunda oturmakta olduğunu
gördü. Akşam güneşinde bir siluet gibiydi. Tepesinde martılar döne döne uçuşuyor, çığlığa benzer sesler çıkarıyordu. Gerçek bir New England manzarası!
Frannie hiçbir martının Jesse Rider’in tiril tiril mavi iş gömleğini kirletmeye cesaret edemeyeceğinden de emindi. Delikanlı şairdi ne de olsa.
Frannie iskelenin ucunda oturan adamın Jesse olduğunu biliyordu. Çünkü
motosikletini park memurunun kaldığı binanın arkasındaki demir parmaklığa bırakmıştı. Kasabada herkesin tanıdığı park memuru Gus da, Frannie’yi karşılamak için dışarı çıkıyordu. Saçları dökülmeye başlamış, göbekli bir adamdı.
Ziyaretçilerden araba başına bir dolar alınıyordu. Ama Gus, Frannie’nin kasabadan olduğunu biliyordu. Bunun için kızın Volvo’sunun ön camına yapıştırılmış «Kasabalı» yazılı etikete bakmasına gerek yoktu. Fran sık sık geliyordu oraya.
Fran, «Tabii geliyorum ya,» diye düşündü. «Hatta burada, kıyıda hamile kaldım.
Henüz şekillenmemiş olan sevgili bebek, sen Maine eyaletinin şahane kıyılarında oluştun. Denizden üç metre yukarda, duvarın altı metre doğusunda. Orayı X
işaretiyle gösterebiliriz.»
Gus elini kıza doğru kaldırarak barış işareti yaptı. «Sizin delikanlı iskelenin ucunda, Miss Goldsmith.»
«Teşekkür ederim, Gus. İşler nasıl?»
Adam gülerek eliyle park yerini işaret etti. Parkta belki ancak yirmi dört kadar araba vardı. Çoğunun camına beyazlı mavili «Kasabalı» etiketleri yapıştırılmıştı. Gus, «Daha erken,» dedi. «Onun için fazla iş olmuyor.»
Haziranın 17’siydi. «İki hafta bekleyin. Ondan sonra kasabaya para kazandıracağız.»
«Bundan eminim. Tabii bütün parayı zimmetine geçirmezsen.»
Gus güldü, tekrar içeri girdi.
Frannie bir kolunu güneşten ısınmış arabasına dayadı, bez ayakkabılarını çıkarıp lastik tokyo giydi. Uzun boylu, güzel vücutlu bir kızdı. Kestane rengi saçları
sarı elbisesinin sırtına kadar iniyordu. Erkekler uzun bacaklarına beğene beğene bakıyorlardı her zaman. Frannie kendi kendine, «1980 Üniversite Güzeli,» dedi.
Sonra da güldü. Gülüşü biraz acıydı. «Sanki dünyanın en önemli haberi buymuş
gibi davranıyor-
sun. Bu olay kimlerle ilgili? Yirmi yaşındaki Jess Rider’la. O da kadın kahramanımız Küçük Fran’dan bir yaş daha küçük. Üniversite öğrencisi bir şair.
Tiril tiril mavi iş gömleğinden de belli.»
Fran kumsalın kenarında durdu. O güzel sıcaklığın lastik tokyolara rağmen tabanlarını ısıttığını hissetmekteydi. İskelenin ucundaki siluet hâlâ denize küçük taşlar atıyordu. Fran’in düşünceleri biraz neşeli, ama daha çok üzüntülüydü. Kendi kendine, «Orada nasıl durduğunu biliyor,» dedi. «Yapayalnız, ama korkmayan Lord Byron. Yalnız başına oturuyor ve uzaklara, İngiltere’ye doğru giden denize bakıyor… Öf, haydi oradan!»
Fran iskeleye doğru ağır ağır yürümeye başladı. Jess’e duyduğu aşkın on bir gün içinde ölmüş olabileceği düşüncesiyle boğuşuyordu. Amy Lauder’in deyimiyle
«birazcık hamile olduğunu» anladığı andan itibaren duyguları değişmiş gibiydi.
Eh, sonuçta onu bu hale sokan Jess değil miydi?
Ama delikanlı da bu işi yalnız başına başarmış değildi tabii. Üstelik Fran doğum kontrol hapları da almıştı. Ama bir işe yaramamıştı işte. Ya haplar etkili değildi ya da Fran almayı unutmuş, farkına da varmamıştı.
Fran iskelede ilerleyip usulca Jess’e yaklaştı, ellerini onun omuzlarına koydu.
Sol avcundaki taşları sağ eliyle Atlas Anaya atmakta olan delikanlı tiz bir sesle bağırdı, sendeleyerek ayağa fırladı. Çakıllar ortalığa saçıldı. Jess, Frannie’yi az kalsın yandan denize yuvarlıyordu. Zaten kendisi de tepeüstü suya dalacaktı neredeyse.
Fran dayanamayarak kıkır kıkır gülmeye başladı. Jess öfkeyle ona dönünce de, ellerini ağzına bastırarak geriledi. Jess siyah saçlı, güçlü kuvvetli bir gençti. Yüz hatları düzgündü. Altın çerçeveli gözlük takıyordu. Biçimli yüzünün o iç duygusallığını hiçbir zaman yansıtmadığını düşünerek üzülüyordu.
Delikanlı, «Ödümü patlattın!» diye kükredi.
Kız yine kıkır kıkır güldü. «Ah, Jess… Ah, Jess, üzgünüm. Ama çok komikti.
Gerçekten.»
Jess öfkeyle Fran’e doğru bir adım attı. «Az kalsın suya yuvarlanıyorduk.»
Fran de bir adım gerilerken ayağı bir taşa takıldı ve yere oturdu. Dişleri birbirine çarparken dilini ısırdı. Can acısından, gülmeyi kesti. Sanki sesi birdenbire bir bıçakla kesilivermişti. Radyo gibi susması Fran’e her şeyden daha komik geldi. Dilinin kanamasına, can acısından gözlerinin yaşarmasına rağmen yine gülmeye başladı.
«İyi misin, Frannie?» Jess kaygıyla kızın yanına diz çöktü.
Fran, «Onu hâlâ seviyorum,» diye düşünerek rahatladı. «Aferin bana.» Hayatına giren ilk erkekti Jess.
«Sana bir şey olmadı ya, Fran?»
«Sadece gururum kırıldı.» Kız Jess’in kendisini kaldırmasına izin verdi. «Dilimi de ısırdım. Bak.» Dilini çıkardı. Delikanlının güleceğini sanıyordu ama o kaşlarını çattı.
«Tanrım, Fran! Dilin gerçekten kanıyor!» Jess arka cebinden mendilini çıkararak kuşkuyla inceledi, sonra mendili tekrar cebine soktu.
Fran, Jess’le el ele araba parkına yürüyüşlerini hayal etti. «Yaz güneşinde iki sevgili. Ben ağzıma Jess’in mendilini tıkmışım. Gülümseyen Guy’a elimi sallayarak, ‘Ho ha ka, Ga.’diyorum.» Tekrar gülmeye başladı. Oysa dili çok acıyor, ağzındaki kan tadı da midesini bulandırı-yordu.
Jess’e ciddi ciddi, «Başını çevir,» dedi. «Bir hanımefendiye yakışmayacak bir şey yapacağım.»
Delikanlı hafifçe gülümseyerek, melodrama kaçan bir tavırla, elleriyle gözlerini örttü. Fran yandan denize tükürdü. Tekrar tekrar. Kıpkırmızıydı tükürüğü. Başını
kaldırdığı zaman Jess’in parmakları arasından kendisine baktığını farketti.
«Özür dilerim,» diye mırıldandı. «Saçmalıyorum.»
Jess, «Yok canım,» dedi. Ama, «Evet, öyle,» diye düşündüğü belliydi.
Kız, «Dondurma yiyebilir miyiz?» diye sordu. «Arabamı sen sür. Ama dondurmalar benden.»
«Anlaştık.»
Fran yandan tekrar suya tükürdü, kaygıyla, «Dilimin ucu kopmadı ya?» diye sordu.
Jess tatlı tatlı cevap verdi. «Bilmem. Bir şey yuttun mu?»
Fran elini tiksintiyle ağzına götürdü. «Hiç de komik deği