Dünyanın en ünlü psikoterapistlerinden, tarihe “Freud ve Adler’den sonra Psikoterapinin Üçüncü Viyana Okulu’nu kuran kişi” olarak geçen Viktor E. Frankl, sıra dışı bir hayat yaşadı: Ömrü boyunca yeni fikirlerin peşinde koştu, zaman zaman bu yüzden dışlandı, Hitler döneminde toplama kamplarında esir düştü, ailesini bu kamplarda kaybetti fakat her şeye rağmen yaşama tutunma çabasından ve anlam arayışından hiç vazgeçmedi. Şahsi tecrübelerini nöroloji ve psikiyatri uzmanlığıyla birleştirerek logoterapiyi yaratmasının sebebi de buydu: İnsanı yaşama bağlayan en önemli motivasyonun “hayatın bir anlamı olduğu”na inanmakla inşa edildiğini ve hayat mücadelesindeki en büyük engelin de bu yüzden “anlamsızlık hissi” olduğunu görmesi…
Kaleme aldığı Anlamsızlık Hissi: Psikoterapi ve Felsefeye Bir Meydan Okuma’yla hepimizi kendi hayatımıza dair bir anlam bulmaya, yaratmaya davet eden Frankl, bugün de alışıldık yaklaşımları sorgulamak için ilham veriyor.
“[…] insan bir şeyden nefret ederken aynı anda ona delice tutkun olabilir ve bu ikisinin arasındaki gerilim tam da hayattaki potansiyel anlamlarımızın peşine düşmeye teşne kılar bizi. Bu durumdan hoşnut olmamaksa bizim derdimiz, hayatın değil. Zaten anlam doğurmak denen şey, fonda neşeli bir çiftetelli eşliğinde olmuyor çoğunlukla. Ama bir melodi duymaya niyetliysek hayat bize onu veriyor, orası kesin. İçimizdeki çağrının bangır bangır gelen sesini de işte tam o anlam bulmakta güçlük yaşadığımız, çıkışın varlığından şüphe ettiğimiz karmaşık zamanlarda duyabiliriz. Çünkü başka çaremiz yok: Kulak vererek yaşamak zorundayız. Frankl’in en büyük alametifarikası da burada, zira toplama kamplarından sağ çıkmış bir ruh sağlığı uzmanı olarak bunu her koşul altında yapabileceğimiz gerçeğini ortaya koyuyor.”
İÇİNDEKİLER
Önsöz: “Bu Hayatta İlelebet Anlam Bulmak” …………………………………. 11
Alexander Batthyány, Viktor E. Frankl & Logoterapinin Gelişimi &
Varoluşçu Analiz 1923-1927: Bireysel Psikolojiden Logoterapiye…….. 15
BİRİNCİ BÖLÜM: LOGOTERAPİ VE VAROLUŞÇU
ANALİZİN TEMELLERİ ………………………………………………………………… 51
1.1 Anlamsızlık Hissi: Psikoterapiye Bir Meydan Okuma……………….. 51
1.2 Psikiyatri: İnsanın Anlam Arayışı………………………………………………. 59
1.3 Logoterapinin Temel Kavramları: Anlam İstenci……………………….. 71
1.4 Logoterapide İnsan Kavramı……………………………………………………… 81
1.5 Varoluşçu Analiz & Logoterapi………………………………………………….. 91
1.6 Kendini Gerçekleştirmenin Ötesi & Kendini İfade …………………… 103
1.7 Logoterapinin Felsefi Temelleri ……………………………………………….. 117
İKİNCİ BÖLÜM: LOGOTERAPİNİN FELSEFİ YÖNLERİ &
VAROLUŞÇU ANALİZ…………………………………………………………………. 133
2.1 Logoterapi & Varoluşçuluk………………………………………………………. 133
İÇİNDEKİLER
2.2 Psikoterapinin Felsefi Temelleri……………………………………………….. 143
2.3 Bilimlerin Çoğulluğu & İnsanın Birliği…………………………………….. 149
2.4 Determinizm & Hümanizm……………………………………………………… 171
2.5 Zaman & Sorumluluk………………………………………………………………. 187
2.6 Anlamla Kastedilen Ne?…………………………………………………………… 193
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: LOGOTERAPİNİN ÖZEL YÖNLERİ &
VAROLUŞÇU ANALİZ…………………………………………………………………. 203
3.1 Logoterapi & Acı Çekmenin Zorluğu ………………………………………. 203
3.2 Din & Varoluşçu Psikoterapi: Temel Bir İnsan Boyutu
Olarak Ruhanilik……………………………………………………………………… 209
3.3 Devlerin Omuzlarında Sevginin Anlamı Üzerine…………………….. 219
3.4 Amfiden Auschwıtz’e………………………………………………………………. 225
3.5 Günümüzün Kolektif Nevrozları …………………………………………….. 237
Önsöz: “Bu Hayatta İlelebet Anlam Bulmak”
Frankl’in hatırlattığı ve bizi davet etmekte epey ısrarcı olduğu bir yer var. Hayatın sorduğu sorular karşısında vereceğimiz cevaplar, takındığımız tutumla ilgili kulağımıza ilişenleri, öylesine duyup geçmek mümkün değil. Ben bu cevapların peşinde olmaya henüz yeltenmediğim bir dönemde, taze bir terapistken rastladım kendisine. “Hayatın mı bana, benim mi ona borcum var,” diye pek de düşünme fırsatım olmamıştı daha ama aklıma yatan bir bakışla çarpılmış, “Her neyin peşindeysen kendin arayacaksın onu,” mesajıyla kalakalmıştım o dönem. Bununla da kalmıyordu Frankl elbette, “Hedeflediğin şeyin peşine kör kör düşersen onu ıskalarsın” da diyordu. Bir şeyi çok isterken, onu merkeze almadan ama yine de o şeye dair uyanık kalmayı sürdürmek nasıl bir pratiktir, bildiğimize emin değilim. Hayatın zorlu koşulları hakkında yüzlerce maddeden oluşan bir liste derleyebiliriz istesek. Kırılganlığımızı kolumuzun altına alıp tüm zorluklara göğüs gererek devam etmenin kolaylığından bahseden de olmamıştır pek. Referans verilen her çıkış kapısı, en nihayetinde o karanlık denebilecek yolun sonunda belirecektir ve başına bela olan şey her neyse o da bir gün geçecek ama sen de o yolu bir başına yürüyeceksindir. Bundan daha kestirmesini hiçbir zaman inandırıcı bulmadım, çünkü bu hayatta acı gerçekten var ve insan onu iliklerine kadar deneyimlediğinde sahiden nefesinin kesileceğini sanıyor. Kalp kırıklığının, üzüntünün insan bünyesindeki tezahürlerine çokça şahit oldum ve kendim de bundan muaf olamayacak kadar şanslıydım. “Daha ne kadarını yüklenebilirim?” diye sorarken insan acıyan ruhuna, kaldırabildiğiyle hâlâ hayatta olduğunu ve ritmini koruyan bir nefesle yeni güne uyandığını fark ettiğinde şaşıp kalabiliyor. Hem danışanlarımda hem şahsi deneyimlerimde ben de çokça şaşırdım, çokça hayran kaldım buna. Acıyı hissedebilecek kadar canlı olmasaydık, ne yapardık? Dibi görüp oradan gidebileceğimiz tek bir yön olduğuna aymamış olsaydık, uğruna yaşayacak bir şey bulmanın peşine nasıl düşerdik? Duyguları yönetmeye dair ortalıkta dolanan onca hurafeye rağmen, içinde debelendiğimiz şeyin adını koymaya çabalıyoruz:
Duygularımızdan bahsederken “yönetmek, üstesinden gelmek, kaçmak” gibi fiilleri tereddüt etmeden kullanıyoruz. Kılavuzluk etmeye bunca gönüllü duyguyu böylesine nankör bir tavırla bertaraf etmenin övgüsüne kapıldığımız için, aslında biraz olsun yüzümüz kızarabilir. İnsanın kendine düşman bellediği, kendi kişisel savaşını verdiği “şeyler”in kendi içinden yükselen duyguları, ikilemleri, açmazları olduğunu düşünmenin görsel ifadesi ancak trajikomik bir karikatür olabilir. Askıdan gömlek seçer gibi tek tek giymeyiz deneyimlerimizi. Deneyime bürünürüz, deneyimin içinden sıyrılamayız, derimizin bir parçası gibi onunla bir bütün oluruz. Bir nevi mutualizm içinde, aynı anda var olabilen zıt duyguların çekiştirmesinden kolumuz bacağımız ayrılacak halde kalırız bazen. Aklınıza ilk gelebilme ihtimali olan, “İnsan duyguları da dengeli yaşamalı,” türünden bir önermeyi şimdiden reddeyim ki, dengeye dair bir umudunuz varsa bunu en baştan halletmiş olalım. Çünkü insan bir şeyden nefret ederken aynı anda ona delice tutkun olabilir ve bu ikisinin arasındaki gerilim tam da hayattaki potansiyel anlamlarımızın peşine düşmeye teşne kılar bizi. Bu durumdan hoşnut olmamaksa bizim derdimiz, hayatın değil. Zaten anlam doğurmak denen şey, fonda neşeli bir çiftetelli eşliğinde olmuyor çoğunlukla. Ama bir melodi duymaya niyetliysek hayat bize onu veriyor, orası kesin. İçimizdeki çağrının bangır bangır gelen sesini de işte tam o anlam bulmakta güçlük yaşadığımız, çıkışın varlığından şüphe ettiğimiz karmaşık zamanlarda duyabiliriz. Çünkü başka çaremiz yok: Kulak vererek yaşamak zorundayız. Frankl’in en büyük alametifarikası da burada, zira toplama kamplarından sağ çıkmış bir ruh sağlığı uzmanı olarak bunu her koşul altında yapabileceğimiz gerçeğini ortaya koyuyor.
Düşünürler, insandan rızası dışında alınabileceklerle alınamayacak olanlara dair yüzyıllarca kafa yormuşlar. Tüm sınırlar ve tutsaklıklara rağmen, insandan alınamayacak şeylerin başında galiba inanmak geliyor. Tabi olduğumuz koşulların prangaya dönüşmesine izin vererek bir yaşam sürmek yerine, o an için belki kendini göstermemiş olan yepyeni potansiyellerin peşine düşmek, hayal kurmak, istemeyi sürdürmek, düşünebilmek, her doğan günde hayatta kalmış olmanın anlamının izini sürmek… Evet, çevremizde olup bitenlerin her aşamasına şahit değiliz ama gözümüzü bir açıyoruz ki güneş doğmuş, takvimde bir gün daha ilerlemişiz: Dün bir daha yaşanmayacak ve her ne yaşandıysa orada bir iz kalacak. Evet, yeni doğan günün tüm bileşenlerine hakim değiliz ama mesul olduğumuz bir şey var: Kendimiz. Dünyada olma halimizi yeniden yaratma özgürlüğünü kim alabilir bizden? Her şeyi alsalar bile gördüğümüz ve dünyaya atfettiğimiz iyi-kötü anlamları bizden alamazlar. Tevekkeli değil, aklıma Nâzım geliyor. Mahpusluğun gölgesinde dökülen dizelerinin, yıllardır bizim hislerimize tercüman oluşu büyülüyor beni. Ondan aldığım ilhamla, son bir kelam etme cesaretini göstermek isterim. “…ben tepeden tırnağa insan / tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…” Eğer Frankl, Nâzım’ın dizelerine bir ekleme yapmak isteseydi belki de şöyle derdi, “ve ben karşılaştığı her şeye rağmen ve onlarla beraber bir insan, bu hayatta ilelebet anlam bulmakla yükümlü.”
Klinik Psikolog Büşra Tarçalır
Çeşme, Temmuz 2024
Alexander Batthyány
VIKTOR E. FRANKL & LOGOTERAPİNİN
GELİŞİMİ & VAROLUŞÇU ANALİZ1
1923-1927: BİREYSEL PSİKOLOJİDEN
LOGOTERAPİYE
1926’da 21 yaşındaki Viktor Frankl isimli tıp öğrencisi,1 Academic Society for Medical Psychology2 için verilen bir derste ilk kez logoterapi kavramını kullandı. Sonraki on yılda, kurulmasına yardımcı olduğu gençlik danışma merkezlerindeki çalışmasından ve Viyana’daki Rosenhügel, Maria Theresien-Schössl akıl hastanelerinde ve Steinhoff Psikiyatri Kliniği’nde aldığı psikiyatri ve nöroloji uzmanlık eğitimiyle Frankl, logoterapiyi tedricen geliştirerek bunu, bugün logoterapi ve varoluşçu analiz olarak bilinen bağımsız bir psikoterapi sistemine dönüştürdü. 1920’ler boyunca Frankl kendi psikoterapi veya psikiyatrik okulunu kurmayı düşünemedi. 1926’da tedavi ve teorik programının oluşumuna dair ilgilendiği tek şeyin, bunun, Alfred Adler’in Bireysel psikoloji çerçevesine dayanan nevroz anlayışının tamamlayıcısı olması olduğunu söyledi. Bir diğer deyişle Frankl, hayata bakışları, başarılı bir şekilde sürdürülmüş bir terapinin umutlarını tehlikeye atan hastalarına yardım etmeleri için terapistlere daha iyi yöntemler yaratmak istedi:
Çok zeki ve hassas bir karamsara tavsiye vererek onun doğru düzgün yemek yemesini ve spor yapmasını sağlayamazsınız çünkü –tüm iyiliği için olduğu gibi– felsefesi bunu yapması için ona tek bir neden sunmaz. Daha ileri bir tedavinin zeminini oluşturmak için öncelikle terapiye verdiği değere etki etmeliyiz; yani nevrozları tartışmaya verdiği değere dair değerlendirmesine! (Frankl, 1925, s. 250)
Bu tedavi modeli çerçevesinde Frankl aynı zamanda dengesiz dünya görüşleri sistemlerinin detaylı bir fenomenolojisi ve sınıflandırmasını çözümledi (Frankl, 1926a) ve bireysel psikoloji hareketinde, hayata yönelik nevrotik yönelimler üzerine fenomenolojik araştırma çabası gösteren ilklerden biriydi. Frankl 1926 dönemi düşünceleri ve gözlemlerinden Pathologie des Zeitgeists’ta (Frankl, Zamanların Patolojisi, 1949) alıntılar yapsa da oldukça ilginç bir biçimde bu sınıflandırma sistemi modern logoterapide kendine yer bulamadı. 1949 tarihli kitabı İkinci Dünya Savaşı deneyimleri bağlamında formüle edilen anormal yönelimleri kolektif olarak tanımlamışken, Pathologie des Zeitgeists bireysel dengesiz kişisel dünya görüşlerini [Weltanschauungen] hedeflemişti. Yani, bunlar klinik uygulamada teşhis ve tedavi edici bağlantılar olarak kullanılmak üzere daha dar anlamda tasarlanmışlardı. Frankl’in bu sınıflandırma sisteminin kullanımını daha ileriye taşımaktan kaçınmasının birçok nedeni var: İlki, birkaç yıl içinde logoterapi ve varoluşçu analizi bağımsız ve dört başı mamur bir terapi biçimine dönüştürmesidir. Bunun sonucunda hayata yönelik nevrotik yönelimlerin sınıflandırılması, artık daha geniş uygulamaları olan, Frankl’in yeni logoterapi ve varoluşçu analizine kıyasla önemini yitirmişti. İkincisi, yeni terapi biçiminin oldukça geniş olan uygulama alanı düşünüldüğünde Frankl, herhangi bir tipolojinin ve teşhis edici şematizasyonun sınırlarının farkına varmıştı ve psikoterapinin ön planında yer alan, hastanın eşsiz kişiliğiyle olan ilişkisini gitgide daha fazla önemsemeye başladı. Bununla birlikte, Frankl’in ortaya koyduğu sınıflandırma sistemi ayırıcı tanı mantığı açısından kendisini cazip bir araştırma teması olarak sunar: Örneğin, kişi modern logoterapi çerçevesinde entelektüel nevrotiğin düşünce örüntülerine, noojenik nevrozların kişiliğe özgü ifade biçimleri olarak bakabilir.
Bu çerçeve, terapötik açıklık sağlayan somut hatlar sağlar, bir yandan da hastaların bireyselliklerine hâkim tipolojik nitelikleri tayin etme cazibesine kapılmaktan kaçınmayı mümkün kılar. Her halükârda, Die Psychotherapie in der Praxis’te (Uygulamada Psikoterapi) ifade edilen vaka çalışmaları, on yıl sonra Frankl’in bizzat kendi sınıflandırma sistemine sık sık işaret ettiğini gösterir. Frankl’in, terapiye başlamadan önce hastaya, nevrozları tartışmanın değerinin bilincine varmasını sağlamanın gerekli olduğuna dair farkındalığı, terapinin gidişatının başarısının tamamen hastanın istekliliği ve içgörüsüne dayandığı kişi ve hastalık kavramsallaştırmasını ortaya çıkarır. Özünde bu yeni bir içgörü değildir – her klinisyen ve terapist tüm hastaların eşit derecede motive bir şekilde terapiye başlamadıklarını bilir. Yeni olan ise, motivasyondaki bu farklılıkların hayata yönelik eğilimin bir ifadesi olarak nedenini anlama, bunların temel nevrotik rahatsızlıktan görece bağımsız olduklarını görme ve bunları değerlendirme teşebbüsüdür:
Patolojik olarak adlandırdığımız şeyin aynı zamanda yanlış olduğu konusunda a priori bir mutabakat yok. Entelektüel bir fikri ya da değerlendirmeyi –örneğin, bireysel psikoloji açısından– uyumsuz addetmemizin kendi içinde yanlış olduğu hiçbir şekilde kati değildir (Frankl, 1926a, ix).
Diğer bir deyişle, bir hastanın hayatın anlamıyla ilgili şüphelerinin olması, psikolojik bir rahatsızlığın nihai ifadesi ya da semptomu değildir. Bazı koşullarda ve belirli hayat felsefelerinde bu oldukça akılcı ya da mantıken tutarlı olabilir. Dolayısıyla, bir hastanın tüm hayat durumunu, fiziksel ya da zihinsel bir hastalığın başarılı tedavisiyle değiştirmek pek mümkün gözükmüyor. Bu anlayışla Frankl, nevrotik hastanın hayata karşı yönelimini, hastanın zihinsel durumundan ayırmıştır. Hastanın zihinsel durumu patolojik özellikler gösterebilir ama hayata karşı yönelimi –en azından muhakkak– böyle olmak zorunda değildir. Eğer böyle bir semptom doktor ya da terapist tarafından tedavi edilmezse, tedavi boyunca görece değişmez halde varlığını sürdürür. Bunun nedeni ise bunun bir hastalık semptomu olmamasıdır.
Diğer yönden, hayata karşı bazı yönelimlerin, halihazırda var olan semptomları kötüleştireceği ya da başlangıcından itibaren terapinin başarı şansını zayıflatacağı barizdir. Başarılı bir terapiden sonra bile hayata karşı bazı yönelimlerin tekrar etme riski istatistiksel olarak daha yüksektir. Bu nedenle, terapinin ön bakım ya da sonraki bakım aşamalarında hastaları uygun kişisel dünya görüşlerini [Weltanschauung] benimsemeye yönlendirmek ya da varoluşa dair pozitif bir yaklaşımın olasılığını onlara göstermek elzemdir. Frankl’in eski öğretmeni ve akıl hocası Rudolf Allers de “tüm psikoterapik çabaları […] Kişi ve Dünya arasında bir uzlaştırma sağlama girişimi” olarak tanımlamıştır (Allers, 1963/2005, s. 12). Özgün hastalığın semptomatolojisi kabul edilebilir bir dereceye indirildiğinde ya da tamamen iyileştiğinde bunun kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine dair birçok neden vardır.
Çünkü başarılı bir terapiden sonra bile hastalık, her hastanın yaşamöyküsünde ve öğrenme geçmişinde bir iz bırakır ve dolayısıyla aynı zamanda hastanın hayat felsefesini değiştirir. Aynı zamanda, insancıl her psikiyatrik ya da psikoterapötik tedavinin amacı, hastanın hayat deneyimini ve öğrenme geçmişini elinden almak olamaz. İlk olarak bunun etik, meşru bir psikoterapi çerçevesinde mümkün olup olmadığı bile şüphelidir ki olsa bile, böyle bir hareket logoterapinin insan ve haysiyet anlayışına aykırıdır. Psikoterapinin tedavi sonrası aşamadaki görevi, hastayı hayatla özgür, incelikli ve gerçekçi bir anlaşma yapmaya yönlendirmektir, bu temelde hasta gelişmeye devam edebilir. Daha önce, 1923’te Frankl özgün bir biçimde, etiyolojisi yalnızca zihinsel ya da fiziksel sebeplerle sınırlı olmayan, varoluşun yanlış anlaşılmış ya da sahte şekillerini gözlemlemiştir. Bunun nedenleri, kişinin ruhsal ve felsefi boyutlarında kök salmıştır. Bu dönemde ergen Frankl, “tıbbi-klinik anlamda değil, kelimenin gerçek anlamında ruhsal bir hastalık” ihtimalinden söz etmiştir, “çünkü akıldan değil, ruhtan bahsediyorum” (Frankl, 1923). Bu gözlem o zamandan beri deneysel olarak doğrulanmıştır (Moomal, 1989; Stewart vd. 1993; Testoni & Zamperini, 1998; McHoskey vd. 1999).
Üniversite öğrencisiyken, hatta lisedeyken bile Frankl’in ilk teorileri, bilim camiası tarafından on yıllar sonra, “Bilişsel Devrim” olarak bilinen dönemde kabul edilen psikolojideki gelişimleri önceden görmüştü. Günümüzde, her saygıdeğer psikolojik araştırma programının, insanların çok çeşitli endişeleri, davranışları ve görüşlerini hesaba katması gerektiğine dair büyük bir mutabakat sağlanmıştır. Yalnızca birkaç model inatçı bir biçimde, ideolojik indirgemecilik bağlamında “-den başka bir şey olamayacağı”nı öne sürerek, insanlığın ruhsal motivasyonlarını ve endişelerini yok saymayı sürdürüyor ve bunları, dürtü-dinamiği ve davranışsal kavramsallaştırmalarla ikame ediyor. Frankl’in ruhsal ve kişisel olana dair ilk yönelimleri, ilk iki öğretmeni olan Freud ve Adler’e sadakatinin yıpranmasına neden oldu. Aynı zamanda, kendisi de başlangıçta ruhsal ve zihinseli birbirinden ayırmanın öneminin tamamen farkında değil gibi görünüyor. Aynı zamanda kısa bir süre için ilk büyük öğretmeni Sigmund Freud’un etkisi altına girmiş olması da mümkün: Internationalen Zeitschrift für Psychoanalyse’deki ilk bilimsel yayını, genç Frankl’i özgün bir düşünür olarak gerçekten öne çıkarmıştı – bu yayınında, olumlu ve olumsuz yüz ifadelerinin, cinsel birleşme ve bulantı tepkilerinin devamı olduğunu açıklamaya teşebbüs etmişti. Ama bunda bile, temel insan endişeleri sorununun izini psikodinamik substratta arama cazibesine yenik düşmüştü; olumlu ve olumsuzun ruhsal bir unsuru olabileceğini açıkça reddediyordu:
Olumlu ve olumsuz yüz ifadelerinin kökenlerini, ilgili kafa hareketlerinin entelektüel olumluluk ya da olumsuzluğun sembolleri olabileceği yorumundan yola çıkarak arayamayız […] fenomeni açıklamak için bu doğrultuda iki temel hayat içgüdüsüne başvuracağız beslenme içgüdüsü ve cinsel içgüdü (Frankl 1924).
Bu satırlarda logoterapi ve varoluşçu analizin kurucusunu fark etmek pek kolay değil. Ama yayınından kısa süre sonra Frankl, Sigmund Freud’un psikanaliziyle arasına mesafe koyarak Alfred Adler’ in bireysel psikolojisine döndü. Paul Federn’in altında Lehranalyse’e1 başlama teşebbüsünün başarısız olmasından ayrı, Frankl’in psikanalizden uzaklaşmasının muhtemelen başka birçok nedeni vardı. Belki de ilki, Frankl’in psikolojiye aktif ilgisi ve psikanalizde görmezden gelinen felsefi camiayla olan canlı sosyal ilişkisiydi – gerçekten de Frankl’in ilk post-psikanalitik yayınları, bu iki temaya ithaf edilmiştir. Dahası, kısa süre içinde psikanalitik modelin, insan psişesinin bir parçasını tanımladığının farkına vardı, bu psişenin üst kısımları durmaksızın psikanaliz tehlikesine maruz kalıyordu; psikanaliz hastanın felsefi ve metafiziksel endişelerini, bunları oldukları gibi kabul edip terapi çerçevesinde gerektiğinde değerlendirmek yerine hastalık olarak görme eğilimi taşıyordu. Bu düşünceler aynı zamanda Frankl’in bireysel psikoloji okulu içindeki ilk yayınında da ifadesini bulur. Internationalen Zeitschrift für Psychoanalyse’deki yayınından yalnızca bir yıl sonra Frankl, daha sonraki hayatının işinin birçok hattını şimdiden öngören bir makale yayımladı. Psychotherapie und Weltanschauung’da (Psikoterapi ve Dünya Görüşü) Frankl şöyle yazar:
Nevrotik hastalar mutlu olamazlar çünkü hayata nüfuz edememişlerdir, bunun nedeni hayattan tiksinmeleridir, nefret etmeleridir. Psikoterapistin görevi, hastanın hayata olan sevgisini ve topluma olan istencini tamamıyla ona geri kazandırmaktır. Ve ampirik kanıtlar olmasa da terapist bunları kolaylıkla, hayatın değeri üzerine olan eleştirel bir tartışma esnasında tekrar aşılayabilir […] (Frankl, 1925).
…