Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan, sahipsiz cesetlerden, tuzaklardan, havaya uçan, uçuran, uçurulan hayatlardan oluşmuş, katılaştıkça katılaşmış, yanık kokan bir alaşım akıyor. Dünya kanıyor, çürüyor kaldırımın altında; kimse farkında değil. Kaldırımın üstünde oyunlar oynuyoruz; evlilik oyunları, para kazanma, kaybetme oyunları, tatile çıkma, dinlenme, yorulma, sevişme, hatta dünyayı değiştirme oyunları. En fenası, “biz oyunun farkındayız” oyunu.
Behçet Çelik’in 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu, hem anlatılanların özgünlüğü, hem de anlatış biçimi ve dilin dönüşümüne sağladığı katkıyla çağdaş öykücülüğümüzün dikkat çeken kitaplarından biri.
Dünyanın kıyıcılığına karşı kapatılan fallar; babaevine dönüşler, dönemeyişler; hayatın çoğu zaman eli belinde sorduğu hesaplar; dibinde sessizce beklenen eşikler; kukumav misali askıda kalışlar; ilk kez anahtarla açılmak zorunda kalınan kapılar; doğru ritmi bir türlü tutturamayan kalp atışları; ikili ilişkilerin rengârenk halleri; arkadaş mavraları…
Behçet Çelik, hayatla aramızdaki bağı elinde tutuyor. Bu bağın bazen gevşek, bazen gergin bazen de kördüğüm olabileceğini gösteriyor.
Gün Ortasında Arzu, en umulmadık anda çektiğimiz bir iç belki, belki de bir nefes.
İÇİNDEKİLER
Gün ortasında arzu………………………………………………………………………..9
İyi olacak, iyi…………………………………………………………………………………….15
Yoğurtlu makarna………………………………………………………………………..21
Güzel ortam…………………………………………………………………………………………..25
Tutmayan fal………………………………………………………………………………………..31
Bundan ibaret…………………………………………………………………………………….37
Kuşluk vaktinin karanlığı…………………………………………………..43
Islak muşamba…………………………………………………………………………………..49
Kedi bakıcısı………………………………………………………………………………………….55
“Yaz bitti” diyorlar……………………………………………………………………….63
Olağan cumartesi…………………………………………………………………………..71
Hayatlarımızın aldığı haller…………………………………………..77
Müstesna eylül……………………………………………………………………………………81
Hâkim Amca beni sormuş………………………………………………….89
İntikam peşinde………………………………………………………………………………..99
Kukumav…………………………………………………………………………………………………107
Hikâyeden bir iş…………………………………………………………………………….115
Dolunayda doğum günü……………………………………………………121
Gün ortasında arzu
İşte oradalar, aradan geçen neredeyse çeyrek yüzyıldan sonra, bıraktığım yerde. Seyyar kasetçinin tezgâhından artık Kürtçe şarkılar yükseliyor da olsa, makam aynı, sesteki kırgın tını değişmemiş; işportadaki gömlekler kalem cebi olmayan, daha dar şeyler, ama yine bedenlerini saracağı insanların sarı siyah benizlerindeki sıkıntıyı açığa çıkaracak tonlar hâkim hepsine; meyveler toz toprak içinde, silip de ne yapacağım demiş olmalı satıcı, böyle daha doğal göründüklerini düşündüğünden değil, silerken geçireceği zamanla silmeden geçirdiği zaman arasında bir fark olmadığını çoktan öğrendiğinden; minibüs değnekçisinin bağırıp çağırması da alışkanlık, neşe ya da kederden değil; şoförler aynı şakaları yapmaktan sıkılmış besbelli; beyaz gömleği pantolonundan sarkan delikanlı gözüne kestirdiği kızın peşinden minibüse atlayacak az sonra, arzusu dinmiş değil, yerli yersiz öldürüldükçe pörsümüş, her an o kızın yerine tombul memeli bir kadına yönelebilir; gri yeşil takım elbiseli adamın çantasında önemli bir evrak yok, sabah kaynattığı yumurta olabilir içinde, belki bir de diş fırçası ya da tarak, görüşeceği arkadaşının onu ciddiye almasını istiyor, almayacağını bildiği halde, belki bir başkası olur yanında, o en azından mühim bir şahsiyet sanmalı, bakarsın bir iş imkânı çıkar bu varlığı şüpheli adamla tanışmasından; deminki oğlanın birazdan arzulayacağı tombul memeli kadının makyajı da yalapşap, yıllarca özendim de ne oldu, bugün de böyle olsun, demiş –bir süredir her gün dediği gibi–, makyajı hepten bırakmamasını takdir edebilirim, aynaya bakarken bir an gülümsediğinden, çapkın baktığından emin olsam; çok katlı mağazanın cephesini yenilemişler, bina içeriden çürüyor, bir bilseler. Bir bilseler, geldikten sonra onları görmek için ne olduğunu bilmediğim bir şeyi, özel bir günü beklediğimi, bu sabah uyandığımda aralarına karışma gücünü bulunca işi kırdığımı –kırmakla kimsenin bir şey kaybetmeyeceği bir iş olmasının ne önemi var–, onların arasında olmaktan her zaman tuhaf bir rahatlık duyduğumu –yıllar önce dışarısıydılar, başka bir hayat, sahici bir hayattılar, bir gün, uzun olmayan bir gelecekte onlardan biri olmayı ummanın, bunun kesinkes olacağı inancının ispatıydılar–, bunları bilseler ne değişir? “Aha lan, kurtarıcımız geldi,” mi diyecekler? “Sen önce kendini kurtar,” deyip durmaz mıydı babam. Bunu derken kendini, işini gücünü batırdı. Hiç kızmıyorum ona, hatta sevimli geliyor.
Akşamları onu karalar bağlamış halde gördüğümde, “Herkes kendini batırırsa düzelir dünya,” diyesim geliyor – bilsem, saçmaladığımı, bu bakış açısının yanlış olduğunu söylemeyecek. “Bak, baba,” derim söyleyeceklerimi dinleyeceğini bilsem, “insan bir dolu şey kaybediyor, en kötüsü, dediklerine göre, umudunu kaybetmek, ama ben böyle düşünmüyorum. Umudunu da kaybedince başlıyor dünya. Hiçbir şeye hayıflanmıyor insan o zaman. Mütarekeden bu yana üç ay mı geçti, beş ay mı? Ne mi mütareke? Silahların terki, bilmez misin? Yoo, silahım olmadı hiç, bildiğin manada. Bıraktığım her şey benim cephanemdi, onları terk edip gelmedim mi? Masamdaki takvimde geldiğim günü bulup ‘mütareke’ yazdım geçenlerde. Mütarekeden bu yana buralara hiç gelmedim, şehrin en sevdiğim yerlerine. Şimdi, inanmazsın ya, kanımın aktığını hissediyorum, az şey değil, bıraktığın içkiden bir yudum alsan, anlarsın beni. Buraya onca zaman neden gelmediğime yanmıyorum. Kanım akmamışsa akmamış. Yarın da akmayacak gene.” Kaldırım taşına özgürlüğün üzerine oturdum, bir türkü takıldı dilime:
“Bugünüm harap oldu / Dünden iyi midir ki?” O güzel sesli berbat heriften de olsa, bunu çalsa ya şimdi kasetçi. Fon müziği olsa şehre inmemin. Bu bizim şarkımız olsun ey şehir. Yanık bir uzun hava başladı, Kürtçe. Bu da olur emmi. İyi olur. Emmi dediğim adamla yaşıt olma ihtimalimiz yüksek. Aynaya hiç bakmaz mısın be adam! Kasetçi çaldığı şarkıları dinlediğimin farkında. Kürtçe bildiğimi, yanık sesli kadının haykırdığı ağıtın kime, neden yakıldığını anladığımı, bu nedenle çöküverdiğimi düşünüyor kaldırıma. Tek kelime anlamıyorum. Kasetçiyi ilk gördüğümde gizli saklı şarkılar, türküler dinlediğimiz günler, geceler gelmişti aklıma. Ilıktı akmaya başlayan kan damarlarımda. Hatırlamak bazen iyidir. Şimdi buz kesti. Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan, sahipsiz cesetlerden, tuzaklardan, havaya uçan, uçuran, uçurulan hayatlardan oluşmuş, katılaştıkça katılaşmış, yanık kokan bir alaşım akıyor. Dünya kanıyor, çürüyor kaldırımın altında; kimse farkında değil. Kaldırımın üstünde oyunlar oynuyoruz; evlilik oyunları, para kazanma, kaybetme oyunları, tatile çıkma, dinlenme, yorulma, sevişme, hatta dünyayı değiştirme oyunları. En fenası, “biz oyunun farkındayız” oyunu. “Oynamıyorum, havlu attım,” deyip bunu pek güzel sahneye koyan, başkalarından, daha havlu atmamışlardan ya da hiç atmayacak olanlardan alkış bekleyenler de az değil. Onları görünce kimselere söylemeden –söyleyecek kimse bırakmadan çevremde– sessizce havlu attım. Fark mı bu? Kaldırım taşına oturmak çocukça şeyler düşürüyor insanın aklına. Her yılbaşında alınan kararlar gibi, akşamüstleri gelip burada müzik dinlemeye, kaldırımın altındaki homurtuya kulak kabartmaya karar vereceğim neredeyse.
O kadar mümkün ki kulak çevirmek bu sese. Peşi sıra sökün edecek kararlar. Spor yapmak değil, eti azaltıp sebze kürü yapmak hiç değil. Ama onu aramak bir kez daha, son kez daha. Kasetçi emminin bilmediğim dildeki repertuarının işi bu. Kan bir kez akmaya başlayınca her yerine doluyor insanın. Gene susacağım, konuşacağıma söz veremem. Alıp buralara getiremem. Çocukça davranmaktan korkmam da, çocukça bulmasından çekinirim bu hallerimi. Diyelim, tam burada oturduk kaldırım taşına, önemsemedik onun gibi alımlı bir kadına her gelip geçenin bakmasını; hissettiklerimi hissedecek mi? Öyleyse neye yarar. Bu da bana kalsın, çok şey gibi. Yine de aklıma düştüğünde havluyu mavluyu unutuveriyor, aramak istiyorum – gün ortasında arzu.
Gene kaçamak buluşmayı alışveriş merkezlerinde. Gene birkaç saat en fazla. Gene susacağım, yanıtını bilmediğim sorular sorduğunda. Tabii, son aradığımdaki gibi telefonu açtığında, “Kimsiniz, tanıyamadım,” demezse. O beyaz gömlekli oğlanın yaşlarındaki halimi anlatamam. Göstersem de olur oğlanı, bir farkım yoktu. Az ötede bir yerlere giderdik eski bir arkadaşla saklanarak. O eski arkadaşı da anlatamam. Söylenmekten korkarım arkasından. Taşıyamayacağım bir öfkeye bürünmekten. Bırakayım orada kalsın densiz. Yaptıklarının hiçbirine kızmıyorum onun, şu kaldırımda otururken beni yalnız bırakmış olmasına bile. Şimdi park yapmışlar onunla sokaklarını aşındırdığımız mahalleyi. Başka bir şey yapamazlardı; yılların teri, akan kirli sular, kavgalar, dövüşler, çekilen bıçaklar, atılan, haykırılan çığlıklar, oraya ne bina etseler çıkar gelir diye korkarlardı. Parkta da oturan yoktur. Belki bir gün gider otururum orada, saygı duruşunda bulunurum. İçeri girerken tahrif ettiğimiz kimliklerimizle dalga geçerdik kendimizle. Az önce gazeteyle kaplanmış kitaplar değiş tokuş etmiş olduğumuzu anımsatırdık birbirimize. Birkaç adım sonra, sessizleşirdik. Yok, utanmazdık birbirimizden, birbirimize sığınırdık.
Yıllar sonra, kocaman kahkahalarla andık o günleri. Büyümüştük öyle sanmıştık. Geride kalmıştı bir dolu macera. Maceranın adı, tanımı değişmişti. Bir bilse, aramaya çekindiğim kadının bana neden küstüğünü, çağrıldığımda gidemediğimi, bulaşıcı bir hastalıkmışım gibi kendimi uzak tuttuğumu, uzakta durmanın bile bulaşıcı olduğunu –yüzüme çok önce yapışıp kalan, her şeyi bilen adam edalarımı donduran bir heybetle öğrendiğimi, başka bir bedenin sıcaklığını etimde hissetmenin ne olduğunu bilmediğim ama delicesine özlediğim yaşlardaki halimi aratmayan bir tutkuyla buluşmaya gittiğim akşamüzerlerinde bir türlü harekete geçemediğimi, maceranın bundan ibaret olduğunu, bazen ona dokunmamanın heyecanıyla yetindiğimi, elini bile tutabilecekken tutmadığımı, bunun bir ceza olmayıp bir ödül olduğunu ona anlatmayı düşünmediğimi, söylediğim an her şeyin tepetaklak olacağını, içimi dışa yaracağımı, belki de çoktan yardığımı, iç miç kalmadığını… Koskocaman kahkahalar atıp geçer dalgayı. “Bitmişin sen,” der.
…