Bozkırın Uzak Bahçeleri | Ethem Baran


Son sigaranın kendi kendini içişine bakıyor. Ferdi Tayfur’un son sigarayla ilgili şarkısının sözlerini düşünüyor, hatırlayamıyor. Asuman hiç sevmezmiş Ferdi Tayfur’u. Ferdi’nin ne zorluklarla buralara geldiğini, ne acılar çektiğini, seven garibanların duygularını ne güzel anlattığını bilse… “Çok karamsarmış.” Akşama kadar masalar arasında dolaşıp tabak, çatal-bıçak, ekmek, yemek, bulaşık götürüp getirsen, hiç oturmasan, akşamları da şu daracık odaya, şu çıplak ampulün altına gelsen, şu kirli yatağa uzansan, çekirgelerden, köyün itlerinin havlamalarından başka yoldaşın olmasa…

Şehrin eprimiş sokakları, uzak diyarların hemşerileri, yalancıktan naz yapan kadınlar, şakacıktan kızan ustalar, baygın düşmüş ceviz ağacı, yaylana yaylana giden İmpala… Gökyüzü derin, gökyüzü masmavi…

Ethem Baran, candan hikâyeler anlatıyor. Konuşkan, cıvıltılı, bazen fıldır fıldır ve bazen buruk… Fırından taze ekmek, çeşmeden su… Bozkırın Uzak Bahçeleri, ateşe düşen kenarları konuşturuyor.

Anka

Birden uçan kuşlar durdu, kuşların arasında kalan gökyüzü durdu, göğün yüzünü okşayan yamalı bulut, bulutun ucunun değdiği tepe, tepeyi bekleyen, beklerken kendi gölgelerine sığınıp serinlemeye çalışan üç-beş bodur ağaç, ağaçların en kısa olanından haylaz bir çocuğun henüz olgunlaşmadığını bile bile sırf pislik olsun diye koparıp bir kez ısırdıktan sonra tükürdüğü dağ armudunun yakındaki düzlükte dinlenen dereye attığı, derenin de bir ara akacağı tutup ağırdan da olsa koynunda beleye uyuta döndüre dolaştıra götürüp şehrin ortasından geçen kendinden büyük derenin sularına emanet ettiği yaralı dalı durdu, dalın taş köprünün altından geçerken durduğunu gördükleri anda köprünün üstünden suya taş atan çocukların ellerindeki taşlar durdu, suyu halkalandıran taş, taşın suya düştüğü anda çıkardığı ses durdu, suyun sesine yukarıdan, salkım söğüdün gümüş dallarından cıvıltılarını döken serçeler, onların küçük ve hızlı esintilerini minik kanatlarında taşıyarak un pazarındaki buğday yığınlarının dibine bırakan arkadaşları, uçup konan uçup konan, pır oraya pır buraya kendilerini çoğaltan bu serçelerin havada bıraktıkları ürkekliği toplarken pazar yerini kanat şakırtısına boğan güvercinlerin kim bilir hangi uzaklıkta neleri gören gözleri durdu. Bu sırada çarşıda, daha güneş doğmadan yataklarından kalkıp kaç gündür giyildiği unutulmuş, daha ne zamana kadar giyileceğini de hiç hesaplamadıkları giysilerini sırtlarına geçiren birkaç yaşlı esnafın çarşı camisinin şadırvanında şakırdayan suya takunya tıkırtılarını ekleyerek başlattıkları yeni gün; kepenk gıcırtılarına fırından taze çıkmış parmak ekmek, tulum peyniri ve kekliğin kanadını süzüp geçtiği çayların kaşık şıngırtılarını katarak genişlemiş; şehir ahalisinin, gündüzleri hayat evlerde değil, çarşıda devam eder diyerek koşturmasıyla büyüyüp şişmiş; dar aralar, loş sokaklar, taş duvarlar ve sıkışık dükkânlara, dükkânların karanlık köşelerinde ustalarının ağzından çıkacak emirleri kaçırırlarsa işitecekleri azarları iyi bildikleri için dört açılmış merhamet dilencisi gözlerle bakan çırakların solgun yüzlerine sığmayarak taşmıştı.

Hatta, çarşıdaki diğer günlerden hiçbir farkı olmayan bugün, güneş gören vitrinlerinin önlerindeki taburelere oturup koca göbeklerini sıvazlarken işi oğullarına bıraktıktan sonra hayatta nihayet bir gün yüzü gördüklerini düşünen rahatlamış tüccarların parmak aralarında kendiliğinden dolaşan tespih tanelerinden dökülmüş; gelinlik kızlarının işleyecekleri oyalar için yumak, kendilerinin örecekleri kazaklar için de orlon almaya gelmiş kadınların hiçbir şeyi beğenmeyen gezmeye çıkmış sevinçlerine, okul yoluna düştükleri ve öğrenci oldukları cümle âlem tarafından bilindiği halde önce ellerindeki kitapları, sonra bas bas bağıran öğrenciliklerini gizlemeye çalışırken beğendikleri kızları ya da oğlanları görebilme umuduyla kâşif kesilmiş gençlerin hayallerine de sığmayarak taşmıştı.

Taşmasıyla birlikte çarşının dışına, mahallelere doğru her günkü alışkanlığıyla yayılmış; daha sakin bir zamanı, avluların yeni sulanmış taş zeminlerinde, kuyuların yankılanan derinliklerinde, ezan saatini bekleyen yaşlıların titrek mırıltılarında, radyodaki türküye bitmeyen el ve ev işlerinin yiğit devingenliğini katan gelinlik kızların düşlerinde büyüterek yaşayan bu mahallelerin tozlu sokaklarına sermişti. Böyle olunca da, tozlu sokakları tıkırtılara boğan at arabalarının tekerlekleriyle birlikte yuvarlanan bir uğultuya dönüşmüştü günün o anı…

Evet, gölgelerin başını önüne eğip düşündüğü, dedikoducu kadınların yoldan bir erkek geçerken yemenileriyle ağızlarını kapatarak fiskoslarına devam ettikleri dar sokaklardan bütün mahallelere dağılan uğultular çarşıda sürüp giden canlı hayatın bıraktığı boşlukları doldururken, birden, kuşların kanatlarında akıp giden gök durmuştu, göğü seyreden dere susmuş, dereye dökülen ağaçlar donmuş, ağaçların arasında oynaşan yel kaçmıştı. Çünkü minarede bir çocuk vardı. Bu çocuk, az önce, şu derenin eğilip kıvrılarak, bazen derinlerine sokulup bazen kaçarak tedirgin ettiği mahallenin şehre yukarıdan bakan sokaklarından birinde, kurum kurum kurulan, kasım kasım kasılan kocamış, heybetli akasyanın en yüksek, bir insanoğlunun çıkabileceği, bir dalın bir insanoğlunun ağırlığını çekebileceği en ince, en kırılgan dalındaydı. Sokağın tam ortasındaki, ne sokağı, mahallenin, hatta şehrin tam ortasındaki akasyanın dalında. Buraya çıkabilen çocuk artık büyümüş sayılırdı. Bu dalın ötesi derelere çimmeye, diğer mahallelerin piçleriyle maç yapmaya, çarşıda serseri serseri dolaşmaya, o zamana dek hiç girmedikleri sokak aralarına dalarak yeni kızlar keşfetmeye, düzlükte top koşturan çocukların oyunlarını bozup toplarına el koymaya, daha da ötesi dalaşacak başka ergenler bulmaya gitmekti. Ama o, berideydi henüz, öteye geçmeye de hiç niyeti yoktu. Gözünde, annesinin dün mahalle pazarından alıp da ancak gece, o da iki yanağından defalarca öptürdükten sonra verdiği naylon gözlük vardı.

Çerçevesi masmavi, camları koyu yeşil. Ne yapsan kırılmıyor, istediğin gibi eğ, bük… Evden, annesinin kesmeşekerleri dişleriyle kırıp yufka ekmeğin içine dizerek yaptığı dürümle çıkmış, akasyanın dibine geldiğinde şekerli dürümü çoktan mideye indirmişti. Gözlük gözündeydi. Akasyanın geniş gövdesine tırmanır, kalın kabukların girinti ve çıkıntılarına ellerini, ayaklarını uydurarak yükselirken gözlüğü düşürmekten korkmuştu. Bu yüzden dinlene dinlene çıkmış; her çatalda, her budakta her zamankinden fazla vakit harcamıştı. Gözlüğü takıp çıkarıyor, gözlüklü baktığı yerlere gözlüksüz, gözlüksüz baktığı yerlere gözlüklü bakıyordu. Bir süre sonra sıkılmıştı gözlükten.

Gözlüklü bakmak ile gözlüksüz bakmak arasında pek bir fark yoktu. Olmalıydı aslında. Hatta varmış bile. Baktığın zaman farklı gösteren gözlükler varmış. Misal, insanları çıplak gösteren gözlük. Ama yasakmış. Yakalanırsan doğru hapishaneyi boyluyormuşsun. Oh be, ne güzel; kızları çıplak göreceksin… Berra’yı, İnci’yi, Kadiş’i, Hatun’u… Nazlı’yı… Bir hayale doğru uzanacakken birden durmuştu. Durmasının nedeni, oturduğu dalın ucuna konan serçe değildi; aklına gelenlerdi: Ya yanlışlıkla annesine, ablasına, yengesine, öğretmenine, bakkal Recep Amca’nın karısına, daha da kötüsü erkeklere bakacak olursa… İyi ki yasaklamışlardı bu gözlüğü. Gözlüğünü çıkarıp uzaktaki, aşağı doğru koşturan sokağın, bahçe duvarlarının arasına sığmayan uzun kavakların ve onların arkasından parça parça görünen çatıların uzağındaki okuluna, daha doğrusu okulunun çatısıyla üst kat pencerelerine, sınıfına bakmıştı.

Okulun zemin katındaki dondurulmuş hayvanlar bölümünü düşünmüştü. Göremediği, çok istediği halde göremediği, öğretmeninin, onun hastalandığı için okula gitmediği bir gün sınıfı gezdirdiği bölümü… Daracık pencereleri vardı zemin katın. Arkadaşlarının sırtına basarak duvara tırmanmış, demir parmaklıklı dar pencereden kısa bir süre bakabilmişti içeri. Karanlıktı. Bir ördeğin yarısıyla, havada uçuyormuş gibi asılı kalmış bir kuş, bir de güzel bir köpek görmüştü yarım yamalak. Bu hayvanların nasıl bu kadar canlı durduklarına, hele köpeğin güzelliğine şaşırmıştı. Tomi’ye benziyordu. Gündüzleri bağlayıp geceleri serbest bıraktıkları Tomi’ye. Serbest bırakıldığında sevincinden deliye dönen, onunla güreş tutan, paçalarını yalayan, çevresinde dört dönen, kendi dilince teşekkür eden Tomi…

Onun dondurulup yüksek bir yere konularak gelen geçene gösterildiğini düşününce içi bir hoş olmuştu. Gözlüğünü ince bir dala, tıpkı otobüs şoförlerinin ön camdaki güneşliğin teline taktıkları gibi asmıştı. Yan sokaktan Habib ile Hükümet’in geldiklerini gördü. Onların, akasyanın en yüksek dalındaki tahtında oturan çocuğu görmeleri mümkün değildi. Zaten görmediler. İşte, minareye çıkmış bağıran, sesini, aşağıda, uzakta, daha uzakta yürek hoplatan bir hızla küçülen, bir rüyanın derinliğine doğru su misali akan çatıların, pencerelerin, bacaların, ağaç tepelerinin, çöplüklerin, bahçe duvarları arasında kalmış boş arsaların, bu arsalardaki kurumuş otların, otların içinde cızırdayan böceklerin, ne aradıkları bilinmeyen tavukların, gölgelik yerlerde süne süne uyuklayan kedi ve köpeklerin üstüne düşürmek isteyen çocuk buydu. Üstelik sesini, yalnızca minarenin altında, çok çok altında kalan bu görüntülere değil, minarenin üstündeki göğe, bulutlara, bulutların gölgelerini gezdirdikleri otlarını kurutmuş tepelere ve o tepelere doğru kanat çırpan kuşlarla, o tepelerin ardından çıkıp gelebilecek bilinmedik kuşlara da duyurmak istemişti. Habib ile Hükümet gelip akasyanın altında durdular.

Hükümet, o zamana kadar nasıl dayandığına kendisi de şaşırmışçasına bir aceleyle sigara paketini çıkardı çorabının arasından. Birer tane aldılar. O arada Habib çakmağı çoktan yakmıştı. “Anlatsana oğlum, n’oldu dünkü iş, tamam mı? İşin oldu mu?” diye art arda sordu Habib. Hükümet, sağda solda, yerde gökte, kuytuda köşede, çatıda bacada, yaprakta dalda kimse var mı diye çevreyi taradı; kimseyi, akasyanın tepesindeki çocuk da dahil hiçbir canlıyı görememesine rağmen yine de sesini alçalttı: “Yok be oğlum ne işi! Rezil olduk, rezil! Keşke yer yarılsaydı da içine girseydim…” İkisi de akasyanın geniş gövdesine sırtlarını dayayıp yavaş yavaş çöktüler. Sigara dumanları dün gecenin izlerini akasyanın küçümen yapraklarına getirip bıraktı. Ağacın tepesindeki çocuk dinleyeceklerini başkaları da işitecek diye korkuya kapılmış, heyecandan titremeye başlamıştı. Bir yandan da, yer yarılıp da Hükümet Abi içine düşse nasıl olurdu, diye düşünüyordu.

Hükümet, yakında askere gidecekti. Ailesi, günden güne artan pahalılıktan, döndüğünde kim bilir kaç lira olacak başlık parasından ucuz kurtulmak için gitmeden nişanlamak istemiş, o da ağzı kulaklarında kabul etmişti. Dün akşam kız görmeye gitmiş ailesi. Baba, amca, anne, abi, yengeler, çocuklar… Hükümet ile amcasının oğlu Feridun evde yalnız kalmışlar. Canları sıkılmış tabii. Kızı ikisi de görmemiş, tanımıyorlarmış, meraktan deli oluyorlarmış, nasılmış acaba, güzel miymiş, askere gidince onu görmeden nasıl duracakmış Hükümet, her gün mektup yazarmış artık, bak görüyor musun insan görmeden bile âşık olabiliyormuş… Derken can sıkıntısından evde duramamışlar; Feridun, “La Hikmet” demiş, –bir tek o gerçek adıyla seslenirmiş ona–, “çıkıp bira alalım, biraz kafa yaparız anasını satayım”. Çarşıya inmişler, tekelci Sarhoş Kamber’den bira almış dönüyorlarmış, bak, kalplerinde bir kötülük yokmuş, tam stadın oradan geçiyorlarken, bu köpek önlerine çıkmış; bunları görünce yatıvermiş yere, mahallenin piçleri alıştırmışlar tabii. Lan arkadaş o an şeytan girmiş akıllarına. Eee, ne yapsınlar, almışlar köpeği gelmişler eve.

Önce biraz bira içelim demişler. Bir bira, bir bira daha… Tam o sırada avlu kapısının açıldığını duymuşlar. Bir gürültü, bir şamata, önce çocuklar dalmış avluya, ardından büyükler. Bunlar ne yapacaklarını şaşırmışlar, elleri ayakları birbirine dolanmış. Hemen bira şişelerini sedirin altına saklamışlar, sonra köpeği kaptıkları gibi pencereye koşturmuşlar. Pencereyi açmışlar… açmışlar fakat pencere demirini unutmuşlar. Senin anlayacağın köpek demirlerin arasına sığmadığı için dışarı atamamışlar. Feridun demiş ki: “Mutfağa atalım.” Hükümet götürüp mutfağa atmış köpeği.

Kapıyı da bir güzel kapatmış. Bu arada millet doluşmuş eve. Uf, puf, şöyle yorulduk, böyle mahvolduk, ama hepsine değdi, elde ne iyi insanlar varmış, bizi fazla zora koşmazlarmış, başlık parasında anlaşırlarmış canım, kız da pek maharetliymiş maşallah… Hükümet ile Feridun’un gözleri kapıdaymış; kapının dibinde ayakta dikiliyorlarmış ikisi de. Her kafadan bir ses çıkıyormuş, herkes durumdan pek hoşnutmuş. Yengeler kendilerine verilen görevi büyük bir başarıyla yerine getirmişler gibi heyecanla anlatadursunlar, çocuklar salonun ortasında misket oynamaya başlamışlar. Başlamışlar da, misketin biri, mutfak kapısının eşiğinin altındaki delikten içeri kaçmış. Misketi kaçıran sıpa zırlamaya başlamış, misketim de misketim diye. Hükümet, “Ben sana yarın on tane alırım, yirmi tane alırım” diye kandırmaya çalışsa da, dinleyen kim! Yengesi, abisi filan, “Lan şurda laf konuşuyoruz, başlatma misketinden” dedilerse de, sıpa zırlamayı kesmemiş. Bakmışlar olacak gibi değil, yengesi gidip mutfağın kapısını açmış. Sonra da ışığı. İçeride misket aramaya başlamış.

O arada kancık köpek kuyruğunu sallaya sallaya gelip salonun ortasına yatmış. Nasıl olmuşlar o ara ikisi biliyor musun, yer gerçekten yarılsa, gönüllü olarak içine girer kaybolurlarmış. Kadınlar yaşmaklarıyla ağızlarını kapatarak bir çığlık koparmışlar. Hükümet’in babası, “Babanızın ağzına sıçayım; biz sizin için nelerle uğraşıyoruz, siz nelerle. Tüüü sizin sıfatınıza…” demiş. Kaçmışlar evden tabii. Sabaha kadar dolanmışlar it ayağı yemiş gibi. Çocuk kaçmak istemişti. Daha yükseğe çıkmak. Ya da tıpkı Tomi’nin oynarken onun üzerine gerilerek atladığı gibi aşağı atlamak, tam da üzerlerine… Keşke şu oturduğu dal kırılsa da kendiliğinden tepelerine düşse.

Ya da, ya da şu gözlük hikâyesi gerçek olsa, karşısına geçip baksa Hükümet Abi’ye; gidip Feridun Abi’yi bulsa, ona da baksa; pis pis gülse ikisine de. Sonra bütün arkadaşlarını çağırıp sırayla gözlüğü vererek hepsine baktırsa; hep birlikte gülseler… Ya da birdenbire büyüse… Güçlü bir delikanlı olsa; bileklerine siyah deriden bileklik takmış olsa, yumruklarını, karateciler gibi kiremit kırarak, boksörler gibi kum torbası yumruklayarak sertleştirmiş, nasırlaştırmış olsa… Çıksa karşısına; bir şey söyleyecekmiş gibi baksa yüzüne, baksa, baksa. Hükümet çıldırsa, ne söyleyecek bu, diye. Öyle pis baksa ki Hükümet eriyip, yerdeki karınca deliklerinin içine akarak kaybolsa. Al işte, yer yarıldı, içine girdin.

Sonra birden, hiç beklemediği bir anda bir tokat… Öyle bir tokat ki, öyle bir şaklama ki, duyan kuşlar uçmayı unutup havada donsa, akan sular kendi içinde boğulsa, esen yeller dallara çarpıp parçalansa, tavuklar yumurtadan kesilse, ağlayan bebekler emziklerini düşürse, kadınlar çeşmede kovaları taşırsa, marangoz Hızır Emmi çekiçle parmağını şişirse, camideki cemaat namazı şaşırsa… Avaz avaz bağırsa…

Sesini, yer gök, herkes duysa… İşte, un pazarındaki buğday yığınlarına konup kalkan serçelerin ürkekliğini şakırtılı kanatlarıyla toplarken kim bilir hangi uzaklıktaki neleri görebilen güvercinler, minaredeki çocuğu gördüler. Serçeler de gördü; serçelerin havalandığı salkım söğütlerin gümüş yaprakları, onların sayesinde gümüşlenen dere, suya düşen taş, onun oluşturduğu halka, ona takılıp yön değiştiren dal, dalın koparıldığı armut ağacı ve arkadaşları, onlarla avunan tepe, onu gölgeleyen yamalı bulut, buluttan kaçıp kuşlara yakalanan gökyüzü… Hepsi gördü. Bütün mahalle, sokak araları, bahçeler ve avlulardaki çocuklar; evlerin, uçuşan perdeli serin odalarında uyuyan, annelerinden azar işiten, duvar diplerinde, aralara sıkışmış boş arsalarda oynayan, düzlükte top koşturan bütün çocuklar gördü.

Benzer İçerikler

martı Jonathan Livingston

gul

Kiralık Adam

yakutlu

Kutup Yıldızı 5 Güz Fırtınası | Mehtap Fırat

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy