FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA-Yaşar Kemal

1

 

Tanyerleri ışıdı ışıyacaktı. Deniz sütlimandı, apaktı. Küreklerin şıpırtısından başka ses yoktu. Martılar daha uyanmamıştı. Gün doğmadan önceleri, dünya dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.
Poyraz Musa dün akşamdan bu yana hemen hemen hiç soluk almadan, ince, telaşsız bir uyumla kürek çekiyordu. Kimi zaman belli belirsiz bir yel esiyor, sonra yitiveriyordu. Delikanlının ter kokusuna küreklerden gelen deniz kokusu karışıyordu. Yorulmuştu ya aldırmıyordu. Denizin de apak kesildiğini görünce avuçlarının acıdığını, yorgunluğunu, her şeyi unuttu. Seher yeliyle birlikte içine, onu alıp uçuran bir sevinç geldi oturdu. Akşamdan beri sanki kürek çekmiyormuşcasına birden canlandı, küreklere asıldı, altındaki kayık uçuyordu. Deniz daha sütbeyazdı. Kayık, kürekler, gökyüzü, yıldızlar da apaktı. Poyraz Musa da tepeden tırnağa apaktı.
Karşı dağların ardı aydınlanınca deniz menevişledi. Denizin üstünde çok mor, çok turuncu, çok yeşil, çok sarı, çok kırmızı ışıklar kaynaşmaya başladı. Poyraz Musa, başını kaldırıp karşıya bakınca az ilerdeki adayı gördü, hızını kesti, kayığı durdurdu, ayağa kalktı, kollarını açtı, derin bir soluk aldı, kayık sağa sola hafiften sallanıyordu. Bir tansıkla karşı karşıyaydı. Ada pespembe bir ışığa batmıştı. Pembe ışık denize yansımış inceden dalgalanıyordu.
Poyraz Musa, günün ucu gözükünceye kadar olduğu yerde, kayıkla birlikte sallanarak orada öyle, kendinden geçmiş durdu kaldı. Önce denizin aklığı kaydı gitti, bir anda gözden silindi. Ardından denize yansımış şeftali çiçeklerinin pembesi birden uçup gitti adanın üstüne kondu. Yıldızlar parladı söndü. Bir balık, nerdeyse bir çocuk boyu, denizden fırladı, havada çakarak, çelik mavisi, çelik yeşili, çelik moru, çelik kırmızısı ışıklarını fışkırtarak, geri düştü. Balıklar, büyüklü küçüklü arka arkaya denizden fırlıyor, ışıklarını havada bırakarak denize geri düşüyorlardı. Denizin üstü bir çocuk boyu pul pul oldu.
Poyraz Musa gülümseyerek yerine oturdu, küreklere yapıştı, kayığın burnunu gündoğuya doğrulttu, kıyı kıyı gitmeye başladı. Gün kuşluğa doğru da adanın önündeki koya ulaştı, kayıktan çakıltaşlarının üstüne atladı, birkaç adım attıktan sonra döndü, alandaki üç ulu çınara baktı, çınarlar tomurcuğa durmuştu, ince, tüylü bir yeşillik havayı, denizi okşuyordu. Güneye denizin kıyısına sıra sıra dizilmiş, iki katlı evlerin önünden son eve kadar yürüdü, oradan doğuya doğru döndü, orada da evler iki katlı yan yana dizilmiş tahta evlerdi. Ardından köyün içine yürüdü, hepsi tahta evlerdi, çoğu pekmez rengine, bir kısmı da sarıya, mora, patlıcan rengine, maviye, aka boyanmıştı. Denizin kıyısına sıralanmış evlerin hepsinin de rengi silme, aktı. Adadaki üç yel değirmenin de rengi apaktı. Üç değirmen de, her an, ışığa batıyor çıkıyordu. Poyraz Musa ortadaki küçük tepenin üstüne oturtulmuş yel değirmenine doğru yollandı. Değirmenin kanatları ağır ağır dönüyordu. Kapı açıktı, azıcık ürkerek içeriye bir adım attı. Kocaman, ağır, kalın bir demir çemberle kuşatılmış değirmen taşının üstüne buğday taneleri dökülmüştü, benekli taşın yöresi bir karış yüksekliğinde bir tahta perdeyle çevrilmiş, önüne büyük bir un teknesi yerleştirilmişti. Üğünen unlar bir ağaç oluktan bu teknenin içine akıyordu.
Poyraz Musa, bu koskocaman, büyük kesme taşlarla örülmüş kulenin içine girince bir hoş oldu. Burnuna, çok uzaklardan sıcacık bir un kokusu geldi. Babasıyla, semerli beygirlere buğday çuvallarını yüklerler, karşı dağın dibindeki su değirmenine giderlerdi. Daha değirmene yaklaşmadan, uzaklardan bir su sesiyle birlikte inceden bir un kokusu gelirdi. Değirmen taşını görünce de kulaklarında su sesi, burnunda un kokusu…Değirmenin dört yanında birer ulu çınar büyüklüğünde incirler, çok uzun, telli kavaklar, kavaklara sarılmış asmalar, taa dağın yamacına kadar giden narlar… Aylardan haziransa al al dalgalanan nar çiçekleri… Arkın kıyılarında yabannaneleri, un kokusuna karışmış binbir koku. Değirmenin pervanesinden, köpüğe kesmiş, kaynayarak dökülen su. Suyun kıyısında bitmiş binbir kokuda çiçekler… Un kokusuna karışmış suyun kokusu. Som sarı sarı asmalar incirlerde üst üste… Sapsarı her yan. Işılayan ekinler. Ova… Ova yoğun bir sarı ışığın çalkantısında, dalgalanışında, göğe ağan, durmadan çakan dönen, kıvılcımlanan bir ışık denizi. Buğdayların üğütülmesi bitene kadar Poyraz Musa incir ağaçlarının üstünden inmezdi. Bir dalın üstünde kendisi, öbür dallarda her biri bir güvercin kadar büyük sarıasmalar.
Gülümseyiverdi. İçeriye bir adım daha attı. Yana yöreye atılmış telis çuvallar, paslanmış, ne olduğu belirsiz demir parçaları, kırık dişliler, baştan aşağı dört parmak aralıklarla delinmiş uzun bir kalas, duvara dayalı. Gene duvara dayalı yepyeni daha rüzgar görmemiş bir kanat, oraya buraya atılmış yamru yumru, dipleri düşmüş üç isli bakır tencere.
Tahta merdivenleri gıcırdatarak üst kata çıktı. Burnuna daha, bir yerlerden un kokusu geliyordu, kekik kokusuna, incir sütü kokusuna karışmış. Yukarı çıkınca sert bir ışığa çarptı, sallandı. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye dört büyük mazgal gibi pencere açılmıştı. Pencerelerin dördünün de kapakları sökülmüş yerde yatıyordu. Güneydeki pencereye gitti, dışarıya baktı, uzakta dümdüz deniz gözüküyordu. Evlerin kiremit damları sanki ayağının dibindeydi.
Pencerelerden birinin önüne gelince, değirmen duvarlarının ne kadar kalın olduğunu anladı. Zorla pencerenin içine çıktı oturdu, kulacıyla duvarı ölçtü, nerdeyse kalınlık bir kulaçtı. Pencereden geri atlayınca dizleri büküldü, az daha yere kapaklanıyordu. Tükenmişti. Doğruldu, öteki pencereye yürüdü. Pencereden, bu sabah tanyerleri ışımadan denize pespembe çiçekleriyle yansımış şeftali bahçelerini gördü. Gökyüzü, deniz, toprak, dünyada ne varsa, çiçek, kuş, ağaçlar, yeşiller, morlar, sarılar, turuncular hep pembeye kesmişti. Poyraz Musa, şöyle başını çevirip kendine baktı, kendisi de tepeden tırnağa, iliklerine kadar pembeye kesmişti. Değirmenin üstündeki som pembe bulut ışıklar içinde yuvarlanarak güneye doğru sağılıp gidiyordu. Başı dönerek doğudaki pencereye vardı. Oradaki her bir şey depembeydi. O pencerenin önünde çok durmadan kuzey penceresinde aldı soluğu. Orada, pembe çalıların arasında kıpırdayan, sonra yürüyen, siner, koşar gibi eden, ardından da yitip ortadan silinen bir karartı çarptı gözüne. İçini bir korku, bir tedirginlik aldı, çabucak merdivenleri indi, dışarıya çıktı, çabuk çabuk alana yürüdü, alandaki ilk evin kapısını açtı. Kuzeydeki çınarın dalları evin üstünü örtmüştü. Dallardaki kuş yuvaları daha yavruya durmamıştı. Evin içi tamtakırdı. Geriye, çakıltaşlarının üstündeki kayığına döndü. Kayığı maviye boyanmıştı. Eğildi, kayığın içindeki yatağını aldı, birkaç kez zorlattı, az daha yatağı yerinden kaldırıp alamıyordu. Sonunda iki eliyle tuttuğu yatağa sarılıp ipi çekti aldı. Çakılların üstüne indirdi, sürükleyerek eve götürdü, yatağı neredeyse açamayacaktı, soyunamadan yana düşmüş döşeğin üstüne devrildi. Gözlerinin önünden pencereden gördüğü karartı geçti. Kayıktakileri alıp içeriye getirecek gücü kalmamıştı. Ya o karartı bir adamsa, ya gelip kayığını içindekilerle alıp götürürse.. Birden ayağa fırladı, kürekleri kaptığı gibi döndü, kapıyı kapattı sürgüledi geldi, daha yatağı açamadan başı, dürülü yatağın üstüne düşüverdi.
Kır bir ata biniliydi. Başı sonu gözükmeyen düz bir ovada gidiyordu. Ova… ova apaktı, ışık içindeydi. Pespembe, kocaman kocaman açmış çiçekler atın karnına değiyor, gittikçe de uzuyordu. At pembe çiçekleri zorlukla yarıyordu. Işık da bastırıyor, şakırdıyordu. Karşı yüksek dağın tepesinden kopan su köpürerek, gürüldeyerek dağın yamaçlarından uçup ovaya iniyor, pembe çiçeklerin içinde yitip gidiyordu. Birdenbire suyun gümbürtüsü durdu. At şaha kalktı, dağ pespembe oldu. Pembe gölgeler ovanın üstünü örttü.
Akdeniz mavide tütüyordu. Işıklar şırıldıyordu.
Yağmur yağıyordu, pespembe.
Şaha kalkmış kır at kişniyordu, pembeye kesmiş. Pespembe olmuş dağ yürümeye başladı, ışıkları köpürdeterek. Pembe bir sel köpürerek akıyordu dağdan aşağı. Ovayı binlerce, pembeye kesmiş kır atın kişnemesi doldurmuştu. Atlar biribirlerine girmişler, uçuyorlardı. Atların kanatları biribirine değiyor, yeleleri, kuyrukları savruluyordu. Işıklar gittikçe dünyayı dolduruyordu.
Sonra atlar, daha sonra som sarıya kesmiş ova kurşun geçirmez bir karanlık altında kaldı. Som maviye kesmiş gök, som maviye kesmiş deniz, som maviye kesmiş bulut ışık altında kaldı.
Her şeyi yoğun bir ışık dumanı örttü. Sonra yavaş yavaş gene her şey pembeleşti. Hışım gibi bir yağmur indirmeye başladı. Gene her yer karanlığa kesti. Göz gözü görmez bir karanlık… Karanlığın içinden dağ çıktı, ışıktan. Döne döne, ışıklarını savurarak çekti denize aktı gitti. Karanlık deniz apak oldu, dünyaya ışığını boşaltan. At gene pembeye kesti…
Poyraz Musa kayığının içindeydi. Elleri küreklerde, avuçları şişmiş, kolları da durmuş, kaldıramıyor bile. İkide bir kürekleri suya indirip yöreye bakıyor, hiçbir kara parçası, hiçbir yanda gözükmüyor. Martılar kıyamet, tepenin üstünde çığlık çığlığa, bir iniyor, bir kalkıyorlar. Nerdeyse saldıracak, onu parça parça edecekler. Korkuyor kayığın içine büzülüyor. Martılar kanat kanada, üst üste. Soluk alamıyor. Dağ denize yürüdü. Daha karanlığın içindeydi. Yalp yalp yanıyor, denizin dibine, batan bir gemi gibi iniyordu. Sonunda dağ battı, bütün ışıkları denizin yüzünde kaldı. Deniz en derinine kadar ışıkla doldu. Denizin dibinde koskocaman gemiler, koskocaman balıklar, balık sürüleri üst üste, çığlık çığlığa koskocaman martılar… Kuş sürüleri sonsuz bir hortumda, yıldızlarla karışmış dönüyordu.
Deniz gene apaktı. Poyraz Musa kıyıya çakıltaşlarının üstüne dizlerini dikmiş, çenesini de dizlerinin üstüne koymuş çökmüş oturmuştu. Böyle aşağıdan, denize dümdüz bakarsan, denizi pul pul, çelik moru, çelik mavisi, ustura yeşili; ustura kırmızısı binbir renkte menevişlenir görürsün. Poyraz Musa ayağa kalktı ellerini beline koydu, bedenini sağa sola döndürerek kayığına yürüdü, kilim çuvalın içindeki büyük ceviz kutuyu aldı, az ilerdeki büyük kesme taşın üstüne oturdu. Öndeki büyük çınarın dalları denizin üstüne doğru uzamıştı. Dallardaki yuvaların hepsi boştu. Kuşlar nereye gitmişlerdi acaba? Cebindeki anahtarı çıkardı, kilidi açtı. Kilit üç kez, çınn, çınn, çınnn, diye öttü. Önce kılavlama kayışını aldı sandıktan, sonra usturasını, fırçasını, sabununu, su kabını aldı. Su kabını denizden doldurdu. Sabun iyi bir sabundu ya, deniz suyuyla bir türü köpürmüyordu. Arkasını dönünce alandaki, üç çınarın tam ortasına oturtulmuş çeşmeyi gördü, içini ılık, umutlu, aydınlık bir sevinç aldı inceden, belli belirsiz. Çeşmeye gitti, musluğu açınca şakır şakır bir su boşandı. Önce ağzını musluğa dayadı,doya doya bir su içti. Amma da susamıştı! Susamıştı ya bu kadar su içinde, içi yanıyordu da susamışlığı aklına gelmiyordu. Su kabını doldurdu, geldi dalların altındaki kesme taşın üstüne çöktü. Çeşmenin üstünde ne olduğu belli olmayan, yarı yarıya silinmiş bir kabartma resim, bir de hiçbir yazıya benzetemediği, resmin altına oyulmuş eciş bücüş yazılar… Kim bilir, belki bu yazı Rumların yazısıdır.
Sabun hemencecik köpürdü, köpüğü ağır ağır fırçayla yüzüne yaydı, usturayı bir iki kılavladı, beş günlük sakalını bir anda usta bir el alışkanlığıyla sıyırdı attı. Limon kolonyasıyla yüzünü usul usul ovaladı. Tıraş takımını sandığa koydu, sandığı kilitledi. Kilit gene üç kez çın, çınnn, çınnnn etti.
Tıraş olduktan sonra biraz daha kendine geldi. Hemencecik oraya bir ateş yaktı, çaydanlığı ateşe sürdü, İçine bir tutam çay attı. Çakıltaşlarının üstüne serdiği sofranın ortasına nakışlı bir bakır sahan koydu. Kılları sarkan keçi derisi bir tulumdan bir avuç peynir aldı. Sofrası ekmek, soğan, bir kavanoz balla da donanmıştı.
İnce belli çay bardağına tavşan kanı çayını koydu. Bardağı eline aldı, gözlerinden uzaklaştırdı, hayran, çayın rengine bir süre baktı. Çay dupduruydu.
İnceden bir yel çıktı, yoğun bir deniz kokusu getirdi. Ağaçların dalları usuldan sallandı. Daha yeni açmış küçük, taze yeşil yapraklar kıpırdar gibi etti.
Poyraz Musa ayağa kalktı, sofrasını denize silkti, dürdü büktü kayığa koydu, evlere doğru yürüdü, gece uyuduğu evin kapsını açtı, yatağını aldı getirdi, kayığın önüne, çakıl taşlarının üstüne serdi. Yataktan bir küf kokusu geldi. Ellerini beline koydu, denize döndü. Denizde ince kırışıklar. Bir efiliyen, bir kesilen incecik bir yel, taa uzak gökte de apak, öyle salınıp duran bir top bulut. Arkaya dönünce evlerin ötesindeki böğürtlen çalılarının içinde gene o belli belirsiz karartıyı gördü. İçine bir ürperti düştü. Bu ıssız adada bu karartı ne ki? Hele bir yerleşelim, bakarız. Kayığa döndü, daha irice başka bir sandıktan tabancasını aldı, bu bir Naganttı. Doluydu. Mermi de ağzındaydı. Beline bağladı. Palaskayı da her zamankinden daha çok sıktı. Evlere yürüdü, ilk kapının önünde durdu. Kapı kilitli değildi. Açmasıyla birlikte içeriye bir aydınlık aktı. Gözüne ilk çarpan, köşeye koskocaman ağını germiş, ağın üst sağ köşesine de oturmuş bir arı büyüklüğündeki kırmızı örümcek oldu. Kapının tam karşısındaki ocaklığın tabanı ak damarlı kara mermerdendi Üstünde küller, kömür parçaları az önce söndürülmüş gibi duruyordu. Üstteki davlumbazın saçakları işlemeli tunçtandı Saçaktan sarı damarlı geniş, işlemeli, kırmızıya çalan bir mermer tabaka daralarak ikinci katın tabanını delip yukarılara çıkıyordu. Taban maltataşındandı. Ocaklığın, kapının her bir yanına birer pencere açılmıştı. Pencerelerin tahta kapakları da çok güzel işlenmişti. Camlar içeriye, kapaklar dışarıya açılıyordu. Pencerelerin dördünü de çarçabuk açtı. Evin içi biraz tozlanmıştı ya pırıl pırıldı. Sağdaki kapı mutfak kapısıydı. Kapları kacaklarıyla olduğu gibi duruyordu. Çok tuhaf, mutfak küf bile kokmuyordu. Merdivenleri çıktı. Tahta basamaklar tozlanmamıştı bile. Cilası olduğu gibi parlıyordu. Yukarda geniş bir salon, salonun kuzeyindeki duvarda büyük bir pencere, pencerenin her iki yanında yan duvara kadar bir resim. Resimde mavi bir denizin kıyılarında kocaman kocaman açmış, dünyadaki hiçbir çiçeğe benzemeyen çiçekler, kırmızı, mor, pembe,sarı, eflatun, alabildiğine… Işık. Usta bütün çiçeklerin ortasına da büyük birer güneş turuncusu oturtmuş. İnsan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da, bu çiçekleri, Kafdağının ardında da olsa, arar bulur da görür. Denizin tam ortasında üç tane yelkenli yelkenlerini açmış gözükmeyen sonsuzluklara, uzaklardaki aydınlığa uçuyordu. Üstteki uzak gök de kanatlıydı.
Soldaki resim de sağdakinin aşağı yukan tıpkısıydı. Yalnız çiçekleri apayrı, dille tarif edilemez büyülü çiçeklerdi.
Üstteki resim pencerenin üstünden tavana kadar çıkıyordu. Ressam bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, gözlerinin ışığını bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti. Çiçekler gene ışıklı bir denizi çerçevelemişti. Deniz gene çok uzaklarda kaynaşan ışıklarda son buluyordu. Işıkların üstünde, bir yaprağı mavi göğe ulaşan, ışıktan, belli belirsiz mavileyen bir tek çiçek açmıştı, belki de en büyülü çiçek. Orta yerde, biribirinden uzak iki kuğu sırtlarını ışıktan örülmüş çiçeğe dönmüş, kıyıya doğru geliyorlar, tam ortalarına da kanatlarını dikmiş bir kuğu iniyordu.
Poyraz Musa az daha beklese kuğu inecek, gerilmiş kanatlarını şap diye denize vuracaktı. Merdivenleri hızla indi, deniz kıyısına vardı, yüreği atıyordu, derin bir soluk aldı, gözlerini kapadı, gözlerinin önünden kuğu sürüleri, büyülü, görülmemiş, ışıkla doldurulmuş azman çiçekler geçti, maviyle yuğrulmuş. Gözlerini açtı. Gözleri kamaştı. Karanlık açılınca ışığın şırıldadığını gördü. Arkasına döndü, ev, üstüne üstüne, bütün çiçekleriyle geldi. Hızla merdivenleri çıktı. Çiçeklerin karşısında durdu. Gözleri açık mıydı, kapalı mıydı farkında değildi. Merdivenleri indi, merdivenleri çıktı, öbür evlere ne zaman girdi, ne zaman çıktı, bilemiyordu.
Akşama doğru, ilk girdiği eve gene girdi, içini korkuya benzer bir şeyler sardı, ben bu evi istemem, dedi, bu ev perili… Pencereden karşı tepeye, yel değirmeninin o yanlara bakınca, gene belli belirsiz karartıyı gördü. Bu karartı insan karartısıydı ya,insan karartısıysa, neden yanına gelmiyordu?
Merdivenleri, ikişer ikişer atlayarak indi, karartıyı gördüğü yere kadar koştu, yana yöreye bakındı, kimsecikler yoktu. Tepenin üstüne çıktı, her yeri gözden geçirdi, karartıya benzer en küçük bir kıpırtı bile gözüne çarpmadı. Tepenin yamacından inerken kıyıda karartıyı görür gibi oldu. Karartı bir gözüktü bir yitti. Ulan bu karartı benimle oynuyor, diye söylendi. Bu ada bir periler adası olmasın? Periler adayı alınca adalıları da… Bu, bir gözüküp bir yiten karartı da… Yoksa bu kadar cennet bir ada niçin böylesine ıpıssız kalsın! O eve o resimleri perilerin nakkaşları yapmış olmasınlar? İnsanoğlu, öyle büyülü, görenin başını döndüren böyle resimler yapabilir mi? Bütün bu evlerde periler oturuyor olmasınlar? Pekiyi, öyleyse bu karartı ne? Bir görünüp bir yitiyor. Gülümsedi, bu ada perili, büyülü bir ada, diye geçirdi içinden. Buradan öbür perisiz adaya gitsem mi? Perisiz, büyüsüz bir ada olur mu, diye sordu kendi kendine.
Kıyıya indi ateş yaktı, tenceresine su doldurdu ocağa koydu. Çorba yapacaktı.
Gece yarısına kadar deniz kıyısında oturdu, sonra yatağını sırtladı, en uçtaki eve gitti. Yatağı dış kapının mermer basamaklarının üstüne koydu, elindeki gemici fenerini yaktı. İçeriye girdi. İçerisi daha reçine kokuyordu. Yatağını ocaklığın sağ yanına serdi, kapıyı sürgüledi, başını yastığa koyar koymaz da uyudu.
Çok erkenden uyandı. Daha gün doğmamıştı. Denizin kıyısına çakıltaşlarının üstüne basa basa gitti. Taşlar yankılandı. Deniz pul pul, binbir rengin çelik morunda, yeşilinde menevişliyordu. En uzağa bakıyordu. Uzakta, kıyıdaki gözükmeyen dağların üstünden bulutlar yükseliyordu. Apak bulutlar durmadan kabararak… Birden dünya çiçekliğe kesti. Çiçekler, duyulmamış, görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. O evde açmış çiçeklerin daha azmanı, daha renklisiydi. Kırmızısı parlak som kırmızı, sarı, pembemsi… Parlak, som eflatun.
Kimin eliyse, bir el geldi, bütün denizi som turuncuya, som ışığa boyadı. Ardından da ok gibi bir kırmızı ışık çaktı, bir göz açıp kapayıncaya kadar geldi, çınar ağaçlarını dolandı geçti gitti. Sonra da günün ucu görünüverdi Poyraz Musa kayığına yöneldi, önce, kayıktan büyük ceviz sandığını aldı. Sandık çok ağırdı, iki kulpundan tutmuş, karnının üstüne yerleştirmişti. Sandık o kadar ağırdı ki yarı yolda indirmek zorunda kaldı. Ter içindeydi.
Kaldıra indire sandığı avludan geçirip dış kapının mermer merdivenlerinin üstündeki boşluğa, kapının önüne koydu. Bu bir Maraş ceviz sandığıydı. Bütün Güney Anadoluda çok ünlüydü, Sandığın üstü, yanları yekpareydi ve önünde büyük gözlü bir ceren kabartması sünmüş uçup gidiyordu.
Sandığı ne zaman açsa burnuna bir dağ elması kokusu gelirdi. Cebinden anahtarı çıkardı. Kilide soktu, çıngıraklı kilit üç kere çın, çınn, çınnn… öttü. Üstü mavi çiçekli bir bohça aldı sandıktan, açtı, lacivert pantolonunu çıkardı. Bu bir külot tolondu. Ütüsü hiç bozulmamıştı. Çabuk çabuk soyundu, yeni iç çamaşırlar aldı başka bir bohçadan, ceketini, ipek gömleğini, yeleğini sırtına geçirdi, kravatlarının en güzelini, çok az taktığı yeşil kravatını taktı, körüklü çizmeleri dipteydi, onları çıkardı. Aah, bir de boy aynası olsaydı, kendine şöyle bir baksaydı. Boş ver, dedi. Üstündekileri gene çabucak çıkardı, düzgünce bohçaya koydu. Çıkardığı giyitlerini yeniden giydi, kayığa uçarak gitti, kayığın içindekileri taşımaya başladı. Bütün, kayıkta ne var ne yoksa üç kerede eve taşıdı, yerleştirdi Küçük bir kutudan Longines marka saatini aldı, saatin altın kösteği bir avuç gelirdi, cebine koydu. Giyit bohçasını kayığa götürdü, geriye döndü, merdiven basamağına oturdu, düşünceliydi. Bu evin kapısını nasıl kilitleyecekti? Kilitlemese, o karartı gelir de neyi var, nesi yoksa alıp götürmez miydi? Götürse nereye alıp götürecek, diye düşündü. Bir şeylerini çalacak olsa, kim yok, kimsecik yok bu adada, kapıyı kıramaz mıydı? Aman be, dedi, ayağa kalktı, yürüdü. Sandığı bile kilitlememişti. Bütün parasını da boynuna asılı bir ipek kesede saklıyordu. Kayığa atladı, küreklere asıldı, dümdüz denizde kayık uçuyordu. Kürek çekmeyi Akdenizde öğrenmişti. Gün kavuşmadan da kıyıya yaklaşmalıydı. Adayı buluncaya kadar çok zorluk çekmişti. Yarın, hiç olmazsa ikindiye kıyıya kasabaya ulaşmalıydı. Bir de deniz bozarsa yandık, dedi. Talihine güveniyordu.
Bir süre hızlı, kuğular gibi kaydıktan sonra kürekleri sudan aldı, başını kaldırdı ötelere baktı, adadan bir hayli uzaklaşmıştı. Yel değirmenlerinin kanatları ağır ağır, güvenli, vakur dönüyordu. Üç çınarlar gittikçe uzamış, genişlemiş, her biri bir kara tepe gibi kıyıya çökmüştü. Adanın apak evlerine gün vurmuş, camları balkıtmış, bütün adayı yaldızlamış, aydınlığa boğmuştu. Birden irkildi, yüreği çarptı, avuçları terledi, kıyıda karartıyı görmüştü. Karartı kıyıda upuzun durmuş, gittikçe de uzayıp gidiyor, ona el sallıyordu. Düpedüz bir insan bu karartı be! Ayağa kalktı, karartıya, karartının uzaması duruncaya kadar el salladı. Ne yapmalıydı, geriye dönmeli, bu adamı yakalamalı mıydı? Hızla kürekleri suya indirdi kayığın başını geriye çevirdi, küreklere asıldı, sular köpürdü, hışırdadı. Karşıya bir iyice baktı, bakar bakmaz da deliye döndü, karartı yitip gitmişti. Köpek, diye var gücüyle bağırdı. Kal ulan köpek o adada yapayalnız da, yalnızlıktan çatla da öl. Sağ küreğe asıldı, döndü.
Hem var gücüyle kürek çekiyor, hem de yanına yönüne dönüp dönüp bakıyor, kıyıda gözüküverecek karartıyı bekliyor, karartı gözükmedikçe de öfkeleniyor, sövüyordu. Ulan bir hafta dönmeyeceğim adaya, ulan bir hafta, çatla da patla. Ulan bir ay, beş ay, bir yıl, üç yıl dönmeyeceğim adaya, çatla da patla… Ulan hiç dönmeyeceğim.
Öfkesini bir iyicene kusunca rahatladı, dinginledi, içindeki sevincin yeyniliğiyle kürekleri biteviyeçekmeye başladı. Tekne kırışıksız suda yağ gibi kayıyor, ardında incecik, hemencecik sönen köpükler bırakıyordu. Poyraz Musa Akdenizi bir hayli yaşamıştı. Başka denizleri de biraz biliyordu, ama böyle uysal bir denizi hiçbir yerde görmemişti.
O gün karanlığa kadar kürek çekti. Karanlık kavuştu kavuşacak kürekleri içeri aldı, bayat ekmeğinin içine tulum peynirini doldurdu, iştahla yedi, üstüne testiden uzun uzun bir su içti. Deniz kayığı usul usul sallıyordu. Bahar denizleri böyle olur herhal, diye düşündü. Bir saat sırtını başaltının tahtasına dayamış, öylece kalakaldı. Küreklere asıldığında bir iyice dinlenmiş, anadan yeni doğmuş gibi olmuştu. Yıldızların ışığı denizi aydınlatıyor, yer yer de parlatıyordu. Yıldızları iyi bilirdi. Ovada, yaylada, dağlarda, çöllerde, denizlerde yıldızlar başka başka gözükürlerdi. Şimdi yıldızlar hem çok uzak, hem de kocaman kocamandı, nerdeyse her birinden denize ışıklar sağılacaktı. Yönünü yıldızlara göre doğrultuyordu. Onun yön yıldızı yalnız Demirkazık değildi, birçok yıldız ona yön gösterirdi. Yön sorununda yıldızlar denizlerde ne kadar gerekliyse çöllerde de o kadar gereklidir. Kürek çekerken hemen hemen hiç yorulmuyor, azıcık yorulunca da kürekleri beş on dakika bırakıyor, bu sırada da iri iri birer ışık gülü gibi açmış, karanlığın köküne çakılmış yıldızları seyreyliyor, yeniden terütaze küreklere asılıyordu.
Birkaç kez, o kıyıda upuzun duran, gittikçe de uzayan karartı geçti kafasından, üstünde pek o kadar durmadı. Hep eski günler, anılar, Kafdağının öte yanı, kuşların padişahı, ovanın ortasında Gavur dağlarıyla Akdenizin arasındaki Payas Kalesi, Payas Kalesindeki kalebentler,Urfa şehri,Dörtyol, portakal bahçeleri, turuncuya kesmiş köy, Gavur dağından kopmuş gümbürdeyerek inen som köpük olmuş bir su, çocukluğu, babası, savaşlar geçiyordu gözlerinin önünden.
Ayağa kalktı, denizin ötesine, karşı kıyıya baktı, deniz nerdeyse ağaracaktı, kıyıda hayal meyal,sallanan, belli belirsiz dev karartılar dolaşıyor, gene belli belirsiz birtakım ışıklar gözükür gözükmez parlayıp sönüyordu.
Çapasını suya attı, çapa çabucak dibi buldu. Demek ki kıyı bir milden de daha yakındı. Altına asker kaputunu serdi, çoban kepeneğinin içine girdi, tahtaların üstüne kıvrıldı. Uyandığında günü doğarken gördü, yavaşça ayağa kalktı, dört bir yana bakındı. Kasaba tam karşısındaydı. Suya eğildi, birkaç avuç suyla yüzünü yıkadı. Başaltından havluyu aldı, kurulandı, saçını taradı, bıyıklarını el aynasında uzun uzun sıvazlayarak düzeltti. Uzun uzun da denize işedi.
Kayık hiç su almamıştı, buna hem şaşırdı, hem de sevindi.
Başaltından, üstüne renk renk çiçekler işlenmiş bohçayı aldı, açtı, üstündekileri çıkardı, dürdü büktü,tahtaların üstüne yerleştirdi, yeni çamaşırları çıkardı, ipek gömleğinin yakası, Halep işi, işlenmişti. Yeleği kırk düğmeli, en değerli mavi kumaştandı, çarçabuk giyindi kuşandı.
Ah, şimdi bir, bir de boy aynası olsaydı da kendine şöyle bir baksaydı. Kravatını çok güzel, özenle bağladı, incili iğnesiyle tutturdu, yaka cebine ak ipek mendilini soktu. Sıra kalpağa gelmişti. Kalpak büyücek bir ipek kumaşa sarılmıştı. Kumaşı açtı, kalpağı eline aldı, bu kalpak gerçek bir astragandı. Kalpağı uzun bir süre başına koymadı. Gözlerini dikmiş elindeki kalpağı seyrediyor, güzelliğine doyamıyordu.
Kalpağı, önce Kuvayi Milliyeciler gibi yan geçirdi başına. El aynasında baktı, beğenmedi, düzeltti.
Körüklü çizmesi Halebin en ünlü kunduracısının elinden çıkmıştı. Kutsal bir şeye dokunurcasına okşayarak ayaklarına çekti.
Asker kaputunu altına koydu, küreklere oturdu, yavaş, bir damla su bile sıçratmadan küreklere asıldı. Kayık bir kuğu gibi kayıyordu.
Kıyıya geldi, koya girdi, kayığı hızla kumlara sürdü, kayık, yarısına kadar denizden dışarıya çıktı kumların üstüne oturdu. Hiçbir şeye çarpmamaya çalışarak aşağıya indi. İskelede birkaç delikanlı dolaşıyordu, onları çağırdı, delikanlılar, hemen koştular.
“Buyur Beyim!”
“Şu kayığı karaya çekin.”
Delikanlılar kayığa yapıştılar, yarın dibine kadar götürdüler.
Poyraz Musa onların ellerine birkaç kuruş sıkıştırdı, delikanlıların yüzü ışıdı.
“Ben kasabaya iniyorum. Kayığa mukayyet olun.”
“Baş üstüne Beyim.”
Poyraz Musanın sesi öylesine buyurgandı ki, çocuklar neredeyse selama duracaklardı.
“Kayığa göz kulak olun!”
“Hep buradayız.”
Kasabanın içine yollandı. Hemencecik de aramadan, sormadan çarşıyı buldu. Çok uzun bir çarşıydı bu. Birinci berber dükkanını geçti, gerçekten de bu dükkan dökülüyordu. Birkaç dükkan sonra bir berbere daha geldi, dükkanın kapısında durdu, içerdeki posbıyıkları ak, göbekli berberi de gözü tutmadı. Az ilerde karşı sırada büyük bir tabelada “Uğur Berberi” yazıyordu. Karşıya geçti. İçerde uzun boylu, uzun boyunlu, düşük bıyıklı, orta yaşlı, sert yüzlü berber ayakta durmuş elindeki usturayı durmadan kılavlıyordu. Poyraz Musanın bunu gözü tuttu. Bu tip bir insan berberlerin en konuşkanı olabilirdi. Kapıya yöneldi. Daha o, kapıya varmadan kapı hemen açıldı. Berber, bütün ikiyüzlülüğüyle:
“Buyurun efendim, buyurun mirim, hoş gelip safalar getirdiniz,” diyerek onu karşıladı, bir eli kapıda, bir eli yüreğinin üstünde.
Poyraz Musa içeriye girince, berber çabucak gitti, omuzundan aldığı havluyla koltuğu temizledi, “Buyurun efendim, buyurun mirim, hoş gelip safalar getirdiniz. Hoş geldiniz kasabamıza.”
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da örtüyü Poyraz Musanın boğazına bağlıyordu.
Dükkan çok eskiydi, dökülüyordu. Poyraz Musa belki dedesinden kalmıştır dükkan diye düşündü.
“Benim adım, Uğur İncelik Berberi Nuri. Ben buraya İstanbuldan geldim. Beyoğlunda büyük bir berber salonum vardı, hem kadın ve hem de erkek. Dokuz tane kız erkek Rum kalfa çalışırdı, yanımda. Felek gözün kör olsun, evin yakılsın felek.” Durdu, derin derin içini çekti. “Biz böyle olacak adam mıydık? Harp çıktı, biz de bu kasabaya düştük, bu dükkanı belki bu yüz yaşında bir adamdan satın aldık. O adamın babası dedesi de bu dükkanda icrayı sanat eylemişler. Biz bu yüzyıllık dükkanın raconunu bozmayıp ve hem de olduğu gibi, hem de antik olaraktan muhafaza ettik. Hiçbir iş de yok. Buralarda kimse tıraş olmuyor mirim, herkes bir kucak kirli sakalla, bellerine inen saçlarla dolaşıyor. Kokuyorlar mirim, kokuyorlar nuru aynım. Oysa eskiden bu dükkana şakır şakır altınlar yağardı.” Eliyle dışarıyı gösterdi. “Şu evlerin…” denize döndü, “tekmil şu adaların hepsi Rumdu. Onlar gitti, betbereket de onlarla birlikte başını aldı da gitti. Aaaah, biz böyle olacak adam mıydık! Bizim gibi berberler değil İstanbulda, Pariste, Atinada bile bulunmazdı. Efendimiz size bir şey söyleyim mi, bu dünyanın hiç tadı kalmadı. Karnımızı bile zor doyuruyoruz.”
Mangalda kaynayan, duman çıkaran ibriğin üstüne biraz su daha koydu:
“Saçlarınızı yıkayacak mıyım?”
Poyraz Musa böylesi insanlarla konuşmasını eskiden beri çok iyi bilirdi, tok, tepeden bir sesle:
“Yıkayacaksın!”
“Baş üstüne efendimiz.”
Berber hazırlıklarını bitirdi, Poyraz Musanın saçlarında makas işlemeye başladı. Usta berberlerin makasları uyumu hiç bozmadan, hiç aksamadan biteviye işler. Konuşsun, bağırsın çağırsın, kulağının dibinde top patlasın makasın uyumu hiç bozulmaz.
“Ne dediler de bu Rumları buradan gönderdiler! İşte burada kardeş kardeş yaşayıp gidiyorduk. Onlar bize hiçbir şey yapmadılar ki… Onlar gidince betbereket de gitti. Evimizi yapacak bir duvarcı, bir marangoz, söküğümüzü dikecek bir terzi, saban demirimizi dövecek bir demirci, bir doktor, bir baytar, bir tekne ustası, bir motor tamircisi de kalmadı. Açlığa duçar olduk efendim, nuru aynım, mirim. Sizler okumuş insanlarsınız, bilirsiniz. Rumları niçin gönderdiler, ben bunu düşündüm de bir türlü çıkaramadım. Kim gönderdi bunları da bizi bu hale düşürdü?”
Poyraz Musa sert, başını kaldırdı, az daha makas ensesine batıyordu. Biraz bekledi, sonra öfkeli konuştu:
“Biz gönderdik beyefendi, biiiz!”
Berber korktu, telaşlandı:
“Demek zatıalileri… Demek, demek, demek siz… Zatıalilerinden hiç kötü bir şey sadır olur mu? Şeriatın kestiği parmak acımaz. O Rumların da ellerinin hüneri çoktu ya sürülmeyi, öldürülmeyi de hak etmişlerdi. Zatıdevletleri… Herhal hak etmişlerdi.”
Poyraz Musa:
“Tıraşa devam, berber. Şimdi benim sorduklarıma hiç çekinmeden cevap vereceksin. Korkma, tıraşa devam.”
Berberin elleri titriyordu. Nerdeyse elindeki makas düşecekti.
“Korkma canım berber efendi, siz onlardan daha çok iş görebilirsiniz, ama biz onları sürdük. Aldırma.”
Kahkahayla güldü:
“Geçmiş geçmiştir. Şimdi sen bana kaymakamı, mal müdürünü, nüfus memurunu anlatacaksın. Bütün tecrübelerime dayanarak anladım ki, sen zeki, ömür görmüş, feleğin çemberinden geçmiş bir kişisin. Doğruyu dosdoğru söylersen bundan hiçbir zarar görmeyeceksin. Şimdi bana mal müdürünü anlat. Sen ne biliyorsun onlar için, halk ne söylüyor, hepsini anlat. Bundan çok faydan olacak.”
“Baş üstüne efendim, baş üstüne. Başım gözüm üstüne efendim. Başım gözüm üstüne.”
Berberin korkusu geçmiş, makas gene eskisi gibi şıkır şıkır biteviye işlemeye başlamıştı.
“Anladım efendim ne düşündüğünüzü. Öyleyse sizi buraya Allah gönderdi efendim. Bu kaymakam da, mal müdürü de milyoner oldular. Küp küp altın doldurdular. İstanbulda yalılar, saraylar aldılar. Nüfus memuruna gelince gariban bir kişi. Onu öldürsen rüşvet yemez. Bes onu öveceksin. Onun dedesi Çeçen Hanı mıymış, Beyi miymiş neymiş. Diyeceksin ki ona senin soyunu bilmeyen var mı koskoca Osmanlı toprağında, İranda, Turanda, şol Türkiye Cumhuriyetinde. Diyeceksin ki ona, git koskoca vatan kurtaran, kaplan yürekli, aslan yeleli, deniz gözlü, güneş saçlı Mustafa Kemale, bak, senin Han deden için ne diyecek. Bunları duyunca senin ayağının altına türap olur. Senin için canını bile verir.”
“Anladım. Mükafatlandırılacaksın berber. Bu millete bu dostluğunu bu vatan hiçbir vakit unutmayacaktır. Yalnız sana benden bir dostluk öğüdü, bundan sonra tanımadığın kişilere Rumlardan bu şekilde bahsetmeyeceksin. Başına bir bela açarsın ki…”
“Tövbe, tövbe, estağfurullah tövbe… Tövbe, tövbe, haşa tövbe.”
“Hah şöyle.”
“Evet efendim, bunlar Rumlardan kalan bütün evleri, sözüm ona açık artırmayla sattılar. Yok, haşa, kimsecikler ne bir tarlanın, ne bir evin açık artırmayla satıldığını ne gördü, ne de duydu. Hep el altından sattılar. Hazineye üç kuruş yatırdılarsa, keselerine yüz kuruş attılar. Böylelikle Karun kadar zengin oldular. Bu kasabada onların rüşvetçiliğini yedisinden yetmişine kadar herkes bilir. Bir işin mi düştü mal müdürüne, kapıyı çalmadan içeriye gireceksin. İçerde birileri mi var, bekleyeceksin. O senin niçin beklediğini duruşundan anlar, odadakileri hemen başından savar, ayağa kalkarak elini sıkar, seni karşısına oturtur. Kahve söyler, sen hoşbeşten sonra, daha ondan ne istediğini söylemeden keseye davranırsan, vereceğin altının sayısı ne istediğine bağlıdır, ama üç altından azını kabul etmez. Eğer üç altın yerine iki altın koyarsan önüne çok öfkelenir. Hele tek altın koyarsan dayak yemeden, kim olursan ol, odasından çıkamazsın. Karşı koyacak olursan da dışardaki ızbandut gibi adamları gelir, senin kemiklerini kırar, un ufak ederler.”
Berber hızını almış konuştukça konuşuyor, makas da aynı uyumda şıkırdıyordu.
İbrikten ortalığa çoktandır sıcak bir buğu yayılıyordu.
Berber leğeni getirdi. Poyraz Musanın boynuna yerleştirdi, sabunu köpürttü, usturayı birkaç kere kılavladı, ortalık buğulu bir sabun kokusuyla koktu.
Berber bir anda sakalı sıyırdı aldı. Sabunlu suyu boşalttı. İbriğe soğuk su koydu. Kaynar su birazcık ılıdı. Kokulu bir sabunla Poyraz Musanın başı tertemiz oldu. Saçlar tarandı. Kolonyalar sürüldü. Ortalığı biraz daha yoğun kokulu bir buğu sardı.
Poyraz Musa, Uğur İncelik Berberine yüklüce bir para verdi. Berber yerlere kadar eğilerek onu uğurladı.
“Yine beklerim sultanım efendim.”
“Gelirim berber efendi.”
Sonra aklına düştü, geriye döndü:
“Buralarda şu çizmelerimi şöyle bir güzel boyayacak bir kişi var mı?”
“Amman efendim, amman sultanım ben sizin gibi bir Beyfendiyi hiç boyacının ayağına gönderir miyim, buyurun dükkana, oturun koltuğa, ben boyacıyı hemen alır getiririm. Ne zahmet sultanım, ne zahmet.”
Koluna girdi, dükkana soktu, koltuğa oturttu, yel yepelek dışarıya koştu, biraz sonra da boyacıyı kolundan tutmuş aldı getirdi
Poyraz Musa, ilk olaraktan, boyacının ellerine, sonra da sandığına baktı, evet, bu boyacıda çok iş vardı. Sandığın üstünde bir turna katarı sedef kakma, bir uçtan bir uca gidiyorlardı. Belki biraz yorgun. Bir de mavi sedeften bir yelkenli bir ağacın yanından sandığın ucuna dışarıya akıyordu.
Boyacının elleri de sandığı kadar hünerliydi, çizmeyi kısa bir surede boyadı, cilaladı, parlattı.
Poyraz Musa boyacıya da hiç beklemediği kadar bolca bir para vererek oradan aynldı. Sora sora Mal Müdürlüğünü buldu, kapıdaki hademeye, dimdik durarak, sert:
“Hemen git Beye söyle, zatını Poyraz Musa görmek istiyor de. Ve hem de böyle söyle.”
Mal Müdürü Abdülvahap Bey, onun gür, buyurgan sesini içerden duymuş ayağa kalkmış, kapıya yönelmişti. Abdülvahap Bey, bir insanın kim, neci olduğunu, Kuvayi Milliyeci mi, ağa mı, bey mi, müfettiş mi, subay mı, köylü mü, kasabalı mı olduğunu sesinden anlardı. Kapıda karşılaştılar.
“Buyurun efendim. Hoş geldiniz Poyraz Beyefendimiz.”
“Hoş bulduk. Benim adım Musa.”
“Musa Beyefendimiz.”
Mal Müdürü ellerini ovuşturuyordu.
“Poyraz benim lakabımdır. Urfada Fransızlarla savaşırken bu Poyraz adını bana Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin arkadaşı Urfanın milli kahramanı Ali Saip Beyefendi koydu. Şimdi kendileri Adana mebuslarıdır.”
“Malumumuz efendim, biz de mingayrihaddin Çanakkale’de, Sakaryada savaştık. Ölümcül yara aldık Afyon önlerinde, evet efendim…”
Masanın önüne kadar gelmişlerdi. Müdür, Poyraz Musayı kolundan nazikçe tuttu öndeki sandalyaya oturttu, kendisi de karşısına yerleşti. Koltuğu boş kalmıştı. Poyraz Musa
böyle oturtulmanın, kapıda karşılanmadan da daha çok bir saygı gösterisi olduğunu biliyordu.
“Ne içersiniz efendim?”
“Bir sade kahve. Lütfedersiniz…”
“Bir sade. Bana da. Estağfurullah.”
Karşılarında el pençe divan duran hademe hemen koştu.
Kahve gelinceye kadar, hal hatır sorup havadan sudan konuştular. Kahveler gelince, ikisi iki yerden höpürdettiler.
“Zatıalinizin hademesi de kahve pişirmesini bihakkın biliyorlarmış.” Bir daha höpürdetti. El pençe divan duran hademeye döndü, “teşekkür ederim sana. Çok güzel, köpüklü bir kahve yapmışsın.”
“Sağ olasın Beyefendi hazretleri.”
“Çıkabilirsin.”
Hademe, arka arkaya giderek odadan çıktı.
“Efendim biz çok mağdur olduk. Efendim bizi nan ekmeğe muhtaç eylediler. Efendim, Çanakkalede Mustafa Kemal Paşanın emrinde ecnebi donanmasını batıran biz. Yağmur altında günlerce sırılsıklam süngü süngüye dövüşen biz, yaralanan ölümden dönen biz…” Ceketini çıkardı, sol kolundaki iri altın düğmeyi çözdü, gömleğin kolunu omuza kadar çemredi, kolda dirsekten omuza kadar çok derin bir yara izi gözüküyordu. “Ben topçu mülazımısanisiyim efendim, bir baktım aşağıdan düşman geliyor, neredeyse aramız otuz arşın, ne yaparsın sen olsan, askerin elindeki süngülü tüfeği kaptım, Allah, Allah, diye bağırarak yürüdüm, sonrasını hiç hatırlamıyorum, bir, bir karanlık… Gözümü Karınca Adasındaki kilisede açmışım. Ya düşman süngüsünü bir karış daha sola saplasaydı, tam kalbimin üstüne… Şimdi ben yoktum.”
Çanakkale savaşını, batan gemileri, süngü savaşlarını, ne kadar İngiliz öldürdüklerini, savaş alanının insan cesetleriyle dolduğunu, dünyanın bütün kartallarının, akbabalarının, öteki yırtıcı kuşların savaş alanı üstünde döndüklerini, sonra ölüleri nasıl parçaladıklarını bire bin katarak bir destancı ustalığıyla, coşkuyla anlatıyordu. Çanakkale savaş destanını kim bilir şimdiye kadar kaç kez anlatmıştı da dinleyenlerin parmakları ağızlarında kalmıştı.
“Karınca Adası işte şurada deniz ortasında bir adadır. Çok iyi doktorlar vardı. Vapurlar dolusu yaralı geliyordu. Kilisenin içinde hastalar üst üsteydi. Yakındaki okul boşaltılmış, orası da yaralıyla dolmuştu. Durmadan da yaralı geliyordu Çanakkaleden. Hastalar geldikçe evler boşaltılıyor, ev sahipleri de komşu evlere taşınıyorlardı. Ben, on ailenin bir tek eve doluştuğunu biliyorum. Adanın Rum kadınları, kızları hasta bakıcılık, aşçılık yapıyorlardı. Bazan iaşe tükeniyor, Rumlar, evlerinde ne var, ne yoksa getiriyorlardı. Bir an geliyordu ki, Rumlarda da hiç yiyecek kalmıyordu. İşte o zaman yaralılar, Rumlar, hepimiz aç kalıyorduk. Bu sefer yörenin Türkmen köyleri yetişiyordu imdadımıza. Kayıklarla, motorlarla adaya yiyecek taşıyorlardı…”
Poyraz Musa böyle çok savaş hikayeleri dinlemiş, bıkmıştı ya ne yapsın. Müdür o kadar güzel anlatıyordu ki dalga bile geçemiyordu.
Çanakkale bitti, bu sefer de Sakarya başladı. Müdür gittikçe coşuyordu. Anlattı anlattı, sonunda karlar üstüne yatmış, kaputuna sarılmış Mustafa Kemal Paşayı nasıl gördüğüne sıra geldi. Söz Mustafa Kemal Paşaya gelince daha bir coştu, ayağa kalktı oturdu, elini kolunu salladı, nerdeyse ağzı köpürdü, ordular hedefiniz Akdenizdir, diye şahadet parmağını Akdeniz’e doğru uzattı.
Poyraz Musa yeleğinin cebindeki saatını çıkardı baktı. Saatın güzelliği, değeri müdürün gözünden kaçmadı. Bu sırada da gene gözü konuğunun kol düğmelerine takıldı. Bir altın çerçevenin içine safir oturtulmuştu. Gözlerini bu güzel düğmelerden alamadı. Böyle değerli saati, böyle güzel giyinmiş, böyle güzel, değerli kol düğmeleri olan bir kişi… Çok ileri gittiğini anladı:
“Affedersiniz Beyefendi, Poyraz Musa Beyefendi, affınızı bilhassa rica ederim. Heyecanlandım efendim. Heyecanlandım da kendimi tutamadım efendim. Tutamıyorum hiçbir zaman efendim. Nasıl tutabilirim. Bizi çok mağdur ettiler. Affınızı…”
“Rica ederim.”
Sesi toktu, tepedendi.
“Affedersiniz, size adımı söylemeyi bile unuttum, affedersiniz. Adım Abdülvahap.”
“Teşekkür ederim Abdülvahap Bey.”
Abdülvahap Bey sıkılarak, ellerini ovuşturarak:
“Birazıcık maruzatım daha var, dert söyletir, hal ağlatır.
Bendeniz savaştan önce Mal Müdürlüğünde yirmi yaşında katiptim efendim. Askerden mülazımıevvel olarak terhis edildim. Savaş yüzü bile görmemişlere madalyalar, şanlar, şöhretler, makamlar, hanlar hamamlar, çiftlikler, saraylar ihsan buyuruldu efendim, bendeniz iki yara almış, beş yıl cepheden cepheye sürülmüş kişi, işte böyle ipipullah sivri külah kaldım. İşte böyle kasaba köşelerinde pinekliyoruz.”
Öfkeyle ayağa kalktı, gitti. Öfkeyle pat, diye makamına oturdu. Bir süre hiç konuşmadı. Parmaklarını kenetledi, gözlerini Poyraz Musanın gözlerinin içine dikti uzunca baktı. Öteki de gözlerini onu gözlerinden kaçırmadı. Gözlerini kırpmadı bile. Böylece biribirlerine bakarak anlaştılar.
“Efendim, heyecan. Efendim, mağduriyet. Efendim affedersiniz, zatınıza sual edemedim, bir emriniz mi olacaktı?”
“Estağfurullah Beyefendi, bir ricam olacaktı. Hani biraz önce bahsettiğiniz Karıncalı Ada var ya…”
“Evet, Karınca Adası.”
“Ben o adaya yerleştim.”
Abdülvahap Beyin yüzü güldü.
“Evet Beyefendi, memnun ve hem de çok mesrur oldum. Bütün ovayı, dünyanın dört bir yanından, Kafkaslardan, Giritten, öteki adalardan gelenler paylaştılar. Bütün kıyıları paylaştılar, bir Allahın kulu çıkıp da ben de Karıncalı Adaya yerleşeceğim demedi. Çok memnun ve de mesrur oldum. Hangi eve yerleştiniz?”
Poyraz Musa ayağa kalktı, Müdürün yanına geçti, önündeki kalemi aldı, adanın haritasını masanın üstündeki boş kağıda çizdi:
“İşte bu ev,” dedi.
“Münasiptir. Çok güzel bir evdir. Daha yeni yapılmıştır.
Çorbacı Manolisin evidir. Kendisi bu mıntıkanın en büyük kumaş, şarap, zeytinyağı tüccarıydı, şaraba, zeytinyağını Yunanistana, İtalyaya ihraç eder, kumaşı da oralardan ithal ederdi. Münasiptir efendim, en güzel evi seçmişler zatıalileri. Bahçesi de büyüktür. Var, üç bin arşın murabba.”
“Var.”

Benzer İçerikler

Fedakar Arkadaşlar

yakutlu

Arızalı Tiplerler Mücadele Rehberi – Christophe Andre – Online Kitap Oku

yakutlu

İkiz Bedenler – Tess Gerritsen Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy