Çıplak ayaklarıma, parmaklarıma baktım. Devcileyin bir ıstakoza dönüşeceksem tam zamanıydı. Bu kez, çirkinliği görünüşünde değil, salt doğasının bir parçası olarak eylemlerinde taşıyan bir ıstakoz. Hep dipte dolaşmanın, çevresinde yüzen dünyayı ancak kıskaçlarıyla kavrayabilmenin çirkin gerçekliğine mahkûm. Odaya, yanına gidemezdim. Denizin çekilişine şahit olmamak için bir taş altına saklanır gibi koltuğuma, romanıma dönmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Yalnız yenilen yemekler, kuytular, bulanık camlar, parçalı bulutlu havalar. Kalabalıklardan geriye kalan sessizlikler, beton tepelerin iniltisi.
Ömer Arslan, sessizce geçip giden insanları anlatıyor, her gün bir şeylerle avunan insanları… Günün yorgunluğunu. Avuntular, taze bir iç dökme öykümüze, tutsaklık parçaları, unufak.
Kavanoz
Dişçi matkabı karanlığın içinden yavaşça yaklaşıyor. Koltukta gerileyip kolçaklara sıkıca tutunuyorum. Bir an önce bitse bu işkence derken bir yanımla bunun kâbus olduğunu, matkabın asla ağzıma ulaşmayacağını biliyorum. Uyandığımda ağzım kupkuruydu. Tan atmış, perdeler hafif parlıyordu. O korkunç aletin vızıltısı hâlâ kulağımdaydı, mutfağa girdiğimde daha da belirginleşmişti. Rafa uzandım, elim boşlukta kaldı.
Annem yine su bardaklarını çay bardaklarının arkasına koymuş, öyle daha güzel görünüyor diye. Öndekileri düşürmeden arkalardan bir tane çekmeye çalıştım. Musluğun ucundan, akan suyla birlikte bir arı çıktı. Pencereyi açıp önünden çekildim. Dışarı çıkmasını beklerken tezgâhın üzerinden uçup fayansların arasındaki ince kırıktan içeri girdi. Lavabonun altındaki dolabın kapağını araladım, boruların geçtiği duvarda kaynayan arıları görmemle kapağı çarpmam bir oldu. Pasajın ikinci katındaki ilaçlama dükkânının herhangi bir yazıhaneden farkı yoktu. Bir masa, bir dolap o kadar. Bir adam masada oturmuş gazete okuyordu. Arkasındaki duvarda çeşitli haşere çizimleri ve Latince isimleriyle dolu bir poster asılıydı. “Madem buraya kadar zahmet ettin bir çayımı iç. Dükkâna pek gelen olmaz, genelde telefon ederler.” Çay içmeye niyetim yoktu ama çaycıya seslenmeye kalktığında ayağının aksadığını fark edince, ne bileyim, hayır diyemedim. “Arılar çok zekidir.” Çayımı karıştırıyordum, bir şey söylemeye fırsat bırakmadan, “Laf işte,” dedi kendi kendine, “Zekiymiş.” Ne denir ki. “Kusura bakma. Bazen kendime kızarım böyle. Dünkü maça baktın mı.” Neyse ki futbol var konuşacak. “Rezalet,” dedim.
Çaylar bitince yola koyulduk, ikisini de alayım dememe rağmen çantaların birini vermeye ancak razı edebildim. Adımlarımı uydurmaya, yol boyu konuşacak şeyler bulmaya çalışıyordum. Telefon etseydim böyle uğraşmayacaktım. “Bu hafif. Valla,” dedi merdivenlerde. “Sen onu çıkarsan yeter, beni bekleme. Ben yavaş yavaş gelirim.” Çantayı kapının yanına koydum. Mutfak kapısının ağzında duran damacanayı kenara çektim. Kayıp, ayakaltında toplanmasın diye koridordaki yolluğu yuvarladım. “Yenge yok mu.” “Yok, evli değilim.” “En güzeli. Evlilik zor. Hele çocuk.” Beyaz tulumu silkeleyip yere bıraktı, elleriyle omuzlarımdan destek alıp önce bir bacağını, sonra ötekini giydi. “Bizim oğlan, bir ay olacak, bir gün okuldan topallayarak gelmiş. Akşam sofraya oturduk, su istedim. Kalktı, aksaya aksaya mutfağa gitti. ‘Ne oluyor,’ demeye kalmadan hanım, ‘Hiç sorma dikkat çekmeye çalışıyor, ben akşama kadar didikledim, bir şey olduğu yok.
Oyun oynuyor,’ dedi. ‘Tamam,’ dedim, ‘Sorun yokmuş gibi davranalım.’ Sabah yine topallayarak okuluna gitti, sonra öğretmeni aradı. Biz Ali’nin huyunu biliyoruz dediysek de öğretmen illâ doktora görünsün diye ısrar edince muayeneye götürdük. Sonuç ne çıktı dersin? Hiçbir şey. Biliyoruz. Ali, artık oyunu bırak dedik. İnatçı bizimki, hâlâ elinde olmadığını iddia ediyor.” “Çok ilginç.” Kolunu geçirmesi için tulumun bir yenini arkasına çektim. Yüzünü bana dönüp, “Ne bileyim, onu öyle ayağını sürürken görünce tokatlayasım geliyor. Tahammül edemiyorum,” dedi. Önündeki fermuarı boğazına kadar çekti. Başlığa uzanacakken vazgeçti, “Şunu takmadan bir sigara,” dedi. “Aslında ben çıksam iyi olur, işe geç kalıyorum.” “Tamam şunu içeyim hemen başlıyorum. Sen işine bak.” Baş parmağıyla görünmez bir çakmağı yakmaya çalışarak, “Ateş var mı,” diye sordu. Evin bir gün kapalı kalması gerekiyormuş. Beyaz başlığını takıp ağır ilaç tüpü sırtında aksak adım mutfağa ilerledi.
İş çıkışı anneme gittim. Durumu anlattığımda kendine göre yorumladı. “Çöpleri açıkta bırakırsan her şey gelir,” dedi. “Haklısın,” dedim. Uzatmayacağım. Odadaki çekyatın üzerine misafirlere çıkardığı naftalin kokulu çarşaflardan serdi. İlacımı içip yatana kadar parmağı duvardaki düğmede. Battaniyeyi çektiğim an, “Hadi Allah rahatlık versin,” deyip ışığı kapattı.
Uyandığımda çayı demlenmeye koymuştum. Annem mutfağa girer girmez şarjlı süpürgeyle ocağın kenarına saçılan kuru çay döküntülerini çekmeye başladı. Sabah sabah bu ses, of of. “Erken kalkmışsın.” “Evet, yine kâbus gördüm, uykum kaçtı.” “Hayır gelsin.” “İlaçtan oluyor, doktor böyle olacağını söylemişti.” İşe gitmeden önce içeriyi havalandırmak için eve uğradım. Kapıyı açtığımda haşere ilacının kokusu genzimi yaktı. Ceketimin eteğiyle ağzımı kapatıp mutfağa girdim. Mutfakta, tezgâhın üzerinde bir kavanoz bal duruyordu. Şaka mı bu. Bir an sonra anladım. Adam, dolapta unutulup kalmış bal kavanozunu çıkarıp tezgâhın üzerine koymuş. Evet, şaka olmalı.
…